Arap Dünyasında “Sözde Devrim”, Komünist Hareket ve Yeni Osmanlı (Yuvarlak Masa)

Kemal Okuyan: Bugün, Kuzey Afrika ve Orta Doğu’da yaşanan son gelişmeleri tartışmak için bir araya geldik. Aslında henüz bir nokta konmuş değil. Tunus’ta şimdiye kadar pek öne çıkmayan islamcı hareketler kendilerini hissettirmeye başladı; Mısır’da “sözde devrim” sonucu iktidara gelen geçici hükümet Mübarek dönemini aratan uygulamalara imza atıyor; Libya emperyalist saldırı ve işgal tehdidi altında; Yemen’de çatışmalar sürüyor ve Suriye giderek gelişmelerin asıl odak noktası haline geliyor. ABD bu ülkeye dönük açık müdahalelere başladı. Öte yandan bu ülkenin iç dinamikleri de hareketlenmiş durumda. Bu nedenle bizim burada yapabileceğimiz, şu ana kadarki gelişmelerin ortaya çıkardığı verileri sistematik hale getirmek, doğrultuyu belirlemek ve bazı öngörülerde bulunmak. Belki bir süre sonra, yeni veriler ışığında ek değerlendirmeler yapmamız gerekecek.

Özgür Şen: Kemal gülerek “sözde devrim” dedi, isterseniz, buradan başlayalım. Bir devrimden neden söz edemiyoruz? Tersinden, birileri neden “devrim” dedi ve çıktı işin içinden? 

Kemal Okuyan: Birileri dediğin Marksistler mi? Çünkü benim bildiğim, “devrim” kodlaması hemen başında emperyalist basın organlarında belirdi, gelişmelere pozitif bir anlam yüklemekte hiç tereddüt etmediler. 

Özgür Şen: Doğru… Zaten tartışmamız gerekenlerden biri de bu: Neden bu kavramda, bu adlandırmada bir kısım solcu, emperyalist dünyanın sözcüleriyle ortaklaşmakta aceleci davrandı? Ama elbette önce “devrim”i bir kavram olarak kurtarmamız gerekiyor.

Aydemir Güler: Dilerseniz, bir noktadan başlayayım. Çok bilinenleri tekrarlamamaya, konumuza odaklanmaya çalışacağım. Devrim siyasal iktidar odaklı bir kavram… Bunun dışındaki bir dizi alan için politika biliminin kavramı olarak değil betimleyici bir ifade olarak kullanabilirsiniz bu sözcüğü. Evet, kuşkusuz İslam’ın hayli ağırlıklı olduğu bir takım ülkelerde kadınların attıkları adım önemlidir. Ama siyasi iktidar dışı alanlarda elde edilen ilerlemelerin siyasi iktidardan hareketle deforme veya iptal edilebileceği de bilinmek zorundadır.

Devrim kavramı, aynı zamanda konumlanışa dair kuvvetli bir ipucu veriyor. Konumlanışın ise ülkeden ülkeye değişmesi gerektiği anlaşılıyor. Örneğin emperyalizmin jandarması olarak Suudi Arabistan'ın müdahale ettiği Bahreyn'de durum farklıdır, emperyalizmin muhalefetle birlikte hükümet devirmeye yöneldiği Libya'da farklı… Devrim kavramı bu açıdan tahammül edilemeyecek kadar riskli hale geldi.

Bir de etkisiz solun içine itildiği dönüşüm meselesi var. Emperyalizmin olumlu rol üstlenebileceğini kabul eden ve bunu karakteristik özelliklerinden biri haline getiren bir sol şekillensin isteniyor. Devrim kavramı burada işlev kazanıyor. Açıkçası Sovyetler Birliği sonrası dünya solunun liberalleşme sürecinde içinde bulunduğumuz momentin çok kritik olduğunu hissediyorum. Bu sürecin durdurulması gerek. Ne pahasına olursa olsun.

Liberalleşmeye, siyasal iktidar perspektifinin terkine ve bütün bunların aşırı romantikleştirilmiş bir devrim söyleminin katalizörlüğünde hayata geçirilmesine karşı ne yapacağız? Kuşkusuz siyasal etkimizi arttırmaya çalışacağız. Düğümü aklı başında solun güçlenmesi çözecek, çözecekse…

Ama o zamana kadar aklımızı sağlam tutmaya büyük özen göstereceğiz. Liberalleştirmeye, iktidarsızlaştırmaya panzehir özne ve örgüt, politik irade ve müdahaledir. Öyle ki, bana sorarsanız, söz işçi sınıfından açıldığında da sınıfın soyut yaratıcılığına değil, ne ölçüde örgütlü olduğuna, sosyalist politikanın etki derecesine bakalım. Bu faktörler zayıfsa, bilelim ki, işçi sınıfı da zayıf olmaya mahkumdur.

Özgür Şen: Emperyalizm şimdi devrim kavramına saldırıyor. Ben bu cümlenin devamında bugün devrim kavramının etrafında büyük bir kavga kopuyor demek isterdim. Malum, emperyalizmin bu saldırısına bizim aynı şiddette cevap vermemiz gerekir. Çünkü devrim kavramı olmaksızın bir sol düşünülemez. Ama şimdilik yalnızca gerekliliklerden söz edebiliyor ve bir tehlikeye dikkat çekiyorum. Solun büyük çoğunluğunun bu tehlikeden haberdar olduğunu sanmıyorum.

Özgürlük ile ilgili tartışmaları hatırlayalım. Onlarca yıl hiç ikirciksiz şekilde “eşitlik”in yanına yazdığımız “özgürlük” 80’lerde başlayan ve 90’larda nihayete eren bir süreçte nasıl elimizden alındı anımsayalım.

O büyük ideolojik savaşın bize maliyeti “özgürlük”ün kaybıdır. Bugün “özgürlük” liberalizmin ve uluslararası sermayenin elinde bir oyuncaktır.

O günlerde “yeni sol”u yaratmak için uğraşanlar, o çabalarının sonucu olarak bizim en değerli kavramlarımızdan birine el koydular. Reel sosyalizm çözülürken, biz “özgürlük”ü de kaybettik. Maliyetin hafif olduğunu kimse söyleyemez. İdeolojik mücadelede büyük bir yara aldık. Onlar da kendi “sol”larını tasarlamak konusunda büyük bir adım attılar.

Bizim yanıtımız, bu “yeni sol”la aramıza aşılmaz bir duvar çekmek oldu. 

Şimdi başka türlü bir “sol” tasarlama konusunda çok önemli bir aşamaya geldiklerini görüyoruz. Saldırdıkları kavram en temel kavramlarımızdan birisi; devrim!

“Özgürlük”ün kaybından sonra bir duvar çekerek kendini koruyan solun “devrim”i kaybettikten sonra aynı duvarı nereye çekeceğini gerçekten bilemiyorum. Açıklıkla ifade edelim, “devrim”i kaybeden sol, bu mücadeleyi büyük ölçüde kaybeder. Bizim böyle bir şansımız yok: “Devrim”i kaybedemeyiz.

Alper, dünya solunda bu mücadelenin yansımalarına değinir sanıyorum. Ben, “devrim” fikrine saldıranların bunu nasıl yaptıkları üzerinde biraz daha durmak istiyorum; böylece tüm gelişmelerin kuram içinde nerede durduklarına dair de birkaç ipucu elde etmiş oluruz.

Marksist devrim kuramı, Marksizmin tarihe bakışıyla mutlak olarak uyumludur. Hepimizin bildiği gibi, tarihsel ilerleme fikri, Marksist tarih bakış açısının temel esasıdır; örneğin bu yaklaşım bize kapitalizmin insanoğlunun göreceği son sınıflı toplum biçimi olduğunu söyler, kapitalizmi başı ve sonu olan bir süreç olarak tarif eder ve tarihi bu son biçime referansla tasnif eder. Bu tasnife göre ilericilik ve gericilik gerçek kategorilerdir; çünkü biz tarihsel olayları ve olguları kapitalizme referansla tarihin içinde doğru konumlarına oturtabiliriz.

Biz 90’lardaki ideolojik mücadelede Marksizmin tarihsel ilerleme fikrine karşı büyük bir saldırıya tanık olduk. Sosyalizmin çözülüşüyle tarihin sonu geldiği iddia edilirken, ezeli ve ebedi bir kapitalizm fikri bize dayatıldı.

Şimdi yine tarih alanında zekice kurgulanmış bir manevrayla karşı karşıyayız. Bugün, tarihsel ilerleme tartışmalarına verilen referansların, ilerleme fikrinin en önemli parçasını atlamaları bir rastlantı olarak görülemez.

Kapitalizmin bir sonu olduğunu bilen, devrim kavramını bu “son” etrafında şekillendiren Marksistler, ilerleme fikrini de bu devrimci perspektifle kavrarlar. Sosyalist devrim, işçi sınıfının siyasi iktidarı fethiyse, tarihsel ilerleme, ancak bu fethin önündeki engellerin bazılarının veya birkaçının kalkmasıyla ya da sınıfın bu fethe bir adım daha yaklaşmasıyla tarif edilebilir.

Ne devrim, tarihsel ilerleme fikrinden koparılabilir, ne de tarihsel ilerleme fikri kapitalizmin tarihsel seyrinden bağımsız anlaşılabilir.

Bölgedeki gelişmelerle ilgili “model” tartışması yapmak işte bu yüzden önemli… Kurulmakta olan model bizim bu gelişmeleri tarihsel bir perspektifle görmemize yardımcı oluyor ve emperyalizmin amacını deşifre ederken işçi sınıfı açısından tabloyu daha rahat analiz edebiliyoruz.

Bugün birlikte uzun uzun tartışacağız; Aydemir kısaca tanımsal olarak devrim tartışmalarına da girdi; artık biliyoruz ortada ne bir “devrim” var, ne de “tarihsel ilerleme”…

Ama önümüze tekrar tekrar ya “devrim” geliyor, ya da “tarihsel ilerleme”…

Birkaç diktatörün iktidardan uzaklaştırılmasının devrim olarak görülmesi ya da bunların tarihsel bir ilerleme olarak nitelendirilmesine sakın aceleyle ortaya atılmış tezler olarak bakmayalım. Bunu aceleyle ve cahilce yapanlar da var, ama bunun son derece sistematik bir saldırı, Marksizmin merkezini hedef alan bir müdahale olduğunu atlamayalım.

Yıllarca tarihsel ilerleme fikrinden vebalı gibi uzak duranların, devrim deyince kaçacak delik arayanların bugün bu iki kavrama yüklenmelerini önemseyelim.

Emperyalist sistemin tarihsel seyri anlaşılmaksızın, bugünkü olayların nereye oturduğu doğru analiz edilemez.

