Ekonomiden Siyasete Kriz Süreci

Bundan önceki iki sayıda, Türkiye ekonomisinin 1980 sonrasını ve 1994 yılında girilen krizin çeşitli boyutlarını ele almaya çalıştık. Ancak, ekonomik krizin kendi başına ele alınmasının, Türkiye kapitalizminin içinde bulunduğu krizin boyutlarını kavramak açısından yeterli bir temel oluşturmaktan uzak olduğunu kabul etmek gerekiyor. Nitekim, aynı sayılardaki ilgili diğer yazılar ağırlıklı olarak krizin siyasal boyutları üzerinde yoğunlaştı.

Bu durum, kapitalizmin çelişkilerinin zayıf halkalarda siyasal ve ideolojik düzeylerde birikiminden kaynaklanıyor. Altyapıdaki çelişkiler, bu düzeylere bire bir yansımıyor. Türkiye’de de, düzenin siyasal açmazları, ekonomik krizin patlak vermesinden önce belirginlik kazandı. Ekonomik kriz, daha çok siyasal düzeydeki çelişkilerin önünün daha fazla açılmasını, burjuvazinin yönetememe sorununun derinleşmesini getirdi. Yoksa, Türkiye ekonomisinin temel tıkanıklık noktaları ve bunların sermaye açısından aşılma yolları krizden önce de az çok belirgindi.

Bu yazıda, yine ekonomik kriz üzerinde bir miktar yoğunlaştıktan sonra, bu düzey ile siyasal düzey arasındaki bazı bağlantıları açmaya çalışacağız.

HATIRLATMA: KRİZ YAPISALDIR

Türkiye kapitalizminin 1994 yılında girmiş olduğu krizin çok özel bir dönemeç noktasına tekabül ettiği, Cumhuriyet tarihinin en ciddi krizlerinden birinin yaşandığı saptamaları genel bir kabul görüyor. Hatta, burjuvazi durumun vehametini o kadar yüksek bir sesle telaffuz ediyor ki, bu işin arkasında başka niyetlerin bulunduğundan, krizin aslında belki o kadar da ciddi olmadığından kuşkulanmak gerektiği bile düşünülebilir.

Burjuvazinin kriz koşullarını özelde sınıfa saldırının dayanağı kılmak için kullandığını saptamak gerçekten de gerekiyor. Ancak, bu kullanım biçimi, krizi küçümsemenin gerekçesi olarak alınmamalı. Daha önceki yazılarımızda da belirttiğimiz üzere, Türkiye kapitalizminin yeni bir kriz konjonktürüne girmesi, tümüyle yapısal nedenlerden kaynaklanıyor. Burada kısa bir tekrarı yararlı görüyoruz.

1980’li yıllara kaynak kriziyle giren Türkiye kapitalizmi, bu sorunu, işçi ücretlerinin ve emekçi kitlelerin gelir düzeylerinin düşürülmesi, iç pazarın daraltılması döviz kurlarının yüksek tutulmasının da yardımıyla ihracatın teşvik edilmesi yoluyla, kısmi biçimde çözmeye çalıştı. 1980 dönemecinde, “döviz açığı” sorununun çözülmesinin eksene yerleştirilmesi, sermaye düzeni açısından belirli bir kaçınılmazlık taşıyordu. 24 Ocak önlemleri temel olarak, mevcut üretim kapasitesi ve üretici güçlerin gelişkinlik düzeyini veri alan, dış açık sorununu kısa vadede çözmeyi hedefleyen bir yaklaşımın ürünü oldu.

İşçi ücretlerinin düşürülmesi, sermaye açısından, kar oranlarının yükselmesi ve ek bir kaynağa el konulması anlamına geldi. Ancak, el konulan bu kaynak, yeniden üretim sürecine sokulmadı. Türkiye burjuvazisi, 1980’li yıllarda, sermaye birikim sürecini derinleştirmekten çok, açığa çıkan kaynaklara el koyma mekanizmalarını yetkinleştirmeyi tercih etti. Finans mekanizmaların güçlendirilmesi ve rant gelirlerinin artırılması, temel olarak, bu amaca hizmet etti. Bu dönemdeki. yatırımlar daha çok dünya kapitalizmiyle bütünleşme derecesinin artırılmasına yönelik altyapı yatırımlarıydı. Özelde iletişim ve ulaştırma alanlarında belirli bir mesafe de katedildi. Ancak, Türkiye ekonomisinin uluslararası düzeydeki rekabet gücünü korumasını sağlayacak sanayi yatırımları gerçekleştirilmediği gibi, belirli sektörlerde derinleşme de başarıl(a)madı. Sonuçta, belirli bir dış açığı yapısal olarak vermek zorunda olan ekonomi, mevcut üretim kapasitesinin geniş-letilememesinin ve belirli sektörel atılımların gerçekleştirilememesinin ürünü olarak, tıkanma noktasına geldi. 1980’li yılların sonlarına doğru belirginlik kazanan bu tıkanma, 1994 yılına gelindiğinde, tam boy bir krize dönüştü 1 .

Türkiye burjuvazisinin yatırım yapmayı neden tercih etmediği üzerinde de durmak gerekiyor. Burada, bir yönüyle bir tercih, ama diğer yönüyle de bir ufuksuzluk vardır. 1980’li yıllarda ortaya çıkan olanakların bir sanayi hamlesiyle bütünleştirilmemesi, bu alandaki yatırımların getirilerinin ancak uzun vadede alınabilirliği, kısa dönem kar olanaklarının ise tüketilmemişliği, diğer yandan da uluslararası sermaye ile bütünleşmenin benzer konumdaki tüm ülkeler için az çok geçerli standart çerçevesinin kabulü yönleriyle, bir tercihi ifade etmektedir. Burjuvazi, zahmetli bir birikim sürecini örgütlemektense, günü kurtarmayı tercih etmiştir. Böylece, üretici güçlerin gelişiminin yol açacağı sermaye değersizleşmesi süreçleri engellenmiştir. Yeni bir sanayi hamlesi, mevcut sermaye yapılanmasının değişimini de içerir. Bunun yerine sermaye yoğunlaşmasını artırmak, büyük burjuvazinin tercihi olmuş ve onu güçlendirmiştir. Ancak, bu tercih, on yılı bulmadan tıkanan bir ekonomik modelin seçimi anlamına geldiği oranda da, bir ufuksuzluğu yansıtmaktadır. Sözkonusu ufuksuzluk, liberal ekonomist ideolojinin dünya çapında güçlenmesi ve Türkiye burjuvazisi tarafından da paylaşılmasıyla da ilgili olmuştur. Bu çerçeveyi tamamlayan ögeler olarak dünya kapitalizminin içinde bulunduğu kriz ve Türkiye’nin jeopolitik öneminin ortadan kalkmasını da hesaba katmak gerekiyor.

