Beton Blok Çatlarken: AKP Döneminde İnşaata Dayalı Birikim Rejimi

AKP döneminde ülke ekonomisinin kilit önemdeki özelliklerinden birinin “inşaat patlaması” olduğunu söylemek mümkündür. Son on yılda ve daha belirgin şekilde son on yılın ikinci yarısında inşaat ve emlak sektörleri ekonomi için hiç olmadıkları kadar hayati hale gelmişlerdir. Bu makale, sözkonusu inşaat patlamasının Türkiye’de sermaye birikim sürecinin tali ya da arızi bir veçhesi olmaktan ziyade, AKP iktidarının stratejik bir tercihi olduğu ve birikim sürecinin tanımlayıcı öğesi olduğunu iddia edecektir. Başka bir deyişle, AKP’li yıllarda Türkiye’deki serrmaye birikim rejiminin “inşaata dayalı birikim rejimi” olduğu tezi öne sürülecektir. Bu çerçevede, öncelikle inşaat ve emlak sektörlerinin ülke ekonomisindeki önemi tartışılacak ve AKP iktidarının bu alandaki bir dizi stratejik hamlesi irdelenecektir. Bunu,  AKP’nin sözkonusu stratejik tercihinin ardında yatan motivasyonlara dair bir analiz izleyecektir. Ardından, inşaata dayalı birikim rejiminin sonuçları, kriz dinamikleri ile güncel durumu üzerine odaklanılacak ve son olarak bu tablonun siyasi çıktıları tartışılacaktır.

Türkiye’deki inşaat patlaması gözle görülür boyutlara ulaşmıştır. Orta ve üstü büyüklükteki herhangi bir şehrin ufuk çizgisinde görülebilecek olan vinç sayısı ve gözlemlenebilecek olan “sürekli şantiye” hali, sözkonusu olguyu açıkça ortaya sermektedir. Yine de, meselenin boyutlarını anlamak için bazı verileri ortaya koymak yararlı olabilir. Öncelikle bakılması gereken yer sektörün büyüme hızıdır. Son on yılda inşaat sektörü kriz yılları olan 2008-2009 hariç tutulduğunda yüzde 11 oranında büyümüştür. Bu aynı süre zarfında GSMH’nın büyüme oranının yaklaşık iki katıdır. Öte yandan, kriz yıllarında inşaat sektörü yüzde 16 civarında bir küçülme sergilemiştir ve bu GSMH’deki küçülmenin yaklaşık üç katıdır. 1 Dolayısıyla, inşaat sektörünün hem büyüme ivmesi hem de ekonomik şoklara hassasiyeti oldukça yüksek olmuştur.  Sektördeki hareketliliği ölçmenin bir diğer yolu da imar izinleridir. 2002 öncesi on yılda, yıllık ortalama 75 milyon metrekare imar izni verilmişken, 2002 sonrası 10 yılda bu oran yaklaşık yüzde 60’lık bir artış göstererek 112 milyon metrekareye yükselmiştir. 2 Bu noktada daha belirgin bir eğilimi konut satış istatistiklerinde gözlemlemek mümkündür. TUİK’in 2008 yılından başlayan verisine göre, yıllık konut satış miktarı 2008’den 427 binken, sürekli artarak 2012’de 700 binin üzerine çıkmıştır. 3 Bu dört yılda, yüzde 60’lık bir büyüme anlamına gelmektedir.

İnşaat sektöründeki bu ivme AKP iktidarı süresince gerçekleşitirilen bir dizi stratejik hamle sayesinde sağlanabilmiştir. Bu stratejinin merkezinde şüphesiz TOKİ bulunmaktadır. 1984 yılında küçük ölçekli müteahhitlere ve ev sahibi olmak isteyen vatandaşlara kredi sağlama amacıyla kurulan TOKİ, 2002-2008 döneminde mevzuatında yapılan 14 ayrı yasal değişiklikle, imar izni verme, devlet arazisini özelleştirme, belirli bölgeleri kentsel dönüşüm sahası ilan etme ve dönüşüm projelerini yürütme gibi olağanüstü yetkilerle donatılmış  devasa bütçeli bir devlet aygıtı haline getirilmiştir. 4 AKP döneminde hız verilen duble yol vb. altyapı çalışmaları ile, üçüncü köprü, üçüncü havalimanı ve çılgın proje nam “kanalistanbul” gibi büyük ölçekli projeler, inşaata dayalı birikim modelinde kamu harcamalarının ve kamu inisiyatifinin büyük payı olduğunu göstermektedir. Benzer şekilde 2007 yılında geçen ve bankalara uzun dönemli düşük faizli konut kredisi verme hakkı tanıyan mortgage yasası da inşaat sektörünü ihya etmeye yönelik bir tasarruf olarak nitelendirilebilir. Bu meseyle ilgili en çarpıcı veri ise şudur: 2013 yılında alınan tüm kabine kararlarının yüzde 60’ı imar izinleriyle ilgilidir! 5 Özetle, son on yıldaki inşaat patlamasının AKP döneminin stratejik bir tercihi sonucu gerçekleştiğini söylemek mümkündür.