Bugünkü gelişmeleri tarihsel bir ilerleme olarak kabul etmemizi isteyenler, aslında bizden kapitalizm koşullarında, emperyalizmin çıkarları doğrultusunda ilerleme olabileceğini kabul etmemizi bekliyorlar. Bu, Marksizmin devrim kuramıyla ve tarihsel ilerlemek fikriyle taban tabana zıt bir yaklaşımdır. Bunun sol adına yapılması ise yalnızca gerici ve sağcı bir saldırı olarak görülebilir.

Marksist devrim kuramı açısından ikinci tartışmalı nokta ise devrimcisiz devrim meselesi. Bu müdahalenin de iyi düşünülmüş ve inceltilmiş olduğu ortada.

Tıpkı tarihsel ilerleme tartışmalarında olduğu gibi, bu da Marksizme cepheden değil, yandan dolanarak vuran bir yaklaşım. İşçi sınıfının siyasi alanda temsiliyetine karşı çıkan, her şeyi kendi haline bırakan bu görüş aslında bu gelişmeleri bir “ilerleme” olarak gören bakış açısıyla bire bir uyumlu.

Devrime vurmak için devrimi yapacak olan devrimcilere vurmaktan daha iyi bir yol düşünülemez. Üstelik bunu yapmanın en iyi yolu da, bu fikrin Marksizme ve sola aslında çok da ters olmadığını iddia etmektir.

Yol da bellidir; “devrimcilik fikrini Marksizme ve sola armağan edenler Lenin ve onun takipçileridir”. Bu görüş külliyen yanlıştır. Lenin, Marx’a içkin olan devrimcilik fikrini sistematik hale getirmiştir, ancak bu katkı çok büyük olmasına rağmen asla Marksizme dışsal değildir.

Ayrıca, sakın atlanmasın, emperyalizm çağında Marksizmin devrimci özü ve çekirdeğinin en önemli koruyucusu ona yapılan Leninist aşıdır. Bu aşı olmaksızın Marksizm korunaksız kalır ve bu tür ideolojik saldırılara açık hale gelir. Devrimcisiz devrim tartışması, Leninizm hakkında yapılan bir tartışma değildir.

Devrimcisiz devrim tartışması, Marksizmi önce Leninizmden ayırmayı, daha sonra da sonsuza kadar sakatlamayı hedefliyor: Leninizm olmaksızın Marksizm ile açılan yol, Marksizm olmaksızın sola gider.

Devrimi devrimciler yapar. İyi ki de böyledir. Devrimciler varsa, devrim de olacaktır.

Devrimin içinden işçi sınıfının iktidarı fethini, tarihsel ilerlemeyi, kapitalizmin sonlu bir sistem olduğu tezini ve en son olarak devrimi yapacak devrimcileri çıkarın. Şimdi geriye ne kaldığına bir bakın. Gördüğünüz yeni modelin yaratmak istediği solun aynadaki yansımasıdır.

Bu yansıma, emperyalizmin yeni modelinin eksik kalan parçasıdır.

Bu parçayı yerine koyduklarında burada tartıştığımız gerilimlerin çözümünde dahi kendilerine avantaj sağlayacaklar.

Ama en önemlisi, halkları bu karanlık dönemden çıkartabilecek tek gücü, modelin bir parçası haline getirerek yanlarına çekmiş olacaklar. İşte buna izin veremeyiz.

Devrimsiz sol olmaz. İyi ki de böyledir. Sol devrimine sahip çıkacaktır.

Alper Birdal: Aydemir aslında sen yakın dönemde bölgenin bazı ilerici, devrimci hareketlerinden temsilcilerle yan yana geldin, ayrıca gelişmelerle ilgili Avrupalı kimi Marksistlerle de tartışma olanağın oldu. Herhalde bunlardan söz etmenin tam zamanı…

Aydemir Güler: Denk geldi ve birkaç uluslararası toplantıda bölgenin Marksist partilerinin temsilcileriyle ve tamamı bu partilerin çizgisindeki barış hareketi yöneticileriyle bir araya gelme şansım oldu.

En üzücü noktanın irtibat sığlığı, bilgi kanallarının darlığı olduğunu söyleyebilirim. Bu tarifi hayli terbiyeli ifadelerle yapmaya çalıştım. Biz kendimizi Türkiye'de erişim kanalları sınırlı sayıyoruz ya; çoğunluğun aynı, hatta daha kötü durumda olduğunu gördüm. Şubat sonlarında bir toplantıda Mısır, Tunus, Fas, Suriye, Sudan partilerinin anlattıkları, aralarında dil birliği olan komşu ülkelerden gelen temsilciler için de yeniydi.

Kemal Okuyan: Benim de Brüksel'de yapılan Avrupalı komünist partileri toplantısındaki izlenimim aynı. Sol genel olarak çok az “haber” üretiyor. Bu çok can sıkıcı… Zaman zaman tembel işi, kestirme değerlendirmeler bu bilgi eksikliğinin üzerine bina ediliyor. Ayrıca bir başka sorun daha var, Avrupa-merkezli yaklaşımlarla Orta Doğu'ya, Arap coğrafyasına bakınca, “aaa onlar da isyan edebiliyormuş” türünden bir saçmalıkla, aşırı negatif bir algıdan fazlasıyla iyimser sonuçlar çıkarılıyor. Bize Arapları küçümsüyorsunuz diye laf atılmıştı, aslında bu süreci “devrimci dönem” diye selamlayanlar Arapları gerçek anlamıyla küçümsüyorlar. Avrupa'da solun epey kesimi bu önyargıya sahip. Öte yandan, gelişmelere ilişkin bilgi geldikçe, daha sağlıklı, tutarlı değerlendirmeler yapılmaya başlandı.

Aydemir Güler: Belki bundan daha önemlisi, solun düşünsel dinamizmi çok sınırlı. Kitle hareketi, ayaklanmalar, eski rejimlerin sarsılması… Bu sürecin devrim kavramını çağrıştırdığı açıktır. Ama analizde tek seçeneğimiz devrim kavramı mıdır? Devrim kavramı bizi nasıl bir yola sokar? Solun 80 milyonluk ülkede üç tane mütevazı kültür merkezine sahip olabildiği bir tabloda neredeyse görünmez durumdaki “sübjektif faktör” objektif durumla yan yana nasıl getirilecektir? Devrim veya başka bir kavram; ama bu soruların yanıtlarıyla beraber!

Devrimcilerin azlığı devrimin de var olmaması anlamına gelmez kuşkusuz. Ancak o an artık “devrim” denen dinamizm, başka sübjektivitelerle kuşatılmış ve alacağı yön üç aşağı beş yukarı belirlenmiştir. Solun dinamik analiz yeteneği eylem pratiğinden beslenmeli. Böyle bir hareketlilik ortamında solun muazzam bir üretkenlik sergilemesi, tutumunu sürekli tazelemesi, geliştirmesi ve değiştirmesi gerekirdi. Ben doğrusu bunu gözlemleyemedim.

Yalnızca kitlelerin hareketlenmesine bakarak devrim saptaması yapmak devrimci bir analizi ve müdahaleyi garanti etmedi. Gelişen süreçte oluşan yeni statükolar karşısında özet itibariyle “devrim inişli çıkışlı biçimde devam ediyor” demenin ne anlamı var?

Benzeri içi boş ya da herhangi bir yere bizi götürmeyen değerlendirmeler o kadar çok ki… 

Gençlikten söz edilip duruluyor. Bu gençliğin ait olduğu sosyal sınıfa bakmaya bir türlü sıra gelmiyor. Yaş hakkındaki genel bir bilgi sınıfsallığın üstünü örtüyor açıkçası. İnternet kullanıcılığı, sosyal medya güzellemeleri… Bunlar da politikanın üstünü örtüyor. Bir ara söz konusu ülkelerde ayaklananların politik programa sahip olmamaları olumlu bir nitelik olarak sunulur olmuştu. Sol buna karşı ne dedi? Sanıyorum bunu bir gerçek olarak kabul etti; sorgulamadı.

Apolitik, iktidar istemeyen, programsız, ideolojisiz bir kalabalık olabilir. Ancak hal böyleyse bu kalabalık, kaldıracağı toz bulutunun nereye, nasıl ineceğinin kontrolünü başkalarına bırakmış demektir. Bu konularda ciddi ve somut bir tartışmanın olduğunu düşünmüyorum.

Örneğin Tunus'ta geçmiş dönemlerde siyasi iktidara bitişik konum alabilen bir sol parti, ayaklanmanın ürünü olan geçici hükümete bir bakan verdi. Yüksek öğrenim bakanı İlerleme ve Sosyalizm Partisi’nin lideriydi aynı zamanda. Bir toplantıda bu partinin temsilcisinin bizlere, “devrime müdahale ettikleri”, “işin içinde oldukları” yolunda brifing verdiği gün, ülkedeki gösterilerde yanlış hatırlamıyorsam 4 kişi ölmüştü. Zaten ertesi gün o geçici hükümet düştü ve bakanlık da gitti.

Hatırlarsınız, Irak'ın Amerikan işgaline uğradığı sıralarda kültür bakanlığı komünist partiye verilmişti. O günlerde Bağdat müzesi yağmalanıyordu! Tunus'ta da sokak gösterilerinin tepe yaptığı günlerde üniversitelerin açık olduğunu pek zannetmiyorum. 

Bölge solunun gelişmeler karşısında yaya kaldığını söylemek durumundayız. 

Bunun bir kısmı güçsüzlük. Ama bir de yöntemsel boyutu var 

Marksist ve devrimci bir durum analizi, öznenin ya da analizi yapanın dışta bırakıldığı bir biçimde yapılamaz. 

Biz yokuz ve bir devrim oluyor! 

Keşke devrim, devrimcilere gerek duyulmayacak kadar kolay bir şey olsaydı! Öznenin dahil edildiği bir analiz, kendimizi dev aynasında görmek anlamına gelmez. Aynı anda iddialı ve gerçekçi olunabilir; bölgemizin solu olamamıştır. Kendini analizin içine katmayan bir yaklaşım yöntemi, siyasi iktidar perspektifine asla sahip olamaz.

Politik olarak sol sürecin önemli bir parçası olamadı. Ama etkin olmak için mevcut devinimi önemsemek ve devrim diye adlandırmak gerektiği türünden bir varsayım ortaya çıktı. Böylece döngü tamamlandı: “Bizsiz de önemli” olan süreç, “biz”i iyice dışladı!

Daha somut olarak, kitle hareketlenmesine kimi anlamlar yüklendi. Orta Doğu kökenli bir batılı yorumcu, Mohammed Hassan, olup bitenleri önemsememenin Avrupa merkezciliğin yansıması olduğunu yazdı örneğin. Buna göre Üçüncü Dünya, zaten aydın fukarası haline gelmiş Avrupa'ya ders veriyordu. 

