“Akademisyen Bildirisi” Tarihsel Süreçlerde Nereye Denk Geliyor?

11 Ocak 2016 tarihinde “Bu ülkenin akademisyen ve araştırmacıları olarak bu suça ortak olmayacağız” başlıklı bir bildiri yayımlandı.1

 İki bin civarında akademisyen tarafından imzalanan metin kısaca, Sur, Cizre, Nusaybin gibi kentlerde devletin uyguladığı şiddeti eleştiriyor, müzakere masasına dönülmesini ve “Kürt siyasi iradesinin taleplerini içeren bir yol haritasının” oluşturulmasını talep ediyor, ulusal ve uluslararası gözlemcilerin çatışmanın sürdüğü alanlara girip rapor tutmasını istiyordu.

Buna iktidarın tepkisi çok sert oldu, Erdoğan defalarca kendilerini çok ağır bir şekilde suçladı, rektörlükler ve savcılar harekete geçerek soruşturma başlattı. Toplumsal bir desteği arkasına alamayan bu eylem üniversitelerde bir sindirilmişliği gerisinde bıraktı.

Bu yazıda söz konusu aydın bildirisini tarihin içinde nereye koymamız gerektiğini tartışacağız. Tabii ki referansımız işçi sınıfı siyaseti ve genel olarak işçi sınıfının tarihsel çıkarları olacak.

Ancak bu zor konuyu incelemeye başlamadan önce yakın tarihimizdeki en iyi bilinen aydın bildirisinin sadeliğini hatırlayıp geçelim. Aziz Nesin’in öncülüğündeki 1984 yılında kaleme alınan “Aydınlar Dilekçesi” 12 Eylül faşizmini doğrudan karşısına alıyor, işkence ve tutuklanmaları suçluyor, örgütlenme hakkına sahip çıkıyordu.2 Türkiye işçi sınıfına karşı yapılan askeri darbeyi ve sonuçlarını ele alışıyla yalın, onurlu ve cesurdu.

Zorluklar …

Barış için akademisyenlerin bildirisinde ilk başta böyle bir yalınlık yok. Günümüz gerçekliği çokgen bir prizmaya benziyor, her yüzeyi birbirleriyle ilişkili farklı tarihsel süreçlerden oluşuyor. Ve her süreç, bizim için bugün noktalanmıyor, nasıl ilerleyip gelişeceği hakkındaki tahminlerimizle geleceğe uzanıyor.

Bu çok yönlü süreçlere değil, ana bakarak karar vermek yöntemsel hataların en büyüğünü oluşturuyor. Bunun dışında sürece ilişkin bazı somut verilerin bilgisine sahip değiliz, ancak tahmin ediyoruz. Burjuvazinin kirli siyaseti öznelerin arasındaki görüşmeleri, anlaşmaları, müzakere kalemlerini işçi sınıfından gizliyor. Diğer bir zorluk ise, kapitalizmin genel krizinin emperyalist merkezlerin kararlı, uzun süreli stratejiler izlemesini güçleştirmesidir. Sürekli taktik değişikliklerinin bir yalpalama mı, yoksa stratejinin gereği mi olduğunu anlamak kolay değil.

Sonuçta işçi sınıfı siyaseti marksist analizi süreçlerin bütününe uygulamak, deşifre etmek ve geleceğe ilişkin varsayımlar üretmek zorundadır. Bu varsayımlar pratikte sınanacaktır ve bu beklenip, gözlem yapılan pasif bir süreci değil, tarihi yapmak üzere müdahaleyi de içerecektir.

