Aleviler İkinci Cumhuriyet’e Boyun Eğecek mi?

“Ülke nüfusunun yüzde 90’ı Sünni iken Suriye’yi bir nevi
sapık Alevi anlayışı içinde olan ve kendilerine Nusayri
denilen yüzde 10’luk bir azınlık yönetiyor.” Fazilet Partisi
Genel Başkanı Recai Kutan-199

 

"Cemevi, Cümbüş evi, ne izni!”
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip
Erdoğan, Karacaahmet'de Cemevi açma izni isteyen
Alevilere hitaben.
 

 

“Alevi, Hz. Ali’ye tabi olanlar demek ve ben kendim Hz. Ali
S.A. gibi yaşamaya gayret ediyorum. O zaman ben
onlardan daha Aleviyim.”  
AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, 2000’lerin başı.
 

 

"Aleviliği İslam'ın dışında farklı bir din olarak göstermek hiç
kimsenin haddi ve hakkı değildir." Diyanet İşleri Başkanı
Prof. Dr. Mehmet Görmez-2011
 

 

"Oysa şimdi onu (Selim) yavaş yavaş tanımaya başladım.
Dürüsttü, dindardı, başarılı ve dirayetli idi. …Tebasının
Sunni veya Kızılbaş, Ermeni veya Rum olmasından ziyade
insan olmasını önemsiyordu."  
Zaman gazetesi yazarı İsmail Pala’nın Şah ve Sultan
romanından tarihi gerçekleri inkâr eden bir kesit.  Sf/306 

 

Kuşkusuz, soru bu şekilde sorulduğunda çağrışımlar yapacak ve her okuyucu bugün durduğu yerden bu soruya farklı yanıtlar verebilecektir. Soruyu bir mücadele başlığı olarak gördüğümüzde iradi bir yanıt oluşturabilir veya bugünün gerici siyasal yapısında Aleviler üzerinde ciddi bir nesnel baskının olduğu üzerinden Alevilerin ne yapacağına ilişkin kestirimlerinde bulunabilir ya da Alevi örgütlerinin gericileştiğine dair çağrışımlara sahip olabiliriz. Bu yanıtlardan hiçbirini merkeze koymadan, bugünün siyasal atmosferinde ve yakın dönem burjuva iktidarın ideolojik, siyasal ve kurumsal yapılanmasında Alevilerin nasıl bir rol oynayacağını ve sosyalist mücadele ile bağlarını tartışmak istiyoruz.  
 
Tartışacağımız alan kolay bir zemin değil. Tehlikeli sularda yüzeceğiz biraz. Konu hem inanç alanı, başka bir deyişle din alanı, hem de siyasal mücadele olunca güvenli limanlara çekilerek tartışmak pek mümkün olmuyor. Konuyu anlamak ve devrimci bir perspektife yerleştirmek için ve hele hele güncel siyasi yönelimimiz ve ihtiyaçlarımız bağlamında ele almamız söz konusu olduğunda tehlikeli sularda kulaç atmak kaçınılmaz oluyor. 
 
Türkiye’de burjuva iktidarı yeni bir tanım ve rejimle yoluna devam ediyor. AKP eliyle bugün Türkiye’de yeni bir rejim kurulmuş, Türkiye’nin son 10 yılına bu geçiş ve gerilim siyaseti damgasını vurmuştur. Özellikle 2007-2011 döneminde ağırlık kazanan gerilim ve mücadeleler önemli bir dönüşümü beraberinde getirmiş, emperyalizmin dünya ölçeğinde gündeme getirdiği rejimler Türkiye’de AKP eliyle gerçeklik kazanmıştır. Bu yeni rejimin emek düşmanlığı ve işbirlikçi niteliği bir yana, konumuzla ilgisi olan en önemli niteliklerinden biri de gericilik olmuştur.  
 
Bugün dünya ölçeğinde yaşanan karşı-devrim süreci Türkiye’de toplumsal yaşamda karşılık bulacak büyük bir gericilik açılımıyla gündeme geliyor. Tek başına kadrolaşma, gerici söylem, gericilerin boy göstermesi değil, toplumda büyük etkiler yapacak, gerici ve nesnel karşılıklara denk düşecek politikalar yaşama geçiriliyor. Toplumu daha derinden sarsacak, toplumun siyasal ve ideolojik şekillenişini derinden etkileyecek ve toplumsal sonuçları uzun sürelere yayılabilecek politikalardan bahsediyoruz. Bu açıdan AKP tek başına gericiliği okşayarak iktidara yönelmiş bir burjuva partisinden öte daha tarihsel düşünen bir parti olarak değerlendirilmelidir. Böylesi bir tabloda devrimci kalkışmanın tutamak noktaları kolay ele gelmeyecektir.  
 
İşte böyle bir tehlikenin ve genel olarak karşı-devrimci sürecin taşlarının daha da yerine oturduğu ve ağırlık kazandığı bir kesitte devrimci politika büyük önem kazanıyor. Bugün bu gerici bütünlüklü açılımın karşısına cüretli politikalarla karşı koymanın, devrimci bir karşılık yaratacağını düşünüyorum. Karşı-devrimin oturmaya başladığı bir dönemde karşısına dikilecek her türlü toplumsal ve siyasal çıkışın önemli gedikler açabileceğini, karşı-devrimin yerleşmeye çalıştığı alanlarda ortaya çıkacak her türlü direncin bugünden sonuçları belki de tam kestirilemeyecek bir biçimde sürecin hesaplarını bozabileceğini bilelim. Bunun için sosyalist hareket, bu gidişin karşısında yer alabilecek bütün toplumsal güçleri hesap etmeli, İkinci Cumhuriyet kodlamasıyla tarif etmeye çalıştığımız bu rejimin zayıf noktalarını belirgin hale getirmelidir. Hem devrimci strateji için hem güncel politik başlıkların ortaya çıkarılması için.  
 
İşte bu yüzden, Birinci Cumhuriyet’ten İkinci Cumhuriyet’e geçiş ve her iki dönem söz konusu olduğunda bugün önemli bir toplumsal gerçekliğe, aynı zamanda soruna ve harekete tekabül eden Alevi toplumsallığı ile yeni rejimin nitelikleri ve açılımları arasındaki ilişki, statü, konum, mücadele ya da sürtüşme önem kazanıyor. Hem bu olası sürtüşme ve direnç alanları ve bundan kaynaklanan politikaların sonuçları, hem de Alevi toplumsallığının iç dinamikleri birlikte düşünülmelidir.  
 
Bugün Alevi toplumsallığının ve Alevi hareketinin yeni rejimde nasıl bir pozisyon alabileceğinin hem nesnel olarak hem de öznel olarak masaya yatırılması, sosyalist hareketin Alevi toplumsallığı ve bu toplumsallığın bir parçası olan Alevi hareketiyle ilişkisinin cesurca ortaya konması gerekiyor. 
 
Peki İkinci Cumhuriyet rejiminde Aleviler neden önemli? İşte bu sorunun yanıtını birlikte aramaya çalışacağız. Aşağıdaki satırlarda bu konuyu açacağım. İşe Alevi hareketinin dünden bugüne gelen sürecine bakarak başlamalı…  
 
Türkiye’nin siyasal ve toplumsal UFO’su: Alevilik En başta söylemek gerekirse her kesimin kendi “Alevisi” var. Yani her siyasal odak ya da ideolojik bakış kendi siyasal pragmatizmi doğrultusunda bir Alevilik tanımı yapmış bulunuyor ya da bu eksenden Alevilere sesleniyor. Bu açıdan her odak ve kesim tarafından çekiştirilen bir olguyla, bir tanımla ya da toplumsallıkla karşı karşıya olduğumuzu bilelim. 

Bu açıdan Aleviliğin bir inanç, din, mezhep, kültür, yaşam biçimi ya da yol gibi çok değişik tanım ve kavramlarla açıklanabildiğini söyleyerek geçelim.  
 
Ancak bütün bu değişik tanımlamalara rağmen ortaklaşılan tek şey ise büyük bir toplumsal gerçekliğin var olduğudur.  Türkiye’de bugün 7 milyon ile 25 milyon arasında gezinen bir Alevi nüfusun var olduğu tahmin ediliyor. En az haliyle, ülke nüfusunun yüzde 10’nuna tekabül eden bir istatistikî veri bile büyük bir toplumsal kesimin varlığına işaret eder, hatta bu rakamın bugün dünyada bir dizi ülkenin nüfusuna eşdeğer büyüklükte olduğunu görmek gerekir. Alevilerin Almanya’da da büyük bir toplumsallık oluşturduğunu, Türk göçmenlerin içinde önemli ve örgütlü bir ağırlığa sahip olduğunu söylemek gerekir.  
 
Bugün Alevilik toplum tarafından, 1990’lı yıllardan sonra artık devlet tarafından da, tanınıyor ve kabul ediliyor. 1980 öncesi egemen sistem tarafından “mülhid”, “zındık”, “rafizi” sayılan ve meşru mezheplerden biri kabul edilmeyen Alevilik 1990 sonrası devlet ve islamcılar tarafından da tanındığı bir süreci yaşıyor. Elbette ancak Türk-İslam sentezinin sınırları içine yerleştirilerek…  
 
Aleviler ve Alevilik artık tanınıyor ancak tanımlanamıyor. Türkiye siyasetinin, toplumunun, aydın hareketinin, devletin vb. bütün dinamiklerin ve odakların üzerinde anlaşamadığı bir olgu olarak karşımızda duruyor ve tartışmalar her kesimin kendi siyasal ihtiyaçları ve perspektifi doğrultusunda şekillenmeye devam ediyor.  
 
Örneğin milliyetçilik Alevilikte “Türklüğün özünü”, İslamcılık “müslümanlığın tasavvufunu”, Kemalizm “laik devletin toplumsal karşılığını ve modernizmin halk tabanını”, Kürt siyaseti “kadim Ortadoğu halklarının kültürünü” buluyor. Sosyalist hareket açısından ise (geçmiş dönemlere bakılırsa)  “ortaçağın komünal toplumsal örneği” olabiliyor. 
 
Alevilerin tanımındaki farklılaşma bir yana, büyük bir toplumsal gerçek olduğu konusunda yaşanan hemfikir olma durumu, büyük bir toplumsal sorun olarak da paylaşılıyor. Bugün bir Alevilik sorunundan bahsetmek şaşırtıcı bir saptama değil. Toplumun bütününü ilgilendiren, nicelik olarak önemli bir ölçüyü ifade eden ve aynı zamanda toplumsal olarak ses getirici siyasal çıkışlara imza atan bir olgudan bahsediyoruz. Türkiye’nin önemli toplumsal sorunlarından birisi Alevilik sorunudur. Tıpkı Kürt sorunu tespiti gibi… 
 
Aslında işi ilginç kılan noktalardan birisi de tam da budur: Türkiye’nin büyük toplumsal sorunlarından biri olan Kürt sorunuyla birlikte bugün Alevilik sorunu ve Kürt hareketi yanında Alevi hareketinden bahsediyor olmamız. Analojiler yanında önemli farklar bulunduran bu noktanın teorik olarak değerlendirilmesi gerekiyor. Toplumsal anlamda Türkiye’nin önemli dinamiklerinden biri olan Kürt emekçi sınıflarının yaratmış olduğu Kürt siyasi hareketi ortadayken Alevi sorununu ve hareketini nasıl tartışmak lazım? Kürt sorunu, aynı zamanda önemli bir siyasi aktör haline gelen Kürt siyasi hareketini ortaya çıkarmışken böyle bir gelişim çizgisi Aleviler açısından da mümkün müdür? Ya da başka bir deyişle neden olmamıştır? Alevi hareketi derken ne anlamamız gerekir?  
 
Türkiye’nin liberallerin sıkça kullandığı kavramla modernleşme süreci, başka bir deyişle uluslaşmayla paralel giden burjuva devrimi önemli ölçüde Alevi toplumsallığının kapsandığı bir süreç olarak yaşandı. Aynı zamanda Alevi kimliği, gericilik (osmanlı, halifelik, şeriat, ortodoks islamcılık) karşıtı bir mücadele sürecinin ürünüdür. Yani dini ya da inançsal bir tanımla birlikte ve belki ondan daha çok siyasal bir kimliğin bugünkü adı olarak karşımızdadır. Bu açıdan Türkiye burjuva devrim süreci, Alevi toplumsallığı açısından kendi karşıtına dönük bir hamle olduğu için, burjuva devrim süreciyle Aleviler arasında önemli bir etkileşim ortaya çıkmıştır. Öte yandan, Aleviler belli bir etnik kesim değil, Türkiye’nin dört bir yanına dağılan ve hatta farklı etnik toplumsallıkların da üzerinde yer alan bir inançtır. Bu açıdan Alevilik ayrı bir etnik oluşum yaşamamış, tersine Türk uluslaşmasının bir parçası ve hatta kültürel bir parçası haline gelmiştir. 
 