Batı Avrupa'nın fukaralaştığını ben de görüyorum. Ama Mısır'ın, Tunus'un, Yemen'in, Libya'nın devrimci teoriye ne kattığını doğrusu hiç bilmiyorum! 

Peki, kabul; kimse dışarıdan maval okumasın. Ama içerden de bir şey gelsin!

Kemal Okuyan: Herhalde artık “devrim değilse ne” sorusuna yanıt vermeliyiz. Aslında iki düzlem var. İlki zaman ve mekan boyutunun örtüştüğü dönemsel bir düzlem. Ulus ölçeğinden hiç haz etmeyenler, emperyalistlerin diline doladığı “domino etkisi”nden çok etkilendiler ve Arap dünyasında devrimci bir dönemin açıldığını söylediler. Bu iddiayı değerlendirebilmek için ulus ölçeğinden bütünüyle uzaklaşıp, uluslararası dengelere bakmak gerekiyor.

Dünya 1970’lerin sonunda açılan gericilik döneminden hâlâ çıkmadı, çıkamadı. 1989’la birlikte karşı devrimci bir karakter kazanan bu dönem boyunca emperyalist merkezler, bütün iç çelişkilerine, kapitalizmin asla kurtulamadığı kriz olgusuna, işçi sınıfının zaman zaman kendini epeyce hissettiren direnme gücüne, farklı uluslararası aktörlerin engelleme girişimlerine karşın, inisiyatifi elinde tutmuştur. Bu döneme kafa tutan ve belli bir bölgeyi büyük ölçüde içine almayı beceren tek karşı çıkış Latin Amerika’dan gelmiştir. Bu henüz bir devrimci dönemin açılışı olmasa bile, emperyalist iradenin sınırlarını ve açmazlarını göstermesi açısından oldukça önemlidir.

Lakin dünyamız hâlâ gericilik ve karşı devrimler çağını yaşamaya devam ediyor. Arap ülkelerinin bu çağın içine devrimci bir parantez açacak iç dinamiklere sahip olup olmadığı sorusu “teorik” bağlamda ancak bir yere kadar yanıtını bulabilir. Emekçi kitlelerin uluslararası gericiliği bu son derece önemli bölgede geriletecek örgütlü kuvvetten yoksun olduğunu önsel olarak söyleyebilsek bile bazı olguların çakışmasıyla, bunun mümkün hale gelme olasılığını bütünüyle yok sayamayız. Ancak böyle bir çakışma yokken ve sonuçlar ortadayken, bir bölgesel devrim yaşandığını ileri sürmek, Marksizm adına son derece düşündürücü.

İlk düzleme ilişkin söylenebilecekler bunlar. Zaten, açıktan emperyalizmle flört eden bir “devrimciliği” benimseyenler dışında kalanlar, Libya’daki emperyalist saldırı ile birlikte “bölge devrimi” söylemini terk etmeye ve bir devrim sürecinin yaşandığını ama bu sürecin tek tek ülkelere farklı yansımalarının olduğunu, devrimle karşı devrimin iç içe geçtiğini söylemeye başladılar.  

Aydemir Güler: Hiç değilse, sağlam bir argümana sarılmış oluyorlar.

Kemal Okuyan: Aynen… Devrimlerle karşı devrimler iç içe geçer. Hele bölgesel bir devrimci yükselişin, farklı ülkelerde farklı güç dengeleri nedeniyle farklı sonuçlar yaratacağı apaçıktır. Dolayısıyla yine teorik olarak Tunus’la Mısır’ın, Mısır’la Libya’nın farklılıklarına işaret etmenin önünde bir engel yok. Öte yandan bütün bu olup bitenlerin bir bölgesel gelişmeye işaret ettiği de açık. Mısır’la Libya’yı ayıralım ayırmasına, ama Tunus ve Mısır’daki ayaklanmalar olmasaydı Libya’ya saldırı olabilir miydi? ABD Irak’a saldırmanın altyapısını kurma, yani dünya kamuoyunu hazırlama işini birkaç yılda yapabilirken, Libya’yı 15 günde dış müdahaleye hazır hale getirdi. Bugün Suriye’yi köşeye sıkıştıran emperyalizm, Afrika’daki “devrim”lerden güç almıyor mu?

“Tunus ve Mısır iyiydi, Libya ve Suriye’de olanlara ise rezervle yaklaşıyorum”, Marksist bir tutum değil. Bütün bulgular Arap halklarındaki hoşnutsuzluğun farkında olan, buradaki mevcut rejimlerin sürdürülebilir olmadığını kavrayan ve İslam coğrafyasına farklı bir müdahale için zemin hazırlayan ABD’nin hoşnutsuzluğun açık protestolara dönüş noktasında etkili bir müdahale yaptığı yönündedir. Bu anlamda Tunus ve Mısır’da bir “devrim” ortaya çıkmıştır, ama bu devrimin kaderi başından beri bağlanmıştır. ABD’nin Mısır ve Tunus’taki siyasi aktörlere nasıl girdiler yaptığı bir bir ortaya dökülmüş durumda. Dikkatli bir göz bu gerçeği başından beri yakalayabilirdi. Dikkatli bir göz, söz konusu ülkelerdeki emekçi kitlelerin bu kaderi değiştirecek ağırlığa sahip olmadığını da hemen anlayabilirdi. 

Şimdi hangi düzlemden bakarsak bakalım, ister tek tek ülkelere isterse bölgenin bütününe, ortada bir devrim filan yoktur. Ortada bir emperyalist restorasyon süreci vardır ve bu süreç gerici, karşı devrimci dönemin ruhuna bütünüyle sadıktır.

Arap halklarının elde ettiği deneyim, bu ülkelerde yaşanan siyasallaşma elbette son derece önemli bir kazanımdır, ama bu kazanım emperyalistlerin “şimdilik” elde ettiklerinin yanında fazlasıyla güdük kalmaktadır.

Özgür Şen: Kemal, soL portalda konuyla ilgili sıcağı sıcağın yazdıkların zaten "devrimi çalınan devrim"den "devrim filan yok"a evrilirken bu son söylediğine işaret etmiştin. Çok da tepki aldın. Merak ettiğim, bir başka soL yazarı Ergin Yıldızoğlu ile neredeyse taban tabana zıt şeyler yazmış olmak seni rahatsız etti mi? 

Kemal Okuyan: İşin gerçeği, gelişmeleri “devrim” sözcüğünü yakıştıranlara dönük sert ifadeleri ilk yazılarıma gelen tepkilerden sonra kullandım. Ergin Yıldızoğlu’nun konuyla ilgili ilk yazısı soL’da değil, başka bir yayın organında yer aldığında benim bundan haberim yoktu ve sanki sert ifadelerimin muhatabı Ergin’miş gibi bir tablo ortaya çıktı. Kendisine bu durumdan üzüntü duyduğumu anlattım. Ayrıca konuyu internet üzerinden olsa da tartışma olanağı bulduk. Farklı sol geleneklerden geliyor, farklılıklarımızın bir bölümünü koruyoruz; ama dostça bir ilişkiyi zedelememeye ikimiz de özen gösterdik. Hem Ergin, Cumhuriyet’teki yazısında isim vermeden de olsa bizi sınıfta çaktırdı, böylece ödeşmiş olduk! Şaka bir yana, Ergin Yıldızoğlu’nun emperyalist projelerin ekmeğine yağ süren, o projelere hayırhah tutum alan bir kısım aydınla uzaktan yakından ilgisi yok, analizlerinin çok farklı kaygıların ürünü olduğunu biliyorum. Namuslu bir Marksist aydın olarak gelişmeler olgunlaştıkça, bize dönük “sıfırcı hoca” tavrını terk edeceğini düşünüyorum.

Aydemir Güler: Gelelim konunun bir başka boyutuna…"Yeni Osmanlı" diyorduk şimdi bu tanıma cuk oturan gelişmeler yaşanıyor. Dediklerimiz doğruysa, AKP'nin giderek artan dış politika sürtünmelerini daha fazla hesaba katmamız gerekecek sanıyorum. Biraz da bu konu üzerinde durmalıyız.

Alper Birdal: Herhalde konuyla ilgilidir, yanımda ilginç bir makale var. Türk sağının önde gelen yayınlarından Türkiye Günlüğü dergisinin 1992 Kış sayısında, derginin yayın yönetmenlerinden, eski MHP’li, sonra BBP’li, şimdi AKP’ci Mustafa Çalık’ın “Neo-Osmanlı Tartışmalarına Sade Bir Derkenar” başlıklı bir yazısı yayımlanmıştı. Bu yazıdan kısa bir pasaj aktaracağım:

“Bana kalırsa bundan sonra, sadece Türk fikir hayatında değil Türk siyasetinde de anlamlı bir yer ve prestij sahibi olabilmenin en olmazsa olmaz gereklerinden biri, Türkiye’nin önündeki büyük geleceğe kimin hangi ‘proje’yle katkıda bulunacağını ortaya koymasına bağlıdır.

“Yeni Osmanlılık terimi etrafında fikri yenilenme ve oto-kritiğin temel dinamiği de Türkiye’deki bu geri dönülmez değişim heyecanı ve büyüme azmi ile yakından ilgilidir. Türkiye için değişim ve büyüme kavramları birbirine yapışık hale gelmiştir. Türkiye, her alanda, gerçekleştirmekte geç kaldığı büyük değişimleri başardığı ölçüde hızlı büyüyecek, büyüdüğü ölçüde gerekli ekonomik ve siyasi değişimleri demokratik mekanizmaların yardımıyla daha kolay başarabilecektir.

“Türkiye ya değişecektir ya da küçülecektir; zira büyümesinin şartı geç kalmış bir değişimi gerçekleştirmesine bağlı hale gelmiştir.”

Bu pasajı erken bir tarihte yazılmış olmasından ötürü aktarmıyorum. Bu var; Türk sağının “Osmanlılık” düşü Cumhuriyet tarihi kadar eski nihayetinde. “Yeni Osmanlıcılık” tartışmasının geçmişi ise, tam olarak bu adlandırmayla yapılmasını kastediyorum,  bildiğim kadarıyla seksenlerin başlarına değin gidiyor. 

Ancak bunu bir kenara koyalım; aktardığım pasajın Yeni Osmanlıcılık denilen “proje”nin esasını bütünüyle yansıttığı kanısındayım. Tek tek ifade edecek olursak, buradan şu sonuçları çıkartabiliriz:

Birincisi, bu esas olarak bir dış politika doktrini falan değil, Türkiye’nin “dönüşümü” ile ilgili bir projedir. Ya da daha geniş kapsamlı bir dönüşüm projesinin bir boyutudur da diyebiliriz. Önemli bir boyutu…

İkincisi, Yeni Osmanlıcılık projesinin fikri arka planında Türk milliyetçiliğinin geleneksel yayılmacı özlemlerinin ötesinde bir değerlendirme olduğu açıktır. Bu değerlendirme, Çalık’ın üstüne basa basa dile getirdiği, “büyümezsek küçülürüz” saptamasına dayanıyor. Burada dönemsel bir tahlil yapıldığının dikkatten kaçmaması gerekir. Bunu birazdan açmaya çalışacağım.

