AKP Dönemi ABD-Türkiye İlişkileri

YÖNTEME İLİŞKİN

2001’de AKP’nin kurulmasından ve 2002’de hükümet olmasından bu yana 15 yıla yakın zaman geçti. 1950’den sonra tek bir partinin iktidarda olduğu bu en uzun dönem boyunca Recep Tayyip Erdoğan’ın tuhaf ve son derece rahatsız eden mizacı ve siyasi tarzı ile uğraşmak zorunda kaldık. Erdoğan kurulan yeni rejimin aynı zamanda zayıf karnı olduğu için haklı olarak buraya yüklendik. Ancak bir yerden sonra bu mizaç her şeyi açıklar hale geldi, elimizde kalan tek akıl dolu araç olan marksist analizin üstünü örtmeye ve Türkiye’de ne olduğunu anlamamızın önünde engel olmaya başladı.

Önce ABD’nin neden onu seçtiği, sonra Erdoğan’ın “ılımlı” dincilik konusunda ne kadar samimi olduğu, acaba hasta ve ömrünün sınırlı mı olduğu, sonra ABD’nin neden ondan kurtulmak istediği, acaba hangi pazarlıkları yapıp siyasi ömrünü uzattığı hep öne çıktı.

Bu yazıda, AKP dönemi Türkiye-ABD ilişkilerini incelerken, baş aşağı duran yöntemi, yani Erdoğan’ın iradesi ve bir anomali gösteren mizacı ile dış politikayı açıklamak yerine, ayakları üzerine dikerek, Türkiye burjuvazisinin dönüşen ihtirasları, karaktersizliği ve zaafları ile emperyalist güçlü devletler arasındaki ilişkinin sonuçlarını çaresizlikle fakat kendine has bir özgüvenle “bir karpuz satıcısı” gibi bağırarak satan bir Erdoğan figürü çizeceğiz.

Rejim değişirken Türkiye burjuvazisi saldırıdan payını aldı ve semirdi

Türkiye’de 1980 sonrası başlayıp AKP iktidarında hızlanıp olgunlaşan rejim değişikliğini, 1923 felsefesinden kopuş veya Birinci Cumhuriyet’in yıkılışı olarak adlandırdık. 1923 laikliğinin adım adım ortadan kaldırılışına tanıklık ettik. Bu gerici dönüşümün arkasındaki burjuvaziyi ele alırken daha çok dinci kesimlerinin yükselişine ve burjuvazi içindeki katmanların değişimine odaklandık.

Gericilik işçi sınıfına saldırının çok önemli bir parçası olmakla birlikte, 1990 sonrası emperyalist restorasyonun en önemli özelliği yeni bir sermaye birikim döneminin açılmasıydı. Sovyetler Birliği’nin varlığının zorunlu kıldığı birçok sosyal önlemden kurtulan sermaye sınıfı öncelikle işçi sınıfına bir mülk devrini dayattı. Kamusal olan üretim, hizmet ve mali sektörler özelleştirildi. Sermayenin uluslararası hareketinin önündeki engeller kaldırıldı, emek rejimi kuralsız ve sömürüye karşı korunmasız hale getirildi. Bu operasyon yalnız Türkiye’de değil, dünyanın hemen tamamında yürürlüğe kondu.

Türkiye sermaye sınıfı bu süreçten fazlasıyla etkilendi, sadece yağmadan esas bir pay alarak semirip büyümekle kalmadı, gözünü yurt dışına çevirdi ve sermaye ihraç eden bir aktör haline geldi. Türkiye’nin sınırları önemsizleştiren dış politikasını bu dönüşümde aramaya çalışacağız.

Yönteme ilişkin diğer bir not; AKP dönemi iktisadına ilişkin eleştirilerin bu dönemin esasına ilişkin tablonun gözden kaçmasına yol açabilmesidir. Eleştiriler tabi ki haklıydı, cari açık veren ekonominin dışarıdan mali desteğe gereksinim duyması, ikinci sınıf bir teknolojiye yaslanan sanayisi, gelişkin bir emek gücünün gericilik tarafından kurutulması hep haklı eleştirilerdi. Kaldı ki kapitalizmin yapısal krizi içinde “sağlam” bir kapitalizmin mümkün olmadığını çok iyi biliyoruz.

Buna karşın Türkiye ekonomisinin son 15 yılı minyatür bir Çin yarattı. Muhakkak, Çin Seddi’nin minyatürü nasıl aslı değilse, Türkiye’de hiçbir zaman Çin olmadı, ancak benzer süreçlerin minyatürünü yaşadı.

Örneğin, 2000’de kırsal kesimin nüfusu 24 milyonken, 2012’de 17 milyona düştü.1 Bu bize en az 7 milyon insanın köyden kopup serbest emek gücü olarak kentlere aktığını gösteriyor. 1993-2002 arasında Türkiye’ye doğrudan yabancı yatırımı sadece 15 milyar dolarken, 2005-2014 arasında 144 milyar dolara ulaştı.2

GSYİH’daki yükseliş de çok dikkat çekiciydi. Satın alma gücü paritesi3 açısından 2002’de GSYİH 572 milyar dolar iken on yıl içinde neredeyse 3 kat artarak 1 milyar 548 milyon dolara vardı.4 Bu değerle Türkiye dünya ülkeleri sıralamasında 18. sıraya yerleşti. Çin’in 19 milyar dolar ile birinciliğe yükseldiğini, Almanya, Rusya ve Brezilya’nın değerlerinin Türkiye’nin sadece iki katı civarında olduğunu hatırlatalım.5

Türkiye burjuvazisi bir yandan uluslararası sermaye ile bütünleşir ve Türkiye’deki alanları paylaşırken, diğer yandan işçi sınıfının direncinin kırıldığı diğer coğrafyalara ticaret ve sermaye ihracı için gözünü dikti. THY’nin seferlerinin dört saat uçuş mesafesi olarak adlandırılan ve burjuvazinin etki alanı olarak seçilen siyasi coğrafyaya göre düzenlendiği söyleniyor. 2012’de Ekonomi Bakanı Çağlayan bu coğrafyayı şöyle tanımlamıştı: “

Ben bugün her yerde ‘Türkiye’ye bakarken 75 milyonluk nüfus olarak görmeyin Türkiye’yi’ diyorum. Ben Türkiye’ye bakarken 4 saatlik uçuş mesafesinde tam 56 ülke görüyorum. Burada 1,5 milyar insanın yaşadığını görüyorum. Bu 56 ülkede dünya gelirinin 3’te birini, toplam dünya ithalatının yüzde 46’sı olan 8,5 trilyon dolarlık ithalatı görüyorum.6