Toplumsal anlamda bir Alevi hareketinden bahsedebiliriz, bu toplumsal hareketin siyasal taleplerinden de. Ancak Aleviliğin etnik/dini bir temelde siyasal oluşumundan ve bunun temsiliyetinden bahsetmek mümkün değildir. Alevilerin Türkiye Birlik Partisi ve Barış Partisi süreci, her ne kadar Alevi partisi iddiasıyla yola çıkmasalar da, Alevilerin siyasal parti deneyimleri olarak bilinirler. Ancak bu deneyimler başarılı olamamıştır. Bunun maddi yanları bulunuyor.  
 
İkinci ilginç nokta da İslamcı hareketlerle Alevi hareketlerinin karşılaştırılması olabilir. Dini bir kimlik üzerinden şekillenerek siyasal bir hareket halinde bulunan islamcılık Osmanlıdan bugüne bir iktidar programına sahipken, Aleviliğin böyle bir misyona sahip olmaması da ayrıca değerlendirilmelidir. Bunun da tarihsel nedenleri bulunuyor. Gerek Selçuklu gerek Osmanlı (hatta Abbasi ve Emeviler dâhil) egemen sınıfların ideolojisi ortodoks islamcılık yani Sünnilik olurken, dönemin emekçi sınıflarını temsil eden köylülüğün ideolojik tercihi ise Alevilik olmuştu. Bu açıdan Ortaçağ dönemin sınıflar mücadelesi siyasi partiler yerine mezhepler ve din savaşlarına tekabül etmiş, dönemin yoksul köylülüğünün siyasal kimliği heteredoks akımlarla ifade edilmiş, esnaf-eşraf kesimi örneğin Ahilik ile siyasal kimlik kazanmış, egemen sınıflar ise Sünniliği tercih etmişti.1 İktidardan inen feodal sınıflar yerine burjuva sınıfı geçerken, egemen devlet ideolojisi olan dincilik (kilise, Türkiye’de halifelik ve şeyhülislamlık) yerini pozitivizme, laikliğe bırakmıştı. Türkiye’de bu süreç, kendi özgünlükleri ve yöntemi ile yaşansa da, özünde aynıydı ve Aleviler bu süreçte (bugünün deyimiyle) “gericilik karşıtı” bir konumda yer aldılar. Bu açıdan yeni bir siyasal hareket olmaktansa bu aydınlanma sürecinin bir parçası haline geldiler. Ortaçağın gerici ideolojisi ise paranın ve meta gerçeğinin büyük gücü altında dönüşerek, kapitalistleşerek, gericileşen burjuva sınıfının imdadına yeniden yetişti. Bir sömürü aracı olarak… 
 
Bu açıdan, Türkiye’de bir Nakşibendi, bir Nurcu hareketin tek başına bir cemaat ya da dini hareket olmasının ötesinde kazandığı siyasal kimlik, kurumsallaşma ve misyon Aleviler için geçerli olamıyor. Alevilerin bu açıdan tarihsel hasmıyla yani gericilikle doğal sorunu kendisini sol, sosyalist hareketlerin bir parçası haline dönüştürmekte, bu da Aleviliği, dini kimlik üzerinden siyasal hareket olmaya değil toplumsal bir hareket olmaya itmektedir. Kapitalistleşmenin Alevi emekçiler üzerindeki etkisini de eklersek daha açıklayıcı olacaktır.  
 
Bu açıdan bugün, Alevi gericiliğinden siyasal anlamda bahsedilemez. Kültürel ve inançsal olarak ise konumuz dışı olduğundan değerlendirme başka bir yazının konusu olabilir.  
 
Bütün bu söylediklerimizi toparlarsak Alevilik toplumsal nicelik olarak tanınan bir gerçeklik olmakla birlikte henüz ortak bir tanıma sahip bulunmuyor. Milyonlarca insanı kapsayan eşitlik, kimlik ve inanç sorunu olarak karşımızda toplumsal anlamda bir Alevilik sorunu bulunmakta. Bununla birlikte bu sorunu dillendiren ve bu toplumsallığı temsil eden bir Alevi hareketi de, Alevilerin aydınlanma ve eşitlik taleplerinde ifadesini bulan bir somutluk olarak karşımızdadır.  
 
Aslında Aleviliği tanımlamaya başlamış olduk. Yani onun bir inanç mı, din mi, kültür mü, yaşam biçimi mi ya da “yol” mu olduğuna dair değişik tanımlamaların siyasal pragmatizme göre tercih edilebileceğini düşünmüyorum. Yani siyasal tercihlerimize göre bir tanıma sığdırmanın ya da bir çerçeve çizmenin var olan gerçekliği ifade edebileceğine inanmıyor, tersine gerçeklik yerine bir yanılsamayı ortaya çıkaracağını düşünüyorum. Bu yanılsama, Alevilik tanımı söz konusu olunca, İslamcı yazarların cahil, Kemalist yazarların tek yanlı, gerici Alevilerin yanlış, milliyetçilerin komik ve Kürt siyasetçilerin çelişkili olmasını getiriyor.  
 
Bugün Aleviler ve Alevilik “eğer siyasal bir bakış açısıyla” değerlendirilecekse şöyle bir tanım yapılmalıdır: Büyük bir niceliği temsil eden, eşit yurttaşlık, inanç özgürlüğü ve bağımsız kimlik hakkı isteyen bir toplumsallıktır. Bu açıdan din mi, mezhep mi, inanç mı vs. gibi tarihsel, teolojik, antropolojik ve sosyolojik değerlendirmelerden ve tartışmalardan sıyrılarak, somut ve güncel bir ”siyasal” tanım getirebiliriz. Komünistler, bir tarafı din ve inanç (Diyanet İşlerinin çok sevdiği deyimle) “dairesine” giren bu konuda tehlikeli sulara girmeden önce yüzmeyi bu şekilde öğrenebilirler.2 
 

Dünden bugüne Aleviler

Yazılı kaynakların çok sınırlı olduğu, var olanların ise bugün Alevilik dediğimiz dönemin heteredoks akımlarına düşman gözle bakan eserlerden oluştuğu toplam literatür kaynağıyla tarih yazımının doğal zorlukları bulunuyor. Araştırmacıların ve tarihçilerin üzerinde halen çalıştığı bir konu olduğunu görmek gerekiyor. 
 
“Aleviler bir heterodoks gruplar topluluğu oluştururular. Ama onlar hakkında nitelemeyi bundan bir adım ileri götürmeye kalktığınızda güçlükler başlar: Alevilik, Şiiliğe yakın bazı uygulamaların ve referansların, örneğin Ali tapıncının düşündürdüğü gibi, İslam’ın bir parçası mıdır? Ama o zaman, İslam’la hiçbir doğrudan ve açık bağı yokmuş gibi gözüken çeşitli uygulamalar; örneğin dini hiyerarşi, kendine özgü törenler veya tenasüh inancı nasıl değerlendirilecektir? Bağdaştırmacılıktan söz edilebilir mi? Hıristiyan kökenli olanlar mı – kadim Anadolu katmanının olası kalıntıları – yoksa şamanizmi veya Zerdüştiliği çağrıştıran İslam öncesi Kürtlerle akrabalığı olan inançlar mı ağır basmaktadır? Peki ortaya çıkan bu özgün bileşke nasıl açıklanacaktır? Ve sık sık Alevi kültürü, felsefesi, türküleri diye bilinen olgular nereye yerleştirilecektir?”3 
 
Arapça, Kürtçe ve Türkçe konuşan Alevi topluluklarının bulunduğu ülkemizde bu açıdan bütünlük ve yeknesak bir fotoğraftan bahsetmemiz pek mümkün değil. Tahtacılar ve Abdalların farklı ritüelleri yanı sıra Nuseyri kökenlilerin Orta Anadolu’da yaşayan Alevilerle benzerlikleri daha azdır. Bütün bu farklılıklar tarihsel bir sonuç olarak karşımızda durduğundan Alevi tarihi ve ortak tarihini kaleme alırken de benzer zorluklar karşımıza çıkabiliyor.  
 
Ancak kadim bir gelenek ve kültürden bahsetmemiz gerekiyor. Kırklar Meclisi mitolojisi bu açıdan İslam’dan önce bir inancın köklerine sahip olduğunu göstermektedir. Heteredoks inanç grupları, Selçuklu öncesinde Bizans döneminde de biliniyor. Bu konular başka bir yazının konusu diyelim devam edelim.4 
 
Emperyal bir devlet haline dönüşen Selçuklu, devlet geleneklerini ve kurumlarını geçmiş İslam devletlerinden almıştır. Bu açıdan başta Abbasiler olmak üzere ortaya çıkan İslamcı devlet modeli ve egemen ideoloji olarak ortodoks islamcılık Selçuklular tarafından takip edilmiştir. Dönemin egemen sınıflarının resmi ideolojisi, Selçukludan Osmanlıya taşınmış, var olan Sünni görüş, Şeyhülislamlık ve kadılık müessesiyle bir devlet biçimi olarak varlığını sürdürmüş, Ortaçağ’ın sömürücü sistemlerinin aracı, felsefesi ve yasası haline gelmiştir. Özetle şeriatçılık olarak kodladığımız yönetim biçiminin temel niteliği aslında dönemin egemen sınıflarının çıkarlarına hizmet etmekten başka bir şey olmamıştır. Tam da bu yüzden, Alevilik emekçi kesimlerde ve halk tabanında karşılık bulurken, Sünnilik devlet dini olarak dayatılmıştır. Tartışmaların bu açıdan sınıfsal bir yan taşıdığının altını bir kez daha çizmemiz gerekmektedir.5 
 
Köylülük başka bir deyişle dönemin sınıflar mücadelesi, dini-siyasi kimliklerle karşılık bulmuş, Selçukluya karşı ilk ayaklanma 1239-1240 yıllarında cereyan eden Babalar ayaklanması olmuştur. Baba İlyas ve Baba İshak’ın başını çektiği ağırlıkla halk tarafından makbul sayılan babaların içinde yer aldığı ayaklanma kanla bastırılmış, ilk Alevi kıyımı ya da Alevilere dönük baskının toplumsal örneği bu dönemde görülmüştür.6 7
 
Alevi toplumsallığı açısından önemli kırılma noktalarından bir tanesi de Safevi Devleti kuruluşudur. Bu kırılma, hem Osmanlı yönetiminde Alevilerin pozisyonu hem de Alevi kimliğinin oluşumu açısından önemlidir. 1501 yılında Türkmen aşiretlere dayanarak tahta çıkan İsmail, Tebriz’i başkent ilan ederken; Osmanlı gericiliği, baskısı altında ve yoksulluk içinde yaşayan Türkmenlerin desteğini alır. Burada da bir kez daha dini bir tercihmiş gibi gözüken olgunun, aslında siyasal bir tercihe denk düştüğü görülmelidir. 