Süreçler…

1) Sovyetler Birliği’nde karşı devrim sonrası emperyalist restorasyon ve Kürt siyaseti

Üzerinde en iyi çalıştığımız, zengin bir deneyim biriktirdiğimiz süreç budur. 1970’li yıllardan beri zaten emperyalist sistem yapısal bir krizin içindeydi ve önlemler geliştiriyordu. 1980’de 24 Ocak Kararları ve 12 Eylül faşizminin bu önlem paketinin içinde olduğunu biliyoruz. Ancak Sovyetler Birliği’nin çözülmesi, ABD’nin ve onunla birlikte davranan AB emperyalizminin elini çok rahatlattı ve geçen yüzyılda kendilerinden koparılan veya ulusal egemenliğin koyduğu kurallar nedeniyle ellerini kollarını sallayarak gezemedikleri bütün siyasi coğrafyalara karşı bir emperyalist restorasyon sürecini başlattılar. Başka bir deyişle işçi sınıfının doğrudan veya dolayımlı bütün kazanımlarını yok etmeyi amaçlayan bir karşı-devrimci gericilik dönemi içinde bulduk kendimizi.

ABD egemenliğindeki emperyalist hegemonya pekişti. ABD’nin ekonomik ve askeri gücü altında Almanya, İngiltere, Fransa, Japonya gibi emperyalist devletler, orta gelişkinlikte kapitalist ülkeler, hegemonyaya operasyonlarla dahil edilen eski sosyalist ülkeler ve en dipteki Afrika ülkeleri gibi ezilen ülkeler bir piramit oluşturdular. Yugoslavya’nın parçalanması, Afganistan’ın işgali, Irak’ın işgali ve fiilen bölünmesi, eski sosyalist ülkelerin AB ve NATO ülkesi haline gelmesi, “Arap Baharı”, Libya’nın parçalanması ve Suriye komplosu aynı restorasyon sürecinin aşamaları sonucu meydana geldi.

Kurallar basitti, emperyalist devletler aralarındaki rekabet ve çelişkileri kontrol altına alacaklar ve “küreselleşme” diye güzellenen süreçten en yüksek düzeyde yararlanmaya çalışacaklardı. Orta gelişkinlikteki eski veya yeni kapitalist ülkeler ise geçen yüzyılın devletler arasındaki sınıf mücadelesi ve dengelerinin izin verdiği bağımsızlık ve egemenliklerini uluslararası sermayeye devredecekler, hareket alanlarını daraltacaklardı. Sermaye hareketinin önünde hiçbir engel kalmayacak, devlet işletmeleri, hizmetler, akarsular, madenler sermayeye devredilirken ulusal yasama, yürütme ve yargı önemsizleşecek, hegemonyanın yasaması, yürütmesi ve yargısı geçerli olacaktı. Sınırlar gereksizleşecek, uluslar sermayenin daha kolay yönetebildiği ve emperyalist merkezlerle bağlantılı yerel, özerk bölgelere dağılacaktı.

Her yerde işçi sınıfı örgütsüzleşecek, emek kuralsızlaşacak, emekçiler sınırların önemsizleştiği dünyanın sessiz kölelerine dönecekti.

Hegemonya kuralları Türkiye burjuvazisinin işine geldi, evet kendi coğrafyasında daha az borusu ötecekti, ama bir işbölümü dahilinde dünyanın her yerine mal ve sermaye ihraç edebilecek, yatırım yaptığı bütün coğrafyalarda yerel bir engelle karşılaşmayacak ve her yerde işçilere köleleşmeyi dayatan bir emek rejimi bulacaktı.

Ancak bu dönüşüm parmak şıklatmayla olacak gibi değildi, 1923 felsefesinde yetişmiş piyasa yanlısı, ama ulusalcı devlet kadroları bir direnç oluşturuyordu. Ayrıca Türkiye’nin hatırı sayılır bir işçi sınıfı ve bir mücadele geleneği vardı.

AKP tam da böyle bir ortama, sermaye sınıfının gereksinimlerini karşılamak üzere doğdu. Gericiliğin tezgahından geçmiş, ancak belediyelerde rantiyenin tadını almış piyasacı ve işbirlikçi kadrolar bu dönüşüm için çok uygundu. Türkiye’de rejimin dönüştürülmesi ve emperyalist restorasyonun gerçekleştirilmesinden sorumlu hale geldiler.

Dinci gericiliğin işçi sınıfın aklına ve siyasetine karşı etkili bir araç olarak kullanılabileceği çok iyi biliniyordu, bu kadar ağır bir saldırının başarısı için dinselleşme burjuvazinin temel siyasi araçlarından biri olarak tercih edildi.