Burjuvazinin bu hırsı doğrudan siyasete yansıdı; örneğin Erdoğan defalarca geniş sermaye heyetleriyle Afrika ülkelerini ziyaret etti. Türkiye, emperyalist paylaşımda başlıca kavga alanlarından biri olan Afrika’ya doğrudan yabancı yatırım yapan 12. “yükselen ekonomi” oldu.7

AKP döneminin önemli özelliklerinden biri hemen her yıl milyarlarca dolar kaynağı belirsiz paranın Türkiye ekonomisine katılmasıydı. Hiçbir zaman bu konuda ciddi bir açıklama yapılmadı ve bunun AKP’nin yardımına yetişen Körfez sermayesi olduğuna ilişkin bir söylenceye izin verildi. Muhtemelen bu paranın kaynağı, sermaye ihracı sonunda yabancı işçilerin sömürülmesi ile elde edilen artı değerin vergisiz ve hükümetle anlaşmalı şekilde Türkiye getirilmesiydi.

Bütün bu verilere AKP dönemini övmek için değil, emperyalist hiyerarşide Türkiye’nin ABD’ye bağımlılığından ve kendisine düşen görevlerden neden sapmalar olduğunu anlamak için ihtiyacımız olacak. Erdoğan ve AKP’nin söz konusu hiyerarşideki kontrolsüzlüğü ancak burjuvazinin yayılma ve kâr hırsıyla açıklanabilir. Buna karşılık her seferinde ABD’ye biat edilmesi de aynı burjuvazinin zaafları ve karaktersizliğinin ürünü olarak karşımıza çıkacak.

Koç’u anlamak Erdoğan’ı anlamaktan önemli

Mustafa Koç bu yıl öldüğünde üzerine örtülen Osmanlı bayrağı birçoğumuza burjuvazinin muhafazakarlığının yansıması olarak göründü. Oysa bayrak, aynı zamanda, muhtemelen burjuvazinin yayılmacılığını ve yeni hırslarını temsil ediyordu.

Koç Holding çeşitli süreçlerde Erdoğan’ın iktidarını sonlandırmak isteyen burjuva kesimi olarak adlandırıldı. Oysa, Mustafa Koç’un holding yönetiminde bulunduğu süre ile AKP iktidarı hemen tamamen örtüşüyordu ve AKP’nin dış politikasının arka planını anlamak için mükemmel bir örnekti.

2003’te Koç Holding’in başına geçen Mustafa Koç’un başardığı en önemli iki işin  TÜPRAŞ’ın ve Yapı-Kredi Bankası’nın satın alınması olduğu söyleniyor.8 Böylece AKP döneminde yaşanan mülk devrinde en büyük parsayı Koçlar kapıyordu. Yapı ve Kredi Bankası’nın alınması ise, günümüzde sanayi ve mali sermayenin nasıl tekelleştiğinin önemli bir örneğidir.

Burada tabi ki ne burjuvazinin ne Koçların bütün uluslararası yatırımlarını değerlendirmeyeceğiz, ancak vereceğimiz örnek konuyu kavramamıza yardım olacak. Koç Holding 2011’de Güney Afrika’da beyaz eşya üreticisi Defy’i 324 milyon dolara satın alıyor, 56 milyon dolarlık yatırımla geliştiriyor ve burayı üs olarak kullanarak 39 Afrika ülkesine beyaz eşya satarak bu pazarın yüzde 36’sını ele geçiriyor.9 Defy’de sömürülen işçilerin Afrikalı olduğunu söylemeye gerek yok sanırım.

Şimdi artık Donanma’nın neden Somali açıklarında korsan avına çıktığına başka bir pencereden bakabiliriz.

Son bir bilgi olarak, kendisi büyük bir silah pazarı olan Türkiye’nin bir ivmeyle son yıllarda dünyada silah ihracatçıları arasında 16’ncılığa yükseldiğini10 ve Koçların seri olarak tank imalatına başladığını ekleyelim.11

Emperyalizmin hegemonya krizi Türkiye’de burjuva siyasetini sarsıyor

Sovyetler Birliği savaşsız olarak çözüldüğünde ABD’nin önünde sonsuz ve rahat bir ova oluşmuş gibiydi. Üretim ve askeri gücüyle emperyalist sistemin tartışmasız lideriydi. Çin’in de kapitalizm yönünde geliştiği ve düzene eklemlendiği düşünüldüğünde, neredeyse Kautsky’nin “Ultra-emperyalizm”12 önerisi haklı çıkacaktı. Pürüzler olsa da Alman ve Japon devletlerinin emperyalizmi ABD’ye tabi hareket etmek zorundaydı. ABD, Avrupa Birliği’ni, zayıf halka adaylarının ve karşı devrimin galebe çaldığı eski sosyalist ülkelerin emperyalist hiyerarşiye dahil edilmesi için bir araç olarak kullanıyordu.

Ancak Lenin mezarından kalkıp Kaustky’i bir kez daha pataklayacak ve “Eşitsiz Gelişim Yasası”nın devrede olduğu görülecekti. Çin neredeyse 30 yıllık kesintisiz bir dönemde yüzde 10 civarında büyüyerek ABD’yi GSYİH’de geçecek, Amerikan dolarına karşı kendi mali sitemini kurmaya başlayacaktı. Rusya’da ise bir yağma döneminden sonra kapitalizm restore edilecek, ABD hegemonyasını kabul etmeyen ve soğuk savaş deneyimine sahip bölgesel bir güç olarak belirecekti.

Kendi hegemonyasının tehdit altında olduğunu gören ABD askeri gücüne yaslanarak Avrupa’da, Ortadoğu’da ve Pasifik’te saldırgan bir strateji izlemeye başlayacak, buna karşı Çin ve Rusya’nın bağdaşıklığı etrafında bir bloklaşma yaşanacaktı.

Emperyalist hegemonya krizinde bloklar hiçbir zaman granitleşmedi. Aksine, şantajlara ve göz korkutmalara, iktisadi çıkarlara ve en nihayet sınıflar mücadelesine bağlı olarak ittifak ilişkilerinin şekillenmesi devam ediyor.

İkinci Dünya Savaşı sonrası Türkiye kapitalizmi ABD emperyalizminin “sadık” bir müttefiki haline geldi ve NATO üyeliği ile bunu pekiştirdi. Savaşa dönüşmeyen soğuk savaşın, gerçekte “düşman” olmayan SSCB’nin ve “jeopolitik öneminin” keyfini süren Türkiye burjuvazisi 1990’dan sonra bir bunalım yaşadı.

Türkiye kapitalizminin restorasyonu, ABD hegemonyasındaki emperyalist sisteme entegre olmaya dayanıyordu. Bunu başardılar da. 1923 felsefesinden ve ulusal korumacılıktan kurtulan Türkiye burjuvazisi uluslararası sermaye hareketlerinde kendine bir yer buldu. Aynı zamanda ABD’nin uluslararası operasyonlarında kendine düşen ideolojik, siyasi ve askeri görevleri yapmakla yükümlüydü.

Diğer yandan Türkiye’de yeni sermaye birikim modeli, daha önce değindiğimiz gibi, burjuvaziye çıkarlarını ulusal sınırların dışındaki pazarlarda ve emek piyasalarında arama, müdahale etme hırsı kazandırdı.

Ancak göz diktiği, dört saat uçuş mesafesindeki pazarlara ve sermaye ihraç edebileceği siyasi coğrafyalara ulaşmasında zaman içinde büyük bir sorun belirdi. İran, Rusya ve diğer Asya ülkeleri emperyalist hegemonya mücadelesinde diğer tarafta kalmıştı. En çok iştah açan Ortadoğu’da ise ABD kendisine hep Kürt siyasi müttefikler buluyordu. Türkiye, Rusya ve İran’a enerji açısından bağımlıyken, ABD’nin bu ülkelere dönük ekonomik ambargo ve  askeri hamlelerinde köşeye sıkışıyordu.

ABD emperyalizmine bağımlılıktan vazgeçemeyen Türkiye burjuvazisi, yayılmacı hırsları ile ABD çıkarları arasında ezildi ve bir bunalım yaşadı. AKP dönemi ABD-Türkiye ilişkilerini bu bunalımın hikayesi olarak ele alacağız.

Bu yazının boyutları nedeniyle bir kısıtı olduğunu söylemeliyiz. Bu süreçte Fetullah Gülen tarikatına, kısaca Cemaat’e değinmek gerekecek. Bu hareketin başlangıcı, ABD emperyalizmiyle yaptığı işbirliğinin boyutları, Türkiye sermayesini ne kadar temsil ettiği ayrı bir yazıda ele alınmayı hak ediyor. Ancak bu konuyu burada işlemeyeceğiz ve Cemaat’i ABD emperyalizminin uluslararası bir aracı olarak tanımlayıp geçeceğiz.

Gerçekten başta Rusya olmak üzere ABD hegemonyasında yer almayan bütün ülkeler son 15 yıl içinde kendi coğrafyalarında Cemaat’i kısıtlamak ve Cemaat’in etkinliklerine son vermek zorunda kaldılar.

Müslüman Kardeşler neden geriletildi?

Yönteme ilişkin son not ise Müslüman Kardeşler’in bütün Ortadoğu’da geriletilmesine dair olacak.

Başından itibaren “Arap Baharı”nın emekçilerin haklı taleplerine bile dayansa devrimci bir özne olmadığı için sahnenin gericilere kalacağını söylüyorduk. İktidarın en büyük adayı gericilerin içinde en örgütlü güç olan Müslüman Kardeşler’di. Mısır ve Tunus’ta AKP’ye çok benzer adlarla kurdukları partiler iktidar olmuş, Suriye’deki komploda önemli bir yer edinmişlerdi. Bu ülkelerin emperyalizme entegrasyonlarının Türkiye’de AKP eliyle olduğu gibi, Müslüman Kardeşler üzerinden gerçekleşeceğini ileri sürmüştük.13

AKP’nin devleti ele geçirmesi ve 2011 seçim zaferinden sonra 2012’de toplanan AKP Kongresi bir Müslüman Kardeşler kongresi gibiydi.14 Mısır Cumhurbaşkanı Mursi, Tunus Ennahda lideri Gannuşi ve Hamas lideri Meşal kongredeydiler.

Ancak bu Kongre bir dönüm noktası oluyor ve Müslüman Kardeşler her yerde gerilemeye ve iktidardan uzaklaştırılmaya başlıyordu. En son birkaç ay önce Ürdün’de bir operasyonla karşılaştılar.15

2012 AKP Kongresi’nden sonra AKP ve Erdoğan da ABD tarafından geriletilmeye veya siyasi kuvveti törpülenmeye çalışılacak, alternatif arayışına gidilecekti.

Bir çok ülkeye ve farklı dinamiklere dağılan bu süreci, bu yazıda elde yeterince veri olmadığı için ele alamayacağız. Ancak şu soru bir kenarda dursun: AKP’nin Milli Görüş kökeninin Müslüman Kardeşler ile siyasi akrabalığı biliniyor.16 Müslüman Kardeşler, ne El Nusra gibi bir aparatçık ne IŞİD gibi manyak bir siyasetti; kapitalizm içinde ehlileşmiş ve şeriatçılığının handikaplarına rağmen bu gericilik  döneminde bir burjuva devletini yönetebilecek donanımda gözüküyordu. ABD emperyalizmi bu iktidarlardan ve AKP’nin de içinde olduğu uluslararası ağdan kontrol edemeyeceği bir bölgesel güç çıkmasından çekinmiş olabilir. Bu varsayımı başka bir yazıya bırakarak yönteme ilişkin notları tamamlayalım.

AKP DÖNEMİ ABD-TÜRKİYE İLİŞKİLERİNDE BAZI KÖŞE TAŞLARI

On beş yılın ABD-Türkiye ilişkilerinin çok karmaşık olduğu ve bütün boyutları ile kısa bir yazıda ele alınamayacağı ortada. Bu nedenle, bu yazının temel tezi olan, Türkiye burjuvazisinin nasıl çaresiz kaldığına, kirli hırslarının yönlendirdiği maceraların nasıl elinde patladığına ve ABD emperyalizmi tarafından nasıl kaçınılmaz bir felakete sürüklendiğine ilişkin köşe taşlarına değineceğiz. En nihayet Türkiye devriminin anahtarını burjuvazinin bu sıkışmışlığında arıyoruz.