“Bu bağlamda İsmail’in 1501’de, o zamana denk Sünnilerin ağırlıkta olduğu İran’da, On İki İmamcı Şiiliği devlet dini ilan etmesi Osmanlı İmparatorluğu ile olan dini cepheleşmenin sertleşmesine yol açar. O andan itibaren, devletin istikrarını bozabilecek uyrukların önemli bir bölümünün heterodoksluğa ve Safevilerin Şiiliğine karşı, Sünnilik Osmanlı sarayının ideolojisinin merkezi unsuru olarak öne çıkar. Artık Osmanlı rejimine bağlılık, dini ortodoksluktan, yani Sünnilikten geçmektedir. Oysa ki, o zamana dek, bir dini ortodoksluk tanımı yapmakta ve buna uymayanları cezalandırmakta çıkarı bulunan devletler olmadığı için, inançlar açıkça tasnif edilmemişti.”8 
 
“Şah İsmail’i ve müritlerini “mülhidlik” ve “zındıklık”la suçlayan Osmanlı uleması, onları ortodoks Müslümanlığın dışına iter, böylece kolektif biçimde aforoz edip, üzerlerinde uygulanacak baskıyı meşrulaştırmış olurlar. Bu baskı 16. Yüzyılın hemen başında devreye girer: kitlesel tutuklamalar, tehcirler, katliamlar. Ama ilgili nüfus topluluğu da durmadan genişler.”9
 
Kürt beylerin desteğiyle 1514 yılında Çaldıran Savaşı’ndan galip gelen Osmanlı (Yavuz Selim) Kızılbaş sorununu bu şekilde çözmüş olur. Bu süreç, tarihsel süreç içinde önemli sonuçlar doğurmuştur.10 Bir yandan devlet yönetim biçimi olan ortodoks Sünnilik, artık Aleviliği (dönemin adıyla Kızılbaşlığı) düşman bir iç tehdit olarak görmüş diğer yandan da Alevilik bir siyasal kimlik olarak gericilik ve Osmanlı sistemi karşıtı bir kimlik olarak daha belirgin ve keskin hale gelmiştir. Cumhuriyet kuruluşunun Aleviler açısından yaratmış olduğu pozitif karşılamayı buradan aramak gerekiyor. Liberallerin sabah akşam Cumhuriyet karşıtlığı ve Alevilerin Cumhuriyet tarafından nasıl yok sayıldığı tezlerinin neden karşılık bulunmadığının maddi gerçekliği de burada aranmalıdır.11  
 
Pir Sultan Abdal ve Şeyh Bedrettin isyanlarını not ederek, Alevilerin tarihinde önemli bir nokta olan başka bir tarihsel vakaya daha değinmek gerekir.  2. Mahmut döneminde Yeniçeri Ordusu’nun kaldırılması ve sonrasında neredeyse bütün Alevi tekke ve dergâhlarının kapatılması daha doğrusu Nakşibendi’lere devredilmesi de süren tarihsel mücadelenin örnekleri olarak not edip, bu tarihsel kısmı kısaca geçelim.12 


 
Cumhuriyetin kuruluşu: “Mantık evliliği”

Şimdi daha tartışmalı bir alana yavaş yavaş girelim. Bu da bugünün siyasal tartışmalarıyla bağlantılı bir kesitle, İttihat Terakki ve Cumhuriyet dönemlerine yaklaşımla ilgilidir. Bu dönemde Alevilerin tutumu ve siyasi partilerin Alevilere dönük politikalarına kısaca göz atmaya çalışacağız. Liberallerin ve gericilerin, sabah akşam İttihat Terakki ve Cumhuriyet düşmanlıkları üzerinden Alevilere yaklaşımlarının temelsizliklerine dönük bazı maddi bilgileri burada aktarmakla yetineceğiz.  
 
Türkiye siyasi tarihinin bu bölümüne bakarken şu şekilde dönemleştirmenin faydası var. Tanzimat dönemi (1839-1876), Abdülhamit dönemi (1876-1909), İttihat Terakki dönemi (1909-1918) ve Cumhuriyet dönemi (1919-1945’lere kadar). Sonrasında çok partili sistemle birlikte Türkiye siyasetinde Alevilerin konumu ve tercihleri ayrı bir bölüm olarak ele almanın sağlıklı olacağını düşünüyorum.  
 
Bütün bu dönemler hesaba katıldığında aslında Alevi toplumsallığını büyük oranda etkileyen önemli kesit Cumhuriyet dönemidir. Tanzimat döneminde görece ortaya çıkan hoşgörü, Abdülhamit döneminde İslam Birliği siyasetiyle tersine dönmüş, bu dönemde Alevi köylerine cami inşası ve imam gönderilmesi uygulamalarıyla karşılaşılmıştır. (Bu dönemin hatırı sayılır özelliklerinden biri Alevi toplumsallığı ve geniş Alevi yığınlarının dışında cereyan ettiği ancak Bektaşi tarikatının etkisinin olmasıdır.) Tanzimat döneminde Bektaşi tarikatı ile Tanzimatçılar arasında yakınlaşma olduğu ve bir dizi Tanzimatçının Bektaşi olduğu bilinmektedir. İstibdat döneminde Jön Türkler, Bektaşiler ve Masonlar arasında ilişkiler bulunduğunu not ederek geçelim. Türkiye’nin modernleşmesinde yoksul Alevi köylüsünün daha doğru deyişle Alevi toplumsallığının dışarıda kaldığı bir gerçek olmakla birlikte Aleviliğin bir parçası olan Bektaşiliğin bu dönemde etkin olduğunu yazmak zorundayız. Yani ilerici ve liberal fikirlerin aydınlar arasında yayılması, aynı zamanda Bektaşilerde karşılık bulmuş, bu da Bektaşiliği uluslaşma ve modernleşme sürecinin bir parçası haline getirmiştir. Bunun bugün Alevi toplumsallığının siyasi duruşu göz önüne alındığında görmezden gelinecek bir olgu olduğunu düşünmüyoruz. İşin garip tarafı, bizzat bazı Aleviler, İttihat Terakki düşmanlığı adına kendi köklerine ve aydınlanmacı geleneklerine kurşun sıkabilmektedirler. İstibdat ve gericiliğe karşı gelişen Jön Türk hareketiyle, Alevi toplumsallığının “entelektüelliğini” o gün temsil eden Bektaşiler yakınlaşmışsa bunun sonuçlarını değerlendirmek durumundayız.13 
 
Kaldı ki, Türkiye’de ilk Alevi araştırmalarını başlatan hareket de İttihat ve Terakki Cemiyeti’dir. Baha Sait, Anadolu’da saha çalışmaları yapmış, Alevi köylerine ve toplumunun içine girmiş ve bu konuda rapor hazırlamıştır. Sonrasında Mustafa Suphi’yle birlikte olmuş bu ismi yeniden ele alacağız. Ancak geçerken sosyalist hareket ve Aleviler arasındaki ilişkiye dokunmuş olalım.  
 
Gerek İttihat ve Terakki14 dönemi gerekse Kemalist dönemde Alevilere dönük yaklaşım ve politikaları belirleyen temel noktaları ifade etmemiz lazım. Bilindiği gibi İslamcılık, Osmanlıcılık ve Türkçülük dönemin ideolojik ayrışmalarının ve siyasal konumlanışların temel ayaklarıydı. Abdülhamit’in İslamcılık politikasının sonuçları ve Balkan kentlerinin kaybı sonrası Osmanlıcılık akımları dönemin hâkim yönelimlerinden alt sıralara kayarken Meşrutiyet ve Cumhuriyet kendi kuruluş zeminini Türkçülük ve Batıcılık üzerine oturtmuştu. Bir yandan Türk uluslaşması, ulus devletin inşası, Osmanlıcılık karşıtı bir çizgiyi, modernleşme, laiklik ve pozitivizmin etkileri ise İslamcılık karşıtı tutumu temsil etmiş oldu. İşte tam da bu noktada düzenin İttihat ve Terakki Cemiyeti ile Kemalist hareketin tek başına Alevilere değil, bütün toplumsal ve siyasal odaklara dönük yaklaşımlarının belirleyici düsturları da açığa çıkmış oluyor.  
 
Yani bugünden tarihe bakarken yukarıda kısaca belirtmiş olduğumuz noktanın öneminin altı çizilmelidir.  İttihat ve Terakki Cemiyetini darbeci, Kemalist hareketi tepeden inmeci sıfatlarla yerden yere vuran liberal-gerici ittifakın söylemleri söz konusu Aleviler olunca hayatla bağlarını koparıyor. Daha doğrusu büyük bir kin kusması şeklinde oluşan bu tepki sabah akşam bütün toplumsal kesimlerin bu dönemle hesaplaşması çağrısını yineleyip duruyor. Kürtlerin, Ermenilerin, Alevilerin, azınlıkların vb. Türkiye modernleşmesi ile hesaplaşması gerektiği vaaz ediliyor. Aslında bu bir hesaplaşma değil, gericileşmenin ta kendisi oluyor.  
 
Alevilerin bugün ağırlıklı olarak CHP’ye yönelmiş olduğu gerçeğini ise “celladına aşık” deyimiyle açıklayarak bu nesnel durumu çok farklı değerlendirebiliyorlar. Ne de olsa Dersim, Koçgiri başta olmak üzere Aleviler katledilmişti, ama hâlâ Aleviler bu çizgide herşeye rağmen ısrar ediyorlarsa, celladlarına aşık olduklarından başka ne düşünülebilir ki? Bu saptamayı bir kaç satır sonra tekrar ele alacağız ve sol tarihte de çok tartışılan iki konuya biraz açıklık getirmiş olacağız.  
 
Başa dönersek Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinin kuruluş paradigmaları uluslaşma ve laiklik, Alevilere yaklaşımda da etkili olmuştur. Bu açıdan Aleviler, uluslaşma sürecinin kültürel değerleri bağlamında merkeze konarken, laiklik ekseninde ortaya çıkan yasalar Alevilere dönük de işlemiştir.  
 
Uluslaşmanın bir gereği olarak Alevilik kültürel olarak öne çıkarılmış, bu kültür hem Arap etkisinin hem de geri kalmışlığın nedeni sayılan gericilik karşıtı içerik olarak sunulmuş, sahiplenilmiştir. Örneğin Aşık Veysel’in devlet radyolarında çalıp söylemesi, Alevi nefeslerin derlenmesi, halk şiirine dönük ilgi, köy derlemeleri gibi bu dönemin kültürel arayışları Aleviliği iten değil, onu (seçmeci de olsa) kültürel ihtiyacın ve arayışın kaynağı olarak gören örneklerdir. Bunu yaparken Alevilik bir “din” olarak dışlanmış ve aynı zamanda siyasal yanları törpülenmiştir.15 Bu açıdan seçmeci bir sahiplenmeden bahsetmek yanlış olmayacaktır.  
 
Cumhuriyet döneminde, uluslaşma sürecinin ihtiyaçları bağlamında kültürel değerlerinin açığa çıkarılması gerçeğinin yanı sıra siyasal anlamda farklı bir tutum vardır. Öncelikle Kemalist devlet, Alevilere dönük siyasal bir sahipleniş içinde olmamıştır. Alevilere dönük, Osmanlı yönetiminin ya da İslamcı fanatizmin göstermiş olduğu karşıtlığı da göstermeyen Cumhuriyet dönemi, bu açıdan “tavırsız” bir politika izlemiştir.16 
 
 
Cumhuriyet hükümeti, padişahlığı ve hilafeti kaldırmış, şer’i mahkemeleri lağvetmiş ve şeyhülislamlık makamını kaldırmıştır. Siyasal İslamcılığa karşı atılan bu adımlara 1925 yılında tarikatların ve tekkelerin kapatılması da eklenmiştir. Ancak bütün bu adımlar mutlak bir laiklik ve ortodoks islamcılıktan kopuş anlamına gelmemiştir. Kemalist hükümet, Hilafeti kaldırdığı gün, Diyanet İşleri Reisliğini kurarak, dini devlet kontrolü altına almıştır. “Tarikatlara karşı mücadele veya kimi zaman alınan açıkça din karşıtı nitelikteki önlemler, İslam’a karşı bir mücadeleden çok, Sünniliği devlet adına sahiplenerek “gericiliği” etkisizleştirmeye yöneliktir”17 Bu etkisizleştirme denetim altında tutma ihtiyacı ile karşılanmış, bunun da merkezileştirici ve standardize edici sonuçları olmuştur. Söz konusu Alevilik olunca, bu süreçte Alevilik bir mezhep ya da din olarak görülmemiş, yok sayılmış ve hatta Alevilerin dergâhları kapatılmıştır.  
 
Bu açıdan uluslaşma sürecinin bir sonucu olan ulus devletin tekleştirici kimlikleri Türkçülük başlığında Kürtleri, devlet dini olarak “resmi Sünniliğin” seçilmesi başlığında siyasal İslamcıları ve Osmanlıcıları bir yana bırakırsak- Alevileri dışarıda bırakmıştır. Ancak Aleviler, yeni sürecin, devletin laikleşmesi sürecini ve bunun sonuçlarını, kendilerine dokunan politik noktalar olsa da karşılarına almamış, tam tersine Alevi kimliğinin karşıtlığının geriye çektirilmesi başka bir deyişle ordotoks İslamcılığın, ya da yıllardır Alevileri baş düşman olarak gören dinci fanatizmin iktidardan indirilmesini olumlamıştır.  
 
