AKP ’90’lara mı Döndü?

AKP'nin bir süredir “1990'lı yıllara geri döndüğü” yolundaki argümana göre, iktidar partisi, demokratikleşme sivilleşme gibi sahip çıkageldiği süreçleri son zamanlarda öksüz bırakarak, geriye, 1990'lara özgü kimi pratiklere dönüyor. Okur, lafın etrafımızda ne ölçüde yaygın gezindiğine bağlı olarak, bu yaklaşımın varlığını yadırgamayacaktır. Eninde sonunda epey süredir, liberal AKP eleştirisi bu eksende ortaya konmaktadır. “90'lara dönmek” dendiğinde zihinlerde belli bir imaj şekillenmektedir de…

Oysa uzak sayılamayacak bu geçmişi hatırlarsak, elimizde tek bir 1990'lar olamayacağını hemen kavrarız.  

Kabaca, söz konusu on yıl boyunca Türkiye'de üç parlamento, iki yerel yönetimler olmak üzere beş genel seçim yapılmıştır. Arasında iki yıldan daha az zaman geçen 1994 yerel ve 1995 milletvekili seçimlerini ayırırsak, her bir sonuç bir diğerinden ciddi ölçüde farklı olmuştur.  

1991 Ekim ayındaki milletvekili seçimlerinde partiler sıralaması, DYP (yüzde 27), ANAP  (24), SHP (20), RP (17), DSP (11) biçimindedir. 1994 yerel seçimlerinin ayırt edici özelliği İstanbul ve Ankara'daki RP zaferidir. Bu seçimlerin öncesine, dönemin Kürt ulusal partisi olan Demokrasi Partisi'nin Meclisten dışarı sürüklenmesi ve parti binalarının bombalanması damga vurmuştu. Diğer seçimleri de not edelim:

1995 aralık: RP (yüzde 21), ANAP (19,65), DYP (19), DSP (14), CHP (11).
1999 nisan: DSP (22), MHP (17), FP (15), ANAP (13), DYP (12).

Neredeyse her seçimin bir öncekini reddettiği bir istikrarsızlık tablosudur bu. İstikrarsızlık sözcüğünü “koalisyon hükümetlerine mecbur kalmak” anlamında kullanmıyorum. Her bir seçim, başat toplumsal, ideolojik ve siyasal eğilimlerde kaymalara yol açmıştır. Seçim galibi üç partinin, DYP, RP ve DSP'nin bir özellikleri de 1990'lara özgü olmalarıdır. Bu partiler önceki on yılda darbe rejiimi ve ANAP'ın, sonraki on yılda ise AKP'nin altında ezilmiş, yok olmuş veya önemsizleşmişlerdir.  

Dahası, bu partilerin her birinin kendi içinde yaşadığı değişim dikkat çekiyor. 1980'lerin sonunda DYP ve SHP askeri rejimden çıkıştaki toplumsal açılımları temel alıyorlardı.1 1990'ların DYP'si ise kontgerilla rejimi denebilecek bir yönelimle bütünleşecekti. Giderek SHP'nin yerini alan DSP ‘90'ların sonlarını milliyetçi bir kimlikle kapattı. Partinin 1999 seçimlerindeki yükselişi de Öcalan'ın yakalanması sırasında başbakanlığın DSP Genel Başkanı Ecevit'te olmasına çok büyük ölçüde bağlıydı.  

Askeri diktatörlük mirasçısı ANAP genel olarak erozyona uğradığı 1990'larda düzen içi demokratikleşme demagojisini Avrupa Birlikçiliğe yönlendirecekti.

Düzen partilerinin dışına çıkıp toplumsal dinamiklere baktığımızda da yine istikrarsızlık gözlemliyoruz. İlk yıllara damga vuran, “Bahar Eylemleri”ndeki işçi hareketiydi. İşçi sınıfının 1980'lerin sonlarında başlayan ve darbenin çalışma rejiminden çıkışı sağlayarak gaspedilmiş ekonomik haklarını ciddi ölçüde geri aldığı hamlesi, 1991 Ocak ayında Zonguldak yürüyüşü ile doruk noktasına çıktı. Hareket, aşağı yukarı 1992 Aralık ayındaki Türk-İş kongresine kadar dorukta kaldı. Kamu kesiminde yoğunlaşan işçi hareketini kamu emekçilerinin sendikalaşma mücadelesi izliyordu.

Diğer yandaysa Kürt hareketini anmak gerek. Hareketin silahlı mücadele safhasına geçtiği 1984 Eruh baskınından başlayarak 1990'lara kadar düzenli biçimde geliştiğini görürüz. 1990 aynı zamanda Halkın Emek Partisi'nin kuruluş yılı. Bu parti 1991'de, sekiz yıl sonranın DSP'sinden çok uzak görünen SHP'nin listelerinden meclise 22 temsilci soktu. HEP'in aynı yıl kapatılmasına karşın, Kürt hareketinin de 1993 Mart ayındaki ateşkese ve bununla bağlı “demokratik barışçıl çözüm” tartışmalarına kadar gücünün zirvesinde olduğunu saptayabiliriz. Öncesi “savaş”tır, sonrası -bilimsel olmayan ve yanlış çağrışımlar barındıran, ancak yaygın kullanıma erişmiş kavrama başvurursak- “kirli savaş”la anılır.  

Sonra Erbakan'ın RP'sinin damga vurduğu yıllara geçiyoruz. Ta 28 Şubat 1997'ye. Bunun öncesi dinci gericiliğin yükselişi idiyse, peşi sıra militer bir laisizmin hanesine yazılabilir.  Uzatmayalım… AKP'nin döndüğü söylenen, dönmüş olmasından endişe edilen 1990'lar hangisidir? 
 
* * * 
 
Kirli savaş kavramı için gösterdiğim esnekliğe son kez geri döneyim ve “hangisi” sorusuyla aptal numarası yapmış olmayayım…  

Demokratikleşme sürecine ihanet ettiği veya yeterince sahip çıkmadığı varsayılan AKP'nin 1990'larda dönmüş olabileceği konum, ya kirli savaş ya da 28 Şubat olabilir. Her ikisi de baskıcı, militer, keyfi, yasadışı, anti-demokratik olan bu iki dönemin, laf kalabalığına getirilerek birlikte kastedilmesi ise bir başka itirazı gerektirir.

Bu iki dönem hangi yıllara tarihlenebilir?

