Dünya “Soğuyor” mu?


Bu dünya soğuyacak,

yıldızların arasında bir yıldız,

                       hem de en ufacıklarından,

mavi kadifede bir yaldız zerresi yani,

                       yani bu koskocaman dünyamız.

Bu dünya soğuyacak günün birinde,

hatta bir buz yığını

yahut ölü bir bulut gibi de değil,

boş bir ceviz gibi yuvarlanacak

                       zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.


 

Şimdiden çekilecek acısı bunun,

duyulacak mahzunluğu şimdiden.

Böylesine sevilecek bu dünya

“Yaşadım” diyebilmen için…


 

Nâzım Hikmet

 

 

“Önceleri emperyalizm ucuz hammadde, emek sömürüsü ve denetlenebilir bir dünya pazarı istiyordu. Bugünse hiçbir değeri olmayan bir insanlık istiyor.”

John Berger, “Emperyalizmin Sureti”, içinde Bir Fotoğrafı Anlamak (İstanbul: Metis, 2015), 24.

 

 

 

 

Dünyanın bir ömrü var. Bilimsel anlamda ölçülebilir bu gerçekle yaşamak, rasyonalitenin sınırlarını bir tarih aralığıyla belirlemek kaçınılmaz. Ölçülebilir ve bilinebilir olanı kapitalist irrasyonalite ile büyük bir belirsizliğe dönüştürmeyi becermek ise insanlığın en büyük dramı. Dünyanın daha yaşanabilir bir yer haline getirilmesi ile kapitalizmin “sürdürülebilirliği” birbiri karşısında durmaya, kapitalizm dünyanın ömrünü kısaltmaya devam ediyor. Büyük bölümü kapitalizmden kaynaklanan sorunları dışsal tehditler olarak sunmayı da ihmal etmeden…

Son dönemde dünya ekonomisinin ve ticaretinin seyrine, geleceğine ilişkin kaygı düzeyi yüksek pek çok rapor yayınlandı. “Kriz sonrası toparlanma”nın bir türlü sağlanamaması, yeni bir paradigma ihtiyacı, tartışma ve arayışları artırıyor. Sistem dışı alternatiflere kapıları sımsıkı kapatarak sistemin arızalarına çözüm bulma çabası ekonomi-politika düzleminde teknokratik söylemin ağır basmasına yol açıyor. Sermayenin üretken alanlara yönlendirilmesi, gelişmiş kapitalist ekonomilerde sanayiye dönüş, devletin ve uluslararası kurumların düzenleyici rolünün artırılması, altyapı yatırımlarına öncelik verilmesi, finansal yapının uzun vadeli hedeflerle uyumlu hale getirilmesi gibi başlıklar ise temel öneriler olarak öne çıkan başlıklar.

Sadece ekonomi-politika önermelerine, tartışmalarına bakıldığında “yeni kalkınmacı” bir eksenin ortaya çıktığı hissi oluşmakla birlikte emperyalist-kapitalist sistemin siyasi, ideolojik kriziyle birlikte düşünüldüğünde, solun zayıflığının da verdiği rahatlıkla tartışmada sınırların biraz geniş tutulduğunu söylemek daha doğru olur.

“Küresel krizin hemen ardından küresel Keynesçiliğin hayaleti kendini gösterdi. Devletin kapitalist gelişimi ve istikrarı korumak adına fazladan piyasa rolüne soyunması gerekliliğini savunan uzun soluklu kurumsalcı tez öne çıkmış görünmektedir. Küresel Güney’de de yeni kalkınmacı devletçi stratejiler önde gibidir.”1