Buradaki temel mesele, Kemalist rejimin Alevileri tanıyıp tanımaması ya da Sünniliği resmi devlet dini haline getirmiş olup olmaması değil, Osmanlı hanedanlığının, şeyhülislamlığın, hilafetin yani yekûn tanımla ifade edersek gericiliğin iktidardan inmiş olmasıdır. Belki de ana nokta gözden kaçtığı için bu sürecin Alevi toplumsallığındaki karşılığı da tam olarak görülememiş oluyor.  
 
Her siyasal adımın, toplumsal sonuçları oluyor. Bir yandan gericilik kontrol altına alınıyor, Aleviler ise gericilik iktidardan düşürüldüğü için yeni düzene bağlanabiliyor. Düzen sonraki süreçte, kapitalist-emperyalist sistemin iyice yerleştiği dönemde “resmi devlet dini” mekanizmasını farklı ihtiyaçlar için değerlendirecektir. 
 
Alevilere dönük bu çelişkili tutum, 2. Dünya savaşından sonra değişecek, Aleviler tıpkı Osmanlı dönemi gibi düzeni tehdit eden bir potansiyel olarak görülecektir. Dincilik ise devletin kullanacağı bir karşı devrim aracına dönüşecek, 1950 sonrası gericilik devlet tarafından sürekli beslenecektir.  
 

Alevilere göre Birinci Cumhuriyet

Şimdi burada konunun diğer boyutunu tartışma zamanı gelmiştir. Peki Aleviler Kemalist yeni rejimi kitlesel olarak desteklemişler midir?  
 
Tekke ve zaviyelerin kapatılması kanunu ile birlikte Alevilere dönük iki önemli toplumsal olay var. Birincisi Dersim Katliamı ve İkincisi Koçgiri İsyanı’dır. Bu örneklere bakarak Alevi toplumsallığının yeni rejime dönük memnuniyetsizliğini ve bu açıdan iki büyük isyana girişmelerini, düzen karşıtlığı olarak değerlendirebilir miyiz? Hem güncel tutumuz açısından hem de tarihsel referanslar oluşturma anlamında bu olgulara yakından bakmak gerekiyor. Tekke ve zaviye kanunuyla Alevi ocaklarıyla birlikte özellikle Bektaşi dergâhlarının da kapatılması, toplumsal bir tepki ile karşılaşmamıştır. Örneğin bazı Bektaşi babaları (bu karardan sonra Mustafa Kemal’den uzaklaşanlar olduğu gibi) bu kararı doğru bulduklarını beyan bile edebilmiştir. Bu yasaya rağmen, dedelik ve taliplik mekanizması köylerde uzun süre devam etmiş, 1950 yılından sonra çözülmeye başlanmıştır. Burada temel neden sanayileşme ve göç olgusuyla birlikte Türkiye’de köy yaşamının kentler lehine çözülme gerçeğidir.  
 
Gerek Koçgiri ve gerekse Dersim isyanlarına ya da katliamlarına baktığımızda gördüğümüz temel şey “Alevilik” eksenli, talepli, çıkışlı isyanlar olmadığı gerçeğidir. Örneğin Dersim Katliamının bir isyan olup olmaması ayrı bir tartışma konusu ancak burada asıl vurgulanmak istenen şey ister devletin bizzat yürüttüğü operasyon olsun ister bir isyan olsun bu olayın “Alevilik yüzünden” ve “Alevilik adına”, onu bitirmek ya da onun için ortaya çıktığını söylemek doğru olmayacaktır. Hem Koçgiri isyanının ve hem de Dersim Katliamının nedenlerini merkeze koyduğumuzda işaret edilmesi gereken iki neden vardır: Aşiretlerin devlet karşıtlığı ve Kürt bölgesi özerklik talebi. Dersim bölgesinin devlet tarafından gördüğü baskının nedeni burasıdır. Bilindiği gibi Sivas Kongresi’nde Kürt Alevi aşiretlerinden biri olan Koçgiri aşireti reisleri özerklik talebinde bulunmuş ve Mustafa Kemal karşıtı bir konumlanış almıştır.  
 
Her ne kadar bu iki olayın “Alevilik adına” yapıldığını ifade etmesek de, Dersim ve Koçgiri olaylarında Sünni kökenli halktan destek görmediğini de belirtmek gerekiyor. Bir yanıyla Alevi toplumsallığından beslenen bu iki olay, devlet tarafından katliamla bastırılmıştır.  
 
“Demek ki, ne Alevilerin iktidarı koşulsuz destekledikleri, ne de genel bir nefret içinde bulundukları sonucuna varılabilir. Alevilik, hilafetin kaldırılmasında ve laikleşme tedbirlerinde bir destek etkeni olmuştu. Dilsel ve aşiretsel nitelikteki diğer bazı unsurlarla birlikte, rejime karşı girişilen isyanların çevresindeki seferberlikte de (veya seferberliğe katılmama da) çok önemli bir etkendi. Demek ki yeni rejime karşı alınan siyasal tavrı açıklamakla tek başına Alevilik bir anlam ifade etmemektedir ve aslında Alevi tavrı diye bir şey var olmamıştır.”18 
 
İkinci Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan iki kutuplu dünya ile birlikte Türkiye’de iktidar kapitalist-emperyalist sistemin çarklarına daha fazla girer, NATO üyeliği ile birlikte Türkiye’de gladio örgütlenmesi de gündeme gelir. Alevilere dönük katliamların görüleceği yeni bir dönem böylece açılmış olacaktır. Aleviler Cumhuriyet’in kuruluş döneminde uluslaşmanın kültürel ögelerine kaynaklık ederken iki kutuplu dünyada tehlikeli bir toplumsallık olarak devletin kayıtlarına girmeye başlayacaktır.  
 
“Devletçilik kendilerinde insiyak olarak mevcuttur. Fakat onların devletçiliği bir nevi tekke sosyalizmidir. (komünistlik bu zümreye bu yolla girebilir)… Laiklik ve inkılapçılığı devlet çapında doktriner olarak hoş telakki ederler. Gizli zümrecilikleri bakımından şimdilik kuşkulanmaları tabiidir.” 1949 yılında CHP tarafından hazırlatılan ve Maraş milletvekili Hasan Reşit Tankut tarafından yazılan bu rapor, hem ikinci dünya savaşı sonrası devletin bakışını göstermesi açısından hem de Alevilere dönük devletin “isabetli” saptamaları yüzünden gülümsetmektedir.  
 

Birinci Cumhuriyet ve Aleviler üzerine ara bir sonuç

1950 sonrası Türkiye’nin NATO girişi, aslında 1920-1923 arası özel bir kesitte kurulan ve dünya siyasi haritasının sol tarafına doğan Türkiye Cumhuriyeti’nin kapitalizmi en başından beri seçmesiyle sağa doğru kayışının doğal sonucuydu. Yani 1917 Sovyet iktidarının kurulduğu bir dönemin etkisiyle ve bu etkinin yarattığı olanaklarla ortaya çıkan Cumhuriyet, kapitalizm tercihiyle içten içe sürekli kemirilmiş ve tüketilerek bugüne kadar gelmişti. Bugün AKP eliyle bu süreç sonlandırılmış oldu. Bu açıdan Cumhuriyet döneminin bazı nitelikleri ile Birinci Cumhuriyet döneminin sağa kayış süreci arızi bir durum ortaya çıkarmıştı. Genel olarak Kemalizmin oturduğu yer ve sosyalist hareket tarafından her dönem farklı değerlendirilmesinin altında biraz da bu yatmaktadır.  
 
Bu konuyu açmamızın özel nedeni bulunuyor. O da, Birinci Cumhuriyet döneminin, doğru bir deyişle kuruluş paradigmalarına yansıyan özelliklerinden kısmen ayrı bir biçimde (devletçilik, laiklik, halkçılık gibi) kapitalist-emperyalist sistemi başından beri tercih eden Birinci Cumhuriyet döneminin eksikleri ve hatalarının nereye yazılacağı sorusuydu. Daha doğrusu bu sürecin hesabı sorulurken önemli bir tehlike ortaya çıkıyordu. Liberal-gerici ittifak İkinci Cumhuriyet projesi için toptan birincisinin reddini merkeze koymuş, bunun için geçmişi sorumlu tutmuş ve emperyalizme ilişkilerini aklama amacıyla bütün bu sürecin zaaflarını, suçlarını, hataları, günahlarını Birinci Cumhuriyete yükleyerek kurtulmak istemişti/istiyor. Bu çok doğru değil. Birinci Cumhuriyeti değerlendirirken nasıl kuruluş sürecinin özel kesitte olmasının ona yüklediği bazı anlamların altını çiziyorsak aynı şekilde Birinci Cumhuriyetin başından beri kapitalist bir yol izlediği ve bu yolun emperyalizme bütünleşmekten başka bir karşılık oluşturmayacağını da söyleyerek, bu süreci bütünlüklü ele almanın tek yol olacağını belirtmiş oluyoruz. 
 
Şöyle ki; liberal-gerici ittifak Birinci Cumhuriyet döneminin bütün günah ve hatalarını ortaya çıkarırken onun kapitalist özünü ve emperyalizme göbekten bağını görmezden gelmektedir. Hesabı, aslında kuruluş dönemine, bu dönemin siyasal ve ideolojik tercihlerine kesmektedir: Darbeci İttihat Terakki, tepeden inmeci Kemalizm, halkın değerlerini yok sayan anlayış, seçkinciler vs. gibi yaklaşımla aslında tam da yukarıda ifade ettiğimiz emperyalizmle bağını, kapitalist özünü yani en önemli meseleyi atlamış oluyorlar. Yapılmak istenen aslında ilericilikle, halkçılıkla, laiklikle hesaplaşmadır. Bu büyük bir sihirbazlık örneğidir.  
 
Konumuz Alevilikse bunun ne ilgisi var diye sorabilirsiniz. Örneğin Maraş katliamı, liberal ve gerici ittifakın ağzında Birinci Cumhuriyet’in günahı olarak işlenip durur, Alevilerin o yüzden Birinci Cumhuriyette değil, yeni düzende yeri olduğu vaaz edilir, AKP politikalarına yedeklemenin yolu yapılır. Ancak Maraş katliamında derin devleti, kontrgerillayı ve antikomünizmi ve bu açıdan NATO örgütlenmesi görmezseniz birilerini aklamış olursunuz. Yapılan tam da budur ve bu illüzyona izin verilmemelidir. Emperyalizm ve onun paramiliter örgütlenmesi yok sayılarak, herşeyi örneğin bugünün modası ile Ergenekon’a bağlayarak hesaplaşılması mümkün değil. Ergenekon gerçek ya da uydurma bunun bir yerden sonra önemi bulunmuyor. Önemli olan Maraş katliamında gericilerin, faşistlerin kullanılması ve arkasında bir devlet organizasyonu, açık ya da kapalı, bulunmasıdır. Bu organizasyonun NATO’dan ayrı düşünülmesi hem siyasi olarak hem devlet politikası olarak mümkün değildir. 
 
Birinci Cumhuriyet, kapitalist-emperyalist sisteme bağlandı. Çok açık. Birinci Cumhuriyet’in reddi, yerine İkinci Cumhuriyet’in kuruluşunun gerekliliği için her iki dönemin farklarının ortaya çıkarılması lazım. Bu açıdan birincisi ve ikincisi arasındaki farklar; emperyalizmle ilişkiler, NATO üyeliği, Kürecik ve İncirlik Üssü, yabancı sermayenin ülkemizi işgali, dün Kore bugün Afganistan olması değildir. Bunlar aslında sürekliliği gösteriyor. O zaman farkların mı sürekliliğin mi önemli olduğu daha net ortaya çıkacaktır. Alevilere dönük katliamın günahlarını bu farklara yükleyerek tarihsel suçtan kurtulamazsınız. Gerek Maraş gerek Çorum gerek 16 Mart, bütün bu süreçlerde suçlular gericilerden ve kontrgerilladan başkası değildir.  
 
İkinci Cumhuriyetin kuruluşuna imza atanların gericiler ve işbirlikçiler olduğunu sadece yazıyorum. Altı çizilmesi gereken şey sürekliliktir. 
 