 

İnşaat tercihinin ardındaki  motivasyonlar

Bu noktada şöyle bir soru gündeme gelmektedir. AKP hükümetlerinin inşaata dayalı birikim modelini stratejik bir yönelim olarak seçmesinin ardındaki motivasyonlar neler olabilir? Bu sorunun birkaç cevabı olduğunu söylemek mümkündür. İlk olarak, inşaat sektörünün ekonomideki “lokomotif ” rolünden söz etmek gerekmektedir. İnşaat sektörünün birçok farklı sektör ve altsektörde üretimi ve tüketimi tetikleyerek büyüme sağladığı kabul edilmektedir. Bunun nedeni sektörün hem başka sektörlerdeki ürün ve hizmetleri (demir, beton, mimarlık ) girdi olarak kullanması hem de sektörün çıktısı olan konutların başka sektörler için (mobilya, beyaz eşya, otomobil) canlandırıcı etkide bulunmasıdır. İnşaat sektörü, teknik tabirle, başka sektörlerle kurduğu bu ” geri ve ileri bağlantılar” sayesinde bir büyüme motoru işlevi kazanabilmektedir. Bunu yanı sıra, inşaat sektörünün iktisatçıların “zenginlik etkisi” olarak adlandırdığı mekanizma sayesinde büyümeye ve tüketime dolaylı bir etkisi olduğundan söz etmek mümkündür. Buna göre, konut fiyatlarının artma eğiliminde olduğu durumlarda, sektörün çıktısı olan konut sahipliği hanehalklarına eskisinden daha zengin oldukları hissiyatı vererek daha fazla tüketimi teşvik etmektedir. Son bir etken olarak, emek-yoğun bir sektör olan inşaat sektörünün yüksek istihdam sağlama kapasitesinden söz edilebilir. 6 

Sektörde taşeronlaşmanın neredeyse kural olması, işçilerin iş güvencesi ve sendikal haklardan mahrum olması, inşaatın işsizlik soğurma açısından işlevsel bir nitelik kazanmasına yol açmaktadır. Dolayısıyla, hem hızlı bir ekonomik büyüme ivmesi hem de kolay istihdam sağlaması açısından inşaat ideal bir sektördür. Ekonominin hızlı bir şekilde toparlanma ihtiyacı duyduğu 2001 krizi sonrasında iktidara gelen AKP’nin inşaat tercihinin ardındaki en önemli etken budur. Öte yandan, inşaata dayalı bir büyüme bir dizi handikapı da beraberinde getirmektedir. Bunlar yazının ilerleyen bölümlerinde tartışılacaktır.

İnşaat tercihinde sözkonusu genel makroekonomik etkenlerin dışında Türkiye kapitalizminin gelişkinlik düzeyiyle ilgili bir takım spesifik etkenlerden de söz etmek mümkündür. Hatırlanabileceği gibi, AKP iktidarının ilk yıllarındaki ekonomik büyümenin arkasında “Anadolu Kaplanları” adı verilen sermaye grupları olduğu var sayılıyordu. Bu anlatıya göre, Türkiye’nin ekonomik “şahlanışının” faili geleneksel İstanbul sermayesi değil, mütevazi imkanlara yola çıkan ancak geriden gelmenin, küçük olmanın ve düşük ücretlerin avantajlarını iyi kullanarak kısa sürede dünya pazarına açılan KOBi düzeyinde örgütlenmiş Anadolu sermayesiydi. 2000’li yıllarda Türkiye’nin hem net ihracatının hem de ihracat sepetinde katma değeri yüksek ürünlerin oranının giderek artması ve bu artışta KOBİ’lerin kaydadeğer bir rol oynaması sözkonusu tabloyu doğrular nitelikteydi. Ne var ki, tekonolojik gelişkinlik ve üretkenlik konusunda rakiplerinden bir hayli geride bulunan ve elindeki en önemli kozu düşük işçi maliyetleri ve coğrafi konum olan Türkiye’nin ihracat atağı kısa sürede doğal sınırlarına ulaştı. Dünya piyasalarını şiddetli bir biçimde sarsan 2008 kriziyle, Türkiye’nin ihracat rejiminin gözle görülür bir tıkanmaya girdiği de tescillenmiş oldu. 7 Kriz sonrasında geliştirilen ekonomi politikaları, dış piyasalardaki küçülmeyle birlikte rekabet şartları zorlaşan ve pazar imkanları daralan ihracat modeli yerine , “iç talep odaklı büyüme” modelini işaret ediyordu. Yukarıda tartışılan nitelikleri nedeniyle de iç talebi teşvik etmenin en kestirme yolu inşaat sektörüne yatırım yapmaktı. 8 2008 krizinden sonra kentsel dönüşüm projelerine hız verilmesi ve devasa bütçeli kamu yatırımlarına girişilmesinin arkasında bu etkenin bulunduğunu söylemek mümkündür. Dolayısıyla, AKP iktidarı başından beri inşaata özel bir önem atfetmiş ve inşaat odaklı bir birikim rejiminin hukuki ve ekonomik altyapısını oluşturmak üzere düzenlemelere gitmişse de, sektörün ülke ekonomisinin merkezine yerleşmesinde 2008 krizinin bir dönüm noktası olarak görülmelidir.