Köşe taşlarını incelerken elimizde önemli bir belge yığını var. Wikileaks tarafından erişilen ve basına sızdırılan 1966-2010 arasındaki ABD büyükelçiliklerinin yazışmaları Pehlivan ve Terkoğlu tarafından derlendi.17 Bu belgeler CİA gibi doğrudan operasyonları yöneten birimlerin gizliliğini açığa çıkarmıyor ama yine de çok önemli veriler sunuyor. Ayrıca çok da yararlanmaya alışık olmadığımız, AKP döneminde tasfiye edilen askerlerin yazdıklarına da başvuracağız.

AKP’nin ilk sınavı: Irak’ın ABD tarafından işgali

2001’de AKP yeni bir parti olmakla birlikte köksüz değildi, Türkiye gericiliğine ve liberalizmine dayanıyordu. Gericiliğin ve belediyelerin bol rantlı tezgahından geçmiş pragmatist kadrolardan burjuvazinin ve emperyalizmin sorunlarını yenmek üzere bir parti inşa edildi. Yani sermaye birikim modelinin önündeki engeller temizlenirken işçi sınıfının felç edilmesi ve burjuva siyasetinin krizlerden korunabilmesi için kapitalizmle barışık bir dinci gericilik sınıfsal bir tercihti. Yine ABD emperyalizminin özellikle Ortadoğu ve Afrika’nın emperyalist restorasyonu için gericileşmiş ve emperyalist sisteme entegre olmuş Türkiye gibi bir ajana ihtiyacı vardı.18

AKP, Gül ve Erdoğan bu görevi çok iyi kavramışlardı ve başlangıçta görevlerinin hakkını vermişlerdi. ABD büyükelçisi Edelman 2004’teki kriptosunda Erdoğan’ı şöyle tanımlamış:

Bizimle çok yakın gözükmemeye özen göstererek bazı destekleyici adımlar attı. Irak’taki koalisyon güçlerine destek vermek üzere Türk birliklerinin konuşlandırılmasına yetki verilmesi yönünde çalıştı. ABD birliklerinin İncirlik Üssü üzerinden rotasyonuna razı oldu. ABD’nin uzun zamandan beri mevcut olan arzularına uygun biçimde, Kasım 2002’de Türkiye’yi Kıbrıs’taki çözümsüzlük tavrından uzaklaştırmaya çalışan cesur bir adım attı ve şimdi daha fazlasını yapmaya hazır olabilir…19

Ancak 2003 1 Mart tezkeresinde bu işbirlikçilik durumu kurtarmaya yetmedi. Erdoğan, Gül ve Hilmi Özkök’ün bütün desteğine rağmen tezkere kabul edilmedi ve ABD Irak’a kuzeyden girme planlarını iptal etmek zorunda kaldı.

Tezkerenin Meclis’ten geçmemesinde muhakkak işçi sınıfının da rolü olmuştu, henüz geleneksel mevzilerini koruyan işçi sınıfı yürüttüğü kuvvetli ideolojik çalışmanın yanı sıra 1 Mart günü Ankara’da kitlesel bir miting düzenlemişti.

Yine de sınıfsal güçlere bakıldığında ABD açısından yaşanan hüsranın altında Türkiye burjuva siyasetinin parçalılığı bulunuyordu. Bir kere AKP henüz burjuva devletinin bir çok tabakasını ele geçirememiş ancak hükümet olmuştu, hatta kendi grubuna bile hakim değildi. Ayrıca burjuva siyaseti sadece politik partilerde değil, ordu tarafından da (AsParti) temsil ediliyordu.20  Başta askerler olmak üzere devlet bürokrasisi gerek 1923 felsefesi doğrultusunda bir komşu ülkeye savaş açmak istemiyor, ama en çok Irak’ın bütünlüğünün bozulup bir Kürt devletinin kurulmasından kaygılanıyordu.

ABD belgelerinde tezkerenin kabul edilmemesi üç nedene bağlanıyordu: “1-Laik Türk Devleti’nin ABD hükümetinin Irak’taki niyetlerine ilişkin korkuları, 2-İslami eğilimli AKP’yi dizüstü çöktürme niyetindeki güçlü istek, 3-AKP’nin iç dinamikleri, parti içi rekabet ve acemilik”21

ABD’nin Türkiye’de restorasyonun önünde engel gördüğü burjuva siyasi unsurlarını tasfiye kararı almasında 1 Mart’ın önemli bir etkisi oldu.

ABD AKP’nin işbirlikçiliği ile restorasyona direnç gösteren burjuva unsurları tasfiye ediyor: Ergenekon ve Balyoz

Askerlerin ve çevrelerindeki sivil bürokratların işçi sınıfının yeminli düşmanları olduklarını ve burjuvazinin çıkarlarını korumaya çalıştıklarını biliyoruz. Ordunun sermayeye bulaştırılması ve emekli subayların holdinglerin yönetimlerinde yer almasının teknokratlığın ötesinde bir çıkar ortaklığı ve sınıfdaşlık yarattığı da malum.22 Askerler Sovyetler Birliği’nin çözülmesinden sonra oluşan dünyada burjuvazinin çıkarlarını korumaya çalışıyorlardı ve bütün burjuva partileri gibi kanatlıydılar.

Wikileaks belgelerinde Genelkurmay içindeki hizipler şöyle sınıflandırılmış:

Birincisi, Türkiye’nin stratejik çıkarının, ABD ve NATO ile sıkı bağlarını sürdürmek olduğunu, istekli olsa da olmasa da kabul eden ‘Atlantikçiler’. İkincisi, ABD ile bağları sürdürme ihtiyacına öfkelenen, Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkan, kimseye güvenmemeyi (Irak topraklarında kurulacak bağımsız bir Kürt Devleti’ni destekleme niyetinden emin oldukları ABD de buna dahil) yeğleyen ve Kemalist devletin tavizsiz biçimde korunmasında ısrar eden katı  ‘Milliyetçiler’. Üçüncüsü de, ‘Avrasya’ konseptinin, Rusya’nın hakimiyetindeki tabiatını kavramaksızın, uzun zamandır ABD’ye bir alternatif arayan ve Rusya’yla ya da Rusya ile İran’ı veya Rusya ile Çin’i içine alan iyi tanımlanmamış bir gruplaşma ile daha yakın ilişkiler kurmayı düşünen ‘Avrasyacılar’.23

Burada bir önlem alarak, ilk defa bir Gelenek makalesi okuyanlar için, her üç hizbe de işçi sınıfı siyasetinin mesafeli olduğunu, her durumda sosyalist devrimin bizim için güncelliğini koruduğunu belirtelim. Öte yandan bu hiziplerin kafadan uydurulmadığını, 90 sonrası emperyalist restorasyon döneminde özellikle Anlantikçilerin ve Avrasyacıların bir nesnelliğe sahip olduğunu, bu nesnelliğin tekrar tekrar kendini dışa vuracağını söyleyelim.

Tasfiye operasyonuna değinmeden önce bu karşıtlığın somutlandığı bir örneğe bakalım. Balyoz davasından tutuklanan Amiral Cem Gürdeniz’in “Hedefteki Donanma” kitabında Karadeniz sorunu ayrıntılı bir şekilde anlatılıyor.24 Kısaca 1998’de Türk Deniz Kuvvetleri’nin teklifi ile Karadeniz’de kıyısı bulunan ülkeler arasında Karadeniz güvenliğini sağlamaya dönük “Blackseafor” kuruluyor, Putin Rusya’sı içindeki NATO üyelerine rağmen bu kuruluşu destekliyor, Karadeniz’de giderek artan petrol trafiğinin güvenliği için bu işbirliğini yararlı görüyordu.25

Öte yandan, ABD ve NATO sürekli olarak Karadeniz’de etkinlik alanını genişletmek istiyor ve baskı yapıyordu. Gürdeniz’in tanıklığına tekrar başvuralım:

2004 yılı başından itibaren, Etkin Çaba Harekatı’nın tüm Akdeniz ve Karadeniz’e yaygınlaştırılması için NATO’da yoğun çalışmalar yapılıyordu. Türkiye, Etkin Çaba Harekatı’nın Karadeniz’e genişletilmesinin NATO-Rusya Federasyonu ve Türkiye-Rusya federasyonu ilişkileri ile Montreux Sözleşmesi’nin durumu için, pek de doğru sonuçlar doğurmayacağını öngörüyordu. … Bu kapsamda Brüksel NATO karargahındaki temsilciliğimiz, 25 Mart 2005 tarihinde NATO Etkin Çaba Harekatı’nın Karadeniz’e genişlemesini sessizliğini kırarak veto etmişti.26

Türkiye NATO’ya Karadeniz’de sınırlama getirmekle kalmadı, aynı zamanda 2006 yılında Rusya ile “Karadeniz Uyumu Harekatı”nı imzalayarak başlattı.27

Şimdi, resmi anlaşmaların arka planını görmek için Wikileaks belgelerine dönebiliriz. ABD Büyükelçisi Edelman’ın 2005 tarihindeki kriptoları ABD Avrupa Deniz Kuvvetleri Komutanı ve NATO Müşterek Kuvvet Komutanı Mullen’in Hilmi Özkök ile görüşmesini açığa çıkarıyor. “Mullen, görüşmede Türkiye’nin öncülük ettiği Rusya ile rekabet edebilecek bir NATO gücünün Karadeniz’de faaliyet göstermesi önerisinde bulunuyor.”28 Özkök bütün Amerikancılığı ile NATO’nun Karadeniz’e çıkmasını kendisinin de istediğini söylemesine rağmen Rusya ile kırılgan ilişkileri göstererek temkinli davranıyor.

Daha sonra Mullen’in yerine gelen Henry G. Ulrich, Özkök ve Deniz Örnek’i ziyaret ediyor ve kriptoya “ABD’nin yılda 2-3 kez Karadeniz’e gemi göndermesi ve Karadeniz Uyum Harekatı’ndan elde edilen istihbaratın NATO ile paylaşılması” talebi yansıyor.29

Bundan sonrasını ayrıntılarla doldurmanın faydası yok. ABD, ordunun ve bürokrasinin içindeki burjuva hiziplerini tasfiye için düğmeye basıyor. 2007’de başlayan sürecin Ergenekon ve Balyoz davaları ile yüzlerce general ve amirali nasıl devre dışı bıraktığını çok iyi biliyoruz.

ABD bu tasfiye için sırf bu iş için yaratılan Taraf gazetesi başta olmak üzere yandaş basını ve satın aldığı onlarca liberal kalemi, yargıdan polis teşkilatına kadar yerleşmiş ve CİA’nın uzantısı olarak çalışan Cemaat kadrolarını kullandı. ABD’nin Türkiye’de kurduğu NATO’nun karşı-devrim örgütünü yem yaptılar. Bir yerlere gömülmüş küçük cephaneleri, polislerin kendi elleriyle koymuş gibi bulması ve basına servis etmesi; dijital kanıtlara dayalı, kimsenin okuyamayacağı kadar uzun yaratılmış iddianameler ve bunlara dayalı tutuklamalar…

Ve “karpuz satıcısı” da devredeydi. ABD Büyükelçisi Jeffrey’in 2010 tarihli Balyoz davalarını konu alan kriptosunda şöyle yazılmış: “Başbakan Erdoğan’ın ertesi gün kamuoyuna yaptığı sert açıklamalar, hükümetin ayrıntılı ‘Balyoz’ planını içeren 2003 semineriyle bağlantılı askerlerin büyük bölümüyle ilgili kapsamlı kovuşturmayı daha ileri götürmeye kararlı olduğunu ortaya koyuyor.”30 Erdoğan’ın gür sesi aslında burjuvazinin ödlekliğinin dışa vurumuydu.

ABD emperyalizminin müdahalesi devlet içindeki başlıca burjuva hiziplereydi ama geçerken bir çok şeyi silip süpürdüler. Özel bir görüşmede anlatılana göre, o dönem TÜBİTAK projelerinde görevli çok sayıda mühendis uzun menzilli güdümlü füze modeli üzerinde çalışıyordu. Bu füzelerin yakıt sistemi ve kodlarına hakim olunması, burjuvazinin kendi hırslarına dönük askeri stratejileri ABD’den bağımsız olarak geliştirebilmesi anlamına geliyordu. Bu operasyonlar sırasında tüm projeler durduruldu ve mühendislerin işlerine son verildi.

ABD; kendi sınırlarından bu kadar uzak bir ülkede satın aldığı her boydan binlerce kadroya sahipse ve yüzlerce generali ve amirali bir komployla hapse tıkabiliyorsa, emperyalist bir ülkedir. Tersinden, çapı görece küçük de olsa sermaye birikimi ve ihracı konusunda bazı nesnellikler biriktirmiş Türkiye ise, böyle bir operasyon yediği ve burjuvazisi bunu sindirdiği için emperyalist olarak nitelenemez.