Aleviler ve sosyalist hareket

Alevi toplumsallığının siyasi anlamda dünden bugüne tarihsel gelişimini önemli noktalarıyla ifade etmeye çalıştık. Alevi hareketi olunca sanırız ağırlıklı olarak 1980 sonrasını göz önünde bulundurmak daha doğru olacaktır. 1980 öncesi, Alevici hareket adına bağımsız bir platformdan bahsetmek çok mümkün olmadığı için…  
 
Bu açıdan Cumhuriyet sonrası Alevi toplumsallığını siyasi tercihleri ve konumlanışını tarihsel olarak izlediğimizde, bunu, 1960’lı yıllardan sonra, sosyalist hareketin tarihsel gelişimi içinde değerlendirmek durumundayız. Bu dönemde Alevi toplumsallığı sosyalist siyasi hareket içinde yoğun olarak bulunmuş, sosyalist siyasi hareket Türkiye’de önemli toplumsallaşma kanalını Alevi toplumsallığı üzerinden gerçekleştirmiştir.  
 
Cumhuriyet dönemindeki yansımalarını değerlendirmiş olduk. Uluslaşma sürecinin milliyetçiler açısından Aleviliği görünür kılar hale getirmesi, kendi siyasal projelerinin ideolojik alt yapısını oluşturmak içindi. Osmanlı’dan kopuş, hilafetin tasfiyesi, milliyetçi bir ideolojik yapılanma Alevilerin kültürel değerlerini önemli kılmış, Arap-Fars etkisine karşı örnek gösterilmiş, milliyetçiliğin çok sevdiği Orta Asya’dan gelişin sürekliliğinin ispatı olmuş ve ortodoks islamcılık kurallarına uymayan gelenekler emsal teşkil etmişti. Ancak bu sürecin çelişkili bir yan taşıdığı da ve tam anlamıyla bu sürecin merkezine Alevilerin oturmadığını da ifade etmiştik. Bu açıdan devlet Sünniliği merkezileştirerek, devlet dini haline getirmiş ve siyasi gericiliği kontrol altında tutmak istemişti. “Bu tezin, bir resmi ideoloji olarak Türk milliyetçiliğinde hiçbir dönem ana ekseni oluşturmayışının nedenleri ikna kabiliyetinin düşüklüğünde değil, hedef kitlenin marjinal konumunda, milliyetçiliğin halkın tamamı, dolayısıyla öncelikle Sünni çoğunluk nezdinde gördüğü hüsnü kabulde aranmalıdır.”19 
 
Cumhuriyet dönemi Alevi toplumsallığının gördüğü ilgi yukarıda bahsettiğimiz gibi sınırlı kalmış ve nüfusun büyük bir bölümünü Aleviler oluşturmadığı için de yeni düzenle çelişkili bir ilişkisi olmuştur. Özellikle İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından önem verilen ve rapor hazırlatılan bu toplumsallığın sosyalist siyasetle bağlarını konuşurken bu rapor üzerinden ilk bilgiyle başlayalım. Yukarıda bahsetmiştik; İttihatçılar için bu konuda rapor hazırlayan Baha Sait isminden. “Zira bu araştırmanın sonuçları 1910 yılında Türkocağı’nda düzenlenen bir dizi konferansla fırka seçkinlerine sunulmuştu. O tarihte Mustafa Suphi henüz İttihat ve Terakki Cemiyeti üyesiydi ve ertesi yıl Selanik’te toplanan kongre delegeleri arasında vardı. Cemiyet’in Alevilik araştırmalarını sürdüren ve söz konusu konferansları veren Baha Sait20 ise 1920 yılında Bakü’de oluşturulmuş (ilk) Türkiye Komünist Fırkası’nın kurucuları arasındadır. ”21 Bu açıdan Türkiye Komünist Fırkası kurucu kadrolarının Alevilik hakkında bilgisi olmadığını söylemek tahmin gereği çok doğru değil. Ancak dönemin TKP’si, örneğin bu meseleyi hiçbir zaman “ulusal sorun” gibi işlememiş ve yazmamıştır. 1919 yılında Şefik Hüsnü’nün yazdıklarında Aleviler yerine coğrafi bölgelere göre daha çok üretim biçimi ve ilişkileri üzerinden sınıfsal tahliller söz konusu olmuştur. Yine burada değinmemiz gereken sosyalist önderlerden biri de Hikmet Kıvılcımlıdır. Hikmet Kıvılcımlı, 1929 yılında Yol ismiyle bilinen çalışmalarında Alevi ocakları ve dedeleri hakkında bilgilendirme kaleme almıştır.  Alevi toplumsallığı ile sosyalist hareketin buluşması asli olarak, sosyalist hareketin yükselişe geçtiği 1960’lı yıllar olmuştur. İttihatçılardan günümüze dinsizlikle suçlanan komünistler ile yüzyıllardır kestiği yenmez dinsiz kızılbaşların buluşması bu zamana denk gelmiştir. 
 
Ancak 1940 ve 1950’li yıllarda ağırlıklı olarak sol aydınların Alevilik kültürü çalışmalarından bahsetmek gerekmektedir. 1945 yılında Behice Boran ve Niyasi Berkes ile birlikte üniversiteden kovulan Pertev Naili Boratav, halk bilim alanında çalışmalar yapmış, Alevi kültürü üzerine ürünler gündeme gelmişti. Sabahattin Eyüboğlu, Ruhi Su, Nazım Hikmet akla gelen ilk örneklerdir. Eyuboğlu’nun Pir Sultan Abdal incelemesi, Ruhi Su’nun Ankara radyosunda sazı ve sözüyle yaptığı programlar, Nazım Hikmet’in Şeyh Bedrettin Destanı eseri verilebilecek ilk örneklerdir. “Ruhi Su’nun çalışmaları Türkiye solunun Aleviliğe, ideolojik bir özdeşliği sağlayabilmek amacıyla din demekten kaçındığı, onu bir felsefe, yaşam biçimi veya ezilenlerin ideolojisi olarak gördüğü bakışın kalıcı temellerini atmıştır.”22
 
Burada bir kez daha vurgulamak gerekir ki, anti-komünizm II. Dünya Savaşı’ndan sonra devletin temel turnusol kâğıdı haline gelmiş ve bundan sonra siyasete ve siyasi dinamiklerin bütüne bu açıdan yaklaşım baki olmuştu. Artık devlet için her şey antikomünizm anlamına gelecek, Aleviler bundan böyle muhalif bir kesim olarak görülmeye başlanacaktır. 1950 sonrası iki kutuplu dünyada emperyalist kampın ileri karakolluğunu yapan Türkiye, gericiliği ve milliyetçiliği birer anti-komünist enstrüman olarak kullanmaya başlayacaktır.23 Burada konumuz açısından önemli noktalardan biri olan 27 Mayıs ihtilâliyle birlikte Alevi toplumsallığını ilgilendiren bir olayı hatırlatmak gerekecek. Dönemin cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in, Alevi ileri gelenlerine, Diyanet bünyesinde Alevilerin temsil edilip edilmeyeceği konusunda görüş oluşturmaları isteği, dinci gerici basın tarafından büyük bir tepkiyle karşıya alınmıştı. Dinci gericilerden gelen bu tepkiye karşılık bir grup Alevi gencinin 1963 yılında Ankara’da kaleme aldıkları bildiri, Alevilerin siyasi temsiliyeti ve hassasiyetleri açısından belirtilmelidir.24  
 
1960’lı yılların başında ilk Alevi örgütlenmelerin de ortaya çıktığını görmekteyiz. 1963 yılında Hacı Bektaş Turizm ve Tanıtma Derneği’nin kurulması, bir yıl sonra Mevlana şenliklerinden esinlenerek Hacı Bektaş şenliklerinin düzenlenmeye başlanması ve 1966 yılında ise Cem Dergisi’nin yayınlanması Alevi hareketinin Cumhuriyet sonrası ilk çıkışları olarak kaydedilmelidir. Aynı yıl Türkiye Birlik Partisi kuruluşu gerçekleşmiş, Cem Dergisi partinin yarı resmi yayın organı gibi olmuştur. 

Alevilerin siyasi temsiliyeti ve sözcülüğü 60’lı yıllar ve 70’li yıllar sol, sosyalist hareketin bünyesinde var olmuş, hem temsil edilmiş hem de sosyalist siyasi söylem içinde erimiştir. Bu açıdan ele alınması gereken ilk siyasi oluşum Türkiye İşçi Partisi’dir.  
 
Genel olarak bir sayım ve istatistiki bilgi olmasa da kabul gören görüşlerden biri de Alevi toplumsallığının 1950’li yıllarda Demokrat Parti’ye kısmi destek vermiş olduğu, 1957 sonrasında ise yine genel olarak CHP’ye yönelmesiydi. 1965 seçimlerinde ise TİP’in Adıyaman, Malatya ve Yozgat’da 3 milletvekili çıkarmış olması Alevi toplumsallığının sosyalist siyasete yöneldiğini, en azından bu bölgelerde TİP’i desteklediğini söyleyebiliriz. Türkiye İşçi Partisi’nin miting ve toplantılarında Alevi kültürel ögelerinin sıkça kullanıldığı, âşıklarla geceler düzenlendiği ve Pir Sultan şiirleri okunduğu söylenmektedir. “Ancak ne 1965 seçimlerinde ne de ‘Alevi Partisi’ olarak nitelendirilecek Türkiye Birlik Partisi’nin dolaylı bir biçimde dahi olsa sol siyasi kulvarda yarıştığı 1969 seçimlerinde, TİP’li yöneticiler Alevilere yönelik açık veya örtük bir söyleme ya da Alevilerin inanç özgürlüğü ve eşitlik taleplerinin karşılanmasına yönelik örtülü bir formülasyona başvurmuş değillerdir.”25 Türkiye’nin modernleşmesinin bir parçası olarak kendilerini bu sürecin içinde gören Aleviler, CHP ile birlikte daha solda duran TİP’e de yakınlaşmışlardı. “Aşık İhsani, Aşık Mahsuni, Aşık Nesimi, Kul Hasan, Kul Ahmet, Meluli ve hatta 1950’li yıllardan beri Sünni din adamlarıyla girdiği polemiklerle tanınan Halil Öztoprak o yıllarda TİP’in üyeleri arasındaydılar.”26 
 
1966 yılında kurulan Türkiye Birlik Partisi (TBP) “1969 yılında katıldığı ilk genel seçimde TİP’in 1965’teki başarısına çok yakın bir sonuçla (%2,8) Meclis’e 8 milletvekili göndermeyi başaracaktı. TBP, Demirel hükümetine güvenoyu veren yedi milletvekilinin kamuoyunda yarattığı yoğun tepkilerin yanı sıra Alevilerin sola, ‘70’li yıllarda itibaren Ecevit’in “ortanın solu” çizgisiyle CHP’ye yönelişi karşısında etkisizleşecek, oy oranı 1973’de %1,1, 1977’de ise %0,4’e düşecekti.”27 28 
 
Türkiye solunun gelişim gösterdiği 1960’lı yıllar aynı zamanda sol hareketin bölündüğü bir dönem olmuştur. TİP dışında MDD çizgisi özel olarak gençlikte boy vermiş bir dizi sol yapılanma THKO, THKP-C ve TKP/ML gibi 1960’ların sonunda ortaya çıkmıştı. Bu hareketlerin gelişim alanları gerek kentlerde gerekse kırlarda Alevi bölgeleri olmuş, özel olarak kırlardan kentleri kuşatma politikası Alevi köylerini öne çıkarmıştı. Mahir’lerin katledildiği Kızıldere köyü Alevilerin yoğun yaşadığı bir ilçeye bağlı idi. Aynı zamanda Nurhak Dağları güvenli bölge diye seçilmiş, Kaypakkaya ise Tunceli bölgesini merkez olarak seçmişti. Bütün bunların gösterdiği şey, Alevi toplumsallığının sola yönelmesi ve aynı zamanda devrimci hareketin halk tabanına kavuşması için solun da yüzünü Alevi toplumsallığına çevirmiş olduğuydu. 
 
Bu yakınlaşma kendini özel olarak kültürel boyutu ile öne çıkarmıştı. Kerbela acısının Aleviler üzerindeki kültürel etkisine benzer bir etki, bu sefer devrimci gençlerin anıları şeklinde olmaya başlanmıştır. Bir dizi Alevi aşık, devrimci gençlerin anıları üzerine türküler yakmış, bu türküler 70’li yılların devrimci şarkıları olarak büyük bir kuşağı etkilemişti. Aşık İhsani’nin Kızıldere, Aşık Mahsuni’nin Nurhak ve Kaypakkaya ağıtları unutulmaz ezgiler ve sözler günümüze kadar devrimci gençlerin dinlediği eserler olmuştur. Buna Livaneli’nin Alevilik kültürünün ayrılmaz ve belirleyici simgesi olan bağlama ile söylediği Nurhak, Şarkışla vs. şarkıları eklenmelidir.  
 