Yukarıda tartışılan ekonomik etkenlerin yanısıra,  AKP’nin inşaat tercihinde doğrudan politik ve ideolojik etkenlerin rolünü de vurgulamak gerekmektedir. Politik etken, AKP’nin arkasına yaslanabileceği bir sermaye fraksiyonu 9 oluşturma aranışlarıyla ilgilidir. Hatırlanabileceği gibi, AKP 2002 yılında iktidara geldiğinde geleneksel büyük burjuvazi tarafından belirli bir şüpheyle karşılanmıştı. Hiçbir zaman büyük burjuvazinin “has evladı” olamayacağının farkında olan AKP iktidarı ilk dönemde bu meseleyle ilgili olarak üçlü bir strateji izledi. Bir yandan, Derviş döneminde başlatılan ve büyük sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda şekillenen ekonomik reform paketini büyük bir sadakatle uyguladı, bir yandan büyük burjuvazinin hassas olduğu “laiklik” temalı gündemlerde düşük profil sergileyerek zaman kazandı, öte yandan gücünü konsolide etmek için kendisine organik olarak bağlı bir sermaye fraksiyonu oluşturma amacıyla sistematik bir faaliyet yürütmeye başladı. İnşaat ve medya sektörlerinin bu faaliyetin kilit sektörleri olduğu söylenebilir. Özellikle bugünün medyası ve AKP ilişkisi düşünüldüğünde, medyanın neden kilit sektörlerden biri olduğu son derece açıktır. Öte yandan, inşaat sektörünün sermaye oluşum süreci açısından  önemi tartışılmaya muhtaçtır. Bu nokta açısından sektördeki ihale ve iş yapma pratiklerinin diğer sektörlerden farklılaşmasının kritik olduğu söylenebilir. İnşaat sektöründe palazlanmanın yolu, büyük oranda arazi tahsisi ve ihale alma aşamalarında edinilen ayrıcalıklı pozisyonlardan geçmektedir. Her iki aşamanın da yasal boşluklarla malul olması ve şeffaflıktan uzak bir yapı sergilemesi sektörü klientelist ilişkilenme biçimleri için bulunmaz bir alan haline getirmektedir. Basit bir deyişle, sektörde büyük ölçekli işler yapabilmenin ön koşulu ilgili firmanın hükümetle arasının iyi olmasıdır. Hükümetle özel bir yakınlığı bulunmayan firmalara hem arazi tahsisi konusunda hem de ihale şartnameleri konusunda zorluk çıkarılmaktadır. Bu durum bir süre sonra, hükümete yakın olmayan firmaların bir tür doğal seçilim mekanizmasıyla yarış dışı kalmaları ve inşaat sermayesinin hükümete yakın gruplarda temerküz etmesini beraberinde getirmiştir. Özetle, inşaat sektörü “yandaş sermaye” oluşumu açısından kritik önemi haizdir. Son on yılda inşaat sektöründeki ayrıcalıklı pozsiyonları sayesinde müthiş bir büyüme ivmesi yakalayan Ağaoğlu, Demirören, Çalık gibi sermaye gruplarının istisnasız hükümetle sıkı fıkı ilişkiler içerisinde olması bunun  açık bir kanıtıdır. Bu noktada altı çizilmesi gereken bir husus, sözkonusu klientelist ilişkilerde Başbakan Erdoğan’ın oynadığı kişisel roldür. Bir geç kapitalistleşme örneği olarak Türkiye’nin iktisadi tarihinde klientelizm vakay-ı adiyeden sayılabilir. Neredeyse her dönemde, devletle iyi ilişkiler geliştirmenin büyük ölçekli sermaye birikiminin önkoşulu olduğu söylenebilir. AKP hükümetinde niteliksel olarak farklı olan ise, bu tür klientelist ilişkiler bütününün bizzat Erdoğan’ın şahsında toplanmasıdır. 17 ortalıkta açığa çıkan ve bir bölümü Şehircilik ve Çevre Bakanlığı ile TOKİ’yi de kapsayan yolsuzluk skandalları ile saçılan tapeler inşaat rantının dağıtımında Erdoğan’ın bilfiil inisiyatif aldığını açıkça ortaya sermektedir. Sözkonusu klientelist ilişkiler sayesinde, Erdoğan bir yandan ailesini ve çevresini ihya etmiş bir yandan da iş yapma olanakları ve akıbeti kendisinin iki dudağı arasında olan, dolayısıyla her ne pahasına olursa olsun kendi safında yer almak zorunda olan bir yandaş sermaye fraksiyonu yaratmıştır. Haziran Kalkışması ve 17 Aralık operasyonu sonrasında, geleneksel İstanbul sermayesi ve ihracat sektörlerinde etkin Cemaat sermayesi Erdoğan’a mesafesini açıkça dile getirirken, 10 medya ve inşaat sektörlerinde göreli olarak Erdoğan desteğinin sürmesi, sözkonusu kader birliğinin bir göstergesi olarak okunabilir.

Son olarak, inşaat seçiminin ardındaki ideolojik etkiden söz etmek gerekmektedir. Bu etken, Türkiye’deki muhafazakar/sağ geleneğin ve onun özgün bir temsilcisi olarak AKP’nin kültürel dünyasında inşaat faaliyetinin kapladığı özel önemle ilgilidir. Tanıl Bora’nın ifadesiyle AKP’nin “inşaat şehveti” kökünü Menderes, Demirel, Özal çizgisinden alan bir siyasal/kültürel biçimin ifadesidir. Buna göre, “muasır medeniyetler” seviyesine ulaşmanın ve tescil etmenin en önemli ve “görünür” yollarından biri bayındırlık faaliyetleridir. Bir başka deyişle, “inşaat şehveti” Türkiye sağının genetiğine işlemiş bir ideolojik motiftir. 11 AKP döneminde gösterişli törenlerle açılan ve bıkkınlık verecek düzeyde reklamı yapılan duble yollar, üst geçitler, devasa (ve çılgın) projeler sağ/muhafazakar geleneğin “hizmet aşkını” ve iş bitiriciliğini tescillemekte, bir yandan da AKP seçmeninin partisinin icraatleriyle övünmesi ve onunla özdeşleşmesinin aracı olarak işlev görmektedir. Asgari ücretle geçinip Çamlıca’ya yapılacak dev camii’den heyecan gibi duymak türü tuhaflıklar bu ideolojik motifin bir sonucu olarak görülebilir.