Saptama doğru olmakla birlikte bu gelişmelerin İkinci Dünya Savaşı çıkışındakine benzer bir “refah ekonomisi” dönemine açılmasının önünde önemli engeller var. Öncelikle artık ortada gelişmiş kapitalist ekonomileri sıkıştıracak, az gelişmiş ülkelere de bir “kalkınma perspektifi” sunacak bir sosyalist sistem bulunmuyor. “Kurumsalcı” tez, neoklasik iktisadın çöken şablonlarını, insan eylemine neredeyse hiç alan bırakmayan aşırı ve sığ bir tarihselcilik ve yapısalcılıkla temizlemeye odaklanmış durumda. Güney’in “yeni kalkınmacı devletçi stratejileri” ise bütünlüklü bir sosyalizm perspektifinden yoksun olduğu oranda kolayca sermayenin bumeranglarına dönüşebiliyor. Kurumsalcı tezler, yeni kalkınmacı stratejiler, genel olarak anaakım iktisatta “büyüme”nin hararetli bir şekilde tartışılıyor olması yine de geçmiş on yıllara kıyasla komünistler açısından verimli hale getirilebilecek bir entelektüel tartışma ortamı sunuyor, bunun da yadsınmamasında yarar var. Ancak iyi değerlendirilemediğinde aynı ortamın Piketty, Varoufakis gibi isimlerle doldurulması, “kurallı piyasacılık” olarak adlandırılabilecek bir tür yeni sosyal demokrasinin dünyanın emekçi yığınlarına allanarak, pullanarak yedirilmesi de mümkün gözükmektedir.

Bu süreç, dünya sermayesi açısından sosyalist sistemin çözülüşünün yarattığı yeni olanaklarla dolu 25 yıllık rüyanın bitişiyle yüzleşme olarak da tanımlanabilir. Ancak 20. yüzyılın geride bırakılması, moda tabirle “yeni bir hikaye yazılması” pek kolay görünmemektedir. Önceki yüzyılın “yıkma-yapma” yani savaşlar aracılığıyla yeni sömürü olanakları, kâr alanları yaratma pratiği de, sosyalizm deneyimlerinden öğrenerek kârlılığı artırma konforu da ortadan kalkmış durumda. Savaş olasılığı kapitalizm var oldukça elbette gündemden hiç düşmez, ama bugünkü ölçeği Çin’in belirlediği düşünüldüğünde mevcut güç dengeleriyle, yakın gelecekte, bölgesel “içerme” amaçlılar hariç, kapsamlı bir “paylaşım” savaşından söz etmek çok da gerçekçi görünmemektedir.

 

Gerçek sorun “düşük büyüme” mi?

2012 yılından itibaren Dünya Bankası (WB), Uluslararası Para Fonu (IMF), Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) gibi uluslararası kurum ve kuruluşların yayınlarında “düşük büyüme” tehdidi dile getirilmeye başladı. Bu “tehdit” son iki yılın G-20 toplantılarının da ana gündemi haline geldi. Emperyalist sistem açısından son 20-25 yılın yakıtı olan “globalleşme”nin hız kestiği, üretim ve ticaretin ivmesini yitirdiği, hem dünya ekonomisinin bütünü için hem de dünya büyümesinin motoru olan Çin gibi orta gelişkinlikteki kapitalist ülkeler için geçmiş büyüme oranlarının yakalanmasının mümkün olmadığı pek çok çalışmada ortaya konuyor.

“Nitelikli” büyüme, “sağlıklı” büyüme, “sürdürülebilir” büyüme gibi kavramlarla büyümenin niteliği ya da kalitesi de tartışılmakla birlikte odak noktası “büyüme”nin ivme kaybetmeden devam etmesi olarak tanımlanıyor. Temel mesele, sermayenin yeni pazarlar bularak, yeni sömürü olanakları yaratarak genişlemeye devam etmesi olarak özetlenebilir. Biriken sermayenin daha kârlı yeni alanlara akması kapitalizmin merkezi problemi olunca “oran” kaygıları da daha anlaşılır hale geliyor. Belli bir olgunluğa ulaşmış, kaynaklarını yeniden dağıtarak toplumun bütünü için gerekli refah düzeyini sağlayabilecek bir ekonominin neden “daha daha” büyümesi gereksin? Ya da emperyalist-kapitalist toplumun biçtiği rolden, uluslararası işbölümünden sıyrılıp kendi kaynaklarıyla toplumsal ihtiyaçları doğrultusunda işleyen pek çok ekonominin geçmiş büyüme oranlarını da aşan bir gelişim sergilemesi neden mümkün olmasın? Bu basit soruları şimdilik bir kenara koyup “düşük büyüme” beklentilerinin arkasındaki varsayımlara bir göz atalım.