Bana sorarsanız, kirli savaşı veya daha siyasal bir kavramlaştırmayla kontrgerilla rejimini, öncesindeki ve sonrasındaki sayısız kanlı, karanlık saldırı ve uygulamaları ihmal etmeksizin, kabaca 3 Aralık 1994'te Özgür Ülke gazete binasının bombalanmasıyla 3 Kasım 1996'da Susurluk “kazası” arasına yerleştirmeliyiz. Susurluk sonrasında Türkiye bir restorasyon sürecine girmiştir. Bu süreç yalnızca çeteleşen kontrgerillaya çeki düzen vermekle sınırlanmamış, aşırı şişkinleşen dinci gericiliği de kapsamına almıştır. Susurluk ve temiz toplum kampanyası ile 28 Şubat (1997) birbiriyle ilişkisiz değildi, birbirinin tersi doğrultuları da yoktu. İsterseniz, 3 Kasım 1996 ile 28 Şubat 1997'yi birlikte, restorasyon açılımı olarak kayda geçirebiliriz.

Bugün AKP'nin “tökezlemesini” anlatmak isteyenler, negatif bir değerlendirmeyle Susurluk öncesine atıfta bulunuyorlarsa, 28 Şubat sürecine hayırhah yaklaşmak durumunda olacaklardır. Yok; 28 Şubat sonrasını demokrasiden kopuş olarak göreceklerse, öncesinde nasıl bir hayır bulacaklarını merak ediyorum.

Çıkış yolu, tarihi baştan yazmakta ve uydurmakta bulunmuştur.

AKP'nin 2011 yılına kadar genel hatlarıyla ülkeyi demokratikleştirdiğine, aynı anlama gelmek üzere sivilleştirdiğine dayanan bir yaklaşımın temelden sorgulanması gerekir. Bu yaklaşımı bütünleyen, onun üstüne kurulan herhangi bir diğer argümanın da lekesiz olması mümkün değildir. Tam da bu nedenle 1990'lara dönüş teorisinin eleştirisi, ihmal edilebilir bir terminolojik titizlik konusu değildir. Öyle olsaydı, argümanın sahiplerinin de tezlerini düzeltmeleri, doğrusunu yazmaları mümkün olabilirdi.  

Bu mümkün değildir!

 

“Dönüş Teorisi”nin Tarihçesi

Tartışmanın gelgitli bir tarihçesi var. Örneğin daha 2008 Şubat'ında Hüseyin Gülerce Zaman gazetesinde liberallerle AKP'nin yollarının ayrılıp ayrılmadığını tartışmıştı. Gülerce'nin ilgili yazısındaki ana fikir şudur:

 “Türkiye'de asıl tartışma, demokrasinin samimi taraftarları ile demokratikleşmeyi engellemeye çalışan statükocular arasındadır.”2 

Yazar, tarafları “kendimize yakışanı” yapmaya çağırıyor, temel soruna odaklanarak yolların ayrılmaması için sorumluluğa davet ediyordu. Anlaşıldığı kadarıyla çağrı yanıtını bulmuştur. Gülerce'nin temsil ehliyeti, gerçekten de liberalizm-dinci gericilik ittifakında çatlama belirtisinin erken ve zamansız olduğunu düşünmemizi destekleyecektir.  

Liberalizm ile dinci gericiliğin ne ölçüde uyumlu bir sentez oluşturacakları başka bir tartışmanın konusu. Ancak bu iki akımın ittifakı, Türkiye'de yeni bir siyasal rejimin yapılandırılmasında kritik kurucu işlev üstlendi. Bu ittifak özellikle 2007 seçimlerinden sonra, yani başarının yolu açıldığında anlam kazandı.  

AKP'nin 2002 ve 2007 seçimleri arasındaki iktidarı bir “tutunma” dönemidir. AKP büyük sermayeye İslamcı köklerinden yeterince uzaklaştığı yolunda güvence veriyordu. Yine AKP, iki kritik emperyalist odağa, AB'ye üyelik süreci, ABD'ye Ortadoğu politikaları üzerinden güvence vermeye çalışıyordu. Her başlıkta dönemin hayli zorlu geçtiği açıktır.  Büyük sermaye ve emperyalizm ayaklarında elde edilen kazanımların üstüne, iç siyasetteki kırılma noktası, tam da Nisan-Mayıs 2007'deki Cumhuriyet mitingleri dalgasının orta yerine denk gelir.  Başbakan Erdoğan ile Genelkurmay Başkanı Büyükanıt arasındaki Dolmabahçe mutakabatının tarihi, 27 Nisan bildirisinden bir hafta sonra, 4 Mayıs 2007’dir3. Bunu Cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimleri izlemiş, TSK muhalefet konumunu hızla terk etmiş, Ergenekon operasyonunun önü açılmıştır.  

Liberalizm-dinci gericilik ittifakı 2007 dönemecinin öncesinde esasen bir “tez”dir. İdeolojik arkaplanı kuşkusuz köklü ve Türkiye'ye özgü olmayan bir tez… 2007, 2008 yıllarında ittifak daha yeni kuruluyordu ve önünde yapacak çok iş vardı. Gülerce'nin yansıttığı çelişki olgunlaşmış bir ittifakın dağılması olasılığına değil, yerleşiklik kazanması, stratejisinin belirginleşmesi uğrağına denk düşüyordu.4 Ergenekon sürecinin merkezi bir yer tuttuğu tasfiye evresinde iki kanadın -bir önceki evreden devrolan- aralarındaki ayrımları geri plana çekmeleri, ittifakı güçlendirmeleri gerekiyordu. Dolayısıyla yazarın yaptığı çağrının olumlu yanıt bulmaması mümkün değildi. Sonrasında çelişki belli ölçülerde soğumuş, soğutulmuştur.  
 
* * * 
 
12 Eylül 2010'u bir milat sayabiliriz. İttifak Anayasa referandumuna sağ liberallerin tam desteği, sol liberallerinse “yetmez ama evet” tavrıyla girdi. Bu uğrağı izleyen süreçteki çelişki ve tartışmaların inşa sorunlarından değil olgunlaşmadan kaynaklandığını düşünüyorum.

Birinci anlaşmazlık ekseni, 2007 öncesi burjuva modernist kaygıları kapsar: Kadının toplumdaki yeri, kadın-erkek ilişkisi, içki kültürü, sanat. Bu başlıkları ilgilendiren bir yoğunlaşmanın 2010-2011 dönemecinde yoğunluk kazandığı görüldü.  