 

İnşaata dayalı birikimin zayıf noktaları

Yazının bu bölümüne kadar, AKP’nin stratejik bir seçim olarak geliştirdiği “inşaata dayalı birikim” rejiminin arkasındaki ekonomik, politik ve ideolojik etkenleri tartışıldı. Bundan sonraki bölümde ise sözkonusu birikim rejiminin olumsuz sonuçlarına ve kriz dinamiklerine dair bir tartışma yürütülecek. İnşaata dayalı birikimin çevresel maliyetleri ve kentsel eşitsizlikleri arttırıcı etkisi gibi olumsuz veçheleri aşikar olduğu ve çokça tartışıldığı için, sonuçlara dair tartışma ekonomik düzlemle sınırlandırılacak.

Yukarıdaki bölümde, inşaat sektörünün, diğer sektörlerle bağlantıları sayesinde, bir ekonomik büyüme dalgasını tetikleme kapasitesinden söz edildi. Nevarki, sektörün bir dizi yapısal zayıflık, handikap ve risk taşıdığını da belirtmek gerekir. 2008 yılında Lehman Brothers adlı finans devinin çökmesiyle başlayan ve boyutları ve etkisi itibariyle kapitalizmin Büyük Buhran’dan sonraki en büyük krizi olarak nitelendirilen ve hala devam etmekte olan ekonomik krizin ABD’deki emlak piyasalarından ve bu piyasalarda oluşan konut balonu tarafından tetiklenmiş olması, inşaat ve emlak odaklı bir birikim rejiminin taşıdığı riskleri ve kriz dinamiklerini çarpıcı bir şekilde gözler önüne sermiştir. 12 Benzer şekilde 1990’larda patlak veren ve bölgeyi uzun süreli bir ekonomik durgunluğa iten Asya Finansal Krizi’nde de emlak piyasalarının önemli bir rolü olduğu bilinmektedir.

ABD’deki inşaat sektörü, emlak piyasaları ve onuna bağlantılı finansal mimari doğal olarak Türkiye’den oldukça farklıdır. 13 Buna karşın, Türkiye benzeri gelişmekte olan ülkeleri baz alarak, inşaat ve emlak sektörünün kriz dinamiklerine dair teorik bir modelden söz etmek mümkündür.

Bu modeli tartışmaya geçmeden önce, bir parantez açıp günümüz kapitalizminin kentleşme dinamikleri ile ilişkisine dair bir not düşmekte fayda var. Her ne kadar kentleşme ve yapılı çevre üretimi kapitalist büyüme çevrimlerinin olmazsa olmaz bir bileşeni olsa da günümüzde söz konusu ilişkinin farklı boyutlar kazandığını söylemek mümkündür. Dünya kapitalizminin 1970’li yıllarda girdiği krize verilen neoliberal cevabın bir veçhesi olan sermayenin önündeki ulusal bariyerlerin kaldırılması ve finansallaşma spekülatif sermaye hareketlerinin şiddetlenmesine ve boyutlarının genişlenmesine neden oldu. Sonuç olarak, finansal sektörün dünya piyasalarındaki etkisi genişlerken, gücü katlanarak arttı. 14 Bu koşullar altında, kentsel yapılı çevre yatırımları daha önceki boyutlarından niteliksel olarak farklı bir şekilde, muazzam bir artık sermaye soğurma aracı olarak işlev görmeye başladı. Sermaye hareketlerinin serbestleşmesinin ve finansallaşmanın katalizörlüğünde gelişen bu dinamik, dünya çapında bir dizi büyük kenti finansal ve ticari sermayenin ciddi miktarlarda yoğunlaştığı ve bu yoğunlaşmanın sonucu olarak kentsel yapılı çevreye yatırımı olağanüstü derecede karlı hale getiren bir “yaratıcı yıkım” sürecini tetikledi. Bir başka deyişle, günümüzde kentleşme süreçleri kapitalizmin aşırı birikim sorununa mekansal bir çözüm olarak işlev görmeye başladı. 15

Modele dönmek gerekirse, ilk bakışta, inşaat ve emlak sektörleri kent ölçeğinde büyüyen bir reel ekonominin ihtiyaçlarına karşılık veriyor gibi görünür. Büyüme gerçekleştikçe, sermaye çekimi artar, yeni yatırımlar planlanır, istihdam sağlanır ve bunun sonucunda sözkonusu kentte konut ve konut dışı (ticari, endüstriyel) emlak ile altyapı eksikliği hasıl olur. Eksiklik emlak fiyatlarında hızlı bir artışa neden olur ve bu artış inşaat sektörü üreticilerine yeni yapılardan yüksel kar edilebileceği sinyalini gönderir. Yüksek kar beklentisi, finansal grupların da bu tür projelere borç verme eğilimlerini yükseltir. Kaydadeğer bir kentsel planlamanın olmadığı Türkiye gibi örneklerde, birçok yatırımcı aynı anda farklı yapılı çevre projelerine başlarlar. Sözkonusu projeler, günümüz İstanbul’unda gördüğümüz gibi lüks konut siteleri, AVM’ler ve gökdelenler gibi büyük çaplı yatırımlar olduğunda, planlama ve proje bitimi arasında uzunca bir süre geçer (En az 2-3 yıl). Arzın talebi hemen karşılayamaması fiyatları doğal olarak daha da yükseltir. Yüksek büyüme oranları devam ettikçe, makroekonomik indikatörlerde bir bozulma olmadıkça ve küresel finansal iklim olumlu olmaya devam ettikçe, fiyatların sürekli olarak yükseldiği bir piyasa oluşur. Bu durumda emlak piyasası, doğrudan kullanım ihtiyacını karşılamanın ötesine geçerek hem hanehalkları hem de sermaye grupları için çok karlı bir yatırım aracına dönüşür. Emlak piyasasının bu tür spekülatif hamlelerin aracı olması, fiyatların daha da artmasına neden olur. Özellikle emlak piyasasının olgunlaşmadığı  (yıllık olarak emlak stoğuna eklenen miktarın toplam stok miktara oranının yüksek olduğu) Türkiye gibi ülkelerde fiyat artışları muazzam düzeyde gerçekleşir. Örnek vermek gerekirse, 2009 yılından bu yana Türkiye’de konut fiyatları yüzde 53 oranında artmıştır. 16