İlk ikisinin mantıksal devamı olan üçüncü sonuç, “büyüme” kavramı ile “değişim” kavramlarının bir bütün olarak kavranması; bunun önem taşıdığını düşünüyorum. 

Yaptığımız “Yeni Osmanlıcılık” tahlillerinde bu üç esası da saptadığımızı, Türk sağının bir kesiminin uzun süredir pişirdiği bu projenin artık gerçekleşmekte olduğunu doğru bir biçimde analiz ettiğimizi söylemeliyiz. Tabi projenin gerçekleşmesi, Çalık gibilerin atıf yaptığı sonuçların doğrulanması anlamına gelmiyor.

Kemal Okuyan: Sanıyorum, bu noktada Yeni Osmanlıcılıkla Türk milliyetçiliğinin geleneksel davranış kalıpları arasındaki bağı ve farkı açmamız gerekecek. Çünkü AKP bütün bunları yalnızca dinsellik üzerine kuramazdı, milliyetçilikle dinciliğin iç içe geçmişliğinden yararlanarak milliyetçi paradigmada da bir değişiklik yaratmadı mı?

Alper Birdal: Evvela, Yeni Osmanlıcılık adı verilen projenin Türk milliyetçiliğinin standart yayılmacı özlemlerinin ötesinde bir anlam ifade edebilmesi için bir “dönüşüm projesi”nin içerisinde gerçekleşmesi gerekiyordu. Burada dönüşümden kastedilen, 1923’te kurulan Cumhuriyetin tasfiyesi ve devletin çözülerek yeni bir rejimin inşasına zemin sağlanmasıydı. Bunu yapacak siyasi aktör milliyetçilikten daha fazla din ideolojisinden beslenebilirdi. Nedeni basit: Türk milliyetçiliği rejimin ve toplumun dönüştürülmesine izin vermeyecek ölçüde dar bir kapsama sahip. Din ideolojisi ise laiklikten tutun, toplumsal davranışların düzenlenmesine, alışkanlıklara, kültüre; kısacası toplumsal hayatın bütününe uzanan bir erime sahip. Dolayısıyla “değişim-büyüme” çiftinin ilk bacağı için İslam’a, dinselleşmeye ihtiyaç bulunuyor. Bu nedenle Yeni Osmanlıcılık bir dinselleştirme projesidir, daha doğrusu onun bir parçasıdır.

İkincisi projenin ima ettiği “büyüme” kavramıyla ilişkili… Çalık daha 1992 gibi bir tarihte şunu görüyor: Dünya ve içinde bulunduğumuz coğrafya, dinselleşmiş bir Türkiye’nin “büyüyebilmesine” olanak veren şartları içerisinde barındırıyor. Sosyalizmin olduğu bir dünyada bu şartlar yoktu, şimdi var; muhafazakarlar bunu oldukça erken bir tarihte gördüler, çünkü görmelerine olanak verecek bir teorik bakışa sahiplerdi. Bunu elbette bu bakışı üretenleri yüceltmek için söylemiyorum, sadece bir olgu olarak saptamak ihtiyacı duyuyorum. “Buna fikri olarak hazırlıklılardı” anlamında da alabiliriz… 

“Büyüme”nin olanaklı hale gelmesinden kasıt, dinselleşmiş bir Türkiye’nin kendine benzeyen yeni rejimlerin inşasına katılmasıdır kanımca. 

Ben burada iç içe geçmiş bir dinamiğe işaret edilmesi gerektiğini düşünüyorum: Bir, Türkiye’nin kendisi bir rejim değişikliği programının nesnesidir. İki, “yeni Türkiye” içinde bulunduğu coğrafyada benzer rejim değişimi süreçlerinin bir belirleyeni, öznelerinden bir tanesidir. Yani bu süreç, Türkiye’yi hem belirli anlamlarda nesneleştiren, bu açıdan göreli bağımsızlık ve egemenlik gibi düsturlardan kopartan, hem de Türkiye’ye bölgede bir rol veren, alan açan bir süreçtir. Her iki dinamik işlediği sürece muhafazakarların “büyüme” kavramının maksadı hasıl olmuş olur. Bu noktada nesneleşen Türkiye’nin bölgede daha fazla coğrafyayı kendine benzetme işlevine daha fazla sahip olabileceğini söyleyebiliriz. Tabi bu aynı zamanda Türkiye’nin sürekli olarak bir sırat köprüsünde bulunması anlamına geliyor. Muhafazakar “büyüme” vurgusunun daimi bir “küçülme” tehdidiyle birlikte var olabilmesinde ise şaşırtıcı bir yön olduğunu hiç düşünmüyorum.

Son bir husus ise şu: Yeni Osmanlıcılığın esas itibarıyla dinselleşme anlamına gelen “değişim” vurgusuyla, emperyalizmin şekillendirdiği bir nesne haline gelen Türkiye’nin yakın coğrafyada rejim kurucu bir işleve sahip olması anlamına gelen “büyüme” kavramlarının kitlelerin algısındaki karşılığı nedir diye sormak gerekiyor. Bence bu karşılığı, kaynağında dincileşmenin durduğu bir “büyüklük” psikolojisi olarak betimleyebiliriz. İşte “İsrail’e kafa tutan Türkiye”, “İran’la, Rusya’yla anlaşmalar yapan Türkiye”, ama bunlarla beraber NATO işgallerinin, yani “Batı ittifakı”nın parçası olan Türkiye… Bunlar arasında bizim gördüğümüz tutarsızlık, daha doğrusu bu çerçevenin barındırdığı ikiyüzlülüğün, toplum tarafından böyle algılanmadığını söyleyebiliriz kanımca. Yeni Osmanlıcılığın yaratmak istediği algı bence tam olarak, farklı güç kaynaklarından beslenen Türkiye’nin bölgesinde “büyük bir güç” haline gelmesidir. AKP’nin sürekli olarak propaganda ettiği çerçeve en azından bu… 

Aydemir Güler: Propaganda ediyor da… Bunun karşılığı var mı? Yeni Osmanlıcılık ne ölçüde bir bölge gerçekliği haline gelebilir? Biz bir yandan Yeni Osmanlıcılığı sınıf analizleriyle bilince çıkartmaya çalışıp, bütün bu hesapları bozmaya çalışırken, AKP’nin “meydan okuması”nın sınırlarını da göstererek, bu güç gösterisinin fiyakasını da bozmalıyız diye düşünüyorum.

Alper Birdal: Elbette… Söylemler aleminin ötesinde gerçek, maddi dünya var. İşte orada bu “büyüklük” vurgusunun sürekli bir sürtünmeye maruz kalması kaçınılmaz. Türkiye, evet, tam olarak eski dengelerin gerektirdiği gibi hareket etmiyor; zaten o dengeler artık yok. Ama Türkiye sık sık değişen bölgesel dengeler içerisinde kurucu, “denge yapıcı” bir faktör görünümü de vermiyor;  dengeler değiştikçe sağa sola yalpalayan bir görüntü veriyor. Bu durumun ya da bu sürtünme kuvvetinin diyelim, topluma pompalanan “büyüklük” duygusu ile bir çelişki içinde olduğunu söyleyebiliriz. Buna bir de aynı büyüklük duygusunun muhtaç olduğu “uyumlu vatandaş” ya da isterseniz tebaa yaratma gereksiniminin çarptığı duvarı ilave edebiliriz. Dolayısıyla Yeni Osmanlıcılığın önemli bir bacağı, yaratmak istediği “büyüklük” duygusu, sakattır kanımca…

Bölgedeki son gelişmelere gelirsek… İşaret etmeye çalıştığım her iki dinamik açısından da çok yol alındığı aşikar. Türkiye’nin “değişimi”, yani dinselleşerek emperyalizmin müdahalelerine daha açık bir duruma getirilmesi sürecinde çok yol alındı. Bölgenin “değişen Türkiye’nin büyümesine” olanak yaratacak dönüşümlerden geçmesi konusunda da bir hayli mesafe alındığını söyleyebiliriz. Ancak hem biraz önce bahsettiğim uluslararası alandaki sürtünmeler hem de Türkiye’nin nesneleşme sürecine karşı iç direncin tam olarak bastırılamaması AKP’nin ve sermaye egemenliğinin ayağına dolandı bu süreç boyunca. Son gelişmelerin bu açıdan AKP’yi önemli ölçüde rahatlattığını düşünüyorum. Bir süredir çarşafa dolanma emareleri yoğunlaşan Yeni Osmanlıcılık, emperyalizm Orta Doğu’da yeni dengelerin tesis edilmesi için bir zemin değişikliği operasyonuna girişince yeniden pekişti.

Neden böyle oldu? Basit bir nedenle… Bölgede işbirlikçi olsalar da otuz-kırk yıldır süren rejimler yıkılıyor. Bu kadar uzun süre yürürlükte olan her rejim kendine ait bir statüko alanı yaratır. Emperyalizmin, bu statükodan rahatsız olmaktan ziyade, onu yeterince işlevli bulmadığını söylemek mümkün. Somutlarsak, Mısır’da Mübarek rejimi İsrail için bir arka bahçe tesis ediyordu. Ama aynı Mübarek rejimi, Hamas’ın bir kukla Filistin devleti kurulması sürecine içerilmesini zorlaştıran faktörlerden biriydi. Mübarek’in ABD ve İsrail’in bir komplosu sonucunda koltuğundan olduğunu söylemeyiz kuşkusuz; ancak ABD’nin halk ayaklanmasının bu açıdan değerlendirilebileceğini gördüğünü de yadsıyamayız. Bir Müslüman Kardeşler-liberaller-subaylar ittifakıyla Mısır’da “uyumlu” bir İslamcı bir rejim kurulması, Filistin’de Amerikancı “çözüme” büyük bir ivme kazandırabilir. 

Dengelerle bu şekilde oynanmaya başlandığı anda, Orta Doğu’nun iç içe geçmiş dinamiklerinde kaymaların olması kaçınılmaz. En basitinden emperyalizmin Müslüman Kardeşlerle Mısır’da işi pişirmesi, Suriye’de frene basması olmaz. Dolayısıyla topyekun bir dengeden uzaklaşma ve yeni ve kuvvetle muhtemeldir ki “kararsız” bir dengeye ulaşma adımı atıldı.