Ekonomik tıkanıklıkların mali bir krizle açığa çıkması da, krizin niteliğini değiştirmiyor. Türkiye’de, finans sektörünün derinleşme süreci, ekonomik açmazların belirginlik kazanmaya başladığı 5-6 yıl öncesinden itibaren ivme kazanmıştır. Bu da son derece doğal: Sermayenin kriz dinamiklerine verdiği ilk yanıt, bunları orta vadede güçlendirmek pahasına da olsa, kredi sisteminin geliştirilmesidir. Nitekim, kapitalizmin tüm yapısal krizleri, kendilerini, kredi sistemindeki aşırı genişlemenin sonunun görünmesi ile birlikte açığa vurmuştur.

Finans sektöründeki derinleşmenin yanıt olduğu sorunların ele alınması, ekonomik krizin aşılma olanaklarına dair kimi sonuçlara da işaret ediyor. 1980’li yılların sonlarına doğru ihracattaki artışın sonuna gelinmesi, mevcut üretim kapasitesinin teknik bileşiminin uluslararası rekabet gücünün tükenmesinin ürünüdür. Bu noktada da, sözkonusu kapasiteyi genişletici ve geleneksel ihracat sektörlerinde rekabet gücünü korumaya dönük adımların atılmaması, dış açık sorununun, benzer pek çok ülkede olduğu gibi, finans mekanizmalarıyla aşılması yönündeki girişimlere yol verdi. Burada da, temel olarak döviz kurları ve faiz oranlarına dayalı bir “strateji” izlendi. Döviz kurları düşük, faiz oranları yüksek tutularak, spekülatif amaçlı yabancı sermaye girişi sağlandı. Sözkonusu sermaye girişinin sağladığı olanaklar da, iç tüketime dayalı bir ekonominin canlandırılması doğrultusunda kullanıldı. Böylece, temeldeki sorunun yoğunlaşması pahasına, bunun sonuçları geçici olarak giderilmiş oldu.

Bugün gelinen noktada, döviz kurlarının yeniden değerlendirilmesi, hiç bir sorunu çözmeyecektir. İhracattaki tıkanma düşük kur-yüksek faiz politikasını öncelemişti ve başa dönülmesi, daha geri bir noktaya dönülmesi anlamına gelecektir. Arada geçen süre, en azından belirli sektörlerde rekabet gücünün artırılması bir yana, yerinde saymaktan kaynaklanan bir gerilemeye yol açmıştır.

Dolayısıyla, mevcut krizin kısa vadede aşılması ve Türkiye ekonomisinin yeni bir büyüme dönemine girmesi olanaksızdır. Önümüzde, kısa süreli “nefes alma” dönemlerinin yaşanabileceği, ama asıl rengini kriz dinamiklerinden alan en az iki yıllık bir süreç bulunmaktadır. Bu süreçteki konjonktürel rahatlamalar ise, yalnızca sermaye açısından bir anlam ifade edecek, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin payına düşen yoksullaşma sürecinde herhangi bir kesinti sözkonusu olmayacaktır. Dahası, Türkiye kapitalizminin girdiği yeni yolda, ekonomik kriz koşullarının ortadan kalkması bile bu kesimlerin maddi yaşamları açısından pek az şeyi değiştirecektir.

KRİZ KOŞULLARINDA

KRİZ DİNAMİKLERİNİN BİRİKİMİ

Ekonomik krizin kendisini açığa vurduğu 1994 başından bu yana yaşananların çok önemli bir bölümü krizin yoğunlaşmasına hizmet etmiştir. 5 Nisan tarihli sömürü paketinin içerdiği zamlar ve sınıfa saldırı dışında, sermaye düzeni, kendi krizini derinleştirir tarzda hareket etmiştir. Bu da son derece doğaldır. 1994 yılına dek bastırılan kriz dinamiklerinin önü açılmış ve ekonominin “dibe oturması” olarak ifade edilen noktaya doğru hızlı bir gidiş başlamıştır. Aynı süreç, krizin belirli sınırlar içinde tutulmasının olanaklarını da giderek ortadan kaldırmaktadır.

1993 yılında, ekonomideki vadelerin kısalması sorunu, en fazla üç aylık vadelerin egemenliğini anlatıyordu. 1994 yılının Ocak-Nisan döneminde ise, birkaç günü aşan süreler “uzun” vade kategorisinde değerlendirildi. İnterbank ve repo piyasaları, paranın yığıldığı alanları oluşturdu. Sözkonusu dönemde, zaman zaman 60 trilyon liraya bile yaklaşan gecelik piyasalarda faiz oranları yüzde 200 ile yüzde 1.200 arasında salındı. Yüzde 200 gecelik faizin yıllık bileşik getirişi yüzde 635 (bu oran yüzde 1.200 gecelik faiz için ise yüzde 13.5 milyon gibi akıldışı bir düzeydedir). Böylesi bir ekonomik ortamda sanayi yatırımları bir yana, burjuvalar arası ödemelerin durmasından daha doğal bir şey olamaz. Ekonominin olağan koşullarında günlük değişikliklere refleks olarak gündeme gelen astronomik faizler süreklilik kazanmıştır ve bu faizler elbette ekonominin bütünü tarafından ödenecektir.

Burada önemli olan bir nokta, yüksek faizle borçlandırılan en önemli “müşteri”nin devlet olmasıdır. Merkez Bankası, sonuç olarak hiç bir işe yaramayan “döviz kurlarını dizginleme” adına, yüksek faizle borçlanmaktadır. Diğer yandan, gerek seçim öncesi yatırımları, gerekse Hazine’nin Merkez Bankası’ndan çekebileceği avansların yılın ilk çeyreğinde dolması nedeniyle, kamu bankalarının borçlandırılmasına gidilmiştir. Dahası, son derece “teknik” önlemler olarak sunulan Merkez Bankası’nın özerkleştirilmesi türü adımlar da, kamu üzerindeki borçlanma yükünün artırılmasından başka bir sonucu hedeflememektedir. Merkez Bankası’nın özerkleşmesinden beklenen, Hazine’ye vereceği parayı kısmasıdır. Hazine, bu durumda, ödemelerini yapabilmek için kamu bankalarını piyasadan yüksek faizle borçlandırmak zorunda kalmakta, böylece devlet harcamalarının maliyeti daha da artırılmaktadır. Devlet maliyesinin kontrol altına alınması safsataları eşliğinde devletin iflasına giden süreç hızlandırılmaktadır.

Bu ortamda bile, devletin bir görevi de bankaları kurtarmak olmuştur. Kamuda çalışan işçi ve memurların ücret ve maaşlarının sorun olarak gösterildiği bir dönemde, Merkez Bankası yasasındaki değişiklikle sıkıntıya düşen bankalara bir yıl vadeli ucuz kredi açılıyor. Mayıs ayının ilk haftasında bu çerçevede bankalara açılan kredi miktarı 5 trilyon lirayı aşıyor. Ama zaten, bankalardaki tüm mevduatın güvence altına alınmasıyla birlikte, karın özel sermayeye, riskin de devlete ait olduğu “ideal” model hayata geçirilmiş olduğundan, bankaların parasal destekle ayakta tutulması “rasyonel”!.