Büyüme devam ettiği ve fiyatlar arttığı sürece, inşaat istihdam yaratır, ekonomiyi canlandırır ve tüketimi stimüle eder. Finansal ve ticari merkezlerde yükselen gökdelenler kenti bir “küresel şehir” haline getirir. Nevarki, fiyatlar sonsuza kadar artmaya devam edemez. Bir noktada, satılmayan emlak stoğunun yükselmeye başladığı bir sınıra ulaşılır. Bu durum, karlılığı azaltır, emlak fiyatlarını düşürür ve yatırımları durdurur. Emlak ve finans piyasalarının iyi denetlenmediği durumlarda inşaat firmaları zarar edebilir ya da batabilir ve arkalarından kendilerine borç sağlayan finansal firmaları da iflasa sürükleyebilirler. Bir başka senaryo da, karakteristik olarak uzun dönemli borçlanma gerektiren emlak satışlarının, hanehalklarının bir bölümünün borcunu ödeyememesi durumunda finansal firmaları zora sokması ihtimalidir. Bu durum, topyekün bir ekonomik krize yol açabilir.

Bu noktada cevaplanması gereken şudur: Emlak piyasaları kendi iç dinamikleri nedeniyle çökerek bir ekonomik krize mi yol açarlar yoksa makroekonomik indikatörlerde bir bozulma mı emlak piyasalarının çökmesine neden olur? Bu soruya kesin ve teorik bir yanıt vermek mümkün olmamakla beraber, tarihsel deneyimlerden bir takım genellemelere gidilebilir. Finansal kriz ve emlak piyasalarının rolü konusu en çok Asya krizi bağlamında tartışılmıştır. Bu konuyla ilgilenen iktisatçıların vardıkları sonuç şu şekilde özetlenebilir. Emlak piyasalarının kendiliğinden çökerek bir ekonomiyi krize sürüklemeleri pek muhtemel olmasa da, emlak piyasalarında aşırı birikim olması durumunda, bu gelişebilecek krizin boyutunu ve kapsamını dramatik bir şekilde arttırır. 17 Dolayısıyla, inşaat ve emlak piyasalarının merkezi konumda olduğu bir ekonomi daha derin krizler yaşama eğilimindedir.

 

Emlak piyasalarında güncel durum

Bu tartışmadan sonra, Türkiye’de inşaat sektörünün ve emlak piyasalarının güncel risk durumuna dair değerlendirmelere geçebiliriz. Bu konuda ilk olarak söylenmesi gereken şudur: Son bir yılda, inşaat odaklı birikim rejiminin doğal sınırlarına yaklaştığına ve bir emlak balonunun olasılık dahilinde olduğuna dair bir dizi veri birikmiştir. Sözgelimi, TUİK’in konut satışlarıyla ilgili yayınladığı son raporda 2014 Şubat ayında konut satışları bir yıl öncesine oranla yüzde 7 oranında düşmüştür. 18 Bir aylık veriden hareketle emlak piyasasının akibetine dair tahminlerde bulunmanın yanlış olacağı düşünülebilir. Dolayısıyla başka bazı göstergeleri de dikkate almakta fayda vardır. Daha önce değinildiği gibi, inşaat odaklı birikim büyük oranda finansal piyasalara bağımlıdır. Bu hem hanehalklarının konut satın alabilmeleri ancak düşük faizli mortgage kredileriyle mümkün olmasından, hem açılacak yeni AVM’lerin krediyle finanse edilebilen bir yüksek tüketim sayesinde karlılıklarını garanti altına alabilmelerinden , hem de büyük ölçekli inşaat firmalarının, projelerinin finansmanında küresel piyasalardaki likiditeye bağımlı olmalarından kaynaklanmaktadır. Geçtiğimiz aylarda yaşaşan TL’nin dolar karşısında önlenemez bir şekilde değer kaybetmesi ve Merkez Bankası’nın faiz oranlarını yükseltmek zorunda kalması, hem dolar bazında borçlanan büyük inşaat gruplarını zora sokmuş, hem de mortgage faizlerini yükselterek konut piyasasını olumsuz etkilemiştir. Kaldı ki, emlak piyasalarında son aylardaki çalkantıların öncesinde de bir tıkanıklığını olduğunu ve bu tıkanıklığın zorlama ve palyatif çözümlerle aşılmaya çalışıldığına dair bir dizi gösterge bulmak mümkündür. Sözgelimi, emlak şirketleri, uzunca bir süredir mortgage faizlerini yüksek bulan tüketiciyi çekmek için bitmemiş konut satma ve mortgage sistemini baypas ederek senetle konut satma türü yöntemler uygulamaktadır.