Ayrıca, AKP Türkiye’de rejimi dinselleştirdikten sonra “ılımlı İslamcılığı” ile Ortadoğu’daki ülkelere emperyalist restorasyonu ihraç edecek, bu coğrafyada da emperyalizme bağlı serbest pazar ve kuralsız emek gücü oluşmasına yardımcı olacaktı. “Stratejik ortak” lafı ile bu misyona gönderme yapılıyordu.

AKP’nin 2002’den 2011’e kadar bu operasyonu nasıl başarıyla yürüttüğünü, devletin içindeki direnci ABD’nin beşinci kolu olan Cemaat’in yardımıyla Ergenekon gibi operasyonlarla nasıl yendiğini yaşayıp gördük.

Bu sürecin en önemli destekçilerinden biri Kürt siyaseti oldu. ABD hegemonyası altında sınırların önemsizleşmesi, merkezi devletin zayıflaması ve bölgelerin söylediğimiz anlamda özerklik kazanması, hızlıca sol özelliklerini terk eden Kürt siyasetinin ulusal kurtuluş bağlamında işine geldi. Emperyalist merkezlerle doğrudan ilişki kurdular. Barzani işbirlikçiliğinin nasıl fiili olarak bir Kürt devletine evrildiğini biliyorlardı.

Bu koşullarda emperyalizmin gözetiminde AKP ile müzakere masası kuruldu. Nelerin görüşüldüğünü hala tam olarak bilmiyoruz, ama en kritik dönemeçlerde Kürt siyaseti AKP’ye omuz verdi.

Yakın tarihimizin en önemli işçi direnişi olan Tekel eyleminde bir an önce direnişin bitmesi ve müzakerenin gündem olmasını istediler. Kürt siyasetinden yayılan liberal aklın Türkiye solunun likide edilmesinde ciddi bir rolü oldu. 2010 Referandumu’nda verdikleri destek biliniyor. Türkiye’nin dinselleştirilmesini içselleştirdiler. Haziran direnişindeki tavırları Gelenek’te daha ayrıntılı bir şekilde Aydemir Güler tarafından incelendi.3

Hegemonya mantığı açısından Kürt bölgelerinde bir serbest ticaret, serbest pazar ve ucuz, kuralsız işgücü anlamına gelen özerklik bir vadede mümkün olabilirdi, her iki tarafta bunu biliyor ve buna göre davranıyordu, ancak sürecin hızı, yeri ve zamanı açısından çözülmeyen noktalar vardı. Milliyetçi bir basınç altında sandığa giden AKP veya sürecin hızlanmasını zorlayan Kürt siyaseti yer yer masadan ayrıldı ve müzakereler arası çatışma dönemleri yaşandı.

Akademisyen imzacılarının tekrar kurulmasını istedikleri müzakere masası işte böyle bir masaydı. Bu bağlamda, davet ettikleri uluslararası gözlemcilerin kim olabileceğini tahmin edin, bunların masanın üçüncü doğal bileşeni olma olasılığı çok yüksek.

Görüldüğü gibi birinci süreç birçok olayı açıklıyor ve aklımızı açıyor. Ancak emperyalist restorasyonla açıklanamayacak olgular birikti. Örneğin, Erdoğan’ın kişiliğine yorulan uluslararası meselelerde aşırı inisiyatif kullanma, ABD emperyalizminin 2012’den sonra Erdoğan’ı zayıflatacak bir siyaset izlemesi, Kürt siyasetinin geleneksel destekçi tavrında 2015 Haziran’ına göre farklılık olması, son çatışmanın şekil değiştirmesi ve Erdoğan’ın uzayan iktidarı …

Bu olguları açıklayabilmek için emperyalist restorasyona eklemlenen başka bir süreci tarif etmek gerekiyor.

2) Emperyalist hegemonya krizi ve paylaşım savaşının öncülleri

Bu süreci yeni tanımlıyoruz ve daha özellikleri yeni oluşuyor, burada ayrıntılı bir analize girişmek yazının eksenini kaydıracaktır. Bu nedenle geniş bir analizi başka yazılara bırakalım, meseleyi ana hatlarıyla tanımlayıp, asıl konuya geri dönelim.