Krizin faturasının devlete yüklenmesi, yalnızca geçici bir uğraktır. Burjuvazi, devleti soyarken, aslında, işçi sınıfı ve emekçi kitleleri daha fazla soymanın koşullarını olgunlaştırmaktadır. Devlet maliyesi çökertilirken, bu çöküş krizin gerekçesi, devlet mülkiyetinin talan edilmesi de çözüm olarak gösterilmektedir. Özelleştirmeler, aynı sürecin hızlanmasından başka bir sonuç doğurmayacaktır.

Üç bankanın kapanması bankacılık sistemine olan güveni sarsarak hızlı bir mevduat çekişine yol açtığından, mevduatların devlet güvencesine alınması kaçınılmaz olmuştur. Ama bu adım da, riskli koşullar altında yüksek faiz veren küçük bankalar karşısında büyük bankaların aleyhine olmuştur. Yakın dönemde bu “adaletsizlik”i ortadan kaldıracak yeni önlemlerin alınacağına kesin gözüyle bakılabilir. Bankacılık kesiminin bütünü açısından baktığımızda ise, kumar oynamanın bu şekilde teşvik edildiği bir düzende büyük paraların batırılmaya devam edeceğini öngörmek zor değil. Üstelik, bankalar, başkalarının paralarıyla oynayan kumarbazlar olduğundan, fatura yine ekonominin bütününe çıkacaktır (bu yazıda her “ekonominin bütünü” dediğimizde ilk akla gelenin işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin gelirleri olması gerektiği biliniyor).

5 Nisan sömürü paketiyle gelen zamlar, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin gelir düzeylerinin düşürülmesini, böylece sermayeye ek bir kaynak yaratılmasını sağlamıştır. Ancak, ekonomik etkinliğin giderek göreli bir durma noktasına gittiği bugün, sözkonusu ek kaynağın sermayenin krizini aşmasını sağlaması, kısa vadede gerçekleşebilecek bir şey değildir. Düşük ücret ve maaşlar, ihracatı artırmak için tek başına yeterli değildir. Türkiye kapitalizmi, mutlak sömürü oranının artışının tek başına yeterli olmadığı bir döneme girmiştir. İşçi ücretlerinin düşüşü, ihracatın “patlama”sına yol açmayacaktır. Bunun için sabit sermaye yatırımlarına ihtiyaç vardır ve bunların sonuçlarının alınmaya başlaması bile ancak orta vadede sözkonusu olacaktır. Dahası, yine bugün için, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerden gasp edilen değerler, sanayi yatırımlarına aktarılabilir olmaktan uzaktır; bunlar krizin faturası olarak “değerlendirilmektedir”.

Diğer yandan, yine 1994 yılına, yabancı sermaye kaçışı da damgasını vurmuş, bunun ötesinde, yerli sermaye de dövize geçme eğilimi göstermiştir. Bir yandan döviz kurlarındaki artışı frenleme adına yüksek faizlerle borçlanan Merkez Bankası aynı dönemde piyasaya yaklaşık 7 milyar dolar satarak döviz rezervlerini tüketmiştir. Merkez Bankası müdahaleleri döviz kurları üzerinde pek az etkide bulunmuş ancak sözkonusu satışlar bir diğer rant kaynağı olmuştur.

Türkiye’de bazı geri zekalı ekonomistler döviz kurlarının yükselmesinden yola çıkarak şu tür basit denklemler kurabilmektedir: Bu yükseliş ithalatın daralmasına ihracatın da artmasına böylece de mevcut krizin aşılmasına yarayacaktır. Ancak gerçekte yaşanan oldukça farklıdır. İhracatın neden yeteri kadar artamayacağı üzerinde yeteri kadar durduk. Diğer yandan, ithalatın içinde bulunduğumuz dönemde azaldığı bir gerçektir. Ancak, ithalattaki daralma, öncelikle, geçtiğimiz yıllarda ithalata dayalı olarak sağlanan ekonomik büyümeyi durduracak, üretimdeki bir daralmayla sonuçlanacaktır. Üretimdeki daralma da, başta verdiği krediler geri dönmeyecek olan finans kesimi olmak üzere tüm sektörler üzerinde olumsuz çıktılar doğuracaktır.

Türkiye’nin döviz rezervlerinin hızla eridiği bu dönem, aynı zamanda, dış borç anapara ve faiz ödemelerinin de geçtiğimiz yıllara oranla arttığı bir dönemdir. Şimdiden, 1994 yılında 8 milyar, 1995 yılında da 11 milyar dolar civarında bir geri ödeme gereksinimi bulunmaktadır. Sermaye kaçışının bulunduğu bir dönemde sözkonusu ek yükler, önümüzdeki dönemde bulunacak dış borçların en fazla mevcut açıkları kapatmaya yeteceğini, ekonomiye yeni bir canlılık getiremeyeceğini göstermektedir.

Bir yanda devletin iflasına doğru giden süreç ve finans sektöründeki krizin hiperenflasyona yol vermesi, diğer yanda gerek kaynak, gerekse işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin gelir düzeylerinin düşüşünün ürünü iç pazar sorunları nedeniyle üretimin daralması, önümüzdeki dönemde birbirlerini besleyen süreçler olarak görülmelidir. Bugünden küçük ve orta ölçekli işletmelerin bir kısmı kapanma noktasına gelmiştir ve diğer pek çoğu da sırada beklemektedir. Sınai üretimdeki kaçınılmaz düşüş kredilerin geri ödenememesi-ne bu da finans sektörünün zaten hassas olan dengelerinin daha da bozulmasına yol açacaktır. Finans sektöründeki daralma ise yine üretim düzeyine yansıyacaktır.

ULUSLARARASI SERMAYE İLE İLİŞKİLER

Türkiye’nin girdiği ekonomik kriz, uluslararası sermayeyi de elbette yakından ilgilendiriyor. Uluslararası sermaye kuruluşları, en başta, yabancı sermayenin Türkiye’den alacaklarını güvence altına alma misyonu ile hareket ediyor. Yalnız, son krizle birlikte son derece net olarak görülen daha önemli bir gerçek, yerli sermayenin çıkarları ile uluslararası sermayenin çıkarları arasındaki ayrımın son derece daralmış olması. Türkiye burjuvazisi, tarihinde ilk kez, IMF ile anlaşmak konusunda bu denli aceleci davranıyor. IMF’in önereceği program ve Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti üzerinde kuracağı denetim, daha ortaya ne çıkacağı belirginleşmeden burjuvazi tarafından kabul edildi. Türkiye burjuvazisi, çok büyük bir açıklıkla, uluslararası sermaye kuruluşlarına siyasal iktidarlardan daha fazla güvendiğini deklare etti.

Uluslararası sermaye açısından, Türkiye ekonomisinin temel sorunu, pek doğal olarak, kaynak aktarım mekanizmalarında karşılaşılan tıkanıklık. IMF’in standart “yapısal uyum” reçeteleri, hiç bir ülkede, sanayileşme ve kalkınmayı hedeflemedi. Nitekim, IMF’in Türkiye ekonomisine koyduğu teşhis de son derece sıradan: Mali piyasalardaki dengesizlik ve bunun kaynağı olarak kamu açıkları. Çözüm paketinde de yine pek doğal olarak işçi ücretlerinin düşürülmesi ve özelleştirmelerin daha hızlı yapılmasından başka kayda değer bir şey bulunmuyor.