Yeni Osmanlıcılığın bu çerçevede Batı basınının “model Türkiye” atıflarına konu olması, gerçek bir işleve sahip olmasından kaynaklanıyor. Ben ulusalcı çevrelerin Türkiye’nin bölgedeki rejim inşası süreçlerinde sadece üçüncü sınıf bir aktör olduğu tarzındaki değerlendirmelerini bütünüyle yanlış buluyorum. Birkaç nedenle… Birincisi, bu itirazın “başka ülkelerde rejim inşa edebilen Türkiye bölgedeki etkinliğini artırır” varsayımını benimsediği açık. Bir defa bu varsayım benimsenirse mücadelenin kaybedileceği kesin. Çünkü buradan emperyalizme hizmet çıkar, emperyalizme kendini beğendirme arayışları çıkar. İşte “yeni CHP’nin” yapmaya çalıştığı gibi… İkincisi, bu itiraz doğru değil. AKP Türkiye’si bölgede rejim yapıcılardan biri haline gelmiştir. Bu konuda tek başına olmaması hiçbir şey değiştirmez; zaten tek başına olmak gibi bir derdi de yok. Elbette yeni rejimlerin inşasına katılırken ABD’yle, NATO’yla vs işbirliği yapıyorlar. Zaten rejim yapıcı olmak demek, bu işbirliği sürecinde daha vazgeçilmez olmak anlamına geliyor AKP için. “Neden vazgeçilmez olsun” diye sorulabilir.  Emperyalizm Türkiye’nin dönüşüm sürecini, AKP’yi boşuna desteklemedi de ondan. Şimdi Yeni Osmanlı, örneğin Müslüman Kardeşlerle, Hamas’la Vaşington arasında mekik dokuyor. Abdullah Gül’ün diplomatik muhatabı bile yokken Mısır’a gitmesi, Suriye’deki kargaşa devam ederken MİT Müsteşarı’nın Şam’da olması gibi örnekleri başka neye yoracağız? Gerçek bir işleve sahipler ve bizim bu işlevi reddetmemiz gerekiyor. Çünkü bu işlev Türkiye’nin gericileşmesi, kişiliksizleşmesi, toplumsal dokunun hepten tahrip edilmesiyle sürdürülebilir.

Son olarak bu süreçte dış politika alanının AKP için sürtünmesiz alana dönüşüp dönüşmeyeceği üzerine birkaç vurgu daha yapmak isterim. Uluslararası politikada, hele de Orta Doğu gibi bir coğrafyada “sürtünmesiz alan” diye bir şeyin olmayacağı kesin, bunu geçebiliriz. Nerede sürtünmeler artar; bu soruya yanıt arayabiliriz. Kanımca bunun kadar önemli ve bağlantılı bir saptama şu: Bir vade sorunu söz konusu… Kısa dönemde, örneğin 12 Haziran seçimleri ve sonrasında atılacak “yeni anayasa” adımı gibi konularda AKP rahatladı. Buna inanıyorum. Ama orta-uzun vadede ne olur, burası çok belirsiz. Örneğin bölgede Şii-Sunni dengesini değiştirmeye yönelik adımlar hızlanmışken İran’la ilgili yeni bir hamle yapılmayacağını düşünmek abesle iştigal olur. Bu adımı nereden atacaklar, örneğin Lübnan’dan mı, yoksa “rejim muhalifleri” üzerinden mi ya da Afganistan’dan mı? Bunların yanıtını bilmiyorum. Ama kesin olan, İran’a yönelik büyük bir hamlenin geleceği ve bu çapta bir hamlenin Türkiye’yle ilgili boyutlarının kesinlikle az olmayacağı… Bunların AKP iktidarına nasıl etkileri olur şimdiden kestirmek kolay değil. Ama sürtünmenin büyüğü henüz gelmedi; bunu söyleyebiliriz sanıyorum.

Özgür Şen: AKP emperyalizmle islamcı hareketlerin uzlaşmaya çalıştığı bu modele bugün yön ve akıl vermeye çalışıyor. Türkiye’nin iktidar partisinin bu konumu 1923 Türkiye Cumhuriyeti’nin bitmiş olduğunun açık ispatıdır.

Yeni bir cumhuriyet var artık. Bu yeni cumhuriyetin muktedirleri, eski cumhuriyetin yönetenlerine hiç benzemiyor. Bir kuruluş dönemi yaşıyoruz. Her kuruluş dönemi bir arayışa denk düşer; AKP bugün emperyalizmle kendisi ve bütün islamcı hareketlerin arasındaki uzlaşma zeminini ararken aslında yeni bir cumhuriyet kuruyor.

AKP, emperyalizme yeni oluşan modelde akıl vermeye çalışıyor, yalnızca kendisine dikte edileni, kendisi için tasarlananı uygulamıyor, onun bir adım ötesine geçerek, emperyalizme alan açıyor, ona yol gösteriyor.

Üstelik bunu yaparken her geçen gün olgunlaştıklarını görüyor ve endişe duyuyorum.

Olgunluğun farkında olanlar yalnızca bizler değiliz. Emperyalizm kendi evladının olgunlaşmasından, ona bu derece yardımcı olmasından son derece mutludur zaten; ama Türkiye burjuvazisinin AKP’den hâlâ bu derece heyecan duymasının nedeni de budur.

AKP yalnızca kendine alan açmıyor ve kesinlikle yalnız hareket etmiyor. Türkiye sermayesiyle AKP’nin dış politikası arasındaki uyum gerçekten dikkat çekici. AKP’nin bölgesel iddia sergilediği hemen her başlıkta, Türkiye sermayesinin de bir payı oluyor; ya yeni yatırımlarla bölgeye giriliyor ya da o bölgede yatırımlar çoktan yapılmış oluyor. Bizim bu başlığı daha ayrıntılı bir şekilde incelememiz, bu adımları yakından takip etmemiz gerekiyor. Bu sol için bir ödevdir. Uluslararası sermayeyle bu çerçevede girilen ilişkilerin de üzerine gitmemiz gerekir.

Olgunlaşma meselesinde üzerinde durmamız gereken konu şu artık: AKP dış politikada olgunlaştıkça daha ciddiye alınması gereken bir özne haline geliyor. Bugüne kadar AKP’yi önemsemedik diye söylemiyorum bunu.

Ancak AKP, bu başlıkta eski AKP değil. Biz de aynen devam edemeyiz.

Hamas Siyasi Büro üyesinin Türkiye ziyaretini hatırlayan vardır mutlaka. AKP’nin o gün her şeyi nasıl eline yüzüne bulaştırdığını görmüştük. AKP işte o günlerden, bugün Davos şovunu yapabilen, Orta Doğu ve Arap coğrafyasındaki tüm gelişmeleri iç siyasete doğru tahvil edebilen bir noktaya geldi.

AKP’nin iç siyasette de rahat hareket ediyor olmasının gerisinde bu nedenlerin olmadığını kim söyleyebilir?

Ayağını dışarıda sağlam basan bir iktidar partisi, emperyalizmle ilişkilerde neredeyse bir altın çağ olarak adlandırılabilecek bir dönem geçiren bir parti, içeride de rakiplerine karşı güçlü bir konum sergileyebiliyor.

Ancak tüm bunlara bakarak AKP’nin yeni modelin ideal partisi olduğunu söylemek mümkün mü?

Bu soruyu “hayır” diye yanıtlamak durumundayız.

AKP’nin tüm bölge için bir ideal parti olduğunu söylemek gerçekten büyük bir iddiadır ve yanlıştır. Öncelikle bunu söylemek için modelin ne olduğunu tam olarak görmüş olmamız gerekir. Daha önce de tartıştığımız gibi henüz bunu göremiyoruz.

İkincisi, model dört başı mamur bir şekilde ortaya çıkmasa dahi, modelin bugünden gördüğümüz muhtemel açmazların hiçbirisi için AKP kesin olarak çözüm değildir.

AKP’yi emperyalizm ve sermayedarlar için değerli kılan, emperyalizmin yeni dönem arayışıyla AKP’nin temel ruhunun çakışmasıdır. AKP bu arayışın içine doğmuş, etkili siyaset anlayışı ve örgütsel yapısıyla, bu arayışta bölgede lider bir rol üstlenebilmiş, dolayısıyla emperyalizmin islamcı hareketlerle uzlaşma arayışında önemli bir aktör haline gelmiştir.

Ama bu çakışmanın ve yeni modele içsel haline gelmenin her zaman bir bedeli vardır.

Bahsettiğimiz gerilimler ya da bugünden öngöremediğimiz başka gerilimlerden ötürü bu model çuvalladığında hiç şüphesiz AKP de çuvallayacaktır. Doğrudur, AKP basit bir takipçi ya da emperyalizmin tasarladığı bir özne olmanın ötesine geçmiştir, ama açıkça kaderini de bu modele bağlamıştır. Modelin bittiği yerde AKP de bitecektir.

Türkiye’deki siyasal mücadele düşünüldüğünde, AKP’ye karşı mücadele ile emperyalizme karşı mücadele artık ayrılmaz bir şekilde iç içe kurgulanmalıdır.

Seçim sonrası Türkiye için bu önemli bir ipucudur.

Kemal Okuyan: Aslında Mısır’da, henüz Mübarek’in devrilmesinden birkaç gün sonra, uluslararası alanda Yeni Osmanlı’nın yükselişi değerlendirmeleri duyulmaya başlandı. Hatta çok ilginç, geçenlerde görüştüğüm bir İngiliz komünisti, İngiltere’de yaşayan Müslüman Kardeşler yöneticilerinin “Yeni Osmanlı” kavramına pozitif anlamlar yükleyerek Mısır’ın yeni yönünü tarif ettiklerini, buna çok şaşırdığını, çünkü bu kavramı bizden ilk 2009 kongremizde duyduğunda “abartılı” bulduğunu, ama şimdi taşları yerli yerine oturttuğunu söyledi.

Kimse ilgilenmiyor ama Kuzey Afrika’nın devrilen iki lideri, Mübarek ve Bin Ali’nin diktatör, zorba ve Amerikancı olmalarının yanı sıra iki ortak özellikleri daha var. İkisi de öyle ya da böyle “laik” damgası yemiş kişiler ve bizim AKP iktidarı ile araları hiç iyi değil. Kestirmeden söyleyeceğim: Emperyalistler, AKP’ye yatırım yapıp ona belli bölgesel roller biçtiyse, Mübarek de, Bin Ali de bu rollere uyum sağlamadıkları oranda gideceklerdi. ABD’den gelen “ılımlı İslam’la barışma, onu kabullenme” açıklamaları da, çok şey açıklıyor. Belki bu “ılımlı İslam” kavramı üzerinde durmak gerekiyor tam da bu noktada.