Türkiye sosyalist hareketin kültürel değerleri, Alevi kültürel değerleriyle içiçe geçmiş ve neredeyse bu kanaldan beslenmiştir. Solcu pos bıyığı, Alevi köylüsünün bıyığı olarak solculuğun alameti haline gelmişti.29 Ruhi Su’nun Pir Sultan Abdal türküleri, Nazım’ın Şeyh Bedrettin Destanı, Aşık Veysel’in türkülerinin devlet radyolarından seslendirilmesi vs. başlayan Türk uluslaşmasının kültürel değer yaratma araçlarının sonuçları, bu kez devrimci hareketin kültürel oluşumuna da kaynaklık etmiştir.  
 
İşin ilginç yanı daha vardır. O da devrimci figürlerin Alevi kültürünün bir parçası haline gelmesidir. Örneğin Deniz Gezmiş, Che, Kaypakkaya posterlerinin Hacı Bektaş, Hz. Ali vb. dini resimlerle ile yan yana asıldığı, evlerde kullanıldığı görülmektedir. Bu resimlere ayrıca Alevi evlerinde ve hatta şimdi cemevlerinde bir de Atatürk resimlerinin bulunduğunu söylemek lazım. Atatürk resimlerinin cemevlerinde olup olmaması büyük bir tartışma konusu edilmiştir. Özellikle Kürt solu merkezli bakışa sahip Avrupa’daki sosyalist kesimlerin dillendirdiği bir eleştiridir bu. Atatürk resminin gönüllü mü yoksa devlete şirin gözükmek ya da resmi alışkanlıklar gereği mi asıldığı belirsizdir. Ancak bu konuda Aleviler içinde ciddi bir tartışma vardır. Bu da Alevilerin sol siyasetin değişik kulvarlarında bulunduğu göstermektedir. Bize göre bu konu nesnel olarak çözülecektir. Örneğin Uğur Mumcu üzerine yakılan “Uğurlar Olsun” türküsünü bugün “Kemalist” diye Alevi kökenli yurttaşların belleğinden silmek ne kadar gerçekçidir, bilinmez… Ancak doğal bir geçişkenlik olduğu olarak ortadadır.  
 
1960’lı yıllarda TİP’le başlayan Alevi toplumsallığı ve sosyalist hareketin güçlü bağları, 1970’li yıllar boyunca sürmüştür. Bu dönem aslında köylerden kente göçün olduğu ve Türkiye’nin 1960 sonrası sanayileşme adımıyla birlikte oluşan işçi sınıfının siyaset sahnesine ağırlık koyduğu bir dönemdir. Bu açıdan tek başına Alevi sorunu üzerinden değil, sınıf eksenli politikaların ya da “sosyal politikaların” gündemde olduğu bir dönem geçirilmiştir. Devrimci gençler bu dönem, Aleviliği din sayıp gericilik olarak değerlendirmiş, sosyalist mücadelenin merkeze konması gerektiği ve Pir Sultanların tarihte verdiği mücadelenin bugün sosyalistler tarafından verildiği propagandasını sürdürmüşlerdir. Devrimci Alevi gençler tarafından, Aleviliğin kültürel değerleri sahiplenilmiş, genel olarak ise bir dinsel olgu olarak eleştiriye maruz tutulmuştur. İşin ilginç yanı şudur: Aleviliğin din/inanç olarak görülüp, gericilik sepetine konularak eleştirildiği dönem, Alevilerin aynı zamanda devrimci hareketler içinde en yoğun olduğu dönem haline gelmiştir. Bu ilginç tablo değerlendirmeye muhtaçtır. Bugün, Alevilik hakkında kalem oynatan birçok “Alevi kanaat önderi” dönemin sol kadrolarından gelmektedir ve bu süreci değerlendirirken solun Aleviliği kullandığını söyleyerek bir nevi sol/devrimci siyaset eleştirisi yapmaktadırlar.  
 

12 Eylül sonrası: Alevi hareketinin çıkışı

1980 sonrası ise tablo değişmiştir. Sol yenilmiştir. 12 Eylül askeri darbesi Türk-İslam sentezi adıyla yeni bir düstur oluşturmuş ve bu politika yaşama geçirilmeye başlanmıştır. Alevi köylerine cami yapılması, zorunlu din dersleri ve İslamcılığın devlet tarafından her koşulla desteklenmesi, Evren’in her yerde dini içerikli konuşmalar yapması Türkiye’de gericiliğin önünü açmış, Alevi toplumsallığını ise sindirmiş ve asimilasyonu gündeme getirmiştir. 1980 öncesi mülhid ve zındık görülen Alevilik, 1980 sonrası Türk-İslam sentezi düşüncesinin içine yerleştirilerek “Alevi İslamı”, İslamiyetin özü gibi kavramlarla kapsanmaya çalışılmıştır. Daha doğrusu kapsanarak gericileştirilmeye…  
 
Alevilikle ilgili devletin bu politikaları bir yandan işlerken, diğer yandan sosyalist hareket 12 Eylül karanlığından çıkış yollarını aramaktadır. Bu yönde TKP-İşçi’nin Sesi Alevi toplumsallığını bir kez daha keşfetmiş, Kervan adıyla bir dergi çıkararak Alevi toplumsallığı ve sosyalist mücadele arasında “teorik” temeller oluşturmaya çalışmıştır.   
 
Alevi hareketi ile sosyalist hareketin ilişkisinin yeniden kurulduğu bir dönem vardır artık. Alevi hareketi, kendini yeniden tarif etmeye başlamaktadır. Bir yandan solun yenilgisi bir yandan devletin müdahalesi Alevi hareketinde belirleyici olmuştur.  
 
1988 yılında Pir Sultan Abdal Derneği, 1989 yılında Hacı Bektaş Veli Dernekleri kurulur. Aslında 1993 Sivas Katliamı sonrası Alevi örgütlerinde ciddi bir açılım meydana gelir. Pir Sultan Abdal Derneği’nin ülke çapında kurulması ve yaygınlaşması aslı olarak Sivas Katliamı (1993) sonrasıdır. 1995 yılında ise Cem Vakfı kurulurken, bu örgütlenme düzenin bir örgütlenmesi olarak Alevi toplumsallığında karşıya alınıyor.  Artık Alevi hareketi ve sosyalist hareket ayrı kanallardan gelişmeye başlamıştır. 60’lı yılların TİP desteği, 70’li yılların devrimci hareketin bir parçası olan Alevi toplumsallığı, solun geriye çekildiği 1980 yılından itibaren kendi kimliği üzerinden yol almaya başlamıştır. Sol, 80 sonrası Aleviliği, 60-70 arasında “din” gibi görüp, gericilikle özdeş tutmaktan vazgeçmiş, bir yaşam biçimi ve kültür olarak tarif etmeye başlamıştır. Aleviler ise kendilerini bir inanç olarak tarif etmek üzere başka bir yol çizmişlerdir.  
 
Pir Sultan Abdal, sol ve Alevi toplumsallığının kesişim kümesi, Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı Alevi işadamlarının girişimi, Cem Vakfı devletin ve Ehli Beyt Vakfı ise dincilerin bir örgütlenmesi olarak karşımızdadır.   
 

Devletin Alevi Politikası: 1980’den AKP’ye süreklilik

Kuruluş döneminin ihtiyaçları bağlamında ele alınan Aleviliğin kültürel değerlerinin seçmeci tarzla devlet tarafından sahiplenilmesi sonrasında, iki kutuplu dünyada Alevilik düşman olarak görülmüştür. “Eti yenmez Aleviler ile Allahsız komünistler”in 1960’lar sonrası yan yana gelmesi, birbirlerini etkilemeleri ve beslemeleri, ortodoks Sünni gericiliğin fanatik yüzünü göstermiş, devlet destekli bir biçimde gericilik anti-komünist politikanın bir parçası haline getirilmişti. Artık gericilik, devletin sola ve solun toplumsal tabanını oluşturan Alevilere dönük baskı, katliam ve provokasyon aracı idi. 1966 yılında Muğla Ortaca ve Elbistan olayları, Alevilerin dinsiz ve komünist oldukları şeklindeki algının Sünni toplumsallığın bilincine çıkartılmış olduğunu göstermektedir. Devlet, emperyalizm yanında ABD’nin ileri karakolluğuna soyunmuş, bunun için anti-komünizm bir devlet politikası halini almış ve ülkemizde katliamlar, cinayetler ve provokasyonlar artmaya başlamıştır. 1969 yılında Kanlı Pazar olarak tarihe geçen 16 Şubat gerici saldırısı ile iki TİP’li işçinin ölmesi, gericiliğin fonksiyonunu açıkça göstermişti.  
 
Devletin yok etme politikası sol ve Alevilere dönük işlemeye devam etmiş, 1978 Malatya olaylarında 10 kişi, 1978’de Sivas olaylarında 9 kişi, 1978 sonunda Maraş Katliamında 111 kişi yaşamını yitirmişti. 1980’de Çorum’da yaşanan olaylarda ise 50 kişi ölmüştü. Türkiye’de devlet destekli gerici-faşist saldırılar, sola ve devrimci harekete ve bu hareketlerin yerleşiklik kazandığı Alevi toplumsallığına yönelmekten çekinmemiş, Alevileri dinsiz, kafir sayma ve yok etme dönemin temel politikası olmuştu. 1980 öncesi makbul mezhepten sayılmayan Alevilik, 1980 sonrası Türk-İslam sentezi içinde İslamiyet’in bir kolu, kültürü, özü vs. sayılacaktır. Aslında bu ideolojik 180 derece dönüş, devletin katlederek yok etmek politikasından, kapsayarak yok etme politikasına dönüştür. Devletin ve toplumun adım adım gericileştirilmesinin başlangıcı 12 Eylül askeri darbesidir.   
 
“Kapalı bir topluluk durumu arz eden Aleviler toplum bulundukları bölgelerde dış güçlerin de kışkırtmaları ile siyasal etkinlik sağlamak üzere devlet organlarına sızma veya bu mümkün olmadığı takdirde mahalli resmi organları çıkarları doğrultusunda kullanmak üzere faaliyette bulunmakta, kendilerinden olmayan memur, görevli ve vatandaşları bölge dışına itmeye gayret göstermekte, Kürtçülük faaliyeti ile uğraşanlarla işbirliği yapmaktadırlar” sözleri dönemin Genel Kurmay Başkanı Kenan Evren tarafından hazırlanan bir rapora dayanıyor. 12 Eylül cuntasının Alevilere biçtiği gömlek budur. Alevi köylerine cami yapılması, din derslerinin zorunlu hale getirilmesi, İmam-Hatip okullarının yaygınlaştırılması, Türk-İslam sentezi adıyla gerici ideolojinin devletin bütün kademelerine yayılması 12 Eylül askeri rejiminin, işkence ve baskı politikalarının yanı sıra yürüyen uygulamaları olmuştur.  
 
Gericilik, büyük bir hızla büyümüş, tarikatlar Türkiye’de muazzam güçlenmiş, 1990’lı yıllarda kriz dinamiği haline gelmiş ve 2000’li yıllarda mutlak iktidar olarak Türkiye’de bir rejim değişikliğine imza atmıştır. Bütün bu süreç aynı zamanda dünyanın emperyalizm tarafından yeniden organize edildiği, iki kutuplu dünyanın sona erdiği, dünyanın bütününde emperyalist saldırganlık ve gericiliğin at başı gittiği, gericilikle-işbirlikçiliğin kol kola iktidar yapıldığı bir süreç izlemiştir. Türkiye de bundan muaf tutulmamıştır.  
 
Gericiliğin ve işbirlikçiliğin temel nitelik haline aldığı İkinci Cumhuriyet rejiminde toplumsal bütün dinamiklere bu bağlam üzerinden müdahale edilmektedir. Cumhuriyet’in kuruluş döneminde uluslaşma sürecinin kültürel değerlerine emsal oluşturan Alevilik, bugün de gericiliğin meşruiyet kazanma malzemesi haline getirilmektedir. Bu süreç ikili olarak işlemektedir.  
 