Uluslararası sermaye kuruluşlarını ekonomik krizin pasif bir izleyicisi olarak görmek yanlış olacaktır. Türkiye’nin kredi notunun düşürülmesi, mali krizin kıvılcımı olmuştur. Dahası, Ocak ayından bu yana az çok sistemli bir müdahale süreci işletilmektedir. 27 Mart seçimlerinden hemen önce, Standards and Poors Türkiye’nin kredi notunu ikinci kez düşürürken, Dünya Bankası da, seçimlerden bir gün önce gazetelere yansıyacak şekilde Türkiye’ye açılacak olan özelleştirme kredisini erteledi. Yalnızca 100 milyon dolarlık bu kredinin ertelenmesi, temel olarak, seçim sonrasının siyasal iktidarına dönük bir mesaj içeriğini taşıyordu.

5 Nisan sömürü paketinin açılması, uluslararası sermayeyi tatmin etmedi. Aynı şekilde, ilk aşamada tam boy paket yanlısı tavır beyan eden Türkiye burjuvazisi de, kısa bir süre içinde bu tavrını değiştirme gereğini hissetti. IMF, pakete rağmen bir stand-by anlaşmasını gerekli görürken, Dünya Bankası da bu paketten daha “acı”larına hazırlıklı olunması gerektiği mesajını iletiyordu. İstikrar paketinin açıklanmasından bir gün sonra “sendikacı arkadaşlar sendikacılık yaparken, oy hesabı yaparken lütfen işin tadını kaçırmayın. Muhalefet elbette adında olduğu gibi muhalefet yapacaktır ancak muhalefet yaparken lütfen tadını kaçırmayınız, çünkü bugün önemli gündür, kritik gündür, ülkece elele verme günüdür” 2 diyerek pakete destek olan Sabancı, yalnızca birkaç gün sonra Koç ile birlikte Demirel’den Anayasa’nın 119. maddesini uygulamasını talep ediyordu. Tüm bunlardan Türkiye burjuvazisinin “işbirlikçi” olduğu sonucunu çıkarmak, son derece doğru, ama aynı zamanda eksiklidir. Sözkonusu kavram, burjuvazinin “milli olmayan” bir kesimi kastedilerek kullanıldığı oranda, bir yanlışlığı da içermektedir. Türkiye kapitalizminin uluslararası sermaye ile bütünleşmişlik derecesi, bir bütün olarak sermaye düzeninin “işbirlikçi” olmasını getirmektedir. Türkiye burjuvazisi, bu ülkeye bakarken, diğer ülkelerdeki sınıf ortaklarından farklı bir şey görmemektedir.

IMF, Çiller hükümetinden farklı olarak, 3-4 yıl vadeli bir istikrar programı öngörüyor. Bu talebi desteklemek üzere, Standart and Poors, IMF heyetinin Türkiye’ye gelişinden hemen önce kredi notunu bir kez daha düşürdü. Bu arada, tasfiye edilen üç bankadan alacağı olan yabancı bankaların da girişimleriyle, uluslararası bankalar Türkiye’ye kredi vermeyi durdurdu. Uluslararası sermaye kuruluşları Türkiye’yi “mesaj” bombardımanına tutarken, içeride de ara rejim tartışmaları yoğunlaşıyor ve siyasal istikrarsızlık artıyordu.

Uluslararası sermaye kuruluşlarının bu ülkeyi yıkmak için elele verdiklerini düşünmek yersiz olacaktır. Bu kuruluşlar, talepleri kabul edildiği oranda, krizin belirli konjonktürlerinde “kredi muslukları”nı açarak geçici rahatlamaları da mümkün kılacaktır. Ancak, daha önce de değindiğimiz gibi, bu rahatlamalar kısmi olmanın ötesine geçemeyecek, özelde işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin geleceği ise değişmeyecektir.

Bu arada, Türkiye burjuvazisinin, ekonomik kriz ortamını AB ile gümrük birliğini de “aradan çıkarmak” için kullanmayı düşünmesi son derece muhtemeldir. Gümrük birliğinin sermayenin yatay ve dikey belirli kesitlerinde gündeme getireceği yıkım, mevcut kriz koşullarında zaten yaşanmaktadır. Türkiye ekonomisinin yeni bir canlanma dönemine girmesi de yabancı sermaye girişine bağlı görüldüğüne göre, en azından teknik anlamda, tüm yükün bir çırpıda üstlenilmesi daha rasyoneldir.

Sermaye düzeninin yasallıklarını “anlamak” son derece gerekli. Ancak, bu “anlama”nın kabullenmeye dönüştürülmemesi de en az o kadar gerekli. Türkiye sosyalist hareketi, burjuvazinin bu ülkeye ne şekilde ihanet ettiğini teşhir etmeli ve uluslararası sermayenin boyunduruğuna karşı bir tepki örgütlemelidir. Dış borçlar ülkenin geleceğini ipotek altına almış durumdadır. Burjuvazi, bu ülkenin siyasal iktidarlarını IMF’in denetlemesini, bu ülkenin ekonomik programını IMF’in yazmasını istemektedir. Bu ülkenin burjuva politikacıları, Refah Partisi’nin yükselişini ABD ve IMF ile ilişkilerinde kullanmayı, bu yükselişin kendi çıkarlarıyla çelişeceğinden hareketle destek talep etmeyi içlerine sindirebilmektedir. Türkiye işçi sınıfının bu onursuzluğa tahammül ettirilmemesi sosyalistlerin görevidir.

KRİZ VE SERMAYE YOĞUNLAŞMASI

Ekonomik kriz koşullarının, bir kısım spekülatörü bir yana bırakırsak, sermayenin tüm kesimlerini az ya da çok olumsuz etkilediği açık. Kriz faturasının en önemli kısmının işçi sınıfı ve emekçi kitlelere ödetilmesi, sermayedar sınıfın hiç zarar görmemesi anlamına gelmiyor. Zaten, tam da bu nedenle, kriz koşulları, burjuvalar arasındaki rekabeti de yoğunlaştırıyor.

Kriz faturasının sermayedarlara düşen kısmının paylaşımında ise ciddi eşitsizliklerin yaşanması bir kuraldır. Kriz dönemleri, büyük sermayenin avantajlarını kullandığı ve sermayedarların bir kısmının batmasının ürünü olan sermaye yoğunlaşmasından yararlandığı dönemlerdir.

Türkiye’de de, büyük sanayi ve ticaret kuruluşları ile bankaları elinde tutan büyük burjuvazi, devlet üzerindeki denetiminin de yardımıyla zararını en aza indirme mücadelesi vermektedir. Büyük sermayenin avantajlarına son derece basit bir örnek verilebilir. Büyük sanayi ve ticaret kuruluşlarına mal ve hizmet üreten yan sanayi kuruluşları, bunlara tümüyle bağımlıdır. Büyük şirketler, kendilerine bağımlı şirketlere olan borçlarını ödemek yerine, buradan aktardıkları paraları bankalar kanalıyla gecelik faiz ve repo piyasalarında değerlendirmektedir. Ancak kuşkusuz, büyük sermayenin asıl önemli avantajı, devlet üzerindeki denetimidir.