Özgür Şen:  “Ilımlı İslam” ne demek bilen var mı? Siyaseten bunun pek bir anlamı yok gibi. Elbette, belirgin bir yönelişi veya modeli anlatmak için sözcüklere başvuracağız, ancak bu “ılımlı” sözcüğü bana bir zamanların “aşırı” sözcüğünü anlatıyor. Şu günlerde pek revaçta değil, ancak herkes iyi hatırlayacaktır, komünistlere ve devrimcilere karşı yürütülen ideolojik saldırının bir parçası da “aşırı” adlandırmasıydı. Artık ne demekse, biz “aşırı” solcuyduk, sosyal demokratlar da “normal” solcu. Bu adlandırmadan ne murat edildiği açıktı. Aşırı sıfatıyla insanlarla solun arasına bir mesafe koyulmaya çalışılıyordu. Bir siyasi hareket olarak komünizm “aşırı”, “kabul edilemez” bir akımdı.

Ben bugün “ılımlı” sözcüğünün, o günlerdeki “aşırı” sözcüğüne benzer bir işlev üstlendiğini görüyorum; ama bu defa hedef tam tersi, o gün “aşırı” “kabul edilemez”i çağrıştırıyordu, bugün “ılımlı” “kabul edilebilir”i… 

“Ilımlı İslam” modeli kabul edilebilir, hoş görülebilir bir İslam devleti modelini çağrıştırıyor. Bu nedenle bu kullanımdan uzak durmamız gerektiğini düşünüyorum.

Mısır’da geliştirilmeye çalışılan modele “ılımlı” diyeceksek, İran’a mı, yoksa Suudi Arabistan’a mı radikal diyeceğiz? Bunu yapmayalım.

Ancak şunu da hiçbir durumda gözden kaçırmayalım; Mısır’da denenen model Orta Doğu için yenidir ve bu nedenle önemlidir.

Modelin yeni olması yalnızca mezhepsel farklılıklarla ya da bu farklılıkların  İslam’ın devlet işleyişi içindeki yerine yansımasıyla açıklanamaz. Orta Doğu’daki islamcı hareketler bir süredir değişiyor ve farklılaşıyor. Üstelik bu farklılaşma yalnızca Sünni örgütlere özgü de değil.

Sıklıkla kurulan emperyalizm yanlısı ve Batıyla daha barışık Sünni örgütler ve emperyalizm karşıtı ve Batı düşmanı radikal Şii örgütler denkleminin doğruluğuna dair ciddi şüphelerim var. Böylesi genel bir denklem kurulamaz.

Bu model Sünni mezhebini temel aldığı ya da devlet işleyişinde İslam’ın farklı bir yorumun esas aldığı, birtakım yenilikler getirdiği için yeni değil.

Emperyalizm ve islamcı hareketler karşılıklı olarak ilişki için yeni bir zemin arıyorlar. Yeni olan bu… Modelin de en belirleyici tarafı arayışın “karşılıklı” olması.

Aydemir Güler: Büyük Orta Doğu Projesi’nin yerini başka bir projenin aldığını en azından bu projenin anlamının tamamen değiştiğini söylemiş oluyoruz aslında.

Özgür Şen: Evet! Emperyalizm İslam dünyasında işlerin eskisi gibi gitmeyeceğine kesin olarak kanaat getirdi. “Büyük Orta Doğu Projesi” kim ne derse desin, İslam’ı yeniden şekillendirme amacını barındırsa da, İslam karşıtı bir projeydi. Ne kadar hayata geçtiği, emperyalizmin bu projede ne kadar başarılı olduğu tartışılabilir, ama İslam karşıtlığının Orta Doğu’da sürdürülemez olduğu anlaşıldı.

Bu, bir süredir, islamcı hareketler için de yeni bir dönemin başlangıcına işaret ediyor. Emperyalizmin İslam karşıtı bir projeyle hareket ettiği bir coğrafyada emperyalizm karşıtı mücadelenin bayraktarlığını, güç dengesi de izin verirse, islamcı hareketler yapar. Biz sol olarak ister kabul edelim ister etmeyelim, bu bir veridir. Burada kritik nokta güç dengesidir.

Gelişim çok kabaca şöyledir; solun güçlü olduğu, sosyalist bloğun uluslararası dengelerde belirleyici olduğu bir tarihsel konjonktürde emperyalizm islamcıları sola karşı kullanmış, islamcı hareketlerin yayılması ve güçlenmesi için her şeyi yapmıştır. Bu dönemde islamcılar için de Batı güvenilir bir müttefiktir.

İkinci dönem, sosyalizmin çözülüşüyle başlar. Büyük belirsizliğin yavaş yavaş ortadan kalkmasıyla, hem emperyalizm hem de islamcılar solun boşalttığı alana hücum ederler, bu koşullarda ittifakın sürmesi mümkün değildir. Üstelik her iki tarafta da gerici ideolojik karakter köklere dönüşü kolaylaştırır. Şeytani Batı, müslüman barbarlarla karşı karşıyadır artık. Her iki taraf da bu söylemi ideolojik konsolidasyon ve siyasi manevralar için kullanacaktır. Bu dönemin zirvesi hiç şüphesiz 11 Eylül sonrası yaşanan süreçtir.

Bugün yaşadıklarımız ise 11 Eylül döneminin sonuna geldiğimizi gösteriyor. Emperyalizm islamcılarla yeniden barışmaya çalışıyor. İslamcıların büyük gövdesinin de buna dünden razı olduğunu biliyoruz.

Ancak eski ittifakı anlamlı ve işler kılan çok önemli bir nokta vardı: Hem emperyalizm hem de islamcı hareketler Orta Doğu’da sola karşı mücadele ediyorlardı.

Bugün böyle bir ortak düşmanları yok. Sol, Orta Doğu genelinde ne yazık ki, siyasal bir veri oluşturacak kadar güçlü değil. Dünya dengeleri de tersini söylemiyor.

Orta Doğu’nun eskimiş, köhnemiş ve sürdürülemez hale gelen düzenleri ve o düzenin temsilcisi olan diktatörler veya saltanat temsilcileri de böylesi bir ittifakı sürdürmek için yeterli enerjiyi sağlamaktan uzak görünüyor.

Gerilim nerede sorusunun yanıtını işte tam burada aramak lazım… Bu yeni modelin daha baştan böyle bir sorunu var. Tamam, emperyalizm islamcılarla barışmak, islamcılar emperyalizmle uzlaşmak istiyor. Ancak kurmaya yeltenecekleri Orta Doğu’nun temel ideolojik motifi ne olacak? Ya da bu modelin siyasi açılımları nereye kadar uzanacak?

Bu soruları yanıtlamak çok kolay değil. Beyaz Saray’ın kadrolu akademisyenleri ve maaşlarını emperyalizmden alan Avrupalı entelektüeller şimdi hararetle bunları tartışıyorlar. Tartışadursunlar, biz biraz daha ilerleyelim. Onlar için birkaç soru daha ortaya atalım.

Orta Doğu’da bugün hiçbir model, şu iki meseleye yanıt bulmadan ilerleyemez. Bir, Filistin sorunu ne olacak? İki, İran dünya sistemine entegre edilebilecek mi?

Orta Doğu’da halen devam eden onlarca meseleyi önemsizleştirme amacında değilim; Suriye’nin başlı başına bir problem olduğunun farkındayım.  Irak’ta suların kolayca durulmayacağını, Körfez krallıklarındaki düzenin böyle gitmeyeceğini, Libya, Mısır ve Tunus’ta yıllarca sürecek problemli bir geçiş yaşanacağını görebiliyorum. Ancak diğer taraftan, emperyalizmle islamcı hareketlerin bu ülkelerdeki kendi problemlerinin çözümüne, Filistin ve İran’dan daha yakın olduğu kanaatindeyim.

Ama bugün kimsenin gücü Orta Doğu’nun problem merkezini Kudüs-Tahran ekseninden, Kahire – Bağdat eksenine çekmeye yetmez.

Bu problemlerin hepsi birbiriyle bağlantılıdır; zaten üzerinde tartıştığımız model de, bu problemlerin birbirleriyle bağlantılı olduğu gerçeğinden hareket ediyor ve İslamcı hareketlerle emperyalizmi farklı bir zeminde uzlaştırmayı deniyor.

Bu zeminde yeni bir Filistin’e yer var mı?

Orta Doğu’da bugünkü haliyle Filistin problemini, İsrail’in kurulması yarattı. Ancak bu cümlenin bir devamı var: Bugünkü İsrail’i biçimlendiren de Filistin problemi oldu. Bugünkü İsrail’in yapısı her şeyiyle ama her şeyiyle Filistin probleminin ürünüdür; devlet işleyişinden siyasal alana, ideolojik örgütlenmeden, askeri ve ekonomik süreçlere kadar İsrail, Filistin problemine göre yapılanmıştır.

Bu nedenle Filistin problemini çözmek demek, İsrail’i yeniden yapılandırmak demektir.

Orta Doğu’da son gelişmelere bakarak ortaya çıkarılmaya çalışıldığına tanıklık ettiğimiz yeni model bu nedenle İsrail ve Filistin için de yeni bir yapı öngörmek zorundadır.

Bu modelin boyu İsrail’i yeniden yapılandırmaya yeter mi, yanıt bulunması gereken soru budur. Bu soru vesilesiyle, ikinci gerilim yüzeyinin ismini de koymuş oluyoruz. İlk gerilim yüzeyini modelin genel ideolojik ve siyasi yaklaşımında tespit etmiştik. İkincisini ise daha somut bir başlıkta Filistin-İsrail ekseninde görüyoruz.

Bir bağlantı yok mu? Hiç şüphesiz ki var. Hem de oldukça köklü ve belirleyici bir bağlantı…

Filistin – İsrail gerilimini çözemeyecek bir emperyalizm-islamcı hareketler ittifakı Orta Doğu’yu kapsayacak bir model geliştiremiyor. Aynı şekilde, Orta Doğu ve Arap dünyasının tamamını kapsayabilecek genişlikte bir ideolojik ve siyasi zemin oluşturamayan bir modelle İsrail-Filistin gerilimini çözmek mümkün olmuyor.

Ancak tam bu noktada iki hususun altını çizmemiz lazım. Orta Doğu’da emperyalizm İsrail’i Arap dünyasıyla uyumlu şekilde yeniden yapılandıracak bir dinamizme henüz sahip olmayabilir, ancak İsrail’den de yükselen sesler, İsrail’in yapısının da değişebileceğini gösteriyor. İsrail’de böylesi bir değişime direnecek muhafazakar kesimler olduğu gibi bu değişime hevesli yenilikçi görünen, ama emperyalizmin ve genel olarak sistemin bölgedeki çıkarlarını daha iyi kavrayacak güç odakları da mevcut. Bu odakların gücünü artırması, burada üzerinde konuştuğumuz modelin şansının artması anlamına gelir.

İkincisi ise Filistin solunun daha da geriletilmesi ve Hamas’ın bu zeminde güçlenmesi ihtimalidir. Filistin solu hâlâ önemli bir direniş odağıdır. Ancak El Fetih’te uzun zaman önce başlayan çözülme devrimci hareketleri de kötü etkiliyor ve devrimcilere güç kaybettiriyor. Filistin soluna dönük baskılar gelecek dönemde daha da artacak, bizim bu konuda da dikkatli olmamız lazım.