Bir yandan Aleviliğin dinsel yanı öne çıkartılmakta ve buradan ortodoks islamcılığa bağlanmakta diğer yandan Alevilerin dinsel talepleri öne çıkartılarak gericilik, gerici talepler ve gerici politikalar “din, inanç ve vicdan özgürlüğü” içine yerleştirilerek meşruiyet edinmek için koltuk değneği yapılmaya çalışılmaktadır. Yani “gericilikle arasına sınır koymayan” bazı Alevi taleplerinin, dinciler tarafından sahiplenerek gündeme getirilmesi, aslında Alevilere dönük dostane tutumdan ziyade gericiliğe özgürlük alanı sağlamak içindir. Alevilik, hem Alevi İslamı kavramları ile beraber dinci gericilik tarafından kapsanırken hem de inanç özgürlüğü adıyla gericiliğin yeni mevziler kazanması için gerici siyasete “meze” yapılmaktadır.  
 
Alevilik ve Alevi sorunu, gericiler tarafından bir asimilasyon ve gerici yönelimin parçası/desteği haline getirilirken, liberaller tarafından “inanç özgürlüğü” kavramıyla “Kemalist laiklikle ” hesaplaşması amaçlanmaktadır. Özgürlükçü laiklik kavramlarının ürediği temel yer burasıdır. Hem gericilerin hem de liberallerin hesapları var çünkü… 
 

Aleviler İkinci Cumhuriyet’in doğal müttefiki mi?

Yukarıda bahsettiğimiz bütün olguları toparlarsak İkinci Cumhuriyetçiler için şöyle bir formülasyona gitmek zor olmayacaktır. Birinci Cumhuriyet’in destekçisi ve tabanı olan Alevilerin bu konumdan koparılması, ikinci olarak İkinci Cumhuriyet’e geçiş sürecinden potansiyel direnç odağı olabilecek Alevilerin susturulması, gerici politikalara direnç oluşturmamasının sağlanması gerekiyor.  
 
İkinci Cumhuriyetin temel nitelikleri emek düşmanlığı (serbest piyasa), emperyalizmle işbirlikçilik (küreselleşme) ve gericilik (katı laikçilikten özgürlükçülüğe)dir. Böyle bir tabloda Alevi toplumsallığının genetik olarak vereceği refleks şaşırtıcı değil. Hem Osmanlı’da gerici fanatizme karşı duruşu; Kızılbaş adıyla bilinen kimliğinin aslında şeriatçı Osmanlı karşıtı oluşmuş bir siyasal kimlik olması; Tanzimat ve Meşrutiyet süreçlerinde ideolojik doğal yakınlık; Birinci Cumhuriyetin kuruluş ögelerinde Aleviliğin folklorik değeri; 1960 sonrası emperyalizm ile işbirliği içindeki gericilikle siyasal olarak karşı karşıya geliş; Alevi toplumsallığının nasıl bir siyasal pozisyona, ideolojik şekillenişe, iç politikadan dış politikaya kadar bir dizi başlıkta oynayacağı rolü nesnel olarak göstermektedir. Alevilerin toplumsal olarak genetik kodlarında gericilik ile sorun yazmaktadır. 
 
Aleviler, İkinci Cumhuriyetin fiili dinamik gücü olmadı. Aleviler, Birinci Cumhuriyetin karşısında ayaklanmadı. Aleviler, siyasi kimliklerini aynı zamanda karşıtı üzerinden, yani gerici baskı ve tehdit karşıtlığı üzerinden şekillendirdiğinden İkinci Cumhuriyet’in “ileri demokrasi” söylemini samimi bulmadılar. Bu yüzden korkunç bir ideolojik tahrifat ve farklı tarih okumaları gündeme geldi. Bir yandan liberaller bir yandan da gericiler tarafından… Liberaller Alevi kitle örgütlerinin başını tutarak, sabah akşam Kemalist diktatörlüğün Dersim ve Maraş örnekleriyle Alevi katliamları yaptıkları vaaz etmiş, gericiler ise İskender Pala gibi Zaman yazarı adamların yazdığı kitaplarla Alevileri dinci fanatizmle barıştırma uğraşı içine girmişlerdi. Buna hükümetin Alevi Çalıştayını da eklemek gerekiyor.  
 
Alevi toplumsallığı söz konusu olduğunda, bu toplumsallığı belirleyen iki temel ortaklığının altı çizilmelidir. Birincisi deminden beri söylenen gerici tehdit algısı ve laiklik savunusudur. Her ne kadar bu konuda son dönem farklı arayışlar olsa bile… Alevi örgütleri temsiliyetini üstlenmiş kurumların 12 Eylül sonrası, bu konuda farklılaştığını belirtmek gerekiyor. Fermani Altun’un, Ehl-i Beyt Vakfı ile Aleviliği bırakın İslamın bir parçası olmasını, Sünni İslamın bir parçası haline getirmesi ve İzzettin Doğan’ın Cem Vakfı ile birlikte, “Alevi İslamı” tanımı getirmesi bu alanda kopuşun ve farklılaşmanın ilk örnekleridir. Her ikisi de devletlidir, her ikisi de devlet ve gerici kurumların mali ve siyasi desteğini almaktadır. 12 Eylül’ün açtığı yoldan Alevi toplumsallığı açısından ilk gedikler burasıdır. 30 Alevi toplumsallığının ortak noktalarından bir diğeri de Kürt sorunundaki tutumdur. Genel olarak Alevi toplumsallığının Kürt sorunu söz konusu olduğunda aldığı tutum, Kürt düşmanlığı olmamakla beraber, bu soruna ve siyasi harekete soğuk yaklaşmasıdır. Dersim bölgesi Alevi Kürt nüfusu bu konuda ara bir kesişim kümesi teşkil etse de Tunceli’de bile “ulusalcı diye bilinen CHP” birinci parti çıkabilmektedir. 
 
Alevi toplumsallığının belli bir nicelik ve Türkiye ölçeğinde ortak nokları belirlenmeye çalışıldığında laiklik, Kürt sorununa bakış ve birinci cumhuriyet değerleriyle barışık olma başlıkları öne çıkmaktadır. (Örneğin AB ya da özelleştirme konusunda böyle bir ortak tutumdan bahsedemeyiz) Bu başlıklara dönük gerici-liberal ittifakın ideolojik tahrifatı ve bombardımanı devam etmesine rağmen Alevi toplumsallığının İkinci Cumhuriyet’in doğal müttefiki olmamasının nesnel tarafının bu başlıklar olduğunun altını bir kez daha çizelim. Ancak her toplumsal ve siyasal konumun mutlak değişmez bir özellik göstereceğini sanmayalım. Bu açıdan bu nesnelliğe müdahale hem devlet tarafından hem de gericiliberal ittifak tarafından mali, siyasi ve ideolojik olarak yapılmaktadır. 
 
Bunlar devam ederken sopa da devreye girebiliyor. Örneğin Alevi evlerinin işaretlenmesinin Alevileri korkutma amacı taşıyacağını bilelim. Hem Suriye konusunun gündemde olduğu hem de eğitimde gericileşme adımlarının atıldığı bir dönemde Adıyaman, Antep ve Erzincan’da Alevi evlerinin işaretlenmesi tesadüf değildir.  
 

İkinci Cumhuriyet’e karşı mücadelede Aleviler ve sosyalistler

Aleviler açısından İkinci Cumhuriyet rejiminin tehlikeleri açık. 12 Eylül askeri cuntasının açıtığı yoldan yürüyen İkinci Cumhuriyet Alevi kimliğini asimile etme, dincileştirme, ortodoks İslamcılığın bir parçası haline getirme getiremediği durumda İslamiyet’in değerlerinden biri haline dönüştürme amacına sahip. Çok açık hem siyasi anlamda etkisizleştirme, hem tarihsel olarak asimilasyon bugün büyük bir tehdit olarak karşımızda. 1980 öncesinin katliamlarla yok etme girişimi, daha sinsi bir “açılımla” devlet tarafından ortaya konmuş bulunuyor.  
 
Her elmanın kurdu kendi içindedir deyişi gibi Alevi hareketi içinde de bu sürece bel bağlayan, bu sürecin bir parçası olan, bu asimilasyon ve gericileştirme operasyonuna çanak tutan ve nemalanan kesimler de ortaya çıkıyor. 
 
Alevi toplumsallığı, çoğunluğu emekçi olan Aleviler, bu tehlikelere karşı yalnız bırakıldığında nasıl bir sonuçla karşılaşılabileceğini kestirmek güç olmasa gerek. Alevi toplumsallığını kendi kimliğine yönelen bu gidişe dur demenin yollarını aramak zorundadır. Çok açık, bu kimliğin ve inancın oluşum sürecinin ana halkasının yakalanması ve bu kimliğin değerlerinin yeniden üretilmesi gerekiyor.  
 
Bu yeniden üretim, sosyalizm olmadan mümkün değildir. Bugün yeniden Birinci Cumhuriyet değerleriyle buluşmak ve bunun üzerinden bu gidişe dur demek gerçekçi bir tutum olmayacaktır. Birinci cumhuriyet kapitalizim bir devlet biçimi olarak kabulü ve bunun emperyalizmle göbekten bağlı olması, Türkiye’yi bu sonuca götürmüş, Birinci Cumhuriyet kendi kendini kemirerek tarih sahnesinden geriye düşmüştür. Bugün Alevi toplumsallığı, kendisine ve kimliğine karşı ortaya çıkan gerici İkinci Cumhuriyet’e direnmezse bu sürecin sonuçları Aleviler açısından zararlı olacaktır. Nasıl direnmeli, nerede durmalı, neler yapılmalı, işte bu sorular büyük önem taşımaktadır.  
 
Türkiye emekçi sınıfların mücadelesinin bir parçası olmadan bu tehlike bertaraf edilemeyecektir. Emekçi sınıfların mücadelesinin olmadığı yerde gericiler, liberaller ve patronlar vardır. Buradan da olsa olsa istikrar, uyum ve düzene bağlanma adıyla emek sömürüsünün etkin işlemesi için gericileşme ve asimilasyon çıkar. 
 
Alevi toplumsallığının genetik kodları İkinci Cumhuriyetle uyumsuzdur ve bugün Alevilerin güncel talepleri ile İkinci Cumhuriyet arasında sürtüşme noktaları bulunuyor. Bu açıdan Aleviler, İkinci Cumhuriyet’in doğal müttefiki sayılamayacak, İkinci Cumhuriyet’e boyun eğemeyecek bir potansiyel taşımaktadırlar. 

Bu potansiyelin boşaltılması için İkinci Cumhuriyet’in aktörleri boş durmazken, bu potansiyeli kinetiğe dönüştürecek bir irade boşluğunu da tarif etmemiz lazım. Bugünün Alevi toplumsallığı tek başına kendi kimlik sorunları üzerinden değil, aynı zamanda toplumsal sorunlar üzerinden de ülkeye ve dünyaya bakmaya çalışmaktadırlar. Ancak büyük bir ideolojik yönlendirme, büyük bir devlet politikası ve büyük bir psikolojik “şiddete” maruz kalmaktadır.  
 
Kimileri, özellikle liberal ve “Alevici” kesimler, sosyalist ve devrimci hareketin Alevi toplumsallığına zarar verdiğini, büyük acılar yaşanmasına sebep olduğunu ve daha çok devrimcilerin Alevileri kendi arka bahçesi olarak kullandıklarına dönük serzenişlerde bulunuyor, eleştiriler yapıyor ve zaman zaman ‘düşmanca’ tutumlar içinde bulunabiliyor. 
 
Sosyalist hareket kimi zaman, Aleviliği bir din olarak görüp, gericiliğin bir tezahürü olarak değerlendirmiş, dine bakış “halkın afyonu” olunca sosyalistler açısından, gericilikle mücadele eksenine oturtulmuştur. Kimi zaman, işçi sınıfını bölen bir kimlik olarak değerlendirmiş, Aleviliği ve Aleviciliği işçi sınıfı mücadelesini bölen bir olgu olarak görmezden gelmiş ve hatta karşısına da almıştır. Kimi zaman ise Aleviliği bir inanç olarak değil, kültür ve yaşam biçimi olarak görmüş, bunun üzerinden Alevilik modernleşmesi içine girerken, arafta kalabilmiştir.  
 