Örnek olsun, Tophane'de sanat galerilerine, Aya İrini'de konsere, Anadolu Üniversitesinde sergiye, her defasında içki bahanesiyle düzenlenen saldırıların hepsi bu dönemin vakalarıdır. Bu gündem içki satışına getirilen sınırlamaya bağlanırken,5  Bülent Arınç'ın “hayat alkol ve seksten ibaret değildir” yollu dersi 2011'in Ocak ayında verdiği de not edilmelidir. Erdoğan'ın Kars'ta İnsanlık Anıtı hakkında yıkım fetvası vermesi de aynı günlere denk düşer…

Eylül 2010-Ocak 2011 arasındaki bu gerici yoğunlaşma kamuoyunda referandumla gücünü arttıran AKP'ye ve kimi örneklerde bu güçlenmenin cesaret verdiği marjinal-gerici kesimlere atfedildi. Böylece önceki yıllara özgü “AKP'nin gizli ajandası” söylemi geri geliyor, iktidarın modern büyük sermayeye ve batılı emperyalizme şikayet edilmesi eğilimleri gibi klasik Cumhuriyet gazetesi stratejileri canlanıyordu.

Kuşkusuz AKP'nin ülkeye vermek istediği biçim İslamca “caiz olmayan” unsurların toplumsal yaşamdan tasfiyesini içermektedir. Ancak hamlenin belirli bir evrede yoğunlaşması rastlantı sayılmamalıdır.  

Türkiye, 2012 yılında bile gericiliğin dipten gelen bir dalgaya dönüştüğü bir zemine sahip değildir. Gericilik uçsuz bucaksız bir moral bulmuş olmakla birlikte, bu moralin kendiliğinden taban eylemlerine yol açtığını düşünmek, ülkenin siyasal-ideolojik geleneklerindeki “yukarıdan aşağıya” unsuru, devletin örgütlülüğünü, kontrgerilla tarzı çalışma alışkanlıklarını hafife almak olur. Türkiye'nin bu tür özellikleri, burada “üzerinde düşünülmüş bir zamanlama” olduğunu bize düşündürtmelidir.  

Kuşkusuz bu yöntem her örnekte bizi doğrudan hakikate taşımayabilir; yani bir hata payı barındırır. Ancak “tabana değil devlete bakmanın” asli yöntem olması gerektiğinde ısrarlıyım. Yoksa Hrant Dink cinayetinin, Uludere katliamının faillerini en azından genel gidişattan etkilenen aşırı unsurlarda aramanın önü açılacak, genel olarak siyasi iktidarı ve devleti, özelde AKP'yi aklamak yöntemsel olarak mümkün hale gelecektir. Siyasal açıdan doğru ve devrimci olan yaklaşım, önce bu kapıların kapatılmasıdır. Ampirik veriler karşımıza başka bir durumu çıkarttığında, bir istisna parantezi açmak çok da zor olmayacaktır.  

Bu nedenle 2010-2011 dönemecindeki gerici yoğunluğu, ülkede siyasete biçim verme yeteneğine sahip başlıca odak gibi görünen iktidara mal etmekten yanayım. AKP cephesi yani ittifakın dinci gerici kanadı, karşı tarafı sıkıştırmış, kendisinden belli bir mesafeye uzaklaştırmayı denemiştir. Diğerleri bir yana, Erdoğan ve Arınç'ın çıkışlarının böyle bir sonucu gözetmeksizin yapıldığını düşünmek anlamlı olmaz. AKP liberal müttefiklerini “modern yaşam biçimi” ekseninde itelemiştir.

Tema, güvenliği yeterince alınmış bir deneme yapıldığını gösteriyor. Bu önemde bir ittifakın kırılması için, sınıfsal çıkarları ve emperyalist stratejiyi ilgilendiren bir çelişki patlak vermeliydi. Emperyalizmin konuyla çok dolayımlı bir ilişkisi olduğunu, AB'nin biçimsel ilkelerinin pratikte ilke değil mazeret değeri taşıdığını, modern burjuvazinin kendi seküler yaşam biçimini her halükarda korumanın yolunu bulacağını biliyoruz.  

Dolayısıyla bu “güvenli gerilim”in, aslında iki müttefik kanat arasında gerçek bir çatışmayla, bu anlamda bir siyasal çelişkiyle ilgili olma olasılığı zayıftı. Burada ittifakın güçlü kanadı toplumun ideolojik-siyasal biçimlendirilmesine yönelik bir tasarımı hayata geçirmektedir.

Bu tasarımın liberalizmi muhalefete yerleştirmeye, daha açık deyişle muhalefetin liberalizme teslim edilmesine dayandığını söyleyebiliriz.  
 
* * * 
 
Peki neden?

Bu sorunun yanıtı TSK'nın, Akademinin, Yargının ve CHP'nin uğradıkları yenilgiyle bağlantılıdır. TSK'nın önde yer aldığı bu cephenin hayli etkin olduğu 2002-2007 döneminden sonra, 2008-2011 dönemi yukarıdaki sırayı izleyerek adım adım yenilgiye sürüklenmelerine sahne oldu. 12 Eylül 2010 referandumundan sonra durum açıklık kazanmış ve Birinci Cumhuriyetin sonuna gelinmişti. Bu ölçekte derin bir dönüşümde yalnızca iktidarın, yani siyasal merkezin tasarlanması yeterli değildir, mutlaka muhalefetin de kaderi çizilmelidir.

Son seçimlerde Mecliste yerlerini alan üç muhalefet partisinden MHP'yi bu çerçevede temel akımlar arasında saymak doğru olmayacaktır. AKP'den daha az gerici olmaması bir yana, MHP'nin genlerine kaydolmuş ezberi, bu partiyi iktidarın lojistik destekçiliğine yerleştirmektedir. Faşist parti için ideal konumlanış “kendisinin muhalefette, fikirlerinin iktidarda” sayılabileceği gericilik dönemleridir. Ancak herhangi bir durumda MHP doğrudan iktidar adayı olma özelliklerine sahip değildir. Ele aldığımız yakın geçmişte bu partinin en fazla paniğe sürüklendiği uğrak, devletin paralize olduğu, Gelenek'in “devletin çözülmesi” kavramıyla ele aldığı yıllar olmuştur. 2007 seçimlerinde ulusalcı kesimlerin, oy verilmesi için, sağ seçmene çağrı çıkartacak ölçüde muhalif saydığı MHP'nin esas muhalefeti, onsuz var olamayacağı devletin çözülmesi olgusunaydı. Bu sorun giderildikten ve AKP eliyle devlet yeniden konsolide edildikten sonra, temelli bir sıkıntı kalmamıştır. Faşist hareket zamanında Birinci Cumhuriyet'e sunduğu tetikçilik hizmetlerini İkinci Cumhuriyet'e de sunacak donanıma ve pragmatizme sahiptir.