Burjuvazi her seferinde tükürdüğünü yalıyor: Kürecik, Libya ve Suriye

Yayılmacılık hırsıyla hareket eden fakat her seferinde ABD’ye biat etmek zorunda kalan Türkiye burjuvazisinin sefaleti Kürecik, Libya ve Suriye meselelerinde bir kez daha Erdoğan’a tükürdüğünü yalattı.

Emperyalist restorasyonda İran en pürüzlü ülkelerden biriydi, bir türlü sisteme entegrasyonu sağlanmıyordu.31 Daha sonra Libya ve Suriye örneklerinde göreceğimiz gibi, Türkiye ABD’nin bir ajanı olarak İran ile ticari ve yatırım anlaşmaları imzalıyor, kaleyi içeriden ele geçirmeye çalışıyordu. Bu Türkiye burjuvazisinin yayılmacı ve bölgesel güç olma iddiaları ile çok uyumluydu. Ancak her seferinde iki karpuzun bir koltuğa sığmadığı görülecekti.

Wikileaks belgelerinde bu pozisyon çok çarpıcı bir şekilde anlatılmış: “Türk hükümeti, bazı önemli sonuçlar aldığımız, nükleer silahların yayılmasını önleme çabalarımızda güçlü bir ortaktır. Politik olarak Türkiye İran konusunda kendini Rusya ile bizim aramızda konumlandıracak. Sıkıştırılır ve zorlanırsa bizim yanımıza kayacak”32

ABD’nin Polonya’ya yerleştirmeyi planladığı Füze Kalkanı Rusya’nın “hemen imha ederiz” demesi üzerine Türkiye’ye kaydırılmak istendi. Ergin Saygun Füze Kalkanı’nın bir savunma silahı olmadığını, karşı tarafın dengelenmiş saldırı imkanını ortadan kaldırdığı için aslında ağır bir saldırı aracı olduğunu, üstelik radardan gelen bilgilerin bir füze sistemine aktarılması gerektiği için ABD donanmasının Akdeniz ve Karadeniz’deki basıncını arttıracağını yazmış.33 Füze Kalkanı’nın özellikle İran’a yönelik olduğu ve Türkiye burjuvazisinin planlarını da bozduğu çok belliydi. 15 Ekim 2010’da Erdoğan şöyle diyordu: “Bizden böyle bir talepte bulunulmadı. Lizbon Zirvesi’nde böyle bir emrivakiyle karşı karşıya olmamız söz konusu değil.”34

Ayrıntıya gerek yok, “sıkıştırıldılar ve zorlandılar”; bir ay kadar sonra NATO’nun Lizbon Zirvesi’nde imzayı bastılar ve Füze Kalkanı Kürecik’e yerleştirildi.

Çok benzer bir olay Libya’da gerçekleşti. Libya’da Türkiye burjuvazisinin başta inşaat olmak üzere yüklü yatırımları olduğu biliniyordu. Bu bilgi doğru olmakla birlikte bir yanılsamayı da içinde barındırıyordu. Türkiye sermayesi sadece Libya’yı hedeflemiyor, Sahra Altı Afrika ülkelerine sızmak için Libya’yı bir üs olarak kullanıyordu.

NATO Libya’daki çok muhtemelen kendi kışkırttığı kargaşaya daha önce Yugoslavya’da olduğu gibi alçakça müdahale etti. Burjuvazi Erdoğan’ın nefes borusuna kaçıp 28 Şubat 2011’de yüksek perdeden şöyle buyurdu: “Böyle bir saçmalık olur mu yahu? NATO’nun ne işi var Libya’da? NATO mensubu olan ülkelerden birine herhangi bir müdahale yapılması halinde böyle bir şey gündeme gelebilir… Bakın Türkiye olarak biz bunun karşısındayız, böyle bir şey konuşulamaz.”35

“Sıkıştırılmaları ve zorlanmaları” çok zor olmadı ki 24 Mart 2011’de daha Libya tezkeresi Meclis’ten geçmeden beş gemi ve bir denizatlıdan oluşan filo NATO saldırısına katılmak üzere Libya’ya doğru yola çıktı.36

Suriye ile ilişkiler de çok benzer bir karakter gösteriyor. Emperyalizmin çok ağır basıncı altında kalan Suriye’de BAAS iktidarı 2007’de ABD’de düzenlenen Annapolis zirvesine katılarak kontrollü bir şekilde liberalleşeceği ve sisteme dahil olabileceği mesajını verdi. Bundan sonra Suriye’nin emperyalist sisteme entegrasyonu AKP tarafından yürütülmeye başlandı. “Dostluk” görüşmelerinin yanı sıra Türkiye sermayesi Suriye’ye akmaya başladı. 2009 yılındaki Erdoğan-Esad görüşmesinden sonra ABD Büyükelçiliğinin kriptosu şunu müjdeliyordu: “Uzun vadede, Esad’ın Başbakan Erdoğan’a artan güveni, Suriye’yi Tahran’ın yörüngesinden çıkarmak için bizim en büyük şansımız.”37

Ancak ABD Türkiye’nin Yeni-Osmanlıcılığına güvenmiyor, Türkiye ise ABD’yi, Esad’ın bu şekilde reformlarla yola sokulabileceğine ikna edemiyordu. ABD diplomatı kriptosuna Aslı Aydıntaşbaş’tan aldığı bilgiyi eklemiş ve Erdoğan’ın Suriye’deki vücut dilinin Avrupa’dakinin aksine evindeymiş gibi rahat olduğunu Vaşington’a bildirmiş.38

ABD’nin Suriye komplosu için düğmeye basmasıyla birlikte Suriye bir kan gölüne dönerken, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en utanç verici sayfaları açılıyordu. Devlet gerici kanlı katil sürülerine elinden gelen her türlü yardımı yaparken Erdoğan’ın bu kez de “Eset”li yalanlarına maruz kalıyorduk.

ABD neden Erdoğan’ı tasfiye etmek istedi?

ABD’ye bu kadar hizmet eden ve söylediklerinden bu kadar rahat çark edip bunları da bir şeymiş gibi satabilen bir siyasi aktörü neden ABD tasfiye etmek istedi ve bir alternatif arayışına girdi?

Sonuçta 2012’de Türkiye’de bir siyasi kriz olduğu söylenemez. Evet, toplum gerilmiş ve iki kampta kutuplaşmıştı ama AKP hala seçimleri kazanıyordu ve bir koalisyon hükümetine bile gerek duyulmuyordu. AKP devletin hemen bütün kademelerini ele geçirmişti ve “başkanlık” üzerine çalışmaya başlamıştı.

Gölge CİA olarak tanımlanan Stratfor’un 2009 tarihli belgelerinde AKP-Cemaat ayrışmasından söz ediliyordu.39

Daha Haziran direnişi patlamadan bazı yazarlar Gül(en)+CHP gibi siyasi alternatiflerden bahsetmeye başlamışlardı.40 Haziran direnişinden bir renkli devrim olarak yararlanmak istediklerini ancak sola yönelen halktan korktuklarını tahmin ediyoruz.

Sonrasında 17 Aralık 2013 Yolsuzluk davası ve “tape”ler ile yöntem değiştirildi. AKP ise buna Cemaat’in tasfiyesine girişerek yanıt verdi. 2015 seçimlerinde HDP’nin kendi adıyla barajı geçerek Meclis’e girmesi projesinde yine bir ABD kokusu alınıyordu. Şimdi ise 17 Aralık’ın devamı olarak ABD’ce açılmış Rıza Sarraf davası…

Süreci anlamak için tekrar Türkiye burjuvazisinin kirli hırslarına ve ABD hegemonyasını rahatsız edecek arayışlarına bakmamız gerekecek.

Belki öncelikle ABD komplosuna dahil olan Türkiye’nin süreci kendine yontacak şekilde zorlaması, “Uçuşa yasak bölge” önerisiyle fiili olarak kendi hegemonyasında bir bölge oluşturmak istemesine değinmek gerekir. 2013’te Obama’nın Erdoğan, Davutoğlu ve Fidan’ı Beyaz Saray’da ağırladığı yemekte “Ne yaptığınızı biliyoruz, bunu yapmayın” dediği basına yansıdı.41

Ama esas sorunun, burjuvazinin ABD’nin en büyük baş ağrısı Rus-Çin ittifakına göz kırpması, çıkarlarını ve kâr hırsını engelleyemeyip buraya doğru yanaşma eğilimleri göstermesi olduğunu söyleyebiliriz. ABD diplomatlarının bu flörtü çok yakından ve nefretle izledikleri hakaret dolu kriptolarından belli oluyor. Putin’in 2004’deki Türkiye ziyaretinden sonra Edelman şöyle yazmış: “Putin’in ziyareti, hem Rusya’nın Türkiye’nin oyunda olduğuna dair değerlendirmesini hem de Türklerin gönlünde yatan aslanı, barbarlara özgü yaklaşımlarını ve çıkar düşkünlüklerini gösteriyor.”42

2005’te ise Erdoğan Putin’i Soçi’de yazlığında ziyaret ediyor ve Amerikalıların gözüne sokarcasına yedi saati birlikte geçiriyorlar. ABD Ankara Büyükelçiliği Maslahatgüzarı McEldowney konuyla ilgili kriptosundan iki küçük bölüm söze hacet bırakmıyor:

Rusya’yla ticaretin büyük bir gelişme kaydettiği (özellikle Rusya yararına) ve Türklerle Ruslar arasındaki giderek artan bir duygusal yakınlaşmanın yaşandığı ortamda, Başbakan Erdoğan, Putin’le eşit koşullarda bir ortaklık inşa etmekte olduğunu düşünüyor…

AKP liderliği ve birçok Türk işadamı için Rusya’yla ilişkilerin genişlemesi daha fazla para kazanmak anlamına geliyor. Benzer bir şekilde rüşvet ve avanta da Türkiye’de iş yapmanın bir parçası olarak görüldüğünden, Türk işadamları Rusya’daki koşulları normal karşılıyorlar.43

Şimdi Putin’in Soçi patikalarında Erdoğan’ın kulağına şunu fısıldadığını düşünün: “Petrol kaynakları pek de uzak olmayan bir gelecekte tükenecek ve doğalgaz önümüzdeki 500 yıl boyunca temel enerji kaynağı olmaya devam edecek. Bu açıdan bakıldığında iki tedarikçi bulunuyor, Rusya ve İran”44

AKP Rus doğalgazını Avrupa’ya taşıyacak stratejik boru hatlarından nükleer santral inşasına kadar bir çok konuda işbirliği yaptı. Ayrıca ABD’li diplomatların rüşvet ve rant konusunda söyledikleri doğru olmalı. Putin Rusya’sının bir karşı devrim coğrafyası olduğunu unutmayalım, AKP’nin gericiliğine ve işlediği suçlara aldırmaz gözüküyorlardı, hatta nasıl Cemaat ABD’ye bağlıysa Kadiri tarikatını da Rusya’ya bağlamaya çalıştıkları söyleniyor.

Bu dönemin tüy diken diğer bir konusu ise füze ihalesi oldu. 2013’te açılan uzun menzilli füze ihalesini ABD, Fransız-İtalyan ve Rus şirketlerine karşı Çinli bir devlet firması kazandı. Teknik açıdan çok doğal gözüküyordu, en ucuz teklifi vermelerinin yanı sıra teknolojik sırları da paylaşacaklarını söylemişlerdi.45 Öte yandan siyasi olarak Türkiye burjuvazisi açısından çıkarlarının olduğu bir coğrafyaya yönelme, ABD açısından ise açık bir ihanet söz konusuydu.

NEDEN TÜRKİYE RUS UÇAĞINI DÜŞÜRDÜ?

24 Kasım 2015’te Türk Hava Kuvvetleri Suriye’de operasyon yapan bir Rus savaş uçağını hiç şüpheye bırakmayacak şekilde pusu kurarak düşürdü. Sonrasında ne ortada Rusya ile bir ticari anlaşma kaldı, ne boru hattı projesi. Çin füze ihalesi ise iptal edildi.

Ne yazık ki elimizde bu olayı çözümleyecek belgeler henüz bulunmuyor. Cemaat’e bağlı subayların uçağı düşürdüğü gibi saçmalıkları bir kenara bırakırsak, bu makalenin anlattığı hikaye bizi şunu hayal etmeye götürüyor. ABD Erdoğan’ı “sıkıştırmış ve zorlamıştır”. Bu doğrudan “Bir Rus uçağı düşür de görelim bakalım” dedikleri anlamına gelmiyor. Doğrultu çizmiş, örtülü bir şekilde tehdit etmiş veya ima etmişlerdir, sonra nasıl yorumlanacağını seyretmişler ve belki bu kadarını onlar bile beklememiştir. Örneğin, 2016 başında Biden’in Erdoğan ile görüştükten sonra “Çıkarlarının nerede olduğunu ona anlattım”46 demesi gibi. Biden’ın veya Kerry’nin Erdoğan’a önerebilecekleri Antalya’ya gönderebilecekleri turistleri veya pompalayabilecekleri doğalgazları yok. Türkiye’ye açabilecekleri bir ticaret kotası da bulunmuyor. Emperyalist kibirleriyle iki şey söylemiş olabilirler, ABD’nin askeri gücünün yenilmezliği ve Türkiye’de siyasi operasyon yapma kabiliyetleri. Gerçekten bunu 7 Haziran 2015 Genel Seçimleri’nde AKP’den kurtulmak için seçim barajı altındaki bir partiyi milyonlarca seçmenin aklına satın alınmış kalemleriyle girip baraj üstü yapmayı başararak gösterdiler.