Çin başta olmak üzere orta gelişkinlikteki kapitalist ülkelerdeki yavaşlamanın konjonktürel nedenleri bir yana dünya ekonomisinin bütünü için uzun vadede büyüme oranının düşmesi birkaç yapısal nedene bağlanıyor:2

Demografik değişim: Dünya nüfusundaki artış, gelecek 50 yılda geçmiş 50 yıla göre yavaşlayacak ve buna bağlı olarak işgücünün genişleme hızı da düşecek. 1964-2014 arasındaki 50 yılda global ölçekte işgücünün artış hızı yıllık yüzde 1,7 olarak hesaplanırken, gelecek 50 yıl için bu oranın yüzde 0,3’e düşmesi bekleniyor.

Verimlilik artışı: İşgücü artışındaki ve sermaye yatırımlarındaki azalmanın verimlilik artışını da baskıladığı düşünülüyor. Geçmiş 50 yıl için dünya üretiminde verimlilik artışı yıllık ortalama yüzde 1,8 olarak hesaplanıyor ve gelecek 50 yılda bu oran korunsa bile, işgücü artışındaki yavaşlama nedeniyle toplam üretimin artış hızının düşmesi bekleniyor. İşgücü artış hızındaki yavaşlamanın telafi edilebilmesi için verimlilik artışının yaklaşık iki katına çıkması, gelecek 50 yılda yıllık ortalama yüzde 3,3’e ulaşması gerektiği öne sürülüyor.

“Değer zinciri”nin parçalanmasındaki yavaşlama: 1990’lı yıllarda hız kazanan üretim sürecinin parçalanması, sanayi üretimin gelişmiş kapitalist ülkelerden Asya ülkelerine kayması olgusunun 2000’li yıllarda belli bir doygunluğa ulaştığı ve hız kaybettiği saptanıyor. Asya ekonomilerinin aynı zamanda pazar ekonomileri olarak da dönüşmesine yol açan, ek mal ve hizmet üretimini tetikleyerek toplam üretimde artışa yol açan bu dinamiğin aynı biçim ve hızda gelişmeye devam etmeyeceği düşünülüyor.

Finansal genişleme: 1990’lar, özellikle de 2000’lı yıllarda dünya ekonomisinde önemli katalizörlerden biri finansal genişleme oldu. Orta gelişkinlikteki kapitalist ülkelere, özellikle “yükselmekte olan piyasalara” para akışı, üretim, tüketim ve ticarette şişmeye yol açarken, büyüme oranlarında parasallık etkisiyle fiktif artışa da yol açtı. Kriz sonrasında sermayenin daha temkinli hareket etme eğiliminde olması, özellikle spekülatif işlemler konusunda risk algısının yüksek oluşu, yakın dönemde büyümeye geçmiştekine benzer bir finansal genişleme eşliğini olanaksız kılıyor.

Demografik eğilimler, verimlilik kısıtları, değer zincirinin parçalanmasındaki ve finansal genişlemedeki yavaşlamayla birlikte gelecek 50 yılda yıllık ortalama dünya ekonomisi büyümesinin yüzde 3 civarında olması bekleniyor.

 Dünya GSH Büyümesine Katkı (Yıllık Ortalama)3

 


 

Yukarıda çizilen kötümser çerçeveyi paylaşan pek çok çalışma bulunuyor. Dünya Bankası4 ve IMF’nin kapsamlı raporları, çalışma metinlerinin yanısıra McKinsey5, Credit Suisse6 gibi finansal kurumlar da globalleşmenin geleceği, bölgeselleşme eğilimlerinin ağırlık kazanması, orta gelişkinlikteki kapitalist ülkelerde ekonomik canlılığın yavaşlaması doğrultusunda pek çok öngörü üretmiş durumda. Bu çalışmalarda biraz da abartılı bir biçimde tarif edilen eğilimler, mekanizmanın yeniden tasarlanmasına yönelik bir ortak doğrultunun belirginleştirilmesi hedefinden kaynaklanıyor. ABD emperyalizminin kriz öncesine göre biraz daha zorlanarak icra ettiği hegemonik rolünü de desteklemeyi gözeten bu doğrultu, coğrafi yayılmadan, nicel genişlemeden ziyade mevcut sömürü olanaklarının derinleştirilmesine odaklanma ihtiyacının ürünü olarak değerlendirilebilir. Bir yandan kentleşme oranındaki artış, Afrika’nın “kapsanması”, Çin ve Hindistan’ın büyük iç pazarlarıyla vaat ettikleri gibi karşı argümanları sunan, özellikle dijitalleşme başta olmak üzere teknolojik gelişmelerin verimlilik artışı açısından sunduğu olanaklara dikkat çeken çalışmalar da mevcut.7

Sistem içi tartışmalar, bir politika ekseni oluşturmaya çalışan kötümser yaklaşımlarla, daha kısa dönemli ticari beklentileri realize etmeye yönelik iyimser yaklaşımlar birbirinin çok fazla karşısına konabilir görünmüyor. Çünkü kötümserlerin politika önermeleriyle iyimserlerin işaret ettiği olanaklar büyük oranda örtüşüyor: İşgücüne katılım artırılması (zaten artacak olması), dijitalleşme ve teknolojiye daha fazla kaynak ayrılarak verimliliğin artırılması (dijitalleşmenin kaçınılmaz sonucu olarak verimlilik artışının sağlanacak olması), finansal derinleşmeyi sağlayacak bir yeni finans yapılanması (finansallaşmanın tersine çevrilemez oluşu) gibi… Sonuç olarak bir stratejiyle ya da kendiliğinden eskinin yakalanabileceği ya da eskiye yakınsanabileceği, yeni bir büyüme paradigmasının mümkün olduğu düşüncesi ağır basıyor. Ancak aşağıda belirtildiği gibi kapitalizm koşullarında geçmiş 20-25 yılın özel koşullarını benzer bir bileşimin sağlanıp sağlanamayacağı ve emperyalist-kapitalist sistemin bir yeniden yapılanma içine girip giremeyeceği fazlasıyla tartışmalı bir konu:

“…yakın dönemde gelişmekte olan ülke büyümesi 2000’lerin başları ve ortalarındaki meta fiyatları patlamasından kaynaklanmıştır ve bunun sebebi de hızlı küresel büyüme, özellikle de Çin’in büyümesi, meta piyasalarının finansallaşması, (post) Washington Konsensüsü ile geçen yirmi yılın ardından Latin Amerika’nın sergilediği iyileşme, bazı Afrika ülkelerindeki istikrar ve 2007’de patlayan ABD merkezli dev spekülatif balondur. Bu koşullar onlarca yıl daha kolay kolay tekrar etmeyecektir.”8

Üstelik emperyalist-kapitalist sistem içerisinde tek “dert”, yeni kârlı alanların yaratılmasından ibaret değil. Bu sürecin aynı zamanda bir sermaye yoğunlaşması anlamına geldiği ve üretimin/ticaretin coğrafya başta olmak üzere bileşenleri değişirken tekellerin güçlerini nasıl sürdüreceği sorusu da ortada büyük bir sorun olarak duruyor. Temel endüstrilerde artık “pazar payları” Çinli ve Çinsiz olarak hesaplanıyor. Kimya, demir-çelik, lojistik… Tüm bu alanlarda uluslararası tekellerin Çin’de yatırımları da bulunmakla birlikte Çin dahil edildiğinde güç kaybettikleri görülüyor.

 

Dünya ticareti “yanılsaması”

Dünya ticaretinin, mal ve hizmet dolaşımındaki artışın tek tek ekonomilere ve dünya ekonomisine katkısı, önemli bir tartışma. Dünya ticaretinin kapitalizm öncesi dönemlerden bu yana bir değer aktarım mekanizması olarak önemli bir rol üstlendiği açık. Kapitalizmle birlikte meta üretim sürecinde hem ucuz hammadde temini hem de ucuz işgücü olanaklarıyla aynı mekanizma daha gelişkin formlar kazandı. Özellikle sosyalist sistemin çözülüşü sonrası sosyalist ülkelerin dünya kapitalizmine entegrasyonu, dünya ticaretindeki serbestleşmeyle birlikte ücret farklılıkları başta olmak üzere üretim maliyetlerinin düşürülmesi ve kârlılık artışlarının sağlanması, artan sermaye hareketleriyle yeni kaynak aktarım mekanizmalarının yaratılması gibi gelişmelere bağlı olarak dünya ticareti, büyümeye katkı açısından önemli bir enstrüman oldu. Ancak bu tür unsurlardan bağımsız ticaret hacmiyle üretim artışı arasında doğrusal bir ilişki olduğunu düşünmek, ticaret hacmi artışını büyümenin olmazsa olmaz koşulu olarak düşünmek de çok anlamlı değil. Dünya ekonomisinin sosyalist sistemin de katkısıyla en hızlı ve istikrarlı büyüdüğü, özellikle az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki ülkelerin sanayileşme hızlarıyla parlak bir görünüm sergilediği 1950-70 arası dönem dünya ticaretinin zayıf seyrettiği, yavaş geliştiği dönem olarak dikkat çekmektedir.

“Düşük büyüme çağı” beklentisinin en önemli argümanları arasında dünya ticaretindeki yavaşlama yer alıyor. 2012 sonrasında dünya ticaret hacmiyle GSH büyümesi arasındaki ilişkide bozulma ortaya çıktı. 1990’lı ve 2000’li yıllar boyunca dünya ticareti, dünya GSH büyümesinin üzerinde, iki katına yaklaşan bir hızla büyürken 2012 sonrasında ticaret hacmi büyümesi GSH büyümesinin altına düştü. Bu konu bir süredir tartışılmakta, nedenleri üzerine değişik argümanlar öne sürülmekteydi. IMF uzmanlarının yaptığı yeni bir çalışmada9 bu ilişkideki bozulmanın konjonktürel nedenler dışında yapısal nedenleri de olduğu saptanıyor. 2000’li yıllarda “değer zinciri”nin parçalanmasının yavaşladığı, özellikle 1990’lı yıllarda Çin’in üretim üssü haline gelmesinin yarattığı ticaret artışının hız kestiği gösteriliyor. Yine ikinci bir yapısal neden olarak krizle birlikte gelişmiş kapitalist ülkeler başta olmak üzere korumacı önlemlerde artış olduğu görülüyor. Bir üçüncü yapısal neden ise ilkiyle de bağlantılı olarak sanayi ürünlerinin dünya ticareti içindeki payının hızlı bir gelişim göstererek belli bir paya ulaşmış olması, aynı hızda artışın devam ettirilmesinin fiziksel olarak mümkün olmaması.

 

 

Dünya GSH’sı ve İthalat Hacmi Gelişimi %10


 


 

2014 yılında dünya mal ve hizmet ticareti 23,5 trilyon dolara ulaşırken yüzde 80’i mal dolaşımından oluştu. 1997-2006 döneminde dünya ticaret hacmi yıllık ortalama yüzde 7 civarında artarken, mal ticareti yüzde 7,1 büyüdü. 2007-2014 döneminde ise mal ve hizmet ticareti artışı yıllık ortalama yüzde 3,7’ye düşerken, mal ticareti büyümesi de yüzde 3,4’e geriledi.