Bir kere, askeri operasyonlar, mali tuzağa düşürmeler, renkli devrimler, dinci gerici çeteleri araç olarak kullanmalar, Birleşmiş Milletler gibi kurumları araçsallaştırmalar ile birlikte giden emperyalist restorasyon bazı siyasi coğrafyalarda duvara tosladı. ABD hegemonyası altına alınamayan ve sermaye sınıfının egemenliğini teslim etmediği ulusal birimler ortaya çıktı. Bunların başlıcası, çok geniş ve şiddetli sıcak ve soğuk savaş deneyimine sahip, artık kapitalist bir ülke olan Rusya’ydı.4 Rusya’nın çevresinde, onunla bağdaşıklığı olan Belarusya, Kazakistan gibi ülkelerin de yer aldığı geniş bir coğrafyada hegemonyaya direnç unsuru belirdi. Latin Amerika’da ekonomik liderliğini Brezilya’nın yaptığı ve bu hegemonyaya gönüllü olmayan kapitalist unsurlar ortaya çıktı.

Ama sanırız en önemlisi Çin’in geçirdiği dönüşüm oldu. 1970’li yıllarda kapitalist bir dönüşüm geçiren Çin hızlı bir büyümeyle ve uluslararası tekellere sunduğu yüz milyonlarca kuralsız ve ucuz emek gücüyle emperyalist sistemi ve ABD hegemonyasını tamamlayan çok önemli bir unsur haline geldi. Tükettiği hammadde ve ara mallar ile geniş bir pazar olan, ABD’nin borçlarını fonlayan, dünya ticaretinde büyük bir rol oynayan Çin emperyalist entegrasyonun başlıca unsuru gibi gözüküyordu. Tam altı yıl önce basılan Gelenek’te Funda Hülagü Çin’in ABD tarafından süper güç olduğu ileri sürülse de bunu başaracak kapasitesi olmadığını yazmıştı.5

Altı yıl içinde pozisyonlar hızla değişti. Son dönemeçte Çin ABD’nin aldığından daha fazla doğrudan yabancı yatırım alıyor, dünya üretimine olan katkısının bu yıl ABD’yi geçmesi bekleniyor ve dolara karşı kendi mali sistemini devreye sokuyor. Başta Rusya ve Orta Asya ülkeleriyle olmak üzere geliştirdiği ittifak sistemi askeri bir boyut kazandı. Çin diğer bağımlı ülkelere karşı, 1. Dünya Savaşı öncesinde Alman emperyalizminin Osmanlı’ya yanaşırken “Biz hiç size karşı suç işledik mi?” demesine benzer bir avantaja sahip. Gerçekten ABD’nin yakın tarihte sahip olduğu suç siciliyle karşılaştırıldığında Çin çok masum kalıyor, en azından şimdilik.

ABD hegemonyasındaki sarsılma piramitteki birçok ülkeyi etkiledi, emperyalist ülkelerin tekelleri, çıkarlarını bir hegemonya krizine dönen çatışmanın içinde değerlendiriyorlar. Örneğin, Almanya ve Fransa sermayesi, muhtemelen yeni bir paylaşım savaşına, ABD’nin hegemonyasında katılmak konusunda emin değiller. Tarihte bir kez daha ABD’nin dışarıdan müdahale ettiği bir savaşta yanmış yıkılmış bir Avrupa işlerine gelmiyor olabilir.

Rusya’nın Suriye’ye askeri müdahalesi çok kritik bir dönemeç oldu. Suriye meselesinin bir çözüme doğru gittiği ise bizi aldatmasın, daha çaplı ve topyekun bir savaşın hazırlıkları her yerde göze çarpıyor.

Bu çok kısa tanımlamadan sonra emperyalist restorasyon sürecine emperyalist hegemonya krizi sürecinin eklemlenmesinin Türkiye’ye nasıl etki ettiğine göz atabiliriz.