Büyük işletmelerin krize girmesi, ilk olarak, bunlara bağımlı orta ve küçük ölçekli işletmeleri vurmaktadır. Yine ekonominin genel krizi de, mali dayanıklılıkları her zaman sınırlı olan bu işletmeler açısından çok daha yakıcı biçimde yaşanmaktadır. Orta ve küçük burjuvazinin önemli bir kesimi kriz koşullarının yıkıcılığını işçi sınıfı ve emekçi kitlelerle birlikte hissetmektedir.

Büyük burjuvazinin devlet ve siyasal iktidar üzerindeki denetimi ise, kriz koşullarında alman “istikrar” önlemlerinin yine aynı kesimi birincil hedef olarak almasını getirmektedir. Burjuvalara dönük vergiler tartışılırken gündeme gelen “kayıt-dışı ekonomi” tartışmalarının bu çerçevede de ele alınabilecek yönleri bulunmaktadır.

Kayıt dışı ekonomi ile kastedilen, sözcüğün gerçek anlamıyla kara para ile, faturasız olarak gerçekleştirilen meta değişimleridir. Bu konudaki tartışmaların bir boyutu tümüyle demagojik içerik taşımakta, burjuvazi vergi vermemenin rasyonalizasyonunu üretirken vergilendirilmesi mümkün olmayan bir kaynağa işaret etmektedir. Bunun böyle olduğu, hükümetin kara parayı denetim altına almaya dönük tasarısını çok kısa bir sürede gündeminden düşürmesiyle bir kez daha netleşti. Tasarı, 10.000 doların üzerindeki banka işlemlerinin kayıt altına alınmasını ve bu miktardaki paralara, kaynağının gösterilememesi halinde el konulmasını içeriyordu. Ancak, finans mekanizmalarının geliştirilmesinin bir gerekçesi de, başka yollarla ekonomik sisteme dahil edilemeyen kara paranın bu yolla finans alanına sokulmasıdır. Böylesi bir tasarı daha hayata geçmeden kara paraların bankalardan çekilmesi, krizin yoğunlaşmasından başka sonuç vermeyecekti. Bu nedenle de, bankaların baskısıyla, hükümet kısa bir süre sonra aksi yönde bir açıklama yapmak ve kimseye parasının kaynağının kesinlikle sorulmayacağını söylemek zorunda kaldı. Böylece, kara paranın finans sektöründeki dolaşımı bir kez daha meşrulaştırılmış oldu. Burjuva düzeni, uyuşturucu kaçakçılarının, kadın tüccarlarının, haraç kesenlerin vb. paralarını bankalara yatırmalarına bile muhtaç bir durumdadır.

Faturasız olarak yapılan meta değişimleri ise, bir yandan işportacılar başta olmak üzere marjinal sektörler, diğer yandan ve daha önemlisi de mali sisteme dahil olmakla birlikte tüm işlemlerini kayda geçmeyenler tarafından gerçekleştiriliyor. Diğer yandan, tartışmalar sırasında, bunlara, götürü usulle vergi verenler dahil ediliyor. Marjinal sektörlerin kısa sürede mali denetim altına alınması mümkün olmamakla birlikte, özelde götürü usulle vergi verenler üzerindeki yükü artırmak mümkündür. Böylece, büyük burjuvazi, vergi yükünün dağıtımı sırasında da orta ve küçük burjuvaziyi hedef göstermiş oluyor.

Bankaların kredi faizlerini yükseltmesi ve bunu geçmişte alınan kredilere de uygulamaları yine temel olarak bu kesimlere yüklenen bir fatura niteliğini taşıyor. TOBB, İTO gibi sermaye kuruluşlarının son aylarda bankaları son derece sert şekilde eleştirmeleri, bunların tabanlarındaki ciddi rahatsızlıklardan kaynaklanıyor. İTO Başkanı Atalay Şahinoğlu’nun verdiği bir demeç bu konudaki ilginç örneklerden birini oluşturuyor:

“(…) bankalar bugün, Türkiye ekonomisini yıkmaya adım atmış birer iktisadi kuruluş haline gelmiştir. Hükümet de bu uygulamaları engellemeyerek, bu yıkımı destekleyen bir hükümet olmuştur” 3 . Yalım Erez de, devletin “demir yumruğunu bu spekülatörlerin beynine indirme[si]” 4 gerektiğini savunmaktadır.

Kriz sürecinde devletin soyulması işini en yoğun olarak büyük burjuvazi gerçekleştirdiği gibi, özelleştirmeler de, satılacak olan devlet işletmelerini ancak bu kesim alabileceğinden, sermaye yoğunlaşması sürecine bir diğer katkı olacaktır. Diğer yandan, her şeye rağmen büyük burjuvaziye ait kuruluşların ciddi bir krize girmeleri halinde, ekonominin bütününün selameti için bunlar kurtarılacaktır.

BURJUVAZİNİN POLİTİZASYONU

Kriz koşullarında devlet üzerindeki denetimin büyük bir önem kazanması, burjuvazinin politik süreçlere her zamankinden daha fazla müdahil olmasına yol açıyor. Son dönemdeki hükümet ve ara rejim tartışmalarının neredeyse tümü, burjuvazinin ekonomik çıkarlarını temsil amacıyla örgütlenen kurumların girişimleriyle başladı. Bu kurumlar, bugünkü politizasyonlarıyla, Türkiye’nin en etkili “muhalefet”ini oluşturuyor. Yalnızca örnek olsun, EBSO Meclisi, “istikrar” paketinin açıklanmasından önce yaptığı bir toplantıda 6 Nisan tarihinde yürüyüş yapma kararı aldı, Irak’a ambargonun kaldırılmasını ve Çekiç Güç’ün geri gönderilmesini talep etti ve DYP’nin azınlık hükümeti kurarak ANAP tarafından desteklenmesi gerektiğini savundu 5 . TİSK Başkanı Refik Baydur, sömürü paketinin açıklanmasından bir hafta sonra, bir milli mutabakat hükümetinin kurulmasını, bunun için ANAP ve MHP’nin desteğinin alınmasını savunurken, bu tür bir hükümete CHP ve DSP’nin de destek verebileceğini ekledi 6 .

Meclisteki muhalefet ise, neredeyse tümüyle burjuvazinin doğrudan kontrolü altına alınmış durumda. ANAP lideri Mesut Yılmaz, 5 Nisan kararlarına ilişkin ilk açıklamasında “yapıcı muhalefetten vazgeçerek”, “şimdi bize bu kararlarla ezilen kesimin sözcülüğünü yapmak düşüyor”, “Zonguldak, Karabük ve Bartın’daki vatandaşlarımızın hakkına sahip çıkacağız” vb. demesine karşın 7 , birkaç gün sonra işadamlarıyla görüşüyor ve ardından da hükümete işbirliği çağrısında bulunuyor, “Herkesten daha anlayışlı davranmaya ve fedakarlık yapmaya hazırız. Ülkenin içinde bulunduğu durumun ne kadar ağır olduğunun bilincindeyiz” 8 diyordu. Ancak, çok kısa bir süre içinde burjuvaların tavrı değişiyor ve Mesut Yılmaz da ikinci kez konum değiştirmek zorunda kalıyordu. Bunun dışında, CHP ve DSP, Refik Baydur’un da belirttiği üzere, burjuvazinin senaryolarında rol oynamak dışında bir beklentiye sahip değil. MHP’nin de tek politikası burjuvaziden kendisine misyon biçmesini beklemek. Seçimlerden sonra sesini kısmak zorunda bırakılan RP ise, yine aynı senaryoların içinde bir şekilde yer edinmek için biraz daha utangaç açıklamalar yapıyor.

Burjuvazinin ekonomik örgütleri tarafından gündeme getirilen ara rejim formülasyonlarının çeşitliliği yanıltıcı olmamalı. Hükümetin bileşimine dair her farklı öneriyi bir siyasal perspektif farklılığıyla açıklamaya kalkarsak, burjuvazinin yüzlerce parçaya bölündüğünü düşünmek zorunda kalırız. Buna karşın, Türkiye burjuvazisinin iç uyumsuzluğunu yaratan etmenler arasında siyasal perspektif farklılaşmaları herhalde en son sırada yer almaktadır. Ara rejim formülasyonları, burjuvaların devlet olanaklarından en fazla yararlanmak için yürütme organını denetleme isteklerinin ötesinde bir şeyi yansıtmamaktadır. Dahası, çoğu durumda, önerilen hükümet bileşiminin hayata geçip geçemeyeceğinden çok, mevcut hükümet üzerinde baskı oluşturmak hedeflenmektedir.

Teknokratlar hükümeti tartışması, aslında, burjuvaların temel talebini yansıtmaktadır. Yetkilerini tümüyle burjuvaların siyasal egemenliğinden aldığının bilinciyle hareket edecek bu tür bir hükümetin oy kazanmaya dönük hiç bir politik hesabı bulunmayacak, kendisini yürütmenin başına getiren en güçlü burjuva odağın çıkarlarının devlet düzeyindeki doğrudan temsilciliğini üstlenecektir. Teknokratlar hükümeti yerine sözgelimi bir Milli Mutabakat Hükümeti’nin, bir azınlık hükümetinin vb. kurulması da aynı amaca hizmet edebilecektir.

Sözkonusu formülasyonlardan hiçbirinin gerçekleşmemesi, Çiller’in Başbakanlığı’nın ve DYP-SHP koalisyonunun daha uzunca bir süre ayakta kalması da mümkündür. Ancak, bunun tek koşulu, Çiller ya da Karayalçın’ın burjuvalara ne türden ifadelerle hitap ettiklerinden bağımsız olarak, somut ekonomik politikaların burjuvazinin çıkarlarını tam boy gözetmesidir.

Burada, büyük burjuvazi ile diğer burjuva kesimler arasındaki ayrım bir kez daha somutlanıyor. Son dönemde “creme de la creme”, “İstanbul dükalığı” vb.’den başlayarak “vatan haini”, “gaflet ve delalet içindekiler” e kadar varan adlandırmaların nesnesi olan TÜSİAD çevresinin talepleri, gerçekten de, burjuvazinin bütününü ifade etmemektedir. Çiller, TÜSİAD üyelerine medya kanalıyla yüklenirken bu ayrımı kullanmaya çalışmaktadır. TOBB Başkanı Yalım Erez’in TÜSİAD’a çok yakın durmaması da, yalnızca Çiller’le somut ilişkilerinin ürünü değildir.

Ancak, TÜSİAD’da örgütlü büyük burjuvazi, burjuva politikacılarının karşılarına alabileceği bir güç değildir. Büyük burjuvazinin Türkiye ekonomisi içinde sahip olduğu ağırlık, bu kesimin temsil ettiği sermaye birikiminden ibaret değildir. Türkiye’de sermaye yoğunlaşmasının boyutları ve sermayeler arasındaki bağımlılık ilişkileri nedeniyle, orta ve küçük burjuvazinin büyük burjuvazi ile ekonomik düzeyde tam boy bir hesaplaşması ancak çok istisnai ve bugünden öngörülmesi mümkün olmayan gelişmelerin ürünü olabilir. Bu burjuva kesimler arasındaki mücadelenin, temel perspektifler düzeyinde olmasa bile belirli siyasal yansımalara sahip olacağını dışlamaz. Ama en azından, büyük burjuvazinin tümüyle karşı olduğu siyasal yönelimlerin realize olamayacağı rahatlıkla söylenebilir.

Burjuvazinin dar ekonomik çıkarları çerçevesinde gündeme gelen “politizasyon”u, pek doğal olarak, sınıfsal egemenliğinin yeniden üretiminin aracı olmak bir yana, onun meşruiyetini zedeleyen bir nitelik taşıyor. Çıkar ilişkilerinin apaçıklığı, politikacı ve bürokratların konum koruma ve edinme mücadelelerini de ideolojik örtülerinden arındırıyor. Bu ortamda, Çiller koltuğunu korumak için Güreş’e mutlak itaatini bir politika malzemesi haline getirmeye çalışabiliyor; bunun karşısında “ordunun siyasal çelişkilere alet edilmemesi” demagojisinin yıpratılması göze alınarak “skandal” yaratılabiliyor; aynı olay Cumhurbaşkanı’ndan artık her siyasal konuda kendisini muhatap kabul eden Anayasa Mahkemesi Başkanı’na kadar herkesi konum almaya itebiliyor. Buradaki “mücadele”ler medya kanalıyla yapılırken, medya da bizzat bir taraf olarak sahnedeki yerini alıyor. Çiller’in trilyonluk teşvikleri çok satan gazetelerin TÜSİAD çıkışının karşısında konum almasını sağlıyor; ama kriz ortamında bu paralarla satın alınabilen süre kısa oluyor ve çıkarları aslen büyük burjuvazi ile ilişkilerinde yatan bu gazeteler Çiller destekçiliğini terk ediyor.

Benzeri örnekleri uzatmak son derece kolay. Zaten, maddi çıkar çatışmalarının büründüğü bu biçimler toplumsal düzeyde tümüyle kanıksanmış durumda. Çiller’in Güreş ile “demokrasi paketi” üzerinde “anlaşmaya” varması en ufak bir tepki çekmiyor; bu tepkisizlik, siyasal iktidarın siyasal kararları için ordunun da onayını alması gerektiğinin fazlasıyla bilinmesinden kaynaklanıyor. “Demokratik” düzeyde durum buyken, ekonomik ilişkiler alanında her gün yeni birkaç büyük yolsuzluğun açığa çıkarılması da yine son derece “doğal” karşılanıyor. Türkiye’de, kitleler, burjuva düzenin bir dolandırıcılık ve soygun ilişkileri ağından başka bir şey olmadığının yeterince farkında.

Yalnız, bu farkındalığın ne kadar olumlu bir gösterge olduğu tartışmalı. Düzenin bütününe yönelen bir muhalefet üretmeyen bu farkındalık, temel olarak onursuz bir kabullenmişlikle bütünleşiyor. Türkiye sosyalist hareketinin misyonlarından biri de, sözkonusu kitlesel onursuzluğa cephe açmaktır. Düzenin pisliklerinin teşhiri, bugünün Türkiyesi’nde, ikili bir işleve sahip olacaktır. Pisliklere işaret etmek yalnız başına hiç bir anlam ifade etmemektir; teşhirin fiili tepkilerle bütünleştirilmesi, politik eylemliliğin bir bileşeni haline getirilmesi gerekmektedir. Sosyalist hareket, teşhir ederken, teşhirin anlamlı ve tepki göstermenin onurlu olduğu doğrularını bu ülkenin gündemine yeniden sokmalıdır.

Düzenin bu denli çok alanda bir çürümüşlük görüntüsü sergilemesi, yalnızca güncel krizin ürünü değildir. Bunun arka planında, finans sektörünün palazlanması ve ranta dayalı ekonomik etkinliklerin ağırlığının artışı da bulunmaktadır. Finans ve rant gelirleri üzerine kurulu ekonomik etkinlikler, özleri itibarıyla bir asalaklık içerir. Bunlar, kapitalist üretim tarzı içinde aslen ikincil ilişkileri ifade etmekle birlikte, kazandıkları ağırlık, üretim süreci üzerinde yıkıcı etkiler doğurmaktadır. Sözkonusu asalaklık, Türkiye burjuvazisinin kültür ve yaşam biçimine de kaçınılmaz olarak yansımaktadır. Gerçek saraylardaki düğünlere yansıyan “görgüsüzlük”, bir “sonradan görme” durumundan çok, asalaklığın dışavurumudur.

1980 sonrasında, sınıf mücadeleleri deneyiminin taşıyıcısı olma niteliğini daha az taşıyan bir burjuva kuşak oluşmuştur. Sınai üretimden tümüyle uzak alanlarda ve kısa sürelerde büyük paralar kazanmanın geçerli olduğu bu dönemde yükselen burjuvalar, işçi sınıfını somut bir tehdit olarak görememekte, en azından dış görüntülerine çeki düzen verme gereksinimini bile hissetmemektedir. Türkiye burjuvazisinin belirli bir geleneğini de temsil eden Vehbi Koç, bunları uyarma ihtiyacını boşuna duymamıştır.

Burjuvazinin politizasyonuna ilişkin tartışmada büyük burjuvazi ile orta ve küçük burjuvazi arasındaki ilişkilere de kısaca değindik. Bu konuya ek bir açıklık getirmek üzere, MÜSİAD örneği üzerinde durmak mümkün.

MÜSİAD, çok kabaca, “müslüman orta burjuvazi”nin örgütü olarak görülebilir. Ancak açık olması gereken temel nokta, buradaki “müslümanlık” ögesinin MÜSİAD’ın oturduğu zeminin ana unsuru olmadığı. Bu örgüt, Türkiye’deki mevcut sermaye yapılanmasının yeni ve belirli bir niceliğe ulaşmayan sermayelerin kendilerini genişletmeleri için sınırlı olanaklar barındırmasının ürünü oldu. Büyük sermaye ile bağımlılık ilişkilerinin daha başından belirleyici olması, Türkiye’de orta ve küçük burjuvazi içinden yükselme olanağını oldukça daraltıyor. MÜSİAD, “müslüman” burjuvalara ortak hareket zemini sağladığı oranda, bunların sermaye niceliği problemini çözebiliyor. “Müslüman”lık ise, hitap edilen pazarı ayırmak açısından ek bir işlev görüyor. Bu pazarlarda diğer burjuvaların rekabeti ideolojik yöntemler yardımıyla engellenmiş oluyor. Diğer yandan, “müslüman” burjuvalar, AB ile gümrük birliğinin yıkıcı etkileri konusunda kendileriyle aynı konumda bulunan burjuvalara oranla daha öngörülü hareket ediyor.

Orta burjuvaların bir bölümü arasındaki dayanışmanın örgütü olarak MÜSİAD’ın gerek ekonomik, gerekse siyasal etkinlik düzeyi, orta burjuvazinin taşıyıcılığını yapabileceği dinamizmin sınırlarını da gösteriyor. MÜSİAD üyelerinin bir kısmı süreç içinde yükseliyor; ancak sözkonusu yükseliş aynı zamanda “MÜSİAD’ı MÜSİAD yapan” niteliklerdeki zayıflamayı da beraberinde getiriyor.

Türkiye’de, burjuvazinin farklı kesimleri arasında köklü ve kalıcı bir ayrışmanın zemini olacak türden ayrımlar bulunmamaktadır. Büyük burjuvazi ile orta ve küçük burjuva kesimler arasında bir uçurumdan çok süreklilik sözkonusudur. Sermaye büyüklük ve yoğunlukları açısından baktığımızda, büyük burjuvazi ile altındakilerinin hangi düzeye konacak bir çizgiyle ayırabileceği belirsizdir. Sözgelimi, İSO, bir yandan orta ve küçük sanayicilerin nicel açıdan ağırlıklı oldukları ve bunların seslerini duyuran, ama diğer yandan .da TÜSİAD ile pek çok alanda benzer konum alan bir örgüttür 9 .

Sınıf mücadeleleri açısından yaklaşıldığında ise, daha önce de belirtildiği gibi, kriz süreci, işçi sınıfının tehdidini çok daha yakından hisseden orta ve küçük burjuvazinin karşı-devrimci ideolojik konumlanışlara eğilimini besleyecek ve siyasal perspektifler düzeyinde burjuvazi içi bir bölünmeyi zorlaştıracaktır.

Yukarıda sunulan zeminden hareketle islami hareket üzerinde de kısaca durulabilir.

Türkiye’de islami hareketin işçi sınıfı ve sosyalist hareketin önündeki temel bir engel haline gelmesi, bu hareketin sınıfsal karakterinden dolayı olanaksızdır.

Refah Partisi özelinde baktığımızda, bu partinin burjuva karakteri ön plana çıkmaktadır. RP, işçi sınıfı ve emekçi kitleleri sınıfsal ayrışma zemininde kucaklama olanağına islami ideolojisinin nitelikleri nedeniyle sahip olmadığı gibi, böylesi bir kaygıya da sahip değildir. Diğer yandan, burjuvazinin herhangi bir kesiminin siyasal iktidarı ele geçirmeye dönük bir dinamizm sergilemesi sözkonusu olmadığından, RP’nin “düzen dışı” görüntüsünü süreklileştirmesi de olanaksızdır.

Bu durum, elbette, RP’nin işçi ve emekçilerin bir kısmını kendi saflarına çekmeye devam edemeyeceği anlamına gelmez. Ancak, asıl vurgulanması gereken nokta, kriz koşullarında sınıfsal ayrışma süreçlerinin kazanacağı ağırlığın yanında, tek tek işçilerin siyasal-ideolojik konumlanışlarının önemsizleşeceğidir.