2013’ün Ekim ayında, yani kur krizinin epey öncesinde dahi, toplam konut satışlarının yüzde 50’den fazlası üreticilerin sağladığı senetler yoluya gerçekleşmiştir. 19

AKP İktidarının bu alandaki bir dizi doğrudan hamlesi de emlak piyasalarındaki sözkonusu tıkanıklığa zorlama çözümler bulma aranışının kanıtı olarak görülebilir. 2008’den sonra kentsel dönüşüm projelerinin hız kazanması, hükümetin ardı ardına dev  bütçeli altyapı projelerini gündeme getirmesi, İstanbul’ın kuzeye doğru genişlemesini sağlama ve inanılmaz büyüklükte bir kentsel  rant yaratma amaçlı üçüncü köprü ve üçüncü havalimanı yatırımları, Erdoğan’ın TL’deki dramatik değer kaybına rağmen aklı başında kimsenin ciddiye almadığı “faiz lobisi” argümanlarıyla faiz oranlarının yükseltilmesine karşı duruşu, inşaata dayalı birikim rejiminin kırılganlığını ve ancak iktidarın “ittirmesiyle” ayakta durabildiğinin göstergeleri olarak değerlendirilebilir.

 

Siyasi çıktılar

Buraya kadar, AKP dönemindeki birikim rejiminin neden inşaata dayalı birikim olarak nitelendirilebileceğini, bu stratejik seçimin ardındaki saikleri, sözkonusu birikim rejiminin barındırdığı riskleri ve sektörün güncel durumunu tartıştık. Peki tüm bunlar, sosyalizm mücadelesi için ne anlama geliyor? Bu soruya önce teorik düzlemde bir cevap vermeye çalışacağım. Ardından da, güncel durumun analizinden yola çıkarak bir dizi siyasi/stratejik tez öne süreceğim.

Öncelikle belirtilmesi gereken şey, birikim rejimine dair tartışmanın sosyalist strateji tartışmasına içkin olduğudur. Zira, verili bir kapitalist ülkedeki birikim rejiminin özgüllükleri, o ülkenin dünya kapitalist sistemi içindeki pozisyonunu,ülkedeki sermaye oluşum sürecini, burada türeyen düzen siyaseti saflaşmalarını, egemen sınıfın siyasi ve ideolojik hegemonya kapasitesini, konjonktürel ve orta vadeli ekonomik kriz dinamiklerini ve dolayısıyla sosyalizm mücadelesinin stratejik güzergahını şekillendirir. İnşaat odaklı birikim modelini bir ara başlangıç noktası olarak alan böyle bir perspektiften bakıldığında, günümüz Türkiyesi için özelden genele doğru açılan aşağıdaki tezler öne sürülebilir.

İnşaat işçileri, Türkiye işçi sınıfının sendikalaşma ve örgütlenme düzeyinin en düşük, taşeronlaşma oranının en yüksek kesimlerinden birini oluşturmaktadır. Zorluk derecesi ne olursa olsun, sosyalist hareket, düzen için hayati önem taşıyan ve aktif işgücünün yaklaşık yüzde 7’ini oluşturan inşaat işçilerini örgütleme konusunda özel bir çaba sarfetmelidir.

17 Aralık operasyonunda ortaya çıkanların da gösterdiği gibi hükümetin yolsukluklarının merkezinde inşaat sektörü durmaktadır. Sektörün yolsuzluk ve rüşvet için biçilmiş kaftan durumundaki arazi tahsisi, imar izni ve ihale süreçlerinin yarattığı imkanları sonuna kadar sömüren AKP kadrolarının bu yolla kendilerini ve çevrelerini ihya ettikleri net bir şekilde ortaya çıkmıştır. Sosyalist hareket, inşaat odaklı birikim rejiminin yarattığı ya da katkıda bulunduğu emlak balonu, cari açık, dış borç, sürdürülemezlik, çevresel felaket gibi problemlerin yanı sıra yolsuzluk, rüşvet ve rantın bu birikim modeline içkin olduğunu vurgulayan bir teşhir çalışmasına girişmelidir. Böyle bir teşhir, AKP karşıtlığının birleştirici gücünden taviz vermeden, yolsuzluk karşıtı tepkiyi genel bir kapitalizm karşıtlığına tercüme konusunda işlevsel bir araç olarak kullanılabilir.

Haziran direnişinin Erdoğan’ın Gezi Parkı’na yapmayı planladığı Topçu Kışlası’na karşı oluşan tepkiyle birlikte tetiklenmesi AKP’nin inşaat iştahına karşı verilecek mücadelenin önemini göstermiştir., Erdoğan’ın Kışla konusundaki ısrarı da, diğer siyasi faktörlerin yanı sıra, inşaat konusunda verilecek bir tavizin irili ufaklı diğer inşaat projelerinde yeni tavizler doğurabileceğini ve bunun merkezinde inşaatın durduğu modeli tehdit edecek boyutlara gelebileceğini sezmesiyle ilişkili olduğu iddia edilebilir. Dolayısıyla, AKP’nin inşaat ve kentsel dönüşüm projelerine karşı her ölçekte kazanılacak mevziler hayati önem taşımaktadır. Sosyalist hareket, bu konuda ülke ölçeğinde sistematik bir strateji geliştirmelidir.