Öncelikle, Erdoğan’ın daha inisiyatifli ve görece daha bağımsız davranması ancak emperyalist restorasyon ile öngörülen üzerinden açıklanabilir gözüküyor. ABD emperyalizminin iktisadi olarak izole edip, boğmaya çalıştığı Rusya ile Türkiye’nin stratejik doğal gaz nakil hatları konusunda yaptığı anlaşmalar, Ruslar’a verilen nükleer santral ihalesi, Çin’in öncülüğünde kurulan Asya Altyapı ve Yatırım Bankası’na Türkiye’nin katılması, bir NATO ülkesi olan Türkiye’nin füze ihalesini Çin’e vermesi bu inisiyatifin ilk akla gelen örnekleriydi. Ama bu inisiyatifin en önemli göstergesi, Türkiye’nin Suriye ve Irak’ta, “stratejik ortaklık” ile bağdaşmayacak şekilde, kendisine ait bir hegemonya alanı kurmak istemesi oldu. Evet öngörüldüğü gibi İslamcı, gerici bir coğrafya ama Türkiye’ye ait bir arka bahçe…

Söz konusu ikili oynama halini, bir ayağın ABD hegemonyasında diğer ayağın Çin-Rusya’nın yükselen rekabetinde bulunması taktiğini ve kendi başına yayılmacı siyaseti Erdoğan’ın kişiliği ile açıklamak doğru değil, bu Türkiye burjuvazisinin siyasetiydi, Erdoğan ve AKP eliyle yürütüldü.

Bu, bize ABD emperyalizminin 2011’den sonra neden Erdoğan’ın ve AKP’nin gücünü azaltmaya dönük hamleler yaptığını açıklıyor. AKP 2011’e kadar hiç kaybetmemişti, sandık kesin bir zafer alanıydı ve 2023’e kadar devam edecek iktidarlarını ilan etmişlerdi. Devlet, hemen hemen tamamen ele geçirilmiş, dinselleştirme/piyasalaştırma tezgahında kararlı bir yandaş kitle elde edilmiş, Kürtler’in desteği sağlanmıştı. ABD düğmeye bastığında henüz ODTÜ ve Haziran direnişleri gerçekleşmemişti.

Cemaat’in ve emperyalist restorasyonun ajanları olan liberallerin AKP karşıtı tavır alması bu iki sürecin kesişiminde yerini buluyor. Ayakkabı kutuları ve MİT tırlarının basılması ikili oynayan Erdoğan’a haddini bildirme operasyonlarıydı.

7 Haziran 2015 seçimlerine bu havada girildi. Öngörülen plan, Türkiye’de Kürt siyasetinin bir düzen partisi olarak sosyal demokratlaşarak seçimlere katılması, barajı aşması durumunda Erdoğan’ın etkisizleştiği bir siyasi arenada, gericiliği sürdüren, restorasyonun kazanımlarını koruyan, AKP’nin de dahil olduğu bir “büyük koalisyonun” parçası olmasıydı. Kandil Türkiye bacağında etkisizleşirken, Suriye’de Kürtlere bir “bölge” vaat ediliyordu.

Plan bir yere kadar işledi. 7 Haziran’da AKP ilk kez bir yenilgi tattı. Sonrasında ise görünüşte Erdoğan’ın siyasi manevraları ile süreci lehine çevirdiği bir dönem yaşadık, hala bu dönemin içindeyiz. Bir kişinin siyasi yetenekleri ile bir sürecin baştan aşağı değişmesini izah etmek marksizme uygun değil.

7 Haziran ve 1 Kasım seçimleri arasında çok önemli bir gelişme yaşandı, Rusya Eylül’de Suriye’ye askeri olarak gelip, yerleşti ve savaşın seyri tamamen değişti. Türkiye’nin kendine ayırdığı hegemonya alanı bir hayale dönüştü.

