Birikim’in Veda Busesi: Bu Son Olsun!

Yeşilçam filmlerinin bilindik parodisidir. Filmin istenmeyen karakteri, varlığının hiç önemsenmediği, hatta açık açık istenmediği bir ortamdan ayrılırken, geride kalanlara tehditkar edalarla seslenir: “Gidiyorum bak, bak gidiyorum, giderim bak, vallahi gidiyorum, çok üzülürsünüz sonra, gidiyorum bak, bak giderim”. Kal diyen çıkmaz. Ama o gitmez, gidemez bir türlü.

 

Bu sahnede trajik olan ise, istenmeyen karakterin işe yaramayan tehdidi değil de, kalanlar açısından onun çoktan gitmiş olmasıdır sanki. Kal diyen çıkmaz, ses veren olmaz. Çünkü o çoktan gitmiştir, zaten yoktur. Git gide boğuklaşan sesi, yokluğunun sesidir artık. Varlığının kanıtıymış gibi görünen bedeni, ruhunun yokluğunu daha da belirginleştiren bir efekte dönüşmüştür artık.

Yine de bu tür trajik sahnelerin, tekrarlandıkça komedi halini aldıklarını Marx’tan bu yana biliyoruz. Bu nedenle olsa gerek, Birikim’in geçtiğimiz aylarda sosyalist harekete veda ettiğini açıklaması 1 karşısında ne bir üzüntü ne de eksiklik hissedebiliyoruz. Zira yanağımıza kondurulan veda busesi, Yeni Sol’un Batı’da uzun bir süre önce ilan ettiği, biz de ise Birikim’in mükerrer biçimde dile getirdiği ayrılığın, şimdilik, en son perdesi gibi görünüyor.

Şimdilik derken, söz konusu ayrılık sahnesinin ileriki bir zamanda tekrarlanma olasılığı kadar, bu olasılık karşısında duyduğumuz endişeyi de belirtmek istiyoruz. Çünkü yayın hayatı boyunca çeşitli kereler “sizden hayır gelmez” açıklamalarında bulunan Birikim, sosyalist hareketin diri kesimleri içerisinde beklediği etkiyi yaratamadığını gördükçe gitmekten vazgeçmiş, gidişini ertelemiş ya da gittiğini unutmuş gibi davrandı. Kal diyen çıkmadıkça, ses veren olmadıkça Birikim’in medcezirleri sürdü.

Burada ne Birikim’in gel-git döngüsünü hesaplamaya çalışıyoruz, ne de en son ayrılık kararının arkasındaki nedenleri inceliyoruz. Hatta derli toplu bir Birikim eleştirisi dahi değil niyetimiz. Yapmaya çalışacağımız şey, en özlü ifadesiyle, Birikim’in zaten gitmiş olmasının, çoktan beri bir yokluk olarak görünmesinin nedenlerini işaret etmek olacak. Bu amaçla da, uzun sayılabilecek tarihinin içerisinde Birikim’in nasıl koordinatlarını kaybedip rotadan çıktığını ve hangi “şeytan üçgeni” üzerinde kaybolduğunu tespit etmeye çalışacağız. Deyim uygunsa eğer, Birikim’in kara kutusunu açacağız.

Birinci Eşkenar: Bilim Bitti

Haliyle, işe Birikim’in kaybolduğu şeytan üçgeninin eşkenarlarını tanımlayarak başlamak gerekiyor. Zira tıpkı bir üçgenin iç açıları toplamının, Öklid geometrisine göre, 180 derece olmasının zorunluluğu gibi, Birikim’in şeytan üçgeninin eşkenarları da zorunlu olarak sola veda etmeyi gerektiriyor.

Ancak bu veda kaçınılmazsa da, Birikim ve çevresinin, marksizm dışı etkilere karşı bu kadar dirençsiz olmasını açıklayacak bir şey olmalı. Bu sorunun cevabı, Birikim’in sürekli ileri sürdüğü marksizm yorumunda gizli olabilir. Zira Birikim sayfalarında defalarca dile getirildiği biçimiyle marksizm, herhangi bir bilimsellik ve yasallık barındırmayan, hatta bu yöndeki girişimler tarafından özü bozulan bir düşünce sistemidir. Buna göre, Marx’ın eserinin asıl büyüklüğü, ortaya koyduğu yöntemin bilimselliğinde değil, ancak ve sadece marksizmin eleştirel niteliğindedir. Dolayısıyla II. ve III. Enternasyonal ile Sovyet modeli başta olmak üzere sosyalizm tarihi, marksizme bir bilimsellik ve yasallık kazandırmaya çalışan girişimlerle doludur ve reddedilmelidir.

“Dinin mutlak bilgisinin yerine bilimin mutlak bilgisini koyan 'Aydınlanma' zihniyetinin ortalama bilinci ile Marx’ı temelde ayıran ilk nokta; Marx’ın “mutlak bilgi”yi reddeden, bilginin ancak tarihi ve göreli olabileceğini, mutlak bilginin tümüyle bir kurgu olduğunu bildiren bu kavrayış tarzıdır.” 2 

Doğrudur, Marx’ın bilim düşüncesi ile klasik Aydınlanma felsefesinin bilimden anladığı şey arasında ciddi farklılıklar vardır. Bunların başında da Marx’ın bilime, üstelik sadece bilimsel bilgiye değil, her türlü bilgi biçimine atfedilen mutlaklık iddialarını elinin tersiyle itmiş olması gelmektedir. Fakat bilginin tarihselliğinin Marx tarafından vurgulanışına işaret ederken, Birikim’in el çabukluğu marifet misali derdest ettiği bilimselliği gözden kaçırmamak gerekiyor.

Zira her türlü bilgi biçiminin, bu arada bilimin ulaştığı bilgilerin tarihsel niteliğine vurgu yapmak bir şeydir, buradan hareket ederek ortada bilim diye bir şeyin olmadığını söylemek başka bir şeydir. Aydınlanma düşüncesinin mutlak bilgi peşinde koştuğunu söylemek bir şeydir, “mutlak bilgi yoktur, o halde bilim de yoktur” diyerek bilimi mutlak bilgiyle özdeşleştirmek başka bir şeydir. Kimi marksizm yorumlarında bilim adına gereksiz zorlamalara gidildiğini söylemek bir şeydir, marksizmin bilime hiç de ihtiyacı olmadığını söylemek başka bir şeydir. Marksizmin bilimselliğinin determinist, giderek “otomatik” bir gelişme öngörüyormuş gibi yorumlanmasının devrimci iradeye fazla alan bırakmadığını söylemek bir şeydir, toplumsal gelişmenin hiçbir yasallık ya da eğilim barındırmadığını söylemek başka bir şeydir. İşte Birikim’in el çabukluğu derken kastettiğimiz tam olarak budur.

Marx’ın klasik Aydınlanma felsefesinin bilim kavrayışını eleştirisinde, Aydınlanmacıların dönemin sahip olduğu bilimsel bilgiyi mutlak ve tarihin en ileri düzeyi olarak görmesine dair birçok paragraf bulmak mümkündür. Hatta Marx’ın ekonomi-politik eleştirisi, baştan sona, burjuva düşünürlerin ekonomi-politiğin temel kavramlarını olduğu gibi kabul ettikleri, hiçbir eleştirel işlemden geçirmedikleri ve ezeli-ebedi gerçeklikler olarak sundukları biçiminde sözlerle doludur. Dolayısıyla, Marx’ın eleştirisinin merkezi noktası, bir bilim olarak sunulan ekonomi-politiğin tarihsel karakterini vurgulamak olmuştur. Ancak Marx, bu eleştirilerinden hareketle, toplumsal yapının hareketinin, daha özel olarak da maddi hayatın üretiminin hiçbir yasallık ya da kural barındırmadığını söylememiştir. Bunu akıl etmek ise, elbette, Birikim’e düşmüştür.

Kuşkusuz, bilim ve bilimsellik kavramları etrafında yürütülen tartışma salt fizik, kimya gibi pozitif bilimlere yönelik bir tartışma olsaydı, bir başka bağlamda ele alınmayı gerektirirdi. Ancak söz konusu tartışmanın kapsamı, doğrudan marksist yöntemin temel niteliklerine ve giderek sosyalizm düşüncesinin içeriğine ilişkin sonuçlar yaratmaktadır. Zira bir kez marksizmden bilimsellik niteliğini çıkardığımızda, artık elimizde ne sınıf kalıyor ne de devrim düşüncesi. Kendinizi kapitalizmin belirlenmemiş, uçuşkan ve bulutsu dünyasında salınmaya bırakmanız öneriliyor. Bir yasallık ya da eğilimden kuşkulandığımız her yerde ise, Birikim’in demir yumruğu alnımıza “totaliter” yaftasını yapıştırmakta duraksamıyor.

“Tarihin evriminin insanın istek, bilinç ve düşüncesinden bağımsız bir takım yasalara göre gerçekleştiği fikrinin doğal sonucu totalitarizmdir. Bu noktada, bu yasaları Tanrı yasaları veya doğa yasaları veya toplumun tarihsel materyalist yasaları olarak açıklamak çok önemli değildir.” 3 

Yani insanların yoksulluklarının şimdiki hayatlarına ait olduğunu, dünyaya bir daha geldiklerinde zengin olacaklarını iddia eden hindu dini ile insanın özgürleşmesinin nesnel koşullarının kapitalizmle birlikte oluştuğunu, dolayısıyla kapitalizmin alaşağı edilmesinin tarihsel hareketin bir sonraki adımı olduğunu söylemek arasında bir fark yoktur. Ya da erkekleri tahrik edeceği için kadınların saçlarını örtmesi gerektiğini söylemekle, sınıf eşitsizliklerini yok etmenin ilk adımının üretim araçlarının özel mülkiyetini ortadan kaldırmak olduğunu söylemek arasında bir fark yoktur. Bir kilise papazı ne kadar haklıysa, Marx da ancak o kadar haklıdır. Ve kuşkusuz, her ikisi de aynı biçimde totaliterdir.

Fakat Birikim’in bilim ve bilimsellik üzerinden yürüttüğü tartışma sayesinde kurtulmaya çalıştığı “ortodoks” kabuller henüz bitmiş değil. Eğer Marx’ın anladığı biçimiyle, toplumsal yapıda herhangi bir yasallık yoksa, o zaman toplumsal yapının içerisinde belirleyici herhangi bir düzey de yoktur. Dolayısıyla, maddeci tarih anlayışının amentüsü olarak bildiğimiz üretim tarzının belirleyiciliği ilkesi de geçersizdir Birikim’e göre. Ekonomist-determinist bir bakış açısının ürünü olan böylesi bir belirleyicilik, sosyalizm ile burjuva ideolojisi arasındaki ortaklığın göstergesidir. Her ikisi de mülkiyet, üretim ve bölüşüm mantığı tarafından yönlendirilmekte ve toplumsal değişimi bu mantığın penceresinden görmektedirler. Aralarındaki tek fark birinin mülkiyetin özel biçimini kutsarken, öbürünün reddetmesidir. Dolayısıyla, sosyalizmden söz ederken üretim araçlarının özel mülkiyetinin yok edilmesi gibi bir şey söylediğimiz anda, Birikim’den bir tokat daha yemeyi hak ettik demektir.

“Sosyalizm her şeyden önce üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasıdır diyen, sosyalizmin ilk ve ayırdedici vasfını böyle tanımlayan birinin bunu yapabilmesi, dolayısıyla kendisini “temize çıkarması” mümkün değildir.” 4 

Bizde biraz deli cesareti olduğu için, Birikim’in bütün tehditlerine rağmen, sosyalizm her şeyden önce üretim araçlarının özel mülkiyetinin kaldırılmasıdır diyebiliyoruz. Fakat sosyalizmin bununla sınırlı ve bundan ibaret bir şey olduğunu, hele hele söz konusu mülkiyet biçimine el konulduktan sonra sosyalizmin inşasının kendiliğinden ve bir anda gerçekleşmiş olacağını söylemek için zır deli olmak gerektiğini de biliyoruz. Evet, sosyalizm “her şeyden önce” budur, ama “sadece” bu değildir. Ve burada önceliği bu mülkiyet biçiminin ilgasına vermemizin nedeni, ekonomist/teknisist bir bakış açısına sahip olmamız ve bu nedenle de insan toplumlarında işleyen makine çarklarından ve fabrika bacalarından başka bir şey görmek istemeyişimiz değil, marksizmin yöntemsel ilkelerinin gösterdiği “bilimsel” gerçeklerdir. Bu gerçekler de, kapitalizmin artı-değer sömürüsüne dayandığını, bu sömürüyü mümkün kılan koşulun toplumun bir kesiminin üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti olduğunu ve dolayısıyla üretim araçlarını kamulaştırmadan ne artı-değer sömürüsüne ne de her çeşit baskı biçimine son vermenin mümkün olmadığını söylemektedir.

Kuşkusuz, bu çözümleme fazlasıyla “bilimsel” olduğu için Birikim’in buna itibar etmesi mümkün görünmüyor. O halde bizde fazla oyalanmayalım ve devam edelim. Zira Birikim’in bu noktadan sonra çorap söküğü gibi gelen iddialarına da değinmemiz gerekiyor. Ama önce kısa bir özet: toplumun bilimsel olarak çözümlenmesi mümkün değildir; toplumun işleyişinde ya da hareketinde herhangi bir yasallık ya da eğilim olduğunu iddia edenler totaliterdir; eğer hiçbir yasallık yoksa, en genel anlamıyla maddi yaşamın üretim koşulları gibi bir şeyin de belirleyiciliği yoktur; dolayısıyla sosyalizmden söz ederken üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasını düşünmek gerekmemektedir. Böylece birinci eşkenarımız çizilmiş durumda.

İkinci Eşkenar: Sınıf Bitti

Marksizmden bilimsel yöntemi ve ilkeleri çıkardığınızda, işçi sınıfının başta varlığı olmak üzere, marksist düşüncede tuttuğu her türlü yerin de tartışma konusu yapılması için fazla zorlanmaya gerek yok. Çünkü Marx’ın sınıf çözümlemesi kapitalist üretim tarzına dair bir yöntemsel öncelikten; yani bu üretim tarzının temelinde üretim araçlarının özel mülkiyeti olduğu, bu mülkiyete sahip olmayan kesimlerin emeklerini satmak zorunda kaldıkları, kapitalizmin temel kuralı olan artı-değer sömürüsünün bu koşullarda gerçekleştiği ve bu nedenle kapitalizmi yıkabilecek başlıca toplumsal kesimin, kapitalist sömürünün en temel ve doğrudan muhatabı olan işçi sınıfı olduğu saptamasından kaynaklanmaktadır. Bütün bu koşulları reddeden bir düşüncenin, işçi sınıfının sosyalist politikada merkezi bir rol oynadığını söyleyebilmesi, mantıksal olarak, mümkün değildir.

Mantıksal olarak mümkün olmayan, gerçek hayatta da mümkün olmamıştır. Birikim marksizmden her türlü bilimsel niteliği soydukça, işçi sınıfına tanınan ayrıcalıklı ve merkezi rolü de kolayca bir kenara bırakabilmiştir. Burada çağımızın kapitalizmine yönelik yorumların yardımı da etkili olmuştur. Birikim’e göre, artık klasik fabrika-kol emeği-sanayi proletaryası dizgesi ortadan kalktığı için, kapitalist üretim süreci çok değişik biçimler ve muazzam derecede esneklik kazandığı için, dolayısıyla kapitalist sömürünün hedefi de işçilerden diğer toplumsal kesimlere kaydığı için, klasik emek-sermaye çelişkisi ortadan kalkmış, işçi sınıfı da toplumun diğer sömürülen/ezilen/dışlanan kesimlerinden herhangi biri haline gelmiştir.

“Bireysel çıkarlarını sermaye üzerinden azamileştirmeye çalışan kesimlerle, emek üzerinden bunu yapan kesimler arasındaki sınıf -çıkar- mücadelesi de birinciler lehine tartışmasız biçimde nihayete ermiş sayılabilir. Bu mücadele ile belirlenen modern toplumun da sonudur bu.” 5 

Gerçi sınıf mücadelesinin bitişinin nedeninin sınıf çıkarlarının ortadan kalkması mı yoksa mücadelenin burjuvazi tarafından kazanılması mı olduğu pek belli değil, fakat sonuçta modern toplumla birlikte, işçi sınıfının kendi sınıf çıkarları çerçevesinde yürüttüğü sınıf mücadelesinden söz etmek mümkün değildir artık. İşçi sınıfının sosyalizmde temel bir çıkarı olduğunu ya da sosyalizm mücadelesinde ve sosyalist kuruluşta kurucu ve merkezi özne olduğunu iddia etmek de eskisi kadar kolay olmayacaktır haliyle. Dolayısıyla sosyalizm mücadelesinde işçi sınıfının nesnel olarak temel ve öncü güç olduğu yolundaki ilkenin geçerliliği hayli tartışmalıdır Birikim’e göre. Zira sosyalizm nesnel sınıf çıkarları açısından tanımlanmayınca, ortada sosyalizmin kurucu öznesi olarak görülebilecek herhangi bir toplumsal kesim de kalmıyor. Mesela bir “Genç Siviller” üyesi ile bir işçi arasında, sosyalizmin kurucu öznesi olmak anlamında, hiçbir farklılık ya da öncelik ilkesi bulunmuyor. Sıkı durun, dahası da var. Birikim’e göre bir kapitalist de sosyalizmin kurulmasında aynı ölçüde çıkar sahibi olabiliyor.

“Kapitalizmin buhranıyla, patronuyla ve işçisiyle birlikte bütün bir “iş dünyası”nın derece derece sarsılmakta oluşu, intihara dahi yeltenen patronlar ve sokaklara dökülmüş işsizler manzarasına “doğal varlık”lar olarak baktığımızda dört yanımızı kuşatmış bir geçim sıkıntısı/tehlikesi heyulası görürüz. Ama eğer “insani varlık” olma yön ve niteliklerimizle bakar isek, aynı manzara, bize öncelikle, temel insani özelliğimizin, yapıyor ve yaratıyor oluşumuzun şu “iş” denilen cendereler içinde kısılmış, budanmış, hapsedilmiş insani eylemliliğimizin zincirlerinden kurtulmuş olması diye de gözükebilecektir." 6 

Yani Birikim’e göre, kapitalizm, öncelikle, üretim süreci içerisinde farklı konumlara ve uzlaşmaz çıkarlara sahip sınıflar arasındaki ilişkiyle değil, genel bir “iş dünyası” zihniyeti, içinde patronun da işçinin de aynı zihniyet kalıplarını ve davranış biçimlerini paylaştığı bir “business” alanı olarak tarif ediliyor. Ve hem işçiyi hem patronu esir alan “iş”, “çalışma”, “üretim” zihniyeti, insanların daha özgür ve mutlu hayatlar yaşamasını engelliyor. Mesela bu “fani dünya”ya salt maddi çıkarları ya da gündelik ihtiyaçları açısından değil de, “insani varlık”lar olarak baksalar aslında hem geçim sıkıntısı denen şeyin bir “heyula”dan ibaret olduğunu hem de krizin hayatlarını derinden etkilemediğini görebilecekler.

“Alışık olduğumuz iş dünyasının yerine insanın o ayırdedici vasfını, yapma/yaratma arzu ve yetisini çok daha doygun biçimde karşılayacak bir perspektif ve deneyim neden mümkün olmasın diye sorulmaya başlandığında; önümüze mutlaka yeni bir ufuk açılacak, bu ufka yönelmenin isteği, şevki de doğup yaygınlaşabilecektir.” 7 

Siz “bu kadarı da fazla artık” derseniz, Birikim öyle her faninin künhüne eremeyeceği marksist kuramcılığını konuşturmaya başlayacaktır. Marx’ın kendisi değil miydi, komünizm bütün insanlığın kurtuluşudur diyen; sermaye işçiyi olduğu kadar kapitalisti de esaret altına alır diyen; komünist toplumda her insan bireyi kendi potansiyelinin sınırsızca geliştirilmesi imkanına sahip olacaktır diyen gibi sorular ardı ardına gelecektir. O halde tıpkı işçiler gibi, sermaye tahakkümü altındaki bütün toplumsal kesimler, kapitalistler de dahil, sosyalizm mücadelesine kazanılmalıdır. Sosyalizm, kapitalistleri de özgürleştirecek bir “deniz feneri” projesi olmalıdır.

“Özgürleşme, sadece emekçilerin değil, tüm insanların özgürleşmesidir. Çünkü sermayenin bireyleşmesinin, “sermayenin insana yabancı ve ondan bağımsız bir toplumsal güç” haline gelmesine yol açtığını düşünür. Sermayedar da, insan olarak sermayenin esiridir. Emekçilerin (proletaryanın) misyonu, gerçek insanlardan giderek bağımsızlaşan ve giderek onlara hükmeden iktisadi büyüme dinamiğinin insanların özgürleşmesi ve insanlığın zenginleşmesi amacının aracı haline dönüştürmektir; iktisadi büyümeyi, sermaye birikimini, teknik hamleleri reddetmek değil, bunların getirdiği özgürleşme ve yaşam zenginliği olanaklarına tüm insanların erişebilmesini sağlamaktır.” 8 

Biraz fazla kolaycı görünmüyor mu? Madem Marx tüm insanlığın özgürleşmesinden söz ediyor, o halde işçi ile kapitalist el ele, kendilerini sermayenin tahakkümünden kurtarabilirler. Burada işçi sınıfına özel bir misyon düşecekse eğer, o da kapitaliste, içinde debelendiği zincirleri göstermek, insani kurtuluşa ikna etmek, deyim yerindeyse bağımlısı olduğu uyuşturucudan kurtulmasına yardım eder gibi kapitalistliğinden kurtulmasını sağlamaktır. Yoksa işçi sınıfının derdi ne iktisadi büyümenin kendisine yoksulluk olarak yansıması ne de emeğinin ürünlerinin sermaye birikimi halinde kapitalistin eline kalmasıdır. Birikim için, tıpkı işçiler gibi, kapitalistlerin de zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri yoktur.

Oysa Marx, insanlığın kurtuluşu ve tam özgürleşmesi perspektifini hiçbir zaman reddetmemiş olmakla birlikte, bu kurtuluşun kapitalist iktidarı ve özel mülkiyet biçimini ortadan kaldırmadan gerçekleştirilebileceği fikrini elinin tersiyle itmiştir. Hele hele kapitalistlerin aklına, sağduyusuna ya da vicdanına seslenerek toplumsal eşitsizlikleri ortadan kaldıracağını sananları, “çocuksu düşler görmekle”, “burjuvazinin ardından kuzu gibi melemekle” eleştirmiştir. Ya da Engels, insanlığın kurtuluşu perspektifinin ve bunun her insanı kapsayıcı genişlikteki niteliğinin kuramsal olarak doğru olduğunu söylerken, aynı perspektifin siyasal olarak son derece saçma ve zararlı olduğunu, çünkü kapitalistlerin yalnızca herhangi bir kurtuluş gereği duymamakla kalmayıp, işçi sınıfının kendini kurtarmasına da kararlı biçimde direndiklerini, dolayısıyla toplumsal devrimin işçi sınıfının eseri olacağını belirtmekte tereddüt etmemiştir.

Yeterince ikna edici görünüyor, ancak Birikim’in hala burun kıvıracağı şeyler bulması mümkün. Zira önce bilimi, ardından da sınıfı marksizmden kovan Birikim için, final raundu gelmiş durumda. Diğer bir deyişle, ikinci eşkenarı da çizilen üçgeni kapatmak için üçüncü eşkenarın çizilmesine küçük bir adım yeterli olacaktır. Kimseyi şaşırtmayacak elbette, ama Birikim o adımı da büyük bir şevkle atmıştır.

Üçüncü Eşkenar: Sosyalizm Bitti

Sosyalizmden söz edildiğinde akla ilk gelen şeylerden biri, doğal olarak, kapitalist toplumdan sosyalizme geçişin nasıl mümkün olacağı sorusudur. Hem Marx’ın çalışmalarında hem de tarihsel deneyimlerde bu soruya yanıt olacak gerçekler ise son derece açıktır: sosyalizm, işçi sınıfının siyasal iktidarı ele geçirmesi ve bu iktidarı kullanarak toplumsal ilişkileri sosyalist ilkeler uyarınca düzenlemesi ile kurulabilecektir. Bunun anlamı ise devrimdir. Bu devrimin şiddet içerip içermeyeceği asıl olarak ülkenin devrimci durumdaki sınıf ilişkilerine, ülkede kitlelerin siyasete katılım düzeyine ve mücadele geleneklerine, uluslararası ilişkilerde ülkenin tuttuğu yere, sosyalist hareketin ülke içinde oturduğu güçler dengesine vb. bağlıdır; diğer bir deyişle, marksist kuramda devrimin şiddet boyutunun kuramsal/önsel olarak tartışılması mümkün değildir. Kuramsal planda söylenebileceklerin özeti, sosyalizmin, ancak siyasal iktidarın işçi sınıfı tarafından ele geçirilip, eski devlet aygıtının parçalanması ve proletarya diktatörlüğü biçimi altında toplumun sınıf çıkarları çerçevesinde düzenlemesi ile mümkün olduğudur.

Bu zorunluluğu yaratan başlıca neden ise, kapitalist sınıfın üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetinden ve servetinden gönüllü olarak vazgeçmeyeceğinin; bu yönde bir tehdit hissettiğinde, en başta burjuva devlet aygıtı olmak üzere, elindeki her tür aracı kullanıma sokacağının hem mantıksal hem de tarihsel doğruluğudur. Dolayısıyla, “her şeyden önce” üretim araçlarının özel mülkiyetinin kaldırılması olarak sosyalizmin gerçeklik haline gelmesi, kapitalist sınıf egemenliğinin zor araçlarını etkisizleştirmeden ve işçi sınıfı bunlara el koymadan mümkün değildir. İşçi sınıfı, burjuvazinin kendisine yönelttiği zor ölçüsünde bir zor (bu zor ise, her zaman ve mutlaka silahlı çatışma anlamına gelmemektedir) kullanmadan sosyalizm hedefi başarıya ulaşamayacaktır.

Fakat Birikim’in mantık örgüsünü 9 takip ettiğimizde, sosyalizmin kuruluşu için gereken siyasal iktidarın ele geçirilmesi uğrağı da önemini yitiriyor. Zira sosyalizmi, üretim araçlarının özel mülkiyetine el konulması olarak tanımlamayacaksak, diğer bir deyişle, işçi sınıfı kapitalist mülkiyeti ele geçirmeye yönelmeyecekse, burjuvaziyi devlet/zor aracından mahrum etmek de gerekmeyecektir. Sosyalizmi “her şeyden önce bir yaşama tarzı” 10 olarak düşünürsek, kapitalist mülkiyetin toplum üzerindeki egemenliğini dert etmeden, “eski toplumun bağrında” sosyalist toplumsal ilişkiler kurabilir, bu sayede yarattığımız cemaati akıl ve sağduyu yoluyla genişletebilir ve nihayet devlet ya da siyasal iktidara el koymak ihtiyacı ortadan kalkana kadar bekleyebiliriz. Bu anlamda, sosyalizmi mevcut üretim tarzı ve ilişkileri içerisinde kurmaktan söz etmek mümkün hale gelmektedir, zira Birikim için “devrim olarak bir sosyalizmden sözedilecekse, bu her şeyden önce bir zihniyet devrimi olmak zorundadır” 11 .

Sosyalizmi bu türden bir kavrayış biçimi, salt kapitalist toplumdan kurtulmanın yoluna değil, ister istemez, sosyalist toplumun niteliğine ilişkin de kimi sonuçlar doğurmaktadır. Eğer sosyalizm, kapitalist üretim tarzı ve ilişkileri içerisinde kurulmaya başlanabilecek bir “ikinci toplum” ise, mantıksal olarak, onun kapitalizmin belirli eğilimlerini ilerletmek, devam ettirmek ya da sivriltmek dışında bir anlamı kalmamaktadır. Diğer bir deyişle, kapitalizm, sosyalizmin maddi temelini hazırladığına göre, sorun kapitalist üretim ilişkilerini alaşağı etmek değil, onları insanlığın ve işçi sınıfının çıkarı için kullanmaktan ibarettir.

“Marx’ın burjuva toplumu karşısında duyduğu öfke, “burjuva demokrasisi” kurumlarına, kapitalizmin üretimi artarak genişleten dinamik sürecine karşı değil, bunlara tüm insanların sahip olması ve yararlanmasının önüne dikilen suni engellere karşıdır. O güne kadar görülmemiş bir üretim ve tüketim olanağı yaratan Sanayi Devrimi’nin, toplumun büyük bir bölümü için esaretten daha kötü bir konumda yaşamak zorunda kalmasına yol açmasına karşı bir isyandır.” 12 

Marx’ın eleştirisindeki ahlaki öfkenin çarpıcılığı ve kapitalizmde emeğin yarattığı imkanlardan en az yararlananın yine işçi sınıfı olduğu gibi boyutlar tartışmasız biçimde doğrudur. Fakat sorun, bu etik eleştirinin Marx’ta bilimsel bir çözümlemeye dayandırılması, Birikim’in ise bilimsellik sözcüğünü duymak dahi istememesidir. Çünkü Marx’a göre, bu etik rezaletin arkasında hiç de “suni” engeller değil, bizzat kapitalist üretim tarzının karşı konulamaz zorunlulukları vardır. Diğer bir deyişle, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet var olmaya devam ettikçe, kapitalizmin toplumun büyük bir kesimini “esaretten daha kötü bir konumda yaşamak zorunda” bırakması kaçınılmazdır. Dolayısıyla, sosyalizm, basitçe üretim ve tüketimde daha adil bir paylaşım, bölüşüm ilişkilerinin daha eşitlikçi biçimde düzenlenmesi ya da farklı çıkarlara sahip toplumsal kesimler arasında kurulacak bir “centilmenlik anlaşması” olarak düşünülemez. O halde, sosyalizm, aşağıdaki alıntıda ifade edildiği gibi, toplumsal ilişkilerde ve insani niteliklerde “daha” sözcüğüyle ifade edilen bir artışa da indirgenemez.

“Adı sosyalizm olmuş veya olmamış, insanların daha özgür, daha eşit, daha adaletli bir topluma özlemleri, politik bir ütopya olarak daima var olmaya devam edecektir.” 13 

Görüldüğü gibi, Birikim’e göre kapitalizm bir özgürlük imkanı doğurmuştur, sosyalizm ise bunu “daha özgür” yapmalıdır; kapitalizmde eşitlik ilkesi hayata geçmiştir, sosyalizm ise bunu “daha eşit” yapmalıdır; kapitalizm belirli düzeyde bir adalet sağlamıştır, sosyalizm bunu “daha adaletli” yapmalıdır. Üretim araçlarının özel mülkiyetine el koymak gibi “arkaik” fikirler de terk edildiğine göre, geriye kapitalistleri fazla açgözlülük yapmamaları yönünde ikna etmek kalıyor. Fakat burada, Birikim’in mantığının esaslı boşluklarından biri ortaya çıkıyor. Zira Marx için, sosyalizm “daha” özgür, eşit, adaletli olan toplum biçimi değil, “gerçek” özgürlük, eşitlik ve adaletin yaşam bulacağı toplum biçimidir. Diğer bir deyişle, kapitalizmde işçi sınıfının sorunu “az” özgür ya da “az” eşit olmak değil, hiçbir biçimde özgür ve eşit olamamaktır. Sosyalizm, kapitalizm koşullarındaki “az” özgür işçiyi “daha” özgür yapan değil, kapitalizmin özgür ve eşit olma imkanından yoksun bıraktığı işçi sınıfını “gerçek” özgürlük ve eşitlikle buluşturan toplum biçimidir.

O halde, Marx için sorun ne tek tek kapitalist bireylerin kişisel hırslarındadır, ne de kapitalist üretim ilişkilerindeki ufak bir aksaklıktan kaynaklanmaktadır. Sorunun kaynağı, deyim uygunsa, sistemin kendisindedir. Bu sistemi ortadan kaldırmayan bir işçi sınıfı hareketinin esaretten kurtulması mümkün değildir. Ve sistemi ortadan kaldıracak yegane devrimci hareket de, sistemin temelinde yatan üretim araçlarının özel mülkiyeti olgusuna dokunmak zorundadır. Aksi takdirde, sosyalizmi kapitalizmin törpülenmiş haline, yani kapitalist üretim tarzı ve ilişkileri içerisinde uygulanabilecek basit bir “birikim rejimi”ne indirgemiş olursunuz.

Kuşkusuz bu da bir tercihtir, fakat bu tercihi marksizm adına pazarlamak söz konusu olduğunda meydanı boş bulduğunu sananları hüsran beklemektedir. Çünkü ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın, Marx’tan ve marksizmin evrensel tarihinden böyle bir sosyalizm anlayışı çıkmamaktadır. Fakat Birikim’in üzülmesine gerek yok. Çabaları boşa gitmemiş ve sonuçta sosyalizmden de vazgeçerek üçüncü eşkenarı da çizmesine yaramıştır. Şeytan üçgeni Birikim’i yutarak kapanmıştır.

Üçgenin İç Açıları

Yola çıkarken “çeşitli burjuva ideolojilerinin kılık değiştirerek marksist düşünceye sızmasını önlemek” 14 gibi ulvi amaçları olduğunu iddia eden Birikim’in, geldiğimiz noktada en moda burjuva düşüncelerin Türkiye acentası olmasının arkasında bir mantık, daha doğrusu bir zorunluluk yattığını söylemek mümkündür artık. Diğer bir deyişle, Birikim’in bugün oturduğu konuma ulaşması ne bir yanlış anlamalar silsilesinin beklenmedik sonucudur, ne de kötü niyetli birilerinin Birikim’i yoldan çıkarmasının ürünüdür. Birikim, tercihlerinin ve vazgeçişlerinin doğal bir sonucu olarak, kendisini bekleyen sona adım adım yaklaşmıştır.

Marksizmin esaslı bir bunalımda olduğu tespitinin ardından, sözü edilen bunalımdan çıkış için Birikim’in ilk önerisi mevcut ayrılıkları ve tarafları bir kenara bırakıp marksizmin özgün kaynaklarına dönmek ve böylece kuramın en “saf” haline kavuşmaktı. Ancak Birikim, bu işi yaparken bir noktayı sessizce geçiştirmişti. O da sosyalist harekette salt kuramsal aranışların ya da marksizmin köklerine dönüş çağrılarının, her zaman geriye çekici etkiler yaratmış, giderek eldeki kuramsal ve siyasal kuvvetin de tasfiyesine yol açmış olmasıdır. Sonuçta Birikim marksizmin en “saf” halinin peşine düşerken, bir yandan devrimci siyasetten giderek uzaklaşmış, öte yandan ise son derece iddialı siyasal kadrolar yetiştirerek, kuram fakiri liberal düşüncenin gelişimine zemin hazırlamıştır. Bugün Türkiye liberallerinin başlıca besin kaynağının Birikim olmasında, bu nedenle, şaşılacak bir şey yoktur.

Bundan sonrasını tahmin etmek ise zor değil. Zira önce yapısalcı yöntemin, ardından da post-yapısalcılık, sivil toplumculuk ve radikal demokrasiciliğin Türkiye’ye ithalinin büyük bir kısmını Birikim üstlenmiştir. 12 Eylül travmasının hala canlı olduğu ve Sovyetler Birliği’nin çözülüşünün şaşkınlık yarattığı bir ortamda, Türkiye solunun donanımsız ve iddiasız kesimleri açısından sınıf çatışması, burjuva devlet, sosyalist devrim, öncü parti gibi konular askıya alınmış, bunların yerine sivil toplum, ceberrut devlet, demokratik hegemonya, yurttaş inisiyatifi gibi başlıklar önem kazanmıştır. Türkiye solunun belirli bir kesimini, özellikle de 90’lı yıllar boyunca meşgul eden, bu meşguliyetleri içerisinde de adım adım devrimci siyasetten uzaklaştıran başlıklar bunlar olmuştur.

Yine de bir zorunluluk olarak incelediğimiz bu serüveni, Birikim’e özgü bir talihsizlik olarak düşünmemek gerekir. Birikim’in esin kaynağı ve esas gıdası olan Yeni Sol’un Avrupa’daki rotası da aynı zorunluluk ilişkisinin bir başka tekrarını sergilemiştir. Bu açıdan Yeni Sol’un 70’lerden bugüne uzanan evrimi ile Birikim’in serüveni arasında önemli benzerlikler bulmak zor değildir. 68 hareketinin dünya çapındaki etkisiyle ve anti-sovyetik propagandanın kuvvetlenmesiyle birlikte, Avrupa’da sosyalist hareket ve düşünürlerin ilgi alanlarında önemli kaymalar yaşanmıştı. Önceleri temel tartışma gündemini oluşturan devrim stratejileri, devlet kuramı, parti-sınıf ilişkileri gibi konular yavaş yavaş terk edilmiş, derin felsefi ve kuramsal sorunlar masaya yatırılmıştı. Amaç, marksizmin tarihsel birikimini tekrar ele almak ve buradan hareketle marksist düşüncede bir saflaşmaya ulaşmaktı.