Erdoğan liderliğindeki AKP iktidarının yerel seçimler sonrası akibetinden ve siyasi belirsizlikten bağımsız olarak yakın gelecekte Türkiye’de ciddi bir ekonomik kriz yaşanması olasılığı vardır. Olası senaryolardan bir tanesi, emlak balonunun patlaması, yatırımların yavaşlaması, devam etmekte olan emlak projelerinin durma noktasına gelmesi, piyasaların genel bir durgunluğa girmesi, iç tüketimin azalması, işsizliğin artması, satışların azalması nedeniyle sektörde iş yapan üretici firmaların ve mortgage’la borçlanmış hanehalklarının borçlarını ödeyememesi,  bankaların zorlanması ve sonuç olarak bunun topyekün bir  krize yol açmasıdır. Nevarki, emlak balonu çıkış noktası gibi gözükse de , yukarıda tartışıldığı gibi, muhtemel bir krizin temel nedeni sadece emlak piyasalarından türetilemez. Emlak balonu, Türkiye’nin ihracat sektörlerinin yaşadığı tıkanmasının, AKP iktidarının buna çözüm olarak merkezinde inşaatın durduğu bir iç talep odaklı birikim stratejisi uygulamasının, bu stratejinin iç talebi ancak karşılığı olmayan bir kredi genişlemesi yoluyla ayakta tutabilmesi sayesinde sürdürülebilmesinin bir sonucudur. AKP iktidarının,  alarm veren bunca göstergeye rağmen sözkonusu stratejik tercihte revizyona gitmemesi ya da önlem almaması şunu göstermektedir. AKP iktidarı sadece siyaseten değil ekonomik olarak da yolun sonuna gelmiş ve sadece siyaseten değil ekonomik olarak da kısa vadeli ve günü kurtamaya yönelik bir çizgi izlemektedir.

Yandaş sermaye dışındaki kaydadeğer sermaye fraksiyonları ve onların temsilcileri (geleneksel İstanbul sermayesi ve Cemaat sermayesi) bir süredir inşaat odaklı birikim rejiminden memnuniyetsizliklerini dile getirmektedir. Aynı çevreler bu rejimin karşısında üretici sektörleri yeniden güçlendirmeyi hedefleyen bir modeli gündeme getirmeye çalışmaktadırlar. 20 Bu durum, sözkonusu çevrelerin sadece politik olarak değil ekonomik olarak da Erdoğan’sız ya da AKP’siz bir model aranışında olduklarının tescillenmesi anlamına gelmektedir. Öte yandan, sözkonuşu eleştirilerin ancak Haziran İsyanıyla birlikte AKP’nin yaşadığı prestij ve güven bunalımından sonra yüksek sesle dillendirilebilmesi, bu aranışların arkasındaki itici gücün burjuvazi içi çatışmalar olmaktan çok halk hareketi olduğunu göstermektedir. Bu olgudan bir dizi çıkarsamaya varmak mümkündür.

Birincisi, büyük burjuvazi AKP’yi hiçbir zaman ideal siyasi temsilcisi olarak görmese de makroekonomik ve siyasi istikrar sağlandığı sürece ve ölçüde AKP’ye desteğini sunmuş ve ancak istikrar tehlikeye girdiği zaman farklı aranışlara girmiştir. Bu, Gelenek dergisinin, Türkiye burjuvazisinin tarihsel olarak kısa vadede ve kriz yönetiminde becerikli ancak uzun vadeli strateji geliştirme ve risk alma konusunda oldukça zayıf olduğu yönündeki tezini doğrular niteliktedir.Zaten, kısa vadeli, sürdürülebilir olmayan ve günü kurtarmaya odaklı bir stratejik yönelimin (ya da stratejisizliğinin) temsilcisi olan AKP’nin Türkiye’de 12 yıldır iktidarda olması, Türkiye burjuvazisinin tarihsel kısa vadeli perspektifinin ve istikrar bağımlılığının bir sonucudur.

İkincisi, büyük burjuvazinin AKP-dışı senaryo aranışlarının da “istikrar tanrısı” tarafından sınırlandığı ve sınırlanacağı ortadadır. Yerel seçimlerde bu aranışın ifadesi olan ve kabaca “CHP-Cemaat ittifakı liderliğinde bir yumuşak geçiş” stratejisi olarak nitelendirilebilecek stratejinin fiyaskoyla sonuçlanmasının, AKP-sonrası dönemde “güven verecek” ve “işleri” devralabilecek bir siyasi aktörün ortaya çıkmamış olmasının,  büyük burjuvazinin olası hamlelerini güdükleştirecek bir etkide bulunması kaçınılmazdır. Bu etkinin inşaat odaklı birikimin alternatifi olarak önerilen üretici sektörlere dönüş stratejisinin önündeki maddi engeller (teknolojik alttapı yetersizliği, rekabet konusundaki güçsüzlük) tarafından da güçlendirileceği tahmin edilebilir. Dolayısıyla, önümüzdeki dönemde düzen siyaseti açısından ilginç bir tablo ile karşılaşacağımızı söyleyebiliriz. Bir tarafta siyaseten bitmiş ekonomik olarak da doğal sınırlarına ulaşmış bir Erdoğan iktidarı ve diğer tarafta Erdoğan’ı “kafasında bitirmiş” ancak istikrar vaat eden  bir düzen içi siyasi alternatif ve birikim modeli önerme konusunda zayıf bir Erdoğan karşıtı burjuvazi. Bu tablonun, Türkiye siyasetinde düzen aktörlerinin dolduramayacağı büyük bir boşluk doğuracağı açıktır. Sözkonusu boşluk, olası bir ekonomik kriz durumunda giderek derinleşecektir. Bu, en genel itibariyle herhangi bir burjuva aktörün Erdoğan ve AKP karşıtlığıyla tanımlanabilecek Haziran kitlesinin artarak devam etmekte olan tepkisini soğurabilecek durumda olmaması demektir. 2014’ün bu nedenle Türkiye kapitalizmi için hem siyasi hem ekonomik açıdan bir kriz yılı olması muhtemeldir. 21  Haziran kitlesi üzerinde ideolojik olarak ciddi bir nüfuza sahip olan ancak sözkonusu kitleyi somut ve kayda değer bir siyasi alternatif/program etrafında birleştirme/yönlendirme/örgütleme konusunda başarı gösterememiş olan sosyalist hareket sözkonusu kriz dönemi için iyi düşünülmüş, yaratıcı ve cesur bir strateji örme işini gündemine almalıdır.