Muhtemelen ABD ile Erdoğan arasında bir görüşme oldu. Biden’ın “Erdoğan ile çok uğraştım, ama sonunda çıkarlarını görerek durumu kavradı.”6 Herkes Biden’ın kullandığı kalıbı farklı çevirdi. Tam olarak söylediği şuymuş: “I spend too much time probably with President Erdogan, but Erdogan has seen the Lord. Things are changing because of self-interest.” Burada kısaltılmış ama anlamı karşılayan bir çeviri kullanıldı. demesine benzer şekilde bir süreç işlemiş olmalı. Erdoğan’ı, bunu Türkiye burjuvazisi olarak okuyun, yaklaşan paylaşım savaşında ABD hegemonyası altında yer almaya ve kararlı olmaya ikna etmiş olmalılar. Hemen arkasından Çin ile yapılan füze anlaşması iptal edildi, Türkiye bir Rus uçağına pusu kurarak düşürmeye cesaret etti. Sonrasında ne doğal gaz hattı, ne nükleer santral ihalesi kaldı.

Rus uçağını bir NATO planının parçası olarak mı, yoksa genel olarak “Ya bizden yanasın, ya Rusya’dan ve biz her bakımdan daha güçlüyüz” nasihatinden çıkarları doğrultusunda görev çıkararak mı düşürdüler, bilemiyoruz. Elimizdeki veriler bunu anlamak için henüz yeterli değil.

Kürt siyasetine gelince onlar da ABD hegemonyasının zayıflamasından etkilenmiş görünüyorlar. Artık yaslanabilecekleri daha fazla özne var. Bir yandan Rojava’da ABD üssü kuruluyor, bir yandan Moskova’da temsilcilik açıyorlar. Bir yandan Bayık “ABD’nin stratejik ortağıyız” demeye getiriyor7 , bir yandan Rusya’nın diplomatik desteği ile Cenevre görüşmelerine taraf olmak istiyorlar. Kandil böyle bir ortamda Türkiye’deki faaliyetini siyasi partiye indirmek istemiyor ve hendek/özerk bölge siyaseti buradan doğuyor.8

AKP diktatoryası

2008’den 2011’e kadar asılsız davalar ve AKP’nın düşman hukuku ile giden bir süreç söz konusuydu. Gelenek’te yayımlanan “AKP ülkeyi faşizme mi taşıyor?” makalesi bu baskı rejiminin nedenlerini sorguluyordu.9 Sonuçta o dönemde yaşanan baskılar rejimin değişmesine dönük direnci tasfiye etmeye ilişkindi, başka bir deyişle emperyalist restorasyonun gerektirdiği, bir baskı rejimiydi. Şimdi, akademisyenlerin soruşturmaya uğraması, Erdoğan’a hakaret davalarının açılması, gazetecilerin tutuklanması başka bir döneme girdiğimizi gösteriyor.

Kitle gösterilerine canlı bombalarla saldırılması aslında bu ülkede hiçbir kitle gösterisi istemiyoruz anlamına geliyor. Orada burada bomba ihbarları korkuyu canlı tutmaya yarıyor. Ve Cuma namazı genelgesinde olduğu gibi emekçileri işyerlerinde dinci/milliyetçi bir müfrezede toplamaya çalışmaları yine dönemin farklılaştığını gösteriyor.

Tabii iktidar elinden gidip gelmiş ve uçurumun kenarından dönmüş bir siyaset ipleri sıkı tutmak isteyecektir. Ama bu yeterli mi? AKP’nin İslamcı diktatörlüğü sermaye sınıfının ne işine yaracak diye sormalıyız? Eğer bir egemen sınıf kendi halkını son derece ahmakça ve sonu felaketle bitecek bir savaşa sürüklemeye angaje olmuşsa tabi ki o ülkede tek yaprak kımıldasın istemez.

Suriye’ye Türkiye’nin girip girmeyeceği artık sürecin bir anı olacaktır, süreci kavradıktan sonra bunun önemi yok. Felaketin Ukrayna krizinden mi, Suriye’den mi, Pasifik’ten mi kaynaklanacağı bir yerden sonra önemsiz. Ama Türkiye Suriye’ye girerse artık kendi hegemonyasında bir bölge için değil, Rusya’ya karşı emperyalist hegemonya savaşının bir parçası olarak girecektir.

Artık akademisyenlere dönebiliriz

Böyle bir saldırı ancak işçi sınıfının öncülüğünde halkın derin ve yaygın bir örgütlülüğü ile aşılabilir. Her saldırıya artan şiddette bir yanıt bu şekilde verilebilir.

Öncelikle, akademisyen bildirisi, hem restorasyon sürecinin hem hegemonya krizinin iki öznesinden birini tutarak üniversitelerde sınıfın öncülüğünde güçlü bir çıkışı sabote etmiştir. Üniversitelerde bir direnişi örgütlemenin eşiğini yükseltmiş, Erdoğan’ın elini güçlendirmiştir.

Önerdiği hiçbir şey, örneğin müzakere masası ve çatışmaların durmasının insanlığın eşiğinde durduğu felaketin önlenmesiyle alakası yoktur. Savaş tehdidini, işçi sınıfı ancak her yerde iktidarı isteyerek göğüsleyebilir. Üstelik önerileri Kürt halkının eşitliği ve özgürlüğü talebiyle de ilişkili değildir.10

 Özerk, ama bir emperyalist hegemonya altındaki bölgenin eşitlik ve özgürlükle bağdaşmayacağı ortada.

Öte yandan Kürt halkının eşitlik ve özgürlük talebi işçi sınıfı siyasetinin ajandasında bulunuyor, bu talebin toplumsal mülkiyet ile olan kuvvetli bağı çok iyi anlaşılmalıdır. Yerel meclisleriyle, işyeri katılımıyla yerel inisiyatif aslında merkezi planlama kadar sosyalizme içkindir.

Böyle bir kimseyi hiç tanımıyorum, ama eğer akademisyenlerin içinde Kürt siyasetine örgütlü ve örgütü talimat verdiği için bu işe kalkışan bir akademisyen varsa, bir tek onu kayırabiliriz. Fikrine hiç katılmamakla birlikte örgütlü bir kişiye diyebileceğimiz bir şey yok. Umarız yollarımız ileride sınıf siyasetinde birleşir.

Bildiriye öncülük eden ve işte insanların yüzüne bakacak halleri kalmadı artık derken tekrar dirilip ortaya çıkan liberallere gelince… Sizi hiç bir zaman affetmeyeceğiz, elinizdeki bayrak ancak sermayeye aittir ve sizler sınıf düşmanımızsınız.

Sur’da, Cizre’de insanların düştüğü hale acıyan, vicdanı sızladığı için veya dikkatsiz ve özensiz davranarak imza veren çoğunluğa gelince… Ne diyelim? Bu, Partisiz olmanın dayanılmaz hafifliği veya sefaleti değil mi?

Öyleyse bunun bir karşılığı olacak, sizi işçi sınıfının siyasi öncüsünün kolektif aklına ve örgütlülüğüne çağırıyoruz.

Dipnotlar

  1.  http://barisicinakademisyenler.net/node/62.html
  2.  http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/12-eylul-karanligina-karsi-aydinlar-dilekcesi-guncelligini-koruyor-haberi-54787
  3.  Aydemir Güler. “Türkiye’nin savaşla imtihanı veya Kürt sorununun 2015 yazı”, Gelenek, 227, say:23-33, 2015.
  4.  Cangül Örnek, “NATO’nun tehditleri ve Rusya’nın dönüşü” Gelenek, 110, say:49-54, 2010.
  5.  Funda Hülagü, “Zoraki süper güç Çin’in Obama ABD’si ile imtihanı”, Gelenek, 108, say:61-70, 2010.
  6.  http://goo.gl/yjMufz
  7.  http://goo.gl/B42Uqh
  8.  Kürt siyasetinin neden burada yenildiğine ilişkin daha fazla bilgi için, Aydemir Güler’in yazısına bakılabilir: http://goo.gl/Yvarvv
  9.  Erhan Nalçacı “AKP ülkeyi faşizme mi taşıyor?” Gelenek, 108, say. 19-30, 2010.
  10.  Daha fazla bilgi için Kemal Okuyan’ın konuyla ilgili yazısına bakılmasında yarar var. http://goo.gl/bZfyCR
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×