Refah Partisi, bir burjuva partisi olması nedeniyle, işçi sınıfının yükselen mücadelesinin öncülüğüne soyunamayacak, daha çok kabullenici ve yararlanmacı bir yaklaşım sergileyecektir. Ancak, sınıf mücadeleleri içinde biçimlenen bir sınıf hareketi, aynı zamanda sınıfsal bir ideolojinin şekillenmesi demektir. Bu süreçte aktif bir özne olarak varolmayan bir siyasal hareketin sonrasında hareketin yönünü kökten farklı bir kanala çevirmesi olanaksızdır. İslami hareketin muğlak “ezilenden yana” olma söylemi, bu hareketin sınıf mücadelelerinin somut hedeflerine olan yabancılığının da ürünü olarak, zayıf kaçacaktır. Sözkonusu söylemin kilit bir önem kazanması, ancak ayrışmış ve iktidara nesnel olarak aday olabilecek bir sınıfsal tabana oturması ile mümkündür. Refah Partisi’nin tabanını oluşturan burjuva unsurlar açısından bu tür bir ayrışmanın ve iktidara yakınlığın bulunmadığını tartışmış bulunuyoruz. RP’nin kent yoksulları arasındaki ve kırlardaki tabanı da, sınıf mücadeleleri içinde belirleyici bir konuma gelemeyecek oldukları oranda, buradaki tartışma açısından ikincil önem taşıyor.

Sınıfsal zeminleri açısından bakıldığında, bugünün marjinal islami odakları, Refah Partisi’nden daha geri bir noktadadır. Bunlar, yükselen toplumsal hareketlilik içinde Refah Partisi’nin yıpranmasının doğuracağı boşluğu doldurmanın ötesinde bir misyona aday değildir. Ancak, böylesi bir yıpranma, sınıfsal ayrışmaların keskinleşmesi ile birlikte yaşanacağından ve büyük oranda da onun ürünü olacağından, marjinal islamcılar da aynı sorunla karşı karşıya kalacaktır. Ara katmanların tek bir siyasal hatta dayanak oluşturamayacak dinamizmlerinin ötesini temsil edemeyen siyasal öznelerin bir iktidar mücadelesinin temel tarafları arasında yer alması mümkün olmayacak, bunlardan siyasal bir tükeniş yaşamayanları, en azından nesnel konumları itibarıyla iki kamptan birine dahil olacaktır.

Burada, kriz sürecinin sınıfsal ayrışmaları derinleştireceğini varsaydık. Elbette bunun aksi de ihtimal dahilindedir ve bu durumda islami hareket tümüyle farklı bir boşluğu doldurarak bir döneme damgasını vurabilir. Ama bu durumda da, islami hareket, bir dönemin örgütleyici öznesinden çok, sınıf mücadelelerinin güdük kalmasının yol açtığı toplumsal çürüme ve çözümsüzlüğün ifadesi olacaktır.

SONUÇ YERİNE

Türkiye ekonomisi üzerinde yoğunlaşan bu yazımızda ve Gelenek’in bundan önceki sayılarında yer alan iki yazımızda sosyalist hareketin tablodaki yeri üzerinde yeterince durmadık. Ama aynı sayılarımız, bütünsel olarak ele alındıklarında, sözkonusu boşluğu yeterince dolduruyor. Bu yazıyı, sosyalist hareketin gelmiş olduğu noktaya ilişkin birkaç sözle noktalamak istiyoruz.

Sosyalist hareket Türkiye işçi sınıfı ve emekçi kitlelerine devrimci bir gündem sunma görevini yerine getirmeye başlamıştır. Bir bütün olarak bakıldığında ne tür eksik ve zaaflar taşımaya devam ettiğinden bağımsız olarak, hareketin diri ve devrimci unsurlarının güncel siyasal mücadelesi, bu ülkenin geleceğinin boşlukta bırakılmayacağına ilişkin güçlü ipuçları sunmaktadır. Sınıf mücadeleleri tablosunda sosyalist hareketi bir yerlere yerleştirememe sorunu aşılmaya başlamış, tek başına sosyalizmin beslenme kanallarını genişletmeye dönük mütevazi çabaların yerini sınıf hareketinin devrimcileştirilmesine dönük müdahalelerin örgütlenmesi hedefi almıştır.

Türkiye burjuvazisi, sınıf mücadelelerine ciddi eksikliklerle birlikte girmektedir. Sınıf hareketinin ve sosyalist hareketin oluşturduğu tehdit, bu tehdide on yılı aşkın bir dönemin depolitizasyon ortamında yabancılaşmış ve krizle birlikte kendini kurtarma telaşına düşmüş olan burjuvazi açısından yeterince önemsenmemektedir. Dar çıkar mücadelelerinin bu denli açığa vurulması, siyasal alanda tam boy bir soysuzlaşmaya tanık olunması, ideoloji üretim mekanizmalarının bu denli laçkalaşması vb. burjuvazinin Türkiye kapitalizmi bağlamında hiç bir temeli bulunmayan rahatlığını anlatıyor.

Burjuvazinin planlarında sınıfla bütünleşmiş bir sosyalist hareket bulunmuyor. Bu planların hiçbiri tam olarak hayata geçemeyecektir. Türkiye sosyalist hareketi, on yılı aşkın bir dönemin öznel bir tercih olmayan sessizliğini, kendisini beklemeyen burjuvazinin planlarını bozarak yırtacaktır.

Dipnotlar

  1. Türkiye kapitalizminin 80’li yıllarda yatırımlardan ne oranda uzaklastığını asağıdaki tablolarda görmek mümkün:a) Özel Sektör İmalat Sanayiinde Yatırımlar
    YATIRIM
    (1) Sabit sermaye yatırımları artıs hızı(2) Yatırım Eğilimi (Net Yatırım / ÜcretDısı Net Katma Değer)(3) Sabit Sermaye Yatırımlarının ToplamSermaye Dçindeki Payı Boratav,K.- Türkcan, E. (Editörler); “Türkiye’de<br Sanayilesmenin Yeni Boyutları veKiT'ler"; Tarih Vakfı Yurt Yayınları;Dkinci Baskı: Eylül 1993 Dstanbul;s.26b) Dmalat Sanayiinde Yıllık Net Yatırımlar,1988 fiyatlarıyla, milyon TL.
    NET YATIRIM
    “90 Petrol İs (Yıllık)”; İstanbul (tarihsiz);s.518 ]
  2. Dünya 7 Nisan 1994, s.2
  3. Dünya 1 Nisan 1994, s.3
  4. Cumhuriyet 30 Nisan 1994, s. 15
  5. Cumhuriyet 2 Nisan 1994, s.l
  6. Dünya 14 Nisan 1994, s.2
  7. Cumhuriyet 7 Nisan 1994, s.5
  8. Cumhuriyet 12 Nisan 1994, s.5
  9. Burada, tasra burjuvazisini bir miktarayrı tutmak mümkün. Ancak bu kesim detemel ekonomik ve siyasal süreçlerinbelirleyici unsurları arasındayeralabilecek bir dinamiği ifadeetmemektedir.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×