Din, tartışmalı bir konu. Hâlâ din olgusu üzerine sosyalist hareketin nasıl bir tutum takınacağı konusunda hassasiyet devam ediyor. Liberaller, solun din gerçeğini göremediğini, onu gericilik olarak kodlayıp, tepeden inmeci modernleşmeci zihniyetle bakarak halktan koptuğunu vaaz ediyorlar. Aslında bugünün İkinci Cumhuriyetle barışılması için bu eleştiriler yapılmakta, sosyalist siyasetin çapsız olduğu bir yandan da ifade edilmektedir.  
 
Sosyalistler elbette din ve dinin rolü konusunda çok kalem oynatmışlardır. Din bir yandan, Marksizm açısından, emekçi sınıfların acılarını dindiren toplumsal bir gerçek, bir yandan gerçek mutluluğun üzerine örten bir yanılsama, bir yandan aklın gelişimi önünde engel oluşturan düşünce ve bir yandan da egemen sınıfların sömürü aracı olarak değerlendirilmiştir.  
 
Dini ve dinsel belirlenimli toplumsal gerçeği yok saymak mümkün değil. Marksistler, din karşıtlığı üzerinden emekçi sınıfların örgütlenmesinin mümkün olacağını pek söylemezler, ancak dinin oynadığı rolü çok açık ifade de ederler. Selçuklu’dan bugüne din egemen sınıfların bir sömürücü aracı olmuşken, emekçi halk kesimlerinde başka bir dini algılayış da vardı. Nüfusun büyük bir çoğunluğunun Sünni olduğun ülkemizde Diyanet’in resmi İslamı ile halkın gerçek İslami anlayışı arasında büyük farklar bulunmaktadır. Sosyalist hareket bu gerçekliği bilerek emekçi sınıflara yaklaşmalıdır.  
 
Bu açıdan, söz konusu Alevilik olunca, durum biraz daha karışık bir hal alıyor. Bir yandan inanç, bir yandan kültür bir yandan solun toplumsal tabanı olabilen bir geçişkenlik teorik ayraç noktalarını belirsiz kılabiliyor, din mi, etnik topluluk mu, siyasal kimlik mi, kültürel birikim mi soruları birbirlerinin yerini alabiliyor. Sosyalist hareket, kendi tanımı içerisine yerleştirmek yerine verili gerçekliği olduğu gibi kabul etmelidir. Bugün karanlık bir dönemin, İkinci Cumhuriyet rejiminin her yerde dayatmalarının ve yayılmasının hissedildiği bir ortamda Aleviliğin dinsel ya da kültürel tanımlarından birinin içine sıkışmadan, solun dinin yanında mı ya da karşısında mı yer alacağı tartışmalarını merkeze koymadan bir tutum almak gerekmektedir. Alevilik tarihiyle, kültürüyle, değerleriyle, sola ile ilişkisiyle, gericilik karşıtı genetik kodlamasıyla siyasal bir dinamiktir. Bu dinamiğin, sosyalist siyasete bağlanması sorunu bulunmaktadır.  
 
Bunun yolu yine siyasal mücadele içinde, siyasal mücadelenin konusu, siyasal taleplerin dillendirilmesi ve siyasal örgütlenme araçlarıyla mümkündür. Yani somut ve bir o kadar da güncel olunmak durumundadır. Etnik ya da dinsel kimliklerin sınıf mücadelesine nasıl ekleneceği bu açıdan siyasetin konusudur.  
 
Sosyalistler her şeyden önce, Alevilere, gericilerle aralarına kalın bir çizgi çekmeyi vaaz etmelidirler. Bugünün gericilik dayatmalarına karşı kendi kimlik ve inanç özgürlüklerini ve her şeyden önce eşitlik taleplerini öne çıkarmalarını söylemelidirler. Alevi toplumsallığının, gerek tarihsel süreciyle gerek siyasi kimliğiyle gerek inançsal kültürüyle, düzenin, gericiliğin ve liberallerin her türlü fiili, ideolojik ve siyasal kuşatmasına rağmen, İkinci Cumhuriyet’le ve bu gidişle uyumlu bir çizgi izlemesi beklenmemelidir. Aleviler boyun eğmezler, eğer sol boyun eğmezse…

Dipnotlar

  1. Dinlerin ve din yorumlarının dönüşümü ile siyasal iktidarlar arasında önemli bağlar bulunuyor. Alevilik yoksul emekçilerinin inancı haline dönüşürken dayanışma kültürünü öne çıkarmış, Sünnilik ise toprakta ve mirasta özel mülkiyetçiliği fazlasıyla kurumsallaştırmıştır. Aleviliğin dayanışmacı yanının bugün de sola meyletmesinin belki de tarihsel-kültürel yanı buradan gelmektedir.
  2. Alevilik nedir sorusuna yanıt veremediğimiz anlaşılmasın. Aslında, belki de bugün gericiliğe karşı, Aleviliğin bağımsız bir konumlanış almasının zamanı gelmiş bulunuyor. Alevilik bu açıdan kökleri kadim inançlara dayanan ve İslamiyeti de kapsayan bir inanç ve kültür birikimi olarak varlığını sürdürmektedir. Ortadoks İslamcılıkla temasları, ilişkisi vardır, ancak farklılıkları daha belirgin hatta yapısaldır.
  3. Elise Massicard, Türkiye’den Avrupa’ya Alevi Hareketinin Siyasallaşması, İletişim Yayınları, 2007, 1. Baskı,
  4. Örneğin Balkanlarda yaşayan Bogomiller’in Anadolu kökenli ve heterodoks inanca sahip kökenleri olduğu ve Bizans döneminde göç ettirildikleri iddia edilir. Bu konuda Bizans Heretiklerinin Tarihi kitabına bakılabilir. (Kalkedon yayınlarından).
  5. Sünni Ortodoksluğun, bir yönetim biçimi olarak var olması onu daha dünyevi kılarken, Alevilik daha ahlaki özellikler kazanmıştır. Egemen devletin Sünni inancı miras, mülkiyet, aile vs. gibi toplumsal sorunları çözmek üzere daha fazla gelişmiş devlet yönetim biçimi halini almıştır. Bu Sünni ortodoksluğun neden sadece din alanı içinde kalamadığını da gösteriyor. Bu da gericilik tanımını beraberinde getiriyor. İşin garip tarafı, Tanrı inancında ise tam bir zıtlık vardır. Aleviler, Vahdet-i Vücut inancıyla, Tanrıyı dünyevileştirmiştir. Sanırım ortada mülkiyet merkeze konmadığında kutsal değerlere ihtiyaç daha az oluyor.  
  6. Hacı Bektaş-ı Veli’nin kardeşinin bu ayaklanmaya katıldığı bilinmektedir. Hacı Bektaş, ise bu ayaklanma sonrası Hacıbektaş’taki bir Çepni ailesinin yanına yerleşmiştir. Bir Türkmen aşireti olan Çepniler Balıkesir bölgesinde hâlâ Alevidir. Bugün Trabzon Şalpazarı ve çevresine yerleşenler ise Sünnileşmiştir.  
  7.  Bu ayaklanmada Anadolu Selçuklu ordusunun Türkmen askerleri babalara karşı savaşmaktan çekinmiştir. Savaş Frank askerlerinin sayesinde Selçuklu tarafından kazanılmıştır.
  8. Cemal Kafadar’dan aktaran, Türkiye’den Avrupa’ya Alevi Hareketinin Siyasallaşması, Elise Massicard, İletişim Yayınları, 2007, 1. Baskı, Sayfa 32
  9.  A.g.e, sayfa 33
  10. Alevi kimliğinde 12 imamcılığın ve Ehl-Beyt vurgusunun ağırlık kazanması bu dönemden sonra oluşmuştur. Aynı zamanda Bektaşi tarikatının kurumsallaşması Osmanlı yönetimi tarafından desteklenmiş, Kızılbaşların devlete bağlılığı sağlanmaya çalışılmıştır. Alevilik ve Bektaşilik arasındaki fark nedir sorusunun tarihsel kökenlerinden biri de budur. Ancak Bektaşilik de hiçbir zaman “tam olarak ve her zaman” Osmanlıcı da olmamıştır. 
  11. Örneğin son seçimlerde Dersim’de bile CHP’nin tercih edilmesi ve son referandumda Alevi köylerinin yüzde yüze yakının hayır oyu kullanması çarpıcı örneklerdir. 
  12. Karacaahmet ve Şahkulu dergâhlarının bu dönemde açık kalması ilgi çekicidir. Bu kurumların bugün ise Cemevi olarak Alevilerin daha çok dinsel yüzünü temsil etmeleri açısından bir süreklilik vardır.
  13. Arnavutluk Bektaşilerini burada ayrıca belirtmek gerekiyor. Arnavutluk tarihi ve uluslaşması açısından bir önem taşımaktadır.  
  14. Enver Paşa’nın, Birinci Dünya Savaşı sırasında Hacıbektaş’a ziyarete gittiği bilinmektedir. Çelebi ailesinin nüfuzu altındakı Amasya, Tokat, Çorum, Sivas illerinden Sancak-ı Şerif altında toplanan Alevi gençlerden taburlar oluşturulmuştur. Bu taburların Rus cephesine gönderildiği bilinmektedir.
  15. Örneğin Aşık Veysel’in söylediği deyişlerde Alevilik imgeleri silinmiştir; Veysel, Pir Sultan Abdal türkülerinde geçen şah kelimesi yerine dost kelimesini koyarak türküleri seslendirmiştir.
  16. Kemalist hareketin Alevileri bilmemesi gibi bir durum söz konusu değildir. Tıpkı Enver Paşa gibi, Mustafa Kemal de Kurtuluş Savaşı sırasında Hacı Bektaş Dergâhını ziyaret etmiş, Çelebiler soyundan bir kişi Meclis’e taşınmıştı. Ancak Alevilerin, bu temsiliyet üzerinden top yekün bir temsiliyet geliştirdiğini düşünmeyin. Ocaklar üzerinden böyle bir bütünlüklü örgütlülük yoktur.
  17. H. Bozarslan’dan aktaran, Türkiye’den Avrupa’ya Alevi hareketinin siyasallaşması, Elise Massicard, İletişim Yayınları, sayfa 46  
  18.  Elise Massicard, Türkiye’den Avrupa’ya Alevi hareketinin siyasallaşması, İletişim Yayınları, sayfa 52
  19. Murat Küçük, Sol Düşünce ve Aleviler, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, 8. Cilt, İletişim Yayınları, sayfa 896
  20. Baha Sait, karanlık bir isim olarak bilinir. Mustafa Suphilerin TKP’den tasfiye ettiği “eski İttihatçılar” içinde Baha Sait de vardı. 
  21. Murat Küçük, Sol Düşünce ve Aleviler, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, 8. Cilt, İletişim Yayınları, sayfa 897
  22.  Murat Küçük, Sol Düşünce ve Aleviler, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, 8. Cilt, İletişim Yayınları, sayfa 904
  23. Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin kuruluşu bu döneme rasgelir  ve F. Gülen, R. Kuat, Edebali gibi isimler bu derneklerin kuruluşunda gözükür. Yıllar sonra bu gericilik ve emperyalizm işbirliği iktidara taşınacaktır.
  24. Solculaşan ve üniversitelerde okuyan yeni kuşak Alevi gençlerin yazdığı bildiri Türkiye tarihi açısından Alevi taleplerini içermesi bakımından önemlidir. Bu gençlerden biri eski Adalet Bakanlarından Seyfi Oktay bir diğeri TBP başkanlarından Mustafa Timisi ve Engin Dikmen’dir.
  25. Murat Küçük, Sol Düşünce ve Aleviler, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, 8. Cilt, İletişim Yayınları, sayfa 904
  26. Murat Küçük, Sol Düşünce ve Aleviler, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, 8. Cilt, İletişim Yayınları, sayfa 906
  27. Harald Schüler, Türkiye’de Sosyal Demokrasi: Particilik, Hemşerilik, Alevilik, İletişim Yayınları, İstanbul, 1999, sayfa 163, aktaran Murat Küçük, Sol Düşünce ve Aleviler makalesi
  28. TBP’nin kuruluşunun nedenlerinden biri olarak TİP’in önünün kesilmesi gösterilmektedir.  
  29. Genel olarak pos bıyık, ibadet için makas vurulmayan bıyığın şekli olduğu söylenir… 
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×