Yeni model tartışmasında, İran’la bağlantıyı tam burada kurabiliriz.

İran’ı sisteme entegre etmenin güçlüklerini hepimiz biliyoruz. Ancak molla rejiminin de sisteme entegre olmak için bir yol aradığı aşikar. Ahmedinejad’ın her fırsatta İsrail’i hedef alması da bir rastlantı değil.

Bu büyük uzlaşma projesinin son ayağını işte bu çerçevede İran oluşturuyor. İran’ın sisteme entegre olması için de İsrail’in değişmesi ve yeniden yapılandırılması gerekiyor. Çok boyutlu, her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğu, karmaşık bir denklem var karşımızda ve bu bağlantıların her birine birer gerilim yüzeyi olarak bakmak hiç yanlış değil.

Mısır, Tunus, Libya ve diğer ülkelerdeki gelişmelerin girdiği rota, emperyalizmin bir süredir oluşturmaya gayret ettiği yeni bir model için artık somut olarak harekete geçtiğini gösteriyor. Ortada bir büyük uzlaşma projesi var. İslamcı hareketler de, emperyalizm de karşılıklı olarak bu uzlaşmanın gerçekleşeceği zemini arıyorlar.

Bu zeminin dört başı mamur bir şekilde oluşturulmadığı, zaten bunun bu aşamada imkansız olduğu görülüyor. Temel gerilim noktaları da bu nedenle açığa çıkıyor.

Ancak çok dikkatli olmamız gereken bir döneme giriyoruz. Orta Doğu’da emperyalizmle islamcı gericiliğin uzlaşması, başta Türkiye ve bölge halkları olmak üzere tüm dünya halkları için daha gerici bir dönem anlamına geliyor. Bu oyunu soldan başka kimse bozamaz.

Bizim burada gerilimleri konuşmamızın nedeni de aslında bu zaten. Solun hareket alanını tespit etmeye çalışıyoruz. Yoksa emperyalizmin kurmaya çalıştığı bu modelin başarısız olması başka ne manaya gelebilir ki?  Muhtemel zayıflıkları, gerilim noktalarını bilelim ki, sol olarak hareket planımızı ona göre belirleyelim; siyasi ve ideolojik olarak nerelere yoğunlaşacağımızı bilelim.

Son olarak, bizler daha karanlık bir dönem tespiti yaparken, bu dönemi anlamaya gayret ederken, emperyalizmin tüm bölgeyi yeniden yapılandırabilecek bir arayışına dikkat çekerken, Mısır veya Tunus’taki hareketleri yalnızca birer halk hareketi olarak görmek konusundaki isteği hakikaten şaşırtıcı buluyorum.

Sonu gelmez bir karamsarlık elbette solun işi değil, ancak sol, sokakta kimi görse heyecanlanan bir anlayışa sahip olacak kadar da zavallı ve güçsüz değil. Kendisi dışında her şeyi ciddiye alanların artık biraz da kendilerini ciddiye almaları lazım…

Kemal Okuyan: Sanıyorum sıra bütün bu gelişmelerin dünya solu, somut olarak da komünist harekette ne tür sonuçlar yaratacağına ilişkin öngörülerle tamamlanmasına geldi.  Mısır’daki olaylar sırasında çok hızlı bir biçimde olayları sınıfsal bir bakış açısıyla analiz eden partiler olduğu kadar, belki onlardan fazla tuhaf, Marksizmle bağı ciddi ölçüde zayıflamış değerlendirmeler yapanlara da tanık olduk. Ben kişisel olarak beklediğimden de kötü açıklamalar okudum. Zaten bir kanaat şekillendi,  buna göre gelişmeler solu çok hazırlıksız yakaladı ve zaten zayıflayan dünya solu gerçek bir krize girecek. Bu kanaatin geçerli olduğunu varsayarsak, o zaman bu krizden sağlıklı bir şey çıkıp çıkmayacağını sorgulamamız gerek. 

Alper Birdal: Ben bunun uluslararası komünist hareketin süregiden krizinin üzerine binen, onu derinleştiren bir ek dalga olarak tanımlanabileceğini düşünüyorum. Dolayısıyla öncelikle “süregiden kriz”in ne olduğunu tarif etmek gerekiyor.

Çok uzatmamak adına, bazı hususlara değinip geçeyim. Uluslararası komünist hareket içerisinde genel olarak iki kanat varlığını sürdürüyor. Bir tanesi merkezinde Avrupa Sol Partisi’nin durduğu, “yeni sol” kökenden gelen, Sovyetler Birliği’nin çözülüşüne hayırhah bakan partiler topluluğu. Avrupa Sol Partisi bunun merkezinde duruyor derken, onunla sınırlı bir kanattan söz etmiyorum. Buraya Latin Amerika’dan ve başka coğrafyalardan bazı partileri de eklemek mümkün… Kuşkusuz başka coğrafyalardaki partiler farklı nesnelliklerle karşı karşıya oldukları için her açıdan Batı solu çizgisiyle örtüşmüyorlar, ama genel bir doğrultu ortaklığından söz edilebilir. Bizim de içerisinde yer aldığımız diğer kanat ise sosyalist devrime ve reel sosyalizm deneyimlerine bağlı, işçi sınıfının tarihsel rolüne, Marksizm-Leninizme inanan partilerden oluşuyor. 

Sovyetler Birliği’nin çözülüşüyle birlikte bizim kanadın ağır bir darbe aldığı ortada. Krizin kaynağında da bu yatıyor. Sosyal demokrasiyle işbirliği içinde bulunan, Avrupa Birliği gibi emperyalist örgütlenmelerle uyumlu “komünist partiler” geçtiğimiz yirmi yılda uluslararası hareketin güçlü tarafı olarak belirdiler. Elbette bu durum sosyalist ideolojinin zayıflaması, komünist hareketin kitlesel desteğinin aşınmasını beraberinde getirdi. Doksanların sonlarından itibarense devrimci komünist hareket tekrar toparlanmaya, güç biriktirmeye başladı. Karşı devrimden sonra pek çok Doğu Avrupa ülkesinde reel sosyalizm deneyimlerine sahip çıkan, sosyalist devrim diyen yeni komünist partiler kuruldu. Yunanistan’da Synaspismos oportünizmiyle sarsılan Yunanistan Komünist Partisi, tekrar komünist hareketin ana gücü olmayı ve kitleselliğini geliştirmeyi başardı. Türkiye’de ise biz komünist hareketin bu topraklarda etkisizleştirilemeyeceğini kanıtladık. Bunlarla kriz aşılmış, bu kanatlı yapı ortadan kalkmış olmadı. Ancak krizin aşılması doğrultusunda bir ivme yakalandığı söylenebilir. Karşı devrimci dalganın sol üzerinde yarattığı tahribat durdurulabildi; en azından bunu söyleyebiliriz.

Ancak tahribatın ciddi boyutlarda olduğunu saptamak durumundayız. İdeoloji alanında doksanların krizi, Özgür’ün anlattığı gibi, özellikle “özgürlük” kavramının liberal bir içerikle doldurulmasına ve sosyalizmin elinden alınmasına sahne oldu. Emperyalist işgallere ve sınırların emperyalizmin çıkarlarına göre yeniden çizilmesine “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” üzerinden meşruluk kazandırmaya çalışan bir sol türedi. Avrupa Birliği gibi emperyalist bloklaşmalara onay veren, bir açıdan yirminci yüzyılın başındaki II. Enternasyonal’in durumunu mumla aratan bir soldan bahsediyoruz.  Bunların hepsini Türkiye’de de yaşadık elbette.

Bu dalgayı göğüslemeyi henüz başaramamışken, son gelişmelerle birlikte emperyalizmin ve ona payandalık edenlerin yeni bir “sol” tasarlamak konusunda çok kapsamlı bir adım attığına tanık oluyoruz. Bu defa sistematik bir biçimde “devrim” kavramının içini boşaltıyor, rejim değişikliklerinin devrim olarak görülmesini salık veriyorlar. Obama’nın, Clinton’un, Erdoğan’ın ağzıyla konuşuyorlar bir başka ifadeyle…

Bir de unutmadan ekleyeyim, yeni bir sol tasarlama süreci sadece kavramlar dünyasında gerçekleşmiyor. Bu süreçte, likide olmuş komünist partilerden Troçkist gelenekten gelen aydınlara, gazetecilere kadar Batı solunun çeşitli uzuvları sistematik bir çalışma yürütüyor ve bu “akıllı tasarımı” yaratmak için çaba harcıyorlar. Bloklaşmalar yaratıyor, bir takım coğrafyalarda bu çizgiye uygun “sol” hareketlerin türemesini sağlıyor, hatta finanse ediyorlar. Örneğin Afrika’da her gün yeni bir partinin kurulduğu haberi geliyor. 

Venezuela’da, hatta Küba’da bu kesimlerin temsilcileri danışmanlık yapıyor, örneğin Chavez’in dizinin dibinden ayrılmıyorlar. “21. yüzyılın sosyalizmi” diye yüz yıllık teraneleri yumurtluyor, “yeni bir Enternasyonal kuralım” tartışmasında en fazla bu kitlesiz grupçuklar varlık gösteriyorlar mesela. 

Kemal Okuyan: Bunlar bayağı misyoner gibi çalışıyorlar, nereye giderseniz orada karşılaşıyorsunuz. Üstelik ABD ve İngiltere’deki ana akım basın kuruluşlarıyla, tekelci basınla ciddi bağları var. Yani Radikal’in bizde yaptığı “yeni” bir şey değil!

Alper Birdal: Şimdi de “Arap dünyasında devrim” söyleminin yaratılmasında da aynı çabaların etkin olduğunu görüyoruz. Bu tavrın somut olarak emperyalist operasyona karşı tepkileri yumuşatan, sulandıran bir işlevi var. Arap solunun, üstelik tarihinde emperyalist işgallere karşı silahlı mücadele geleneği olan hareketlerin bile, Tunus ve Mısır olaylarına bu pencereden bakmaya meylettiğini gördük. İş burada kalırsa, derinleşen krizden olumlu bir sonuç çıkmayacağı, dünya komünist hareketinin emekçi sınıflardan daha fazla uzaklaşmasına ve emperyalist operasyonların bir aparatına dönüşmesine doğru gideceği kesin. Evet, “emperyalizmin bir aparatı” diyebilecek kadar keskin ifade ediyorum, çünkü son olaylarda bunun örneğini de gördük. Avrupa Parlamentosu’nda Lothar Bisky ve benzerleri Libya hava sahasının uçuşa kapatılması kararına olumlu oy verdiler zira…

Bu krizden sağlıklı bir sonuç çıkması bize, içinde bulunduğumuz kanadın, yani komünist odağın faaliyetlerine bakıyor. Çok boyutlu bir mücadele vermek zorundayız. Bunun önemli bir boyutu ideolojik mücadele. “Devrim” kavramının teslim alınmasına asla müsaade etmemek zorundayız. “Devrim”i teslim etmeyecek, “özgürlüğü”, emperyalist işgallere karşı duruşu da arındıracağız. Bunun ideolojik mücadeleyle, teorik alanda mücadeleyle gerçekleşeceği açık.

Ama bu yetmez… Dolayısıyla bu liberal öbeklerin yaratmaya çalıştığı bloklaşmalara karşı siyasi mücadeleyi yükseltmek zorundayız. Teşhir etmekten bahsetmiyorum yalnızca. Komünist odağın uluslararası komünist hareket içerisindeki iki kanat arasında salınan partileri taraflaşamaya zorlaması gerekiyor. Bunun yanı sıra son süreçte yalpalayan partilerle temas yüzeyimizi genişletmemiz gerekiyor. Örneğin Arap solunu ve Latin Amerika solunu Avrupa Sol Partisi’nin, bir takım Batı entelektüellerinin yönlendirmelerinden uzaklaştırmak zorundayız. Mesela onlara Türkiye’yi, AKP’yi anlatmak, dostlarımızı uyarmak ve ortak bir tavır almaya davet etmek gibi bir sorumluluğumuz var.  Bu coğrafyalardaki devrimcilerle, komünist hareketlerle siyasi aklımızı ortaklaştırma, görüşlerimizi en açık ve dürüst biçimde paylaşma pratiğimizi geliştirmeye mecburuz. Dahası yaşanan olayların niteliği konusunda komünist odağın yaklaşımını bütün netliğiyle ortaya koyması, tavır alması, bu tavrı emekçi yığınlara mal etmesi önem taşıyor. Bunun için ortak girişimlerimizi yoğunlaştırmaya, yeni olanaklar yaratmaya gayret ediyoruz. Son olarak Batı solunun etki alanı içerisinde bulunan, ama “bu kadarı da olmaz” tepkisi verebilen kesimlerle irtibatımızı geliştirmemiz gerekiyor. 

Bunları yapabildiğimiz ölçüde krizden sağlıklı bir çıkış yolu bulunabilir.

Özgür Şen: İşin aslı, o kadar büyük bir fiyasko söz konusu ki, yapılan değerlendirmelerde, nasıl toparlayacaklarını merak ediyor insan. Suskunlukla kurtulabileceklerini sanıyorlar. Dünyada da böyle, bizdekiler açısından da… 

Aydemir Güler: Arıza geçici olmadığı için, bütün bu olup bitenlerden sağlıklı sonuçlar çıkarabileceklerini düşünmüyorum. Solda duran bir gazetede, bir köşe yazarı "Libya'daki ayaklanmanın silahlı boyutu"na işaret ederek, bunun Mısır ve Tunus'ta olmamasını önemsiyor, ama buradan yanlış sonuçlar çıkarıyordu. Yazı tam anlamıyla ibretlikti. Bu kadar trajikomik bir hatadan sonra nasıl ders çıkaracaklar?

Alper Birdal: Evet, bahsettiğin yazıyı ben de okudum. Yaşanan gelişmeleri “devrim” olarak görünce, üstüne genel olarak bölge tarihi ve dinamikleri konusunda bilgisiz de olunca böyle vahim hatalar yapılması normal karşılanmalı. Ama bence şaşırtıcı olan şu: En genel anlamda Marksizm-Leninizmin ilkeleri, metodolojisi ile olaylara bakıldığında bile bunun bir devrim olmadığını, emperyalizmin siyasi öznesi olmayan halk ayaklanmalarını manipüle etmek hususunda tarihsel bir birikime sahip olduğunu görerek yaşananlara bir ihtiyatla yaklaşmak gerekirdi. Bu düzeyde bir ihtiyatsızlığın kaynağı nedir diye düşünüyor ve yanıt bulmakta zorlanıyorum doğrusu.

Hepsini geçtim, karşı tarafın ne yaptığına, ne söylediğine de mi bakılmaz? Erdoğan’ın, Davutoğlu’nun “devrim, değişim” diye ter ter tepindiği bir süreçte Libya’da kralcı grupları kimin silahlandırdığının merak edilecek bir tarafı var mı? 

Buradan bir ders çıkarabileceklerini sanmıyorum. Çünkü ders çıkarabilmelerinin yolu “yanlış değerlendirmişiz” dedikten sonra bütün bir süreci yeniden düşünmelerini gerektiriyor. Sadece son olaylarla ilgili olarak da değil, örneğin Kosova konusunda, örneğin Kuzey Irak konusunda da benzer bir geriye dönük düşünmeye ihtiyaçları var. Bu ise topyekun bugün Türkiye’nin siyasi tablosunu nasıl algıladıklarını sorgulamalarını gerekli kılar. Ne yazık ki ne bahsettiğin köşe yazarının ne de bağlı olduğu siyasi hareketin böyle bir olgunluğa ve akla sahip olduğunu gösteren bir işaret yok. Bunu yapmaya kalkamazlar, kalksalar da ellerine yüzlerine bulaştırırlar.

Özgür Şen: Emperyalizmin islamcı hareketle uzlaşma arayışı, yeni bir model, AKP’nin bu modelle uyumu ve hatta bu modelin aktif öznelerinden birisi olması değerlendirmesi içerisinde solun nerede durduğuna ilişkin söylenebilecek birkaç şey daha var.

Bunu söyleyince ilk tepkiyi tahmin edebiliyorum; solun nerede duracağı açık değil mi diye hemen cevap verenler olacaktır. Zaten model üzerine tartışırken solun, emperyalizmle islamcıların kurduğu eski ittifakın kuruluşunda durduğu noktaya da değinmiştik.

Ancak ideolojiler dünyasında hiçbir şey bu kadar sade ve basit olmuyor. Sol, bu modelde ne yazık ki çok önemli bir yerde duruyor; baştan beri söylediğimiz gibi, bu model dolayımlı olarak kendi solunu yaratmaya çalışıyor. 

Aslında bunun çok yeni bir girişim olduğunu söylemek yanlış olur. Daha önceden denenmediğini herhalde kimse söyleyemez. Bizim her defasında buna karşı durduğumuzu da mutlaka eklemeliyiz.

Ama her denemenin bize yüklediği maliyet ağır oldu.

Bugünden görünen şu ki savunmada kalırsak, sadece kendimizi korumaya odaklanırsak, bu dönemi de hasarsız atlatamayacağız

Bu model kendi soluna ihtiyaç duyuyor. Emperyalizmle islamcıların büyük uzlaşma projesi, yaratılacak bir solun projeye destek vermediği koşullarda zorluklar yaşayacaktır.

Sola dönük buna benzer her türlü girişim, ideolojik bir müdahaleyi zorunlu olarak barındırır. Şimdi ideolojik mücadele yeniden şiddetleniyor.

İdeolojik mücadele, yalnızca kavramlar etrafında bir muharebeye indirgenemese de, kavramlar hakkında verilen kavga olmaksızın da ideolojik mücadele olmaz.

Marksist devrim kuramının bugünkü öneminin kaynağında bu ideolojik mücadele var.

Aydemir Güler: İşin gerçeği, Orta Doğu'nun devrimci hareketleri ve aydınları mevcut kitle hareketinin içinden kimi katkılar çıkartabilirler mi, bu mümkün mü? Ben çok iyimser değilim. Kaldı ki, zaman geçti ve süreç genel olarak devrim mi değil mi tartışmasının ağır bastığı evreyi geride bırakarak, karşı devrimci bir karakter kazanmaya başladı. 

Bana kalırsa Kuzey Afrikalı, Arap ve müslüman toplumların “bile” altüst oluşlar yaşayabileceğinin kanıtlanması yeterince önemli bir ders değildir. Marksistler olarak, dünyamızın herhangi bir köşesinin durağanlığa hapsolduğunu ne zaman kabul ettik? Bu kabul, olsa olsa emperyalist ideolojiye esir düşen bir kitle psikolojisine atfedilebilir. Bu psikolojinin sarsıldığı doğrudur. Ama buradan hareketle bölgenin devrimci pratiğe ve teoriye büyük katkılar yapmak üzere olduğunu iddia etmeye başlamak temelsizdir.

Sarsıntıya hazırlıksız yakalanmak bir başka zaaf aslında… Kapitalizm tarihinin üçüncü dev krizini yaşayacak ve bu toplumların dokularını duman etmeyecek! Bütün sol, ilgili ülkelerin sollarından başlayarak ve Avrupa'nın gözlemci soluna uzanarak bütün sol, sarsıntının gelişini hissedememiştir. Bu aptalca bir duyarsızlık değildir. Bu durum solun toplumsal mücadelelerin marjına itelenmiş olmasından kaynaklanmıştır. Böyle bir zaaf ise buldumcuk olarak telafi edilemez.

Solun erken “uyanması” gereken sorun başka yerdeydi. 

Bir: Geniş tanımıyla Orta Doğu, ABD emperyalizminin Soğuk Savaş sonrası yeniden yapılandırma programının öncelikli alanıdır. Bu alanda emperyalizmin elinde Afganistan ve Irak vardır esas olarak. Kitle hareketlerine sahne olan, Atlantik'ten Basra Körfezi’ne uzanan ve Afrika içlerine sarkan coğrafyadan vazgeçilmiş değildi. Yalnızca bunlara sıra gelmiyordu. Çünkü ABD işgal yıpranmasına uğramıştı, direnişler işin sanıldığından zor olduğunu kanıtlamıştı, emperyalist cephedeki tekleşme, karşıt tarafı bastırmaya yetmemiş, Rusya'dan Çin'e, İran'dan Latin Amerika'ya uzanan bir coğrafya tam olarak kontrol altına alınamamıştı; kriz kontrolsüz patlamalarla yormuş, bu arada gelişmiş kapitalist toplumlar önce savaş karşıtı, sonra krizin faturasına karşı mücadelelerle dinamikleşmişlerdi. Ama Büyük Orta Doğu öylece duruyordu. Bu bölge eninde sonunda karışmak zorundaydı.

İki: Bu bölge iç ve dış dinamikleri itibariyle konsolide değilse, krizin çözücü etkisini mutlaka hissedecekti. Batı Avrupa'nın gelişmiş kapitalist ülkeleri soğuk soğuk ter döktükten sonra, sistemin yumuşak karnı sayabileceğimiz yerlerin karışmaması şaşırtıcı olurdu.

Üç: Burada hazırlıklı olan emperyalizmdir. Birkaç haftalık belirsizlik, hatta kaotik tablodan sonra özellikle ABD'nin süreci yönlendirme yeteneği kazandığını ve bunu kanıtladığını söylemek durumundayız.

Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×