1980 yılında Çin’in dünya ticaretindeki payı sadece yüzde 1 iken, 2014 yılında mal ihracatı içindeki payı yüzde 12’ye yaklaşmış ve dünyanın en büyük ihracatçısı olmuştur. Dünya ticaretine ilişkin eğilimler ve ilintili biçimde büyüme beklentilerinde Çin önemli bir aktör olarak öne çıkmaktadır. 1990’lı yıllarda Çin, nihai mamul üretimine yönelik olarak ABD başta olmak üzere gelişmiş kapitalist ülkelerden yüksek oranda yatırım malı ve ara mamul ithal ederken, veriler 2000’li yıllarda kendi üretim kapasitesinin arttığı, yatırım malı ve ara mamul ithalatının göreli olarak azaldığına işaret ediyor. 1990’lı yıllarda Çin’in ara mamul ithalatı, ihracatının yüzde 60’ını oluştururken 2014 yılında bu oran yüzde 35’e geriledi. Çin 2000’li yıllarda, ihracatın yanısıra kentleşmedeki gelişmeyle birlikte altyapı yatırımlarına da ağırlık vermesinin sonucunda, dünya ticaretine hammadde ithalatıyla büyük katkı yaptı. Dünya ticaretinde özellikle 2000’li yılların ikinci yarısında görülen canlılıkta Çin’in demir cevheri, kömür gibi hammaddelere yönelik talebindeki muazzam artış da önemli bir etken oldu.

2014 yılında dünya ticaretinin miktar olarak beşte birini oluşturan demir cevheri ve kömür taşımalarının yüzde 45’i Çin’den kaynaklandı. Bu oran 2001 yılında sadece yüzde 8,3 idi.

 


Kaynak: ITC Trademap

 

Bu küçük örneğin geleceğe ilişkin işaret ettikleri önem taşıyor. Çin’in 1990’lar ve 2000’lerdekine benzer bir ivme ile büyümesi güç, fiziksel ve teknik zorluklar var. Dolayısıyla Çin’in üretim ve ticaret hacmi etrafında bir dünya büyümesinin sürdürülmesi de sıkıntılarla malûl. Çin’in iç talep odaklı büyüme stratejisi, “Bir Kuşak Bir Yol” gibi aynı zamanda jeostratejik ve siyasi hedeflere de sahip projelerle ekonomisini canlı tutma hedefini hafife almamak gerekli olmakla birlikte uluslararası sermaye açısından sömürü olanaklarını geliştirme, kârlı yeni alanlar yaratma meselesi daha yaratıcı ve sermayenin “kolektif” aklına dayalı bir sürecin örülmesini zorunlu kılıyor.

 

Sonuç: Dünya bu kadar tasarımı kaldırır mı?

Dünya Bankası, IMF, OECD gibi kuruluşlara ek olarak yeni sistem tasarımı ya da yeni paradigma arayışı olarak adlandırılabilecek sürecin yeni aktörlerini de dikkatli izlemek, özellikle bir “yeni finans mekanizması” oluşturmaya dönük girişimlerin hafife alınmaması gerekli. BRICS Kalkınma Bankası ve Asya Altyapı Yatırım Bankası, iki önemli araç olarak emperyalist-kapitalist sistemin iç çekişmeleri ve yeniden şekillenmede öne çıkma ihtimali taşıyor.

Dünyanın bu kadar “tasarım” kaldırıp kaldırmayacağı, emekçi sınıfları büyük ölçüde ihmal eden bir yeniden yapılanma arayışının kendi çıkışsızlıkları bir yana sürpriz kazalara uğrama ihtimali var ve tüm boyutlarıyla siyasi-ideolojik mücadelemizin konusu…

 

Dipnotlar

  1.  “Kutuplaştıran Kalkınma”, T.Marois-L.Pradella, Nota Bene Yay., 2015
  2.  “Policy Challenges for The Next 50 Years”, OECD Economic Policy Paper, July 2014.
  3.  A.g.ç.
  4. “Slowdown in Emerging Markets: Rough Patch or Prolonged Weakness?”, Tatiana Didier, M. Ayhan Kose, Franziska Ohnsorge and Lei Sandy Ye, World Bank Policy Research Note, December 2015.
  5. “Global growth: Can productivity save the day in an aging world?”, McKinsey Global Institute, January 2015.
  6. «The End of Globalization or a More Multi Polar World», Credit Suisse, September 2015.
  7.  “Trade Winds: shaping the future of international business”, HSBC Global, November 2015.
  8.  T.Marois-L.Pradella
  9. “The Global Trade Slowdown: Cyclical or Structural?”, Cristina Constantinescu, Aaditya Mattoo, Michele Ruta, IMF Working Paper, January 2015.
  10.  IMF Working Paper. 
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×