Emperyalizm de Yenilgiler Alırken: Bu Daha Başlangıç, Mücadeleye Devam

Uluslararası alanda emperyalistler arasında yeni bir geçiş dengesinin ipuçlarının belirginleştiği bir döneme girdik. Karizması yerlerde sürünen ABD’nin “liderliği” bir kez daha tartışılıyor, bu kez kendi içinde de. Güncel mesele Suriye krizi. Ama Suriye krizi ABD politikalarının bir tıkanma yaşadığı düğüm noktası olarak aynı zamanda ABD’nin Obama döneminde cisimleşen uluslararası alandaki stratejik tercihlerinin (ya da kararsızlıklarının) de sorgulanmasını getiriyor.

Nasıl tartışılmasın? Son bir yıllık süreçte ABD tarihinde daha önce yaşanmamış ilkler yaşanıyor. Yeni bir Kuzey Afrika-Ortadoğu planı uygulamaya çalışan Obama yönetimi, Libya’daki “başarısını” büyükelçisinin katliyle alınan ağır intikamla ödüyor; Suriye’ye yönelik operasyonu taşeronlar ve onların taşeronunun paralı askerleri üzerinden yönetmeye çalışıyor ve bir türlü işin içinden çıkamıyor; Mısır’da yine taşeronların ipleri birbirine karışıyor, atılan adımlar başa sarıyor; tüm bu düğümleri çözmek için –başka şansı kalmadığından- Suriye’ye yönelttiği “sınırlı operasyon” tehdidinde Rusya ile karşı karşıya geliyor. Hiçbirinde çareler tükenmiyor, her seferinde yeni bir “hükmetme” aracı bulunuyor ama ABD “liderliği” bırakalım müttefiklerini, kendisine güven veremiyor.

Bazı müttefiklerin “satıldığı/satılacağı”, bazı dengelerin yeniden kurulmasının gündemde olduğu bir dönemden bahsediyoruz.

Kararsız emperyalizm

Geçen yılın Kasım ayında gerçekleştirilen seçimlerle Obama ikinci dönemine girdi. Yeni dönemin bir bölümü tartışmalara da neden olan yeni kabinesi, bir süredir görünürlüğünü yitirmiş olsa da varsayılan temel eksende kimi revizyonların işaretini veriyordu. Savunma Bakanlığı’na getirilen Chuck Hagel, Bush’un Irak politikalarını açıktan eleştiren Cumhuriyetçi bir Vietnam gazisiydi. Atanmasıyla ilgili tartışmalar yaşanan Hagel, İsrail yanlısı lobi gruplarından “Yahudi Lobisi” olarak bahsettiği için tepki topluyordu. İran konusunda “diplomatik çözümü” öne çıkarttığı söylense de Hagel, yeni Dışişleri Bakanı John Kerry ile birlikte Amerikan siyasetinin “gerçekçi”lerinden sayılıyor. Obama’nın yeni dönemde İran ile ilgili bir açılım denemesi yapacağının işareti olarak görülen bu atamalar, ağırlıklı olarak yeni muhafazâkarların savunuculuğunu yaptığı İran ve Suriye’nin askeri yollarla “etkisiz” hale getirilmesi yöneliminin üzerinin çizildiğini gösteriyordu. Obama’nın kendisi ve Hagel de dahil, Amerikan siyasetçilerinin, “askeri seçenek masada” söyleminden bir türlü vazgeçemediğini yine de hatırlatalım.

Ancak son Suriye saldırısının “gerçekleştirilememesi” de dahil olmak üzere, o seçeneklerin “masada” durması başka bir şey, ABD yönetiminin, 11 Eylül saldırılarının ardından yaptığı gibi kararlı ve saldırgan tek bir irade ile davranma “kapasitesini” yitirmesi başka bir şey.

Aslında bu kapasite yitiminin işaretleri ve ilk revizyon, Bush’un son ara döneminde gözlendi. ABD emperyalizmi, bugün eleştiri konusu yapılan “kararsızlıklarını” esas olarak 11 Eylül paradigmasının çöküşüne borçlu.

“Yeni Amerikan Yüzyılı” rüyası

Kısa hatırlatma, ABD 11 Eylül’den sonra, tüm bir Soğuk Savaş tarihi boyunca yedeklediği ve ihtiyaçlarına uygun şekilde devreye soktuğu islamcı gericiliği “asıl düşman” ilan ederek, kendisinin kontrol ettiği bir din savaşı üzerinden hegemonyasını yeniden üretme yoluna gitti.

80’lerde Afganistan’da Sovyetler Birliği’ne karşı, çözülüşün ardından 90’larda Yugoslavya’yı parçalamak için desteklenen cihatçı paralı askerlerin, yeni bir “kalıba sokulmaları” gerekiyordu. 11 Eylül saldırılarının ardından ABD emperyalizmi beklediği fırsatı ele geçirmiş oldu. Yeni dönemin kararlı iradesi, “teröre karşı sonsuz mücadele” şiarı etrafında bütünleşti ve bir dizi konuda eli serbest hale geldi:

1.  Hedef olarak belirlenen coğrafyalara düzenlenecek saldırı ve fetihleri gerekçelendirmek

2.  Bunun üzerinden radikal İslam-ılımlı İslam algısını işleyerek kimi coğrafyalardaki mühendislik faaliyetlerini gerçekleştirmek

3.  Çeşitli kanallardan yönlendirme olanağına sahip olduğu cihatçı paralı askerleri dünya üzerinde bir “tehdit” algısını sürekli kılmada kullanmak

4.  Kendisiyle rekabet halindeki diğer emperyalist odaklar ya da hizaya getirmek istediği başka ülkeler karşısında aynı kartı tehdit olarak kullanmak

ABD’nin 11 Eylül paradigması olarak adlandırdığımız bu stratejisi, oğul Bush iktidarı döneminde sınırsız bir özgüven ve kaynak seferberliğiyle sonsuza kadar sürecekmişçesine ortaya kondu. Stratejinin mimarı sayılan yeni muhafazakâr ekip ve çok sayıda gerçekçi unsur ve bizzat ABD’nin merkez yönetimi son derece tereddütsüz ve bir o kadar da kural tanımaz bir şekilde bu “Yeni Amerikan Yüzyılı” projesinin etrafında toplandı. Amerikan istisnacılığının bir tür istismarcılığa dönüştüğü bu dönem, varsayılandan daha kısa sürede barutunu tüketti.

ABD’nin Afganistan’a yönelik saldırı ve işgal planı bu çerçevede “başarılı” oldu. Bugün ortaya çıkan ve sorunlu görülen tablo, öncelikle Afganistan’ın kendi nesnelliği ve İslamcı paralı askerlerin sanıldığı gibi düğmesini kapatınca durmayacak oluşuyla açıklanabilir. Diğer neden ise, ABD planlarının Irak’ta teklemesiyle Afganistan’da da geriye sarmanın kaçınılmaz oluşudur.

Irak’ta rüyadan kâbusa…

Irak işgaline gelince, işlerin; “uluslararası dengelerle de ilgili” bir biçimde ama esas olarak Irak halkının direnişiyle, bu ülkede ABD’nin toplum mühendisliği reçetelerinin tutmamasıyla birlikte sarpa sardığını saptayabiliyoruz.

2006’ya gelindiğinde, bölgedeki Kürt-Sünni/Şii-Arap denklemi ve bunun diğer aktörlerin oluşturduğu girift ilişkiler ağı içinde tıkanması, ABD emperyalizminin 11 Eylül paradigmasının birinci ayağının çöküşünü getirdi.

Daha net ifade edecek olursak, Irak’ta Sünni direnişiyle baş etmekte zorlanan; Şii kesimle ilişkilerinde İran desteğine toslayan, Kürtlerle ilgili adımları AKP’nin sıkışmalarına takılan ABD, bu defa düğümü adım adım çözmeye çalışarak yol almayı tercih etti.

“Irak’ta ABD yenildi mi?” sorusu yanıtlanması bu açıdan güç; ancak gümbürtüye getirilmemesi gereken bir soru. Irak işgal edildi, çok zorbalıklar yaşandı, halen süren mezhep-etnisite kökenli kışkırtmaların içinde. ABD tarafından bakılırsa, savaş şirketleri ihya oldu, istenen yerlere dev ABD üsleri dokunulmaz bir biçimde yerleşti, bir dizi Amerikan firması bölgede yağmasını sürdürüyor. Ancak ABD’nin Irak ve bölge için “hayalini kurduğu” süreç ve bunun icracısı irade başarısız oldu. ABD siyasetinin “kararsızlık” döneminin, ilk olarak Irak’taki direnişle yüzleştiğinde başladığını saptayabiliyoruz.

İsrail zorlaması da kurtarmıyor

Kararsızlık döneminin kesinleşmesinin miladını İsrail’in Lübnan’a 2006’daki saldırısı ve Hizbullah karşısındaki yenilgisi oluşturmaktadır. Bu ABD yönetiminde etkili olmaya çalışan belli bir kesimin/yönelimin son “denemesi” olarak da görülebilir. Irak’ta yaşanan tıkanıklık nedeniyle, İran-Suriye’nin hedef alındığı “şer ekseni” Lübnan’dan bir hamleyle zorlanmak istendi. Direniş ekseninin zayıf halkası olarak görülen Hizbullah, hiç de “zayıf” olmadığını gösterdi. Tam tersine, ABD’nin planlarını tersine çevirecek, direniş eksenini güçlendirecek bir halka olarak belirginlik kazandı. Sonuç, bir türlü tam ilan edilemeyen Hizbullah’ın zaferi, İsrail’in yenilgisidir. ABD siyasetinde 11 Eylül paradigmasını zorlayan yeni muhafazakâr ekibin son denemesinin başarısız oluşudur.

Bundan sonra ABD siyasetindeki “bütünleşik irade” parçalanmaya başladı. Hedef tahtasındaki İran, Suriