Dünya Komünist Hareketi Nereye? Kriz ve Kuşatma Aşılabilir mi?

“Dünya komünist hareketi” tanımlamasını hak eden, ortak bir doğrultusu olan, kendisini başka hareketlerden ayrıştırmış, aynı siyaset dilini kullanan, ülke özgünlüklerine rağmen benzer hedef ve araçlarla hareket eden bir toplamdan söz edemiyoruz bugün.

Bununla birlikte, tek tek ülkelerde komünist partileri faaliyette; bunların kimisi ciddi toplumsal desteğe sahip, kimisiyse son derece etkisiz. Ve bütün bu partiler arasında asgari ölçülerde de olan bir ilişki, dayanışma kültürü var.

Komünizm gibi evrensel karakterdeki ve bu karakteriyle övünen bir akımın şu anda bir dünya hareketi hüviyeti taşımaması, başlı başına bir sorundur ve ne yazık ki komünizmin krizine kanıt olarak gösterilmelidir.

Kriz var, kuşatma da kırılabilmiş değil.

Komünist hareket, kendini ortaya koyduğu andan itibaren doğal olarak saldırıya uğradı, kuşatılmaya çalışıldı. Ancak 1919’da Komünist Enternasyonal’in kuruluşuyla kendisini (bir kez daha) bir dünya partisi olarak tanımladığından bu yana ilk kez kuşatma bu denli ağır hissediliyor. Kuşku yok, daha önce kuşatmayı bir noktadan sonra boşa çıkaran, Sovyetler Birliği’nin ağırlığıydı. Ancak bugünkü kuşatmanın etkisi sadece SSCB’nin yokluğuna bağlayamayız. Baskıyı artıran, biraz da içeriden kuşatmaya verilen destek!

Yok dedik ama eğer bir dünya komünist hareketinden ille söz edeceksek, bu hareket içinde ısrarla yer almaya devam edip hareketin değişmeyen hedefi olan sınıfsız-sömürüsüz toplum idealinden arınması gerektiğini düşünen unsurların varlığını hesaba katmalıyız. Bunlar dünya komünist hareketinin geçmişinden neredeyse nefret ediyor, ortak tarihimizi “utanç” kaynağı olarak görüyor ve yeri geldiğinde kendilerinin başka bir ailenin parçası olduklarını hissettiriyorlar.

Ama “komünistler”!

Bunlardan kopulamıyor. Çünkü bunlardan kopmak için gerekli ideolojik-siyasal netlik sağlanamıyor. Dolayısıyla bugün dünyada komünist partilerin verdiği toplam izlenim bölünmüşlük değil, oldukça geniş bir spektruma yayılan belirsizlik, fluluk hâlidir.

Oysa kuşatmaya direnci artıracak olan biraz da “katılık”tır. Fluluk, bazı partilerin üzerindeki baskıyı daha da artırmakta, deyim yerindeyse onları kuşatmaya karşı kendilerini sağlama alacak bir ortamdan yoksun kılmaktadır.

Peki bu sorun nasıl aşılacaktır?

1919’da Komintern’in kuruluşuna benzer bir kopuş çare olabilir mi? Hatırlayalım, 1917’nin prestij ve otoritesini arkasına olan “komünist” hizipler, artık burjuvazinin malı haline gelen sosyal demokrasiyle aralarına  bir çizgi çekerek, Komünist Enternasyonal’e, muzaffer Rus Bolşevik Partisi’nin öncülüğüyle yaratılan devrimci platforma katılıyorlardı.

1919 kopuşunun her şeyiyle olgun olduğunu söylemek elbette mümkün değil. Ancak bu kopuş hem zorunlu hem ufuk açıcı hem de gerçekti.

Bugün bir kopuş yalnızca yeterli devrimci enerji olmadığı için değil, kendisini gerçek kılacak bir netleşme söz konusu olmadığı için de gündemde değil.

Kimin kimden ne için kopacağı o kadar belirsiz ki!

Peki ne yapmalı?

Sabırlı olmalı, komünist partileri arasındaki ayrım noktalarının görünmesini engelleyen ne varsa ayıklanmalı, bu ayrım noktalarına devrimci bir cepheden “son ana kadar” hiçbir partiden umut kesmeksizin teorik-siyasal müdahalelerde bulunulmalı ve her bir partinin bugünkü konumlanışını nasıl rasyonalize ettiğine bakılmalı. Önyargılarla değil, anlamaya çalışarak.

Peki Türkiye’de tahammül etmediğimize, dünyada neden anlayış gösteriyor, kredi açıyoruz?

Sözünü ettiğimiz partilerin önemli bölümünün bir geçmişi var ve çoğunlukla var oldukları ülkelerde onları aşan, önsemsizleştiren farklı özneleler bunca yıla karşın ortaya çıkabilmiş değil. Ayrıca burası bizim ülkemiz, onlarsa başka bir siyasal iklimde mücadele ediyorlar. Bu nedenle kimsenin dokunulmazlığı yok belki ama söz sırası ilk önce o ülkenin komünistlerinde!

Bir de unutmayalım, partiler canlı organizmalar, zaman içinde değişim gösteriyorlar; iyiye ya da kötüye yönelerek. Bir bölümü dışarıdan açıkça gözlenebilen, pek de gizlemedikleri tartışmalar yaşıyor.

Ve birkaç tanesini bir kenara koyduktan sonra, bu partilerde samimi-dürüst komünistlerin mücadele ettiğini unutmamamız gerekiyor.

Durum buysa, tartışma nasıl örgütlenecek; neyi tartışacağız?

Her şeyin başı inanmak. Sorun da tam olarak bu; inanmamak.

Komünist partilerinin önemli bölümü için şunu söyleyebiliriz: Sosyalizme inanıyor ama sosyalizmin yakın vadede bir seçenek haline geleceğine inanmıyorlar. Bu inançsızlıkla strateji belirliyorlar. Burada siyaseten yanlış bir tutumla empati geliştirmeye çalışmıyorum. Bir yanlışlık var ve bunun kaynağı yalnızca İkinci ve de Üçüncü Enternasyonal deneylerinden kalan kimi hastalıklar değil. Sosyalizmin kısa erimde bir seçenek haline gelemeyeceğini düşünenler arasında devrimciliğin genetik bir özellik haline geldiğini söyleyebileceğimiz partilerin olduğunu bilmek zorundayız.

Tartışmamız gerekiyor. Sosyalizmin yakın gelecekte bir seçenek haline gelemeyeceği, dünyada dengelerin sosyalist devrim lehine bir görünüm kazanması için hayli zaman geçmesi gerektiği düşüncesi neden komünist partileri teslim alıyor?

Çünkü devrime yanlış yerden bakıyorlar.

Sosyalizm mücadelesinde “özne” olmak önemli. Komünist parti, toplumsal dinamikleri kendisini merkeze koyarak tasnif etmeli. Ancak komünist parti, kapitalizmin aşılması için gerekli enerjinin temel olarak kendi bünyesinde değil, kapitalist toplumda birikeceği gerçeğinden hareket etmek durumunda. Devrimci özne merkeze konacak ama kendine bakarak değil karşıt sistemin zayıflıklarına odaklanıp oraya hangi araçlarla ve hangi noktalardan darbe vuracağını hesaplayacak.

Birbirinden ayrıştırılmış ve birbirine kuvvet ölçümüyle bakan iki düşman sınıftan burjuvazinin proletaryaya her durumda üstünlük sağlayacağı açık. Bu yaklaşımla komünistlerin uygun koşullar için sonsuza kadar beklemesi gerekecek, dengeler bu gözle bakıldığında asla değişmeyecek.

Tersinden gidelim, sermaye de gücünü düşmanın zayıflıklarından, düşmanını zayıflatabilme gücünden almakta, bu şekilde özgüven kazanmaktadır.

Bilelim ki, egemen sınıf ezilen sınıf karşısında her zaman güçlüdür.

Ama egemen sınıf, yapısal olarak çaresizdir ve ezilen sınıf, bu çaresizlik karşısında tarihsel açıdan mutlak olarak ve belli konjonktürlerde mutlaka üstündür!

Tek tek bütün ülkelerde komünist partilerin işe karşıt sınıfın neden ve nerelerde zayıflayabileceğine ilişkin bazı kestirimlerle başlaması, buralara müdahale yeteneği kazanarak kendini var etmesi zorunludur. Buna kanıt, tarihimizin en değerli deneyimi olmayı sürdüren Ekim Devrimi’dir. Bolşevikler Rusya’daki diğer siyasi oluşumların ve bir bütün olarak gerici sınıfların karşısında sadece ve sadece belli bir bakış açısıyla üstünlüğe sahipti. Yönetici sınıfın zayıf olduğu noktalara yüklenen, oralara kuvvet uygulayan bir devrimci irade. Bunun dışında, 7 Kasım 1917’de “kim bunlar yahu” diyenler o kadar fazlaydı ki! Ancak 3-4 yıl geçtikten sonra Rusya’da ne olduğu tam anlamıyla kavrandı.

Unutmayalım, işçi sınıfı hareketini, kapitalizme karşı yeterli ölçeğe ve güce ulaştırmak için geliştirilen stratejiler önünde sonunda reformizmle sonuçlanır ya da bir başka ifadeyle devrimci bir sonuç vermez.

Somut durumun somut analizi, verili güçler dengesine ilişkin ince bir ölçüm yapmak için değil, an ile devrim süreci arasındaki bağın yeniden üretimi için gereklidir. Devrimci duruma dair bir işaret alınmaması bu zorunluluğu ortadan kaldırmaz. Devrimci bir perspektifin yalnızca devrimci bir yükselişe denk gelebileceği düşüncesinin kabul edilir tarafı yoktur.

Bu anlamda pratikte elbette bir karşılığı olan “hazırlık” evresi teorik ve programatik açıdan özel bir değer taşımaz. İşçi sınıfı partileri için “hazırlık”, sermaye egemenliğinin her bir ülkede özgül karakterde ve koordinatlarda belirginleşen fay hatlarına yerleşmekten ve ona uygun bir güçlenme çabası içine girmekten başka bir şey olamaz.

Dolayısıyla, komünist gelenek, eğer bir niyet okumasına girmeyeceksek, bugün açık bir teorik sorunla karşı karşıyadır. Sosyalizm mücadelesinin en kritik halkası olan ve marksizm-leninizmin kavram setini parti, emperyalizm ve devletle birlikte oluşturan “devrim”e dair ciddi bir karmaşa yaşanmaktadır.

Kapitalizmin kriz dinamikleri ile işçi sınıfı hareketinin gelişimi arasındaki ilişki fazlasıyla mekanik bir biçimde kurulmaktadır.

Bizim krizimiz, komünist hareketin krizi ise, kendi varlık nedeni olan sosyalist devrim hedefiyle nikah tazelemeksizin aşılmayacaktır.

Diğer bütün tartışma başlıkları, bu temel sorunla bağlantılıdır.

Söz gelimi ittifaklar meselesi…

Lenin için ittifaklar sorunu ya da müttefik arayışı “devrim” ve “siyasi iktidar” olgusunun dışında herhangi bir anlam taşımaz. Doğrusu da budur. Hareket noktası, devrimci bir dönüşüme, yani siyasi iktidarın sınıfsal karakterinin radikal biçimde değişmesine olanak sağlayacak toplumsal gerilimi devrim cephesi lehine çözmeye yetecek kuvvetin yaratılmasıdır.

Bu kuvvet yaratılamayabilir; devrimin her zaman mümkün olduğu tezi apaçık ki darbeci bir tezdir. Bununla birlikte, arayış bu yönde olmalı, hedef güçler dengesinden bağımsız bir biçimde siyasal iktidar olarak belirlenmelidir.

Şimdi ise kalkış noktası, doğrudan doğruya işçi sınıfının, komünist hareketin zayıflığıdır ve bu zayıflıktan hareketle ittifakların konusu da değiştirilmektedir. Bugün komünist partilerin bir bölümü, demokrasinin korunması ya da ilerletilmesi, savaş tehlikesinin bertaraf edilmesi, bağımsızlık ya da ulusal egemenliğin sağlanması gibi hedeflerle müttefik peşinde koşmaktadır. Artık burjuva devrimleri çağı kapandığına göre, çoğunlukla boş, karşılığı olmayan bir uğraş olarak niteleyebileceğimiz bu tutumun, koşulların işçi sınıfı lehine değiştirilmesi, egemen sınıfın geriletilmesi ihtiyacı ile gerekçelendirildiğini biliyoruz. Oysa bu başlıklarda aranan müttefikler içinde illa ki, egemen sınıfın bir parçası yer almaktadır ve eğer kırk yılda bir gerçek bir ittifak kurulabildiyse, sonuç, sistemin çatlaklarını derinleştirmek bir yana, onların onarılması olmaktadır.

Konusu devrim olmayan bir ittifaklar politikasıyla güçler dengesinin işçi sınıfı lehine değiştirildiği görülmüş şey değildir.

Burada güçler dengesinin işçi sınıfı lehine değişmesinden kasıt, emekçi halkın üzerindeki baskıların geçici olarak hafiflemesi, çalışma koşullarındaki herhangi bir iyileşme değildir. Güçler dengesinin işçi sınıfı lehine değişmesi, işçi sınıfının kapitalist sınıfı alt etmek için ihtiyaç duyacağı siyasal, örgütsel, ideolojik gelişkinlik doğrultusunda mevzi elde edilmesinden başka bir şey olamaz.

Ne yazık ki bugün komünist partilerin bir  bölümü mevziden parlamento içinde kazanılan sandalye sayısını anlamaktadır.

Parlamenter komünist partileri, parlamento aritmetiğindeki değişime gözlerini dikmiş, buna ek olarak parlamento içindeki güç dengesinden hareketle dost ve düşman tanımı yapmaya başlamıştır. Henüz parlamentoda temsil edilebilecek toplumsallaşma düzeyini yakalayamayan ve yakalayamayacağını düşünen partilerse kendilerine parlamento içinde hami bulma arayışındadır.

Güçler dengesinin sosyalist devrim için uygun olmamasından hareket eden partilerin bu dengelerin değişeceği düzlem olarak parlamentoyu belirlemesi, “devrim” olgusuna ilişkin bu yazıda vurgulamaya çalıştığım çarpık kavrayışın ürünüdür. Sözünü ettiğim kavrayış “burjuva parlamentarizmi” eleştirisiyle geçiştirilmemelidir. Bu türden hayalleri olmayan birçok marksistin meseleyi devrimin seçim yoluyla olup olmayacağına, burjuvazinin buna izin verip vermeyeceğine indirgediğini biliyoruz. Oysa siyasi mücadelenin belirleyici düzlemi olarak parlamentonun kabul edilmesinin asıl handikapı, bütünüyle sermaye düzeninin sürdürülmesine ve hatta kriz idaresine odaklanan bir yapı içinde o düzeninin zayıf noktalarına darbe indirmek için gerekli siyasal kıvraklık ve buna uygun bir toplumsallığın yaratılmasındaki güçlüklerdir.

Albaylar Cuntası’nın devrilmesinden sonra kesintisiz bir biçimde parlamentoda temsil edilen Yunanistan Komünist Partisi’nin son dönemde ısrarla bu konuyla ilgili uyarılarda bulunması önemsenmelidir. Bu partiyi yakından takip eden biri olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki, en azından 2000’li yılların başından beri, YKP için parlamento hiçbir zaman temel siyaset platformu olmadı.

Az önce düzeninin zayıf noktalarına darbe indirmeye uygun toplumsallıktan söz ettim. Komünist partilerin stratejik dağınıklığının önemli nedenlerinden biri, toplumsal sınıflara ilişkin mekanik bir algıyla hareket etmeleridir. Emekçi halkın şu ya da bu kesiminin öncelikle kazanılması, şu ya da bu toplumsal katmanın saflara çekilmesi çabasına, bu kesimlerin kendilerine ait ve değişmez bir “devrimci” potansiyel taşıdığına ilişkin bir düşünce eşlik etmektedir.

Parlamentoya verilen ağırlıkla birleştiğinde, bu düşüncenin doğal sonucu, söz konusu kesimlerin kazanılması için gerçekleştirilen siyasal ve ideolojik manevraların olumsuz etkisinin küçümsenmesidir. Mantık şudur: “Kazan da nasıl kazanırsan kazan, çünkü her durumda onlar devrim safına kazanılıyor”!

Öyle kazanılmıyor.

Düzenin çatlaklarına darbe indirme hedefiyle seslenilen bir toplumsallığın komünist harekete dönük ilgisinin, koşulların işçi sınıfı lehine değişimini lineer bir güçlenme pratiğinin içine hapseden bir partiye sempati besleyen bir kitlenin kritik bir uğraktaki davranışlarıyla benzer özellikler taşıyacağını düşünmek saçmadır. Sınıfların ideolojik konfigürasyonlarının ve  siyasal reflekslerinin sabit olduğuna ve “dengelerin işçi sınıfı lehine değiştirilmeye çalışıldığı” bütün bir süreçte yapılan girdilerden hiç etkilenmeyeceklerine inanmak gerçekten tuhaf.

Komünist gelenek, oldukça uzun bir süredir güçler dengesinin işçi sınıfı aleyhine seyretmesinde dengeleri işçi sınıfı lehine çevirme adına yürütülen stratejilerin de payı olduğunu hesaba katmak zorundadır.

Devrim fikrinin Avrupa işçi sınıfının kafasından çıkarılmasına ve marjinalize edilmesine hiçbir biçimde izin verilmemeliydi.

Peki devrim fikri, komünist partilerin onu söylemlerinin merkezine yerleştirmesiyle gerçeklik kazanacak mı?

Dünyanın neresine giderseniz gidin, böyle öznelerle karşılaşabilirsiniz ve bunların çok büyük bir bölümü, “devrim fikri”ni, gerçekçi kılmak bir yana, kendileri “gerçek” birer parti özelliği kazanamamış unsurlardır.

Devrimci retorik sorunu çözmüyor. Kuşkusuz bir dizi nedeni var sayısız devrimci öznenin büsbütün değersizleşmesinin.

Ancak bir kez daha bu yazının temel tezinden hareket edeceğim: İşçi sınıfının kulağına devrim ihtiyacını fısıldamak, işe yaramayınca haykırmaya yönelmek ve her geçen gün daha fazla kişinin bu çığlığa kulak vereceğini sanmak, sözünü ettiğimiz çarpık “devrim” algısına sahip olmak anlamında reformist versiyonlarla ortak bir kadere sahiptir.

Bu ortaklık, komünist hareketin krizini derinleştirmekte, sağlıklı bir tartışma zemini bir türlü oluşturulamamaktadır. İki kanadın birbirine karşı konumlanışı temel meseleyi ıskalamakta ve ortaya bir sağırlar atışması çıkmaktadır.

Büyük partilerin küçük partilere eleştirisi, tam tamına güçler dengesini hesaba katmaksızın keskin sloganlar geliştirmekse; küçük partiler büyükleri devrim hedefinden vazgeçmekle suçlamaktadır.

Tamam, bunlar karşılıklı kabul edilebilir iddialardır ancak sahaya çıkmamak ile düzenin kurallarına boyun eğerek sahada oynamak son tahlilde aynı siyaset kültürünün ve bu kültürü besleyen ciddi bir teorik sığlığın ürünüdür.

Küçük ama devrimci aktörlerin (tamamen farklı bir kulvarda macera peşinde koşanları hiç saymıyorum) en büyük sorunu, bütün enerjilerini işçi sınıfını ikna etmek, emekçi halkı soylu bir davaya çağırmak için harcamalarıdır. Çeşitli nedenlerle azıcık “semiren” partilerin derhal devrimci söylemlerini geriye çekmelerinin nedeni, işçi kitlelerini ikna etmek açısından dolayımlı bir siyaset tarzının daha elverişli olduğunu görmeleridir. Ne diyelim, kendi cephelerinden haklılar. Ve her zaman daha “elverişlisini” keşfedeceklerdir!

“Devrim” böyle gelişmeyecek. Kuşkusuz işçi sınıfını örgütlemek, onu hareketli ve mücadeleci kılmak, bu açıdan sürekli daha güçlü ve “büyük” olmayı hedeflemek gerekiyor. Bir koşulla: Bu güç ve “büyüklük”, sermaye egemenliğinin zayıf noktalarına kaydırılacak, oraya vuracak bir karakter taşıyacak!

Özetle dünya komünist hareketinin krizi, bir bütün olarak “devrim” fikriyle kurulan ilişkinin bozulmasından kaynaklanmaktadır. Kapitalizme bakıp krizleri, savaşı, çevre felaketini, ırkçılığın yükselişini görüp buradan strateji üretmek yerine “devrim”den hareket edip krizlere, savaşa, çevre felaketine, ırkçılığın yükselişine, faşizmlere, işgallere, dinsel gericiliğe bakmak sorunu büyük ölçüde çözecektir.

Bu ise teorik bir işlemdir, siyasal bir dönüşümdür ve biraz da psikolojik bir kopuştur.

Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×