CHP ve BDP ile temsil olunan iki akımın, İkinci Cumhuriyetin muhalefet alanını doldurmaları ise AKP'nin kabul edebileceği bir statüko olmamıştır. Yeri gelmişken söz konusu iki partinin kendilerine böyle bir rolü uygun gördükleri ve tam da bu nedenle rekabet halinde oldukları not edilmelidir. CHP'de Baykal tasfiyesi ve Kılıçdaroğlu yükselişi bu yönelime oturur.6 Tam da içinde bulunduğumuz evre, AKP'nin bu iki partiye, istedikleri kadar liberalizmin tanımına uygun olsunlar, muhalefet alanını bırakmamaya kararlı olduğuna tanıklık ediyor.7 

* * * 
 
AKP ile liberaller arasına karakedi girmesi, yönetici partinin sadece kendi iktidar alanına ilişkin tasarımlarla yetinmeyip muhalefetin alanını biçimlendirme girişimi olarak görüyorum.  

2010-2011 dönemecinde seküler-islami yaşam biçimleri çatışması bu tür liberal bir muhalefetin oluşumunu sağlamaya yetmedi. Yaşam tarzı odaklı çelişkiler modern kentli orta sınıfları muhalefette konumlandırmak için bile yeterli olmuyordu. Bu konuda en az dört neden sayabilirim:

Bir: Bu tartışmanın asli sahibi olarak kemalizm apaçık bir yenilgiye uğramıştı. Kemalizm adına ortaya çıkarılamayan bir dinamizmin şimdi liberal bir önderlikle yapılandırılması güçtü.  

İki: Zaten liberalizmin dinci gericilikle mi sekülarizmle mi ortak paydasının daha geniş olduğu tartışmalı ve değişken bir durumdur.

Üç: Liberalizmin -hele Türkiye'de – toplumsal tabanı dardır ve bu taban siyasal açıdan yeterince dinamik değildir. Orta sınıfların başka ülkelerde sahip olabildikleri enerji, bizde hayli sınırlıdır.

Dört: Bu nedenle, liberalizmin siyasete tahvil edilirken birtakım eklemlenmelere muhtaç olması,  Türkiye'de katmerli bir gerçektir. AKP'den itelenen liberallerin kendiliğinden eğilimi yeniden iktidara bitişmek yönündedir.  

Liberalizmin gündemi yönlendirmek açısından sahip olduğu büyük yetenek, buna karşın toplumu hareketlendirmek konusundaki yeteneksizlik8, AKP'ye yeni bir enstrüman kazandırmışa benziyor. Siyasal iktidar merkezi, liberal müttefiklerini kendisinden öteye iteledikçe bunların çok uzağa gidemeyeceklerine, biraz dolanıp geri geleceklerine, dolayısıyla inisiyatifin bütünüyle kendi tekelinde kalacağına güven duyuyor.

Liberalizmin, iktidar merkezine, yani AKP'ye sunduğu bu olanak, liberalizmin herhangi bir siyasi parti tarafından baskın biçimde temsil edilmesi halinde zayıflayacaktır. Örnek olsun; liberalleşmiş bir CHP'nin insan hakları, sivilleşme/demokratikleşme ekseninde (ve emek söz konusu olduğunda sendikalar ve meslek örgütlerindeki bürokrasilere ayaklarını basarak) yeni bir güçlenme eğilimine girmesi, teorik olarak mümkündür. Pratik olaraksa böyle bir dönüşümün hayli güç olduğu açıktır.9  

Birinci Cumhuriyet'in kurucusu CHP'nin bu nedenle ihtiyaç duyacağı doku nakline Kürt ulusal hareketi de kendine ait nedenlerle muhtaç. Her ikisinin solla girdiği ilişki durumlarını daha da karmaşıklaştırıyor. Bu hareketler hem siyaseten güçlenmek, hem eski kimliklerini aşmak, hem de liberal bir dönüşümü tamamlamak için, ilginçtir, sol kaynaklara yöneliyorlar.  

CHP söz konusu olduğunda liberalizme cuk oturacağını düşünebileceğimiz kadroları gözünüzün önünden geçirin. Demirel'in çevresinden, belediye yönetimlerinin akçalı işlerinden, piyasadan devralınmış, kimilerine göre partinin merkez kurullarında belli başlı holdingleri temsil eder gibi oturan bu unsurların -yenik Atatürkçülerden hallice olsalar da- siyasal canlılıktan yoksun oldukları açıktır. Soldan gelen, hatta adlı adınca sosyalist ve marksist nitelikli kadrolar, yüzleri ister kemalizme ister liberalizme dönük olsun partiye hayat katan unsurlar olmuşlardır. Ancak bu durumun sağlıklı ve kalıcı bir bütünleşme yaratabileceğini, yeni bir kimlik arayan CHP'nin muradına böyle erebileceğini düşünmek mümkün değildir.

Ancak asıl kritik nokta burjuva siyasetinde benzersiz bir inisiyatif tekeli oluşturan AKP'nin bu arayışa nasıl yaklaştığıdır. Açıkçası CHP, İkinci Cumhuriyet'in muhalefet saflarını liberalleşmiş bir sosyal demokrasi olarak doldurmak için, öncelikle AKP'nin oluruna ihtiyaç duymaktadır. CHP, bu role yerleşebilmek için karşısında, tutuklu milletvekilleri sorununda uzlaşmayı kabul eden, Kürt reformu için geniş bir ortak zemin yaratmaya yönelen, konsensüs anayasası doğrultusunda diyalog kuran bir iktidar bulmalıdır. Oysa AKP tam tersi bir role bürünmekte, CHP'yi uzlaşma platformunun dışına iterek hırpalamaktadır. Bütünüyle liberal bir uzlaşma ortamına göre siyasetini tasarlamış bir CHP bu saldırılara yanıt verememektedir. Özellikle seçimlerden bu yana Kılıçdaroğlu liderliği bu sıkışmaya çözüm üretebilmekten çok uzaktır.

Aynı akıl yürütmeyi BDP için tekrarlamamızın önünde bazı engeller kuşkusuz var. Kürt hareketinin kadro dinamizminin bir dizi zenginlik içerdiği açıktır. Dolayısıyla bu taraftan sola duyulan ihtiyaç, dinamizm gereksiniminden ziyade toplumsal meşruiyeti genişletme çabalarına denk düşmektedir. Ancak siyasal etkileşimler merceğinden bakıldığında, bu hareketin de İkinci Cumhuriyet'in liberal muhalefeti olmaya eğilim gösterdiği görülecektir. Anayasa ve Erdoğan'ın cumhurbaşkanlığı başlıklarında ortaya sürülen uzlaşma formüllerinin10 yanıtsız bırakılmasından da anlaşıldığı gibi, siyasal iktidar BDP'nin de söz konusu alana yerleşmesini engellemeye kararlıdır.

Kemalist ve Kürt ulusal hareketlerinden birinden birinin güçlü bir muhalefet olma yoluna girmesi, İkinci Cumhuriyet rejimini sarsacak ve bir meşruiyet krizine taşıyacaktır. Bu hareketlere güç katacak kaynağın yine liberal/orta sınıf aydınlar olacağı kestirilebilir. AKP cephesi, CHP ile BDP'yi hayali bir Ergenekon senaryosunda birbirine bağlamayı denerken, bu partilerin liberal yanlarını törpülemeyi, liberal kesimlerle geçişkenliklerini azaltmayı ve her ikisini eski rejime hapsetmeyi amaçlamış da oluyor. AKP yine bu iki partinin birbirlerini dengeleyecekleri bir model kurmuşa benzemektedir. Eski rejimle ayrılmaz bağları olan CHP'nin daha fazla küçülmesi halinde BDP göreli olarak fazla büyük hale gelir. İkinci Cumhuriyet'in temel yenilenme konusunu temsil eden Kürt sorunundaki öznenin çok küçülmesi ise, bu yenilenmeyi zora koşacak, rejim değişikliğinin başlıca rasyonellerinden biri geçersizleşecektir.  

Yukarıdaki analiz, AKP'nin parlamento muhalefetine karşı ödünsüz pozisyon alışının, ilkesel bir otoriterlik olmadığı saptamasını da içermektedir. AKP doğası gereği iki muhalefet partisini sıkıştırmayı tercih ediyor değildir; bu anlamda bir “doğal güdünün esiri” olarak davranmamaktadır. Bu tutumun bir siyasal rasyonalitesi vardır.  

AKP, sahip olduğu güce, yeni rejim projesinin karmaşıklığına dayanarak, muhalefeti, toplumsal karşılığı cılız liberal kesimlere teslim etmek istemektedir. Burada, CHP ve BDP ile uzlaşmamak diye bir ilke yok. Özellikle Kürt sorunu reform perspektifinin terk edilmesine denk düşen bir problematik sunmamaktadır. İktidarın temel güdüsü “çözüm” uğrağında uzlaşılan tarafın olabildiğince zayıflatılmış olmasıdır. Uzlaşma güdüsünün büsbütün ortadan kaldırılması seçeneği, liberal muhalefetin Kürt hareketine bırakılmaması diye özetlediğim kastı aşacak, Kürt hareketinin liberalleşme eğiliminin sekteye uğratılması, reddedilmesi noktasına varacaktır. Böyle bir sonucun ne Türkiye burjuvazisinin “business” özlemlerine ne de emperyalizmin bölge tasarımlarına uygun olması mümkün değildir. Burjuvazi sınıf karakteri gereği konformisttir. Emperyalizm ise Ortadoğu'da Kürt toplumsallığını yok sayan bir yol haritası çizmemektedir. 
 
* * * 
 
2010-2011 kavşağında seküler-islami yaşam tarzları arasındaki karşıtlığın öne çıkartılması bir merkezi projeydi. Ancak siyasal iktidarın eteğinden ayrılmamak için deli olan liberalizme bu yetmedi.  

Söz konusu kesimlerin şekillenmesinde tarihsel rolü bulunan Birikim dergisinin tam da aynı dönemde “aslında AKP'ye destek vermediğini” anlatarak kendi tarihini yeniden yazmaya kalkışması bile uyarıcı olmadı.  

“Bunlara işaret etmek, AKP’nin hegemonyasına teslim olmak, ehveni şer olarak görüp AKP’ye sarılmak veya onun yeni hegemonyasını mazur görmek midir? Bunu böyle anlamak için, insanın siyasal analiz melekelerini, nesnellik duygusunu büyük ölçüde yitirmiş olması gerekir. Birikim’e bu ithamın neden yöneltildiğini solun önemli bir bölümünün yaşadığı tarihî şoklarla, yıllar boyunca sınıf dışında sınıf tavrı üretmenin yarattığı gerçeklik kaybıyla, karşısındaki hegemonik gücün büyüklüğü karşısında inkarcılığa sarılarak hayata tutunma çabasıyla izah edebiliriz. Bütün bunlar aynı zamanda AKP’nin neden kendini tehdit eden ciddi bir sol rekabetin baskısını hissetmediğini de kısmen açıklayabilir.”11 

Ahmet İnsel'in siyasal analizden ziyade kriminal psikolojinin konusu olabilecek bu yazısı gerçekten okunmaya değer. Yazar, dergisinin geleneksel AKP övücülüğünde başı çeken bir ürün ortaya çıkartmakta, düpedüz suç mahaline geri dönmekte, suçun üstüne üstüne gitmektedir. Yukarıdaki pasaj, “AKP'nin solun baskısı altında kalmayışını”, bu partiyi demokratik bir gelişim olarak olumlayanların “desteği”ne değil, AKP'ye başka türlü bakıp onunla mücadele eden solculara bağlamasıyla, siyasal tarihin en çarpıcı yüzsüzlük örneklerinden biri sayılmalıdır.  

Bana sorarsanız, AKP'nin liberalleri itelemekte olması karşısında İnsel, günah çıkartmakla pisliğini örtmek arası bir deneme yapmış, derim…  

Ömer Laçiner ise bundan dört ay önce, Ekim 2010'da yayınlanan -yani belli ki referandumdan hemen sonra kaleme aldığı – yazısında Birikim'in sosyalist solla ilişki kestiğini ilan etmişti.12 Ne yazık ki, devamı gelmeyen -yani söz konusu ekolün sosyalizmin yakasından düşüşünü tescillemeyen – bu yazının AKP'nin referandum başarısının heyecanıyla yazıldığından başka ne düşünebiliriz?

Heyecan ürünü olduğu ölçüde sağduyudan uzaklaşan bu tutum sonradan düzeltilmiş, İnsel'in makalesinde örneklendiği gibi, ilişki kesildiği söylenen sosyalist kesimler nezdinde Birikim kendini aklamayı denemiştir. Bu düzeltme, sonraki aylarda AKP'nin liberallere daha hoyrat davranacağının sezgisine dayanıyor muydu, bilmiyorum…13 

Ancak, Ergenekon şiddetine alışmış bir siyasal alanın yeniden biçimlendirilmesi için, “hayat tarzları sürtüşmesi”nin yetmeyeceği kestirilebilirdi. Şubat 2011 Oda TV baskını liberallerin desteklediği İkinci Cumhuriyet terörünün basına indirilmesi açısından önemli bir hazırlık adımı olmuştur. Mart ayında Ahmet Şık ve Nedim Şener'in içeri alınmaları ise ittifakın başkalaşacağının en önemli göstergesiydi.