Tabi ki bu amaç, devrimci siyasetten bağımsız bir biçimde kurgulanmıştı ve saflaşma yoluna siyasetsiz çıkanlar bataklığa saplanmaktan kurtulamadılar. Marksizme yönelik geliştirici bir müdahale, ancak ve sadece, siyasal pratiğin açtığı kanallar üzerinden yapılabilecekken, Birikim, Yeni Sol’un yaptığı gibi marksizme kuramsal “operasyonlar” yapmayı seçmiştir. Bu operasyonlar ise, hem siyasal bağlayıcılığın önemsenmemesi hem de marksist kuram için bir emniyet şeridi oluşturan bilimsel yöntemin reddedilmesi sonucunda, masum zihin egzersizlerinin ötesine geçmiş ve marksizmi arındırmaya kalkan Birikim’i marksizmden arındırmıştır. Bugün gündemde olan, Birikim’in bu arınmayı ancak idrak etmesidir.

Her vurgu, aşırı vurgudur derler. Dolayısıyla, Birikim’in sola veda ettiğini açıklaması karşısında, bu ayrılığın zaten uzun zaman önce gerçekleşmiş olduğunu söylemekten başka bir tepki veremiyoruz. Göstermeye çalıştığımız gibi, Birikim’in vedası değil, bilimsiz, sınıfsız, sosyalizmsiz bir sol olabileceğini; bütün bunları söylerken hala solda olduğunu düşünebilmesidir şaşırtıcı olan. Başlarken andığımız Yeşilçam karakteri misali, yokluğunun bilincine sahip olamamak, bedenden mahrum kalmış sesinin boşlukta kaybolduğunu fark edememektir trajik olan.

Birikim’in veda busesi, bu trajediyi bir kez daha sahneliyor. Komedi ise, artık etraflıca öğrendiğimiz gibi, trajedinin tekrarlanmasıyla ortaya çıkıyor.


GELENEK, Ocak 2011


NOTLAR:

Dipnotlar

  1. Birikim’in söz konusu açıklaması, Ekim 2010 tarihli 258. sayısında yayınlanmıştır. Ömer Laçiner tarafından kaleme alınan ve “Yeni Bir Dönemin Eşiğinde” başlığını taşıyan başyazı, referandum sonrası Türkiye siyasetinin ve sosyalist hareketin duruşunun bir yorumlanması ile başlamaktadır. Bu girişin ardından, iki üç kısa paragraf içerisinde Birikim’in Türkiye sosyalist hareketi ile şimdiye kadar kurmuş olduğu diyalogun sona ermiş olduğu, bundan böyle söz konusu “mikrokozmoz”dan “sosyalizmi yeniden tanımlama”yönünde bir irade çıkabileceğinedair umutların yitirildiği ve bu nedenle de “yolun sonu”na gelindiği söylenmektedir. Açıklama özel bir kuramsal çözümlemeyle birlikte sunulmadığı için, burada sadece açıklamanın kendisini kalkış noktası olarak ele alabiliyoruz. Zira Birikim’de, açıklamasını, bir sonraki sayıdan itibaren “sosyalizmin yeniden tanımlanması” görevine başlayacağı duyurusuyla bitiriyor.
  2.  Laçiner, Ömer, “Marx Marksist miydi?”, Birikim, sayı: 84, Nisan 1996, s.9.
  3.  Akçam, Taner, “Bilimsel Sosyalizmin Bitişi”, Birikim, sayı: 34, Şubat 1992, s.19.
  4.  Laçiner, Ömer, “Eylem ve Örgütlenme Anlayışında Sosyalizm”, Birikim, sayı: 13, Mayıs 1990, s.8.
  5.  Laçiner, Ömer, “Parti Bittiyse de…”, Birikim, sayı: 155, Mart 2002, s.18.
  6.  Laçiner, Ömer, “Kapitalizmin Krizi: İmkanlar, Dinamikler”, Birikim, sayı: 234, Ekim 2008, s.15
  7.  a.g.e.
  8.  İnsel, Ahmet, “Marx ve Bir Etik Sorumluluk Olarak Sosyalizm”, Birikim, sayı: 84, Nisan 1996, s. 14.
  9. “Birikim’in mantık örgüsü” derken, Birikim’in tutarlı ve bütünlüklü bir mantıksal kurgusu olduğunu kastetmiyoruz. Baştan sona tutarsızlıklarla, çelişkilerle, anlayış ve ifade kıtlığı ile dolu olan Birikim külliyatında, birbirinin tam aksini iddia eden cümleler bulmak için fazla uğraşmaya gerek yoktur. Örneğin, marksizmi üretim tarzı ve ilişkilerinin belirleyiciliğine verdiği analitik öncelik nedeniyle yerden yere vuran onlarca makalenin yanı sıra, reel sosyalizm deneyimlerinin başarısızlığa mahkum olduğunu açıklamak için "az gelişmiş kapitalist üretim tarzının az gelişmiş bir sosyalizm yaratmasının zorunluluğu" şeklindeki aşırı indirgemeci ve belirlemeci tezlerle döşenmiş yine onlarca yazı bulmak mümkün Birikim sayfalarında. Biz buna saçmalık diyoruz, Birikim ise “kuram” demeyi tercih ediyor.
  10.  Laçiner, Ömer, “Eylem ve Örgütlenme Anlayışında Sosyalizm”, a.g.e., s.7.
  11. a.g.e., s.9
  12.  İnsel, Ahmet, a.g.e., s.18.
  13.  Akçam, Taner, a.g.e., s.13.
  14. “Çıkarken”, Birikim, sayı: 1, Mart 1975, s.3.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×