SONUÇ

Bu yazıda Erdoğan’ın sanıldığı kadar önemli olmadığını ve karakter sorununun temsil ettiği sınıfın özelliklerinden kaynaklandığını anlatmaya çalıştık. Bugünlerde Erdoğan tekrar Rusya’ya yanaşmaya çalışıyor. Belki bu yazı basılana kadar tasfiye edilecek, belki çeşitli dengelere ve pazarlıklara yaslanarak iktidarını uzatacak, bu önemli değil artık. Önemli olan Türkiye burjuvazisinin temsil ettiği kaypaklık, güvenilmezlik, sinsilik ve kalleşlik. Böyle bir sınıf devrimle yanıtlanmayı hak ediyor.

Ama bu sadece ahlaki bir sorun değil, bu yazı aynı zamanda Türkiye sosyalist devriminin anahtarına da işaret etmeye çalışıyor. Kendi hırsları yüzenden sürekli ileri atılıp kafasını duvara toslayan, sürekli meşruiyet krizleri yaratan ve gerilemekte olan bir emperyalist gücün arkasından sürüklenerek Türkiye’yi felakete götüren bir sınıf devrimin zembereğini kuruyor demektir. Bu pisliğin içinde olağanüstü bir devrimci dönemin yaklaştığının farkında olmalıyız.

Dipnotlar

  1. Yılmaz, Murat (2015) “Türkiye’de kırsal nüfusun değişimi ve illere göre dağılımı (1980-2012)” Doğu Coğrafya Dergisi, 33: 161-188. 
  2. http://goo.gl/U8GUBj 
  3. Satın alma gücü paritesi (Purchasing Power Parity) ülkelerin GSYİH’larını karşılaştırmak için fiyat farklarından kurtulmayı sağladığı için en uygun kriter olarak kullanıldı. 
  4. http://goo.gl/oI4wZH 
  5. https://goo.gl/VHl88G 
  6. http://goo.gl/z3hkGu 
  7. http://goo.gl/p7azrr 
  8. http://goo.gl/Ye5tWM 
  9. http://goo.gl/Ye5tWM 
  10. http://goo.gl/rLWCFB 
  11. http://goo.gl/Yb53xg 
  12. https://goo.gl/utw6eN 
  13. Nalçacı, Erhan (2012) “Arap Coğrafyasında da mı ikinci cumhuriyetler kuruluyor?” Gelenek, 115 
  14. http://goo.gl/mvW8ye 
  15. http://goo.gl/FACzSf 
  16. Birdal, Alper ve Günay, Yiğit (2012) Arap Baharı Aldatmacası, Yazılama, s. 229-246.Birdal, Alper ve Günay, Yiğit (2012) Arap Baharı Aldatmacası, Yazılama, s. 229-246. 
  17. Pehlivan, Barış ve Terkoğlu, Barış (2012) Sızıntı, Wikileaks’te Ünlü Türkler, Kırmızıkedi. 
  18. Çok fazla atıf yapıldığı ve bilindiği için Graham E. Fuller’in Yükselen Bölgesel Aktör:Yeni Türkiye Cumhuriyeti kitabına değinmiyoruz. 
  19. Pehlivan ve Terkoğlu, a.g.e., s. 80. 
  20. Asker Partisi veya Asparti kavramına yeni Gelenek okuyucuları çok aşina olmayabilirler, oysa 90’lı yıllar boyunca önemli bir kavramlaştırma olarak kullanılmıştı. Nasıl kullanıldığına aşina olmak için Aydemir Güler’in “Son Kriz” kitabını öneririm: Güler A, Son Kriz, Yazılama, 2. Baskı, 2008. 
  21. Pehlivan ve Terkoğlu, a.g.e., s. 187. 
  22. Okuyan, Kemal (2008) Asker Psikolojisi, Ergenekon ve AKP Arasında Sıkışan Sol, Yazılama, s. 171-173. 
  23. Pehlivan ve Terkoğlu, a.g.e., s. 165. 
  24. Gürdeniz, Cem (2013) Hedefteki Donanma, Kırmızıkedi. 
  25. İbid., s. 308-320. 
  26. İbid., s. 317. 
  27. İbid., s. 318. 
  28. Pehlivan ve Terkoğlu, a.g.e., s. 197. 
  29. İbid., s. 199. 
  30. İbid., s. 223. 
  31. Daha ayrıntılı bilgi için Örnek, Ali (2009) “Batı’nı Yeni Doğu Sınırı”, Gelenek, 105-106, s. 73-81. 
  32. Pehlivan ve Terkoğlu, a.g.e., s. 356. 
  33. Saygun, Ergin (2012) Türk Ordusuna Balyoz, Kaynak Yayınları, 24. Baskı, s. 287. 
  34. Pehlivan ve Terkoğlu, a.g.e., s. 348. 
  35. http://goo.gl/1L6Tbz 
  36. http://goo.gl/eiAiZh 
  37. Pehlivan ve Terkoğlu, a.g.e., s. 393. 
  38. İbid., s. 389. 
  39. Terkoğlu, Barış ve Pehlivan, Barış (2015) Gizli Belgelerde Türkiye’nin Sırları, Mahrem, Kırmızıkedi, s. 397. 
  40. Cop, Burak (2013) AKP’nin Yükselişi ve Düşüşü, Destek Yayınevi, s. 136. 
  41. http://goo.gl/QsG5pL 
  42. Terkoğlu ve Pehlivan, a.g.e., s. 274. 
  43. İbid., s. 284. 
  44. Bu not toplantıyı izleyen Akşam gazetesi temsilcisi tarafından Edelman’a aktarılmış ve kriptolara girmiş. Terkoğlu ve Pehlivan, a.g.e., s. 277. 
  45. http://goo.gl/0tceU2 
  46. http://goo.gl/e0iYvH 
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×