Ancak küçük ortaklar gitmemekte direnmek için hakiki bir mazeret bulmuşlardı. Antidemokratik uygulamaların bağlanabileceği bir tarikat adresi vardı nasıl olsa. Laçiner'in referandumdan sonra ilan ettiği “AKP'nin önlenemez seçim zaferi” liberaller için bir veriydi. Bu koşullarda liberalizm bir gün Şık-Şener dayanışmasına koşmakla, ertesi gün Cengiz Çandar'ın Kürt raporuyla heyecanlanmak arasında kalmıştır.

 KCK operasyonunun yaygınlık ve şiddeti, liberal aydınların AKP'den uzaklaşmasında bir diğer önemli ekseni oluşturdu. Kürt sorununda liberal kesimler, aynı gazeteciler söz konusu olduğunda takındıkları tutum gibi, demokrasi ve insan haklarına çekildiler. Bu anlamda Kürt hareketinin liberal, demokrat kesimlerde kurduğu ilişkilerin bir süredir içerik açısından zayıfladığını gözlemlemek mümkün.  

“1990'lara dönüş teorisi” bu karmaşık denklemde de kurtarıcı bir argüman olarak ortaya çıktı.  

2011 sonbaharına geldiğimizde ittifakın çöktüğü genel kabul görmeye başlamıştı. Birkaç yıl önce, ayrılık işaretlerini bastırmak için devreye girip ağırlık koyan Gülerce artık çok daha soğukkanlıydı:  

“Görülüyor ki, KCK davası, Kürt meselesinde, bugüne kadar birbirine destek veren muhafazakâr demokrat ve liberal demokrat aydınları bir yol ayrımına getirdi.”14 

Laçiner de yukarıda bir dipnotta değindiğim makalesinde AKP'nin 2011 seçimlerinden sonra başkalaştığını bütün açıklığıyla saptayacaktı:  

“AKP’nin muhafazakar demokrat kimliğinin otoritaryen yüzünü göstermeye başladığına dair işaretler ve bu konudaki uyarılar yeni değil. 12 Haziran seçimlerinden sonra bu gidişatın alametleri daha sıklaşır oldu sadece.”15

Ancak liberallerin köprü atmama duyarlılığı bu saptamaya, ister istemez eşlik ediyordu. Aşağıya alacağım pasaj hem bu davetiye umudunu koruyor, hem de liberal muhalefetin Kürt hareketiyle mesafesini açarak “insan hakları” limanına yanaşmasını örnekliyor:  

“KCK tutuklamalarını eleştirenlere çemkiren Tayyip Erdoğan’a hatırlatmak gerekir ki; eğer kendi hükümeti herhalde onun direktifiyle KCK tutuklamalarını başlatmamış olsa idi; eğer KCK’nın ne olduğu ne anlama geldiği ona yöneltilen 'terörist, terör örgütünün şehirlerdeki uzantısı' gibi gri propaganda terimleriyle geriye itilmemiş olsaydı; yani KCK’yı bir polis operasyonunun konusu değil siyasal-ideolojik bir teşhir ve tartışma konusu haline getirmek tercih edilseydi, AKP hükümeti siyasal iradesini bu yolda ortaya koysaydı; şimdi AKP hükümetini bu operasyon dolayısıyla kınayanların çoğu o KCK projesinin mantığı, ideolojik niteliği hakkında çok şey söyler ve herhalde bu durumda da PKK ideologlarının hışmını çekerlerdi üzerlerine.”16

Bu ortamda Serdar Turgut gibi kimi fantezi yazarları AKP'nin müttefiksiz yapamayacağının farkına varabiliyorlardı. Ancak Turgut'un AKP'nin yeni elitlerini soldan devşireceği öngörüsü, alanın henüz tamamen boş olduğuna delil sayılabilir.17  

Sanıyorum, liberallerin makamını kimlerin dolduracağı sorusu hep yanıtsız kalacak. Zira bir taraftan liberaller hep geri dönme arayışında olacaklar; AKP herkesi baskılayarak aslında hepsinin “majestelerinin muhalefeti” olmaya duyduğu özlemin diri kalmasını sağlayacak; CHP ve BDP liberal muhalefetten vazgeçemeyecekler ve bu aşkın bedelini ağırlık kaybederek ödemeye devam edecekler… Özetle AKP'nin pilavı daha çok su kaldıracak. 
 


Hakiki Tarihsel Referans  

1990'lara geri dönüş teorisinin dayanaklarından bir tanesi, fazla güç biriktiren iktidar partisinin şımarması… Birey bazlı, psikolojik açıklamaların siyasetteki yeri belli önemdeki olgulara kadar yükselemez. Sürecin genelinde şımaranlar ve şımarmayanlar birbirini götürür.

90'lara dönüşün dayanağı olarak şımarma argümanı, aslında ittifakı restore etme yolunu açık tutmaya yaramaktadır. Gün gelir, bir tevazu kanıtı, bir denge durumu gören liberal, bu veriyi davetiye olarak algılayacaktır.

Çünkü 90'lar referansı buna imkan vermektedir.

Daha önce söylendiği gibi 1990'lar bir model değil kriz sahnesiydi. Türkiye kapitalizminin yakın geçmişine model arayacaksak, AKP'yi yılların öncesinde odaklamamız gereken uğrak 12 Eylül 1980'dir. 12 Eylül darbesi, öncesindeki 24 Ocak 1980 kararları ve sonrasındaki Özal iktidarıyla bir bütünlük taşımaktadır.  

Eylül modelinin üç sacayağı vardı: Emperyalizm, büyük sermaye ve dinci gericilik.  

Türkiye'nin Cumhuriyet tarihi boyunca emperyalizmle kurduğu bağımlılık ilişkisi, iki üst belirleyenin altında şekillenmiştir. İlk yıllar Sovyetler Birliği'nin dünya siyasetinde doldurduğu yeri bir şemsiye olarak değerlendirmeye dayanır ve İkinci Dünya Savaşına kadar uzanır. Türkiye Cumhuriyeti, Sovyet dengesinin koruması altında dünya kapitalizmine görece kişilikli bir eklemlenme arayışı içinde olmuştur. Savaş sonrası başlayan yeni alt evrede ise Türkiye bu kez Soğuk Savaşın öncü güçlerinden biri olarak konumlanmış ve uluslararası anti-komünist strateji için vazgeçilmezliğini pazarlayarak daha az kişilikli ama göreli özerk bir yapıya yerleşmeyi denemiştir. Bu yönelimlerin kendi içlerinde belli bir başarıya ulaştığını söyleyebiliriz. 20. yüzyıla emperyalizm tarafından varlığı reddedilerek giren bir İmparatorluğun mirasçısı olan Cumhuriyet, dengelerin arasında yaşam alanı bulmuştur kendine.  