 

 

Dipnotlar

  1. http://tuik.gov.tr/PreIstatistikTablo.do?istab_id=2216.   İktisadi Faaliyet Kollarına Göre Cari Fiyatlarla Gayri Safi Yırtiçi Hasıla
  2.  http://tuik.gov.tr/PreIstatistikTablo.do?istab_id=1558
  3. TUİK verilerinde 2013’ten itibaren farklı bir yöntem kullanıldığı için karşılaştırma 2008-2012 aralığıyla sınırlandırılmıştır.
  4.  Utku Balaban, “İnşaat Neyin Lokomotifi?”, Birikim 270, 2011.
  5. Forefront, 085, https://nextcity.org/forefront/view/tearing-down-istanbul
  6.   http://tuik.gov.tr/PreIstatistikTablo.do?istab_id=1540.  TUİK verilerine göre, 2013 yılında aktif iş gücünün yüzde 7’si inşaat sektöründe istihdam edilmiştir.
  7. 2009 yılında Türkiye’nin toplam ihracatı yüzde 22.6 oranında küçülmüştür. http://tuik.gov. tr/PreIstatistikTablo.do?istab_id=621
  8. Ümit Akçay, “Hükümet-Cemaat Kavgası, İnşaat Odaklı Birikim ve 17 Aralık Krizi: Bir Dönemin Sonu mu?” http://baslangicdergi.org/hukumet-cemaat-kavgasi-insaat-odakli-birikimve-17-aralik-krizi-bir-donemin-sonu-mu-umit-akcay/
  9. Marksist literatürde sermaye sınıfı fraksiyonları meselesinin nasıl ele alınacağı meselesi tartışmalıdır. Burada sermaye fraksiyonunu basitçe belirli politik aktörler etrafında birleşen sermaye grupları anlamında kullanıyorum.
  10. Bu yöndeki açıklamalar için bkz. http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/tusiad-hukumet-cemaat-geriliminden-rahatsiziz-haberi-86463 ve http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/tuskondan-cok-sert-aciklama-haberi-88687.
  11. Tanıl Bora, “Türk Muhafazakrlığı ve İnşaat ŞehvetiBüyük Olsun Bizim Olsun”, Birikim 270, 2011
  12. David Mcnally, The Global Slump: The Economics and Politics of Crisis and Resistance, PM Press, 2010.
  13. Sözgelimi, ABD’de mortgage borçlarının sigortalanarak alınıp satılabildiği ikincil (türev) piyasalar mevcuttur. Bunun yanı sıra, ABD ekonomisinin dünya kapitalizmi içerisindeki ağırlığı ve işlevi, bu ülkenin Türkiye ile doğrudan karşılaştırılmasını imkansız hale getirmektedir.
  14. Örnek vermek gerekirse, toplam finansal varlıkların dünya çapındaki gayrisafi hasılaya oranı 1980’lerde yüzde 90’dan 2007’de yüzde 343’e çıkmıştır. http://209.172.180.99/locations/swiss/news_publications/pdf/Global_Capital_Markets_Sept_2009.pdf
  15.  David Harvey, Asi Şehirler,  Metis 2013, s 56-59.
  16.  Jesse Colombo, http://www.forbes.com/sites/jessecolombo/2014/03/05/why-theworst-is-still-ahead-for-turkeys-bubble-economy/
  17. Mera Koichi, Bertrand Renaud, Asia’s financial crisis and the role of real estate. ME Sharpe, 2001.
  18. http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=16151
  19.    http://www.gyoder.org.tr/img/mc-content/20131115105551_2795reidin-turkiye-konutfiyat-endeksleri-ekim-2013-sonuclari.pdf
  20.  TÜRKONFED’in Kasım 2013 tarihli “Orta Gelir Tuzağı’ndan Çıkış: Hangi Türkiye?” başlıklı raporu bu eğilimin bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. http://www.turkonfed.org/Administrator/Userfiles/Documents/PDF/Raporlar/OGT%20Raporu%20Cilt%20II.pdf
  21. Bu noktada, ekonomik krizin yalnızca bir olasılık olduğunun altını çizmekte fayda var. Zira, bazı eğilimler tesbit edilebilse piyasaların kaotik yapısı gereği krizin nasıl ve ne zaman patlak vereceği sorusunun kolay ve kesin bir yanıtı yok. Kaldı ki, olası bir ekonomik krizin geniş kitleleri zorunlu olarak düzen karşıtı bir siyasi aktivasyona iteceği beklentisi de tarihsel olarak doğru değil. Dolaysıyla, kriz beklentisini stratejinin merkezi unsuru haline getirmemekte fayda var.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×