1970'lerin sonuna yaklaşıldığında içeride sınıf mücadelelerinin ulaştığı düzey hareket alanını son derece sınırlandırır ve rejim yeni tanımlara ihtiyaç duyar.

Geniş anlamıyla Eylül rejimi, ithal ikameci, iç pazara dayalı sanayileşmenin, dolayısıyla alım gücü belli bir eşiğin altına düşmemesi gereken emekçi yığınların varsayıldığı bir toplumsal denge durumunun tasfiyesine yönelmişti. İşçi sınıfı ve solun bir daha güç kazanamayacak biçimde sindirilmesine yönelik stratejik, yapısal bir karardır söz konusu olan.

Bunun hayata geçirilebilmesi için emperyalizmle pazarlıkçı ilişki tarzı terkedilmeli, “kişilikli” ve özerk eklemlenmenin yerini tam bağımlılık veya yenilerin tabiriyle “stratejik ittifak” almalıydı.

İdeolojik planda buna denk düşen Türk-İslam sentezi olmuştur. Kenan Evren'in miting meydanlarında ayet okuma ayrıcalığı bununla bağlantılıdır. Türk sağı için bu üçlü bütünlük bir ortak payda oluşturmuştur. Sosyal-demokrasi bu ortak paydanın dışında bir alan kalmadığını fark etmesine karşın eski yapısından arınma yolunu bir türlü bulamamıştır.  

Modeli baltalayan işçi hareketi, Kürt direnişi ve kendine ait dinamikler barındıran burjuvazinin yönetim krizi oldu.  

Ölçüsüz bağımlılığa hazır olduğunu darbe ve Özal dönemlerinde gösteren burjuva siyaseti, Türk-İslam sentezinin serbest bıraktığı dinci gericilik merkezli bir yeniden yapılanmaya adapte olamayacaktı.

 Yine burjuva siyaseti, yok edildiğine inanılan toplumsal muhalefetin geri gelmesine refleks üretemeyecek kadar bu inancına ve onca yatırım yaptığı modele angaje olmuştu.  Sonuçta büyük sermayenin ekonomik programının önde gelen unsuru olan özelleştirmeler yaygın biçimde uygulanamadı. Öte yandan Türkiye dış politikası, ABD'nin Ortadoğu senaryolarına da uyum sağlayamadı.  

Birinci Cumhuriyetin standartlarına geri dönüşse Sovyetlerin olmadığı bir dünyada artık mümkün olmaktan çıkmıştı…

Modelin güncellenmesi AKP'ye nasip olmuştur. 1980'lerin ortasından itibaren tıkanan yol yirmi yıllık bir gecikmeyle açıldı. Yarım kalan operasyonu AKP tamamladı. 
 
* * * 
 
Tamamlandı mı?

Birinci Cumhuriyet'e dönüşün olanaksızlığını, arkasındaki uzun tarihsel süreci yok sayarak yalnızca AKP'nin becerisiyle açıklayamayız. Kaldı ki, böyle bir değerlendirme iktidar partisinin gücünü abartmak anlamına gelecek ve pratikte liberallerin övgüleriyle aynı yere varacaktır.  

Birinci Cumhuriyet nihai olarak yıkılmış olabilir. Ama bu İkinci Cumhuriyet'in çok uzun süreyle bu topraklara damga vuracağı anlamına gelmemektedir.

Kaldı ki, 2012'de sınıf mücadelelerinin kalıcı bir model olarak mezara gömüldüğü, Türkiye'nin emperyalizmle örtüştürülmesinde nihai aşamaya ulaşıldığı, toplumsal dokunun tam anlamıyla gericiliğe teslim edildiği nasıl iddia edilebilir?

Kapitalizm bir dünya sistemi haline geleli beri gördüğü üçüncü büyük krizini yaşarken, Ortadoğu'nun emperyalist yeniden tasarımında Suriye bir belirsizlik, İran ise tam bir bilinmezlik  olmaya devam ederken, Türkiye'de gericiliğin tüketmesi mümkün olmayan bir dizi toplumsal kesim varlığını sürdürürken bu iddia son derece temelsizdir.

Liberallere gelince, AKP'nin geri döndüğü zaman diliminin 12 Eylül 1980 olduğunu asla itiraf edemeyecekler. İkinci Cumhuriyet için öngörülen siyaset tasarımı, ulaşılması hiç de güç olmayan bir hakikatın görmezden gelinmesine dayanıyor. Sosyalist siyaset bu kadar zayıf bir ambalaja sokulamayacaktır.

Dipnotlar

  1. Demirel İnönü ikilisinin popülaritesinin dönemin işçi–emekçi hareketiyle ilişkilenmesini pozitif bir değer yargısı  yükleyerek değil, objektif durum olarak dile getiriyorum. Yargılayacak olsak, emekçi hareketinin burjuva  siyasetine yönelik girdiği beklentinin çok ağır bedeller yarattığını söylemeliyiz. 
  2. Hüseyin Gülerce, “Ak Parti ile Yollar Ayrıldı mı?”, Zaman gazetesi, 22 Şubat 2008, http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=654977
  3. Dolmabahçe mutabakatının içeriğinin açıklanmayacağı ilgililer tarafından ilan edilmiş durumda. Bu içeriğin, esasen, Büyükanıt ve ailesi hakkında yolsuzluk dosyalarından oluştuğu iddia edilmektedir. Dosyaların darbe örgütlenmelerini içermesi söz konusu olsaydı, bunca operasyon ve soruşturma boyunca, verilen gizlilik sözünün  tutulması da güç olurdu, herhalde. Akla yatkın gelen kişisel dosya içeriği iddiası ise siyaset dışı sayılmamalıdır.  Eğer doğruysa, bu durum, TSK komuta kademesinin belirli bir ideoloji ve siyaset doğrultusunda davranma  kabiliyetini çoktan yitirmiş olduğunu gösterir. Aynı zamanda arada yalnızca bir hafta olduğunu hatırlattığım 27  Nisan bildirisinin ne denli ciddiye alınamaz olduğunu, sanal sıfatıyla bile olsa “muhtıra” kavramının  yakışmadığını… Anlayacağımız, kimi yorumcuların “iç savaş” olarak niteledikleri bu dönemde taraflardan birinin  hali pek parlak değildi.  
  4. “İttifak”ın temelleri derin, kökleri güçlü bir yönelim olmaktan çıkıp, yerleşikleşme anlamında kurulmasının 2007'ye tarihlenebileceğini söylemiş oluyorum. İşin bu kısmı bir yana, liberalizm dinci gericilik ittifakını çeşitli  boyutlarıyla irdeleyen bir literatür oluşmaktadır. Burada hatırlatmakta yarar olabilir: Çağdaş Sümer, Fatih Yaşlı,  AKP ve Liberal-­-Muhafazakâr İttifak (Tan kitabevi yayınları, 2010, Ankara), Merdan Yanardağ, I. Cumhuriyetin  Sonbaharı, Destek yayınları, İstanbul, 2011), İlhan Uzgel, Bülent Duru, AKP Kitabı (Phoenix  yayınevi, Ankara,  2010).
    Önerdiğim tarihlemenin, sol liberalizmin yakın geçmişinin anlaşılmasına da yardımcı olacağını sanıyorum.  ÖDP'de Ufuk Uras/Özgürlükçü sol çizgiyle Devrimci Yol'un ayrışmasının 2007 seçimlerinde engellenemez biçimde su yüzüne çıkıp 1 Şubat 2009'da toplanan kongreyle tamamlanması buradaki yaklaşımla uyumludur. 
  5. Bakınız: http://haber.sol.org.tr/devlet-­‐ve-­‐siyaset/alkollu-­‐icki-­‐stogunuzu-­‐hazirlayin-­‐haberi-­‐37904 
  6. 19 Mayıs 2010 günü soL portalda yayınlanan köşe yazısında CHP'nin bu dönüşümünü tartışmıştım: http://haber.sol.org.tr/yazarlar/aydemir-guler/ikinci-cumhuriyet-partisi-28477  O yazıya bugün baktığımda, CHP'nin talebinin AKP tarafından reddedilme olasılığının üstünde pek durmadığımı görüyorum.  
  7. Bu yazıda bir iki adım ileri atarak açıklamaya çalıştığım yaklaşımım ilk kez soL portalda ortaya koymayı denemiştim: “Eksen Değişirken”, soL portal, 9 Mart 2011, http://haber.sol.org.tr/yazarlar/aydemirguler/eksen-degisirken-40074:"Geçmişte muhalefet cumhuriyet, birlik, bütünlük, yer yer bağımsızlık ve kamu yararı gibi deyişlerle sembolize oluyordu. 2011 itibariyle AKP karşıtlığı 'bu kadar da olmaz' pankartının arkasında toplanmaktadır! … Özetle iktidar dinci liberalizme, muhalefet demokratik liberalizme tapulanmak istenmektedir.”
  8. Bu çelişkinin biricik hal çaresi liberalizmin sosyalizmle eklemlenmesi olabiliyor. 2009 öncesi ÖDP'de bunun denendiğini söyleyebiliriz.
  9. A. Güler, “CHP: Bir Parti Kaç Cumhuriyet Kurabilir?”, Komünist, sayı: 336, Eylül 2011, s. 7 (http://www.tkp.org.tr/dosyalar/tkp/komunist_336_int.pdf)
  10. Son olarak Uludere gerilimi henüz dinmeden Aysel Tuğluk'un Erdoğan'a açık mektubu hatırlanmalıdır:  http://taraf.com.tr/haber/sayin-­‐erdogan-­‐in-­‐essiz-­‐firsati.htm Bu konuyu bir başka yazıda gündeme  getirmiştim: http://haber.sol.org.tr/yazarlar/aydemir-­‐guler/kan-­‐neyi-­‐tikar-­‐neyi-­‐yikar-­‐50533
  11. Ahmet İnsel, “AKP ve Solun Ezberleri: AKP'yi Teşhir Etmekle Yetinmenin Hafifliği”, Birikim, sayı: 262, İstanbul, Şubat, 2011, http://www.birikimdergisi.com/birikim/dergiyazi.aspx?did=1&dsid=402&dyid=5941
  12. “Her ne kadar artık apayrı zihniyet dünyalarında olduğumuzu daha bir açıklıkla gördüğümüz bu mikro-­‐ dünyanın (sosyalist sol kastediliyor -AG) bileşenleri ile giderek uzlaşma noktalarımızın yok olduğunu fark etmekle birlikte, ortak tarihimiz ve mirasımız hatırına diyalog kanallarını daima açık tutmaya gayret eden bir dil  ve tavır içinde olduk bugüne değin. 
    Ama iki sayı önce de belirttiğimiz gibi bunun, bu yolun sonuna geldiğimizi kabul etmek zorundayız. Bu, yalnızca bir zorunluluk değil ayrıca ahlaki bir yükümlülük, görevdir artık.” (Ömer Laçiner, “Yeni Bir Dönemin  Eşiğinde, Birikim, sayı 258, İstanbul, Ekim 2010. http://www.birikimdergisi.com/birikim/dergiyazi.aspx?did=1&dsid=396&dyid=5864&yazi=Yeni%20Bir%20D%F 6nemin%20E%FEi%F0inde)
  13. Sosyalist soldan kopmaktan Laçiner'in kendisi de vazgeçti. İnsel'in zeytinyağ misali üste çıkma tarzına uyarlandı. Aralık 2011'de eleştirel bir dille “sosyalist ve sol/liberal kişi ve çevrelerin… kritik (dönemeçlerde)  AKP'ye etkin bir moral-­‐entelektüel destek verdiği”ni yazacaktı. Bu eğilimin mimarlarından biri de kendisi değilmiş gibi… (Laçiner, “Muhafazakar Demokratlığın Kaderi AKP: Zirveden Sonra?”, Birikim, sayı 272, İstanbul, Aralık 2011 [http://www.birikimdergisi.com/birikim/dergiyazi.aspx?did=1&dsid=414&dyid=6137&yazi=Muhafazak%E2r%20Demokratl%FD%F0%FDn%20Kaderi%20AKP:%20Zirveden%20Sonra?]) 
  14. Hüseyin Gülerce, “KCK, Liberaller ve Yol Ayrımı…”, Zaman, 2 Kasım 2011, http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1197522&keyfield=
  15.  Laçiner, “Muhafazakar Demokratlığın…”, Birikim sayı 272. 
  16.  Laçiner, agm.
  17. Serdar Turgut “AKP Liberal İttifakının Çöküşü”, Habertürk, 22 Kasım 2011, http://www.haberturk.com/yazarlar/serdar-­‐turgut/690263-­‐akp-­‐liberal-­‐ittifakinin-­‐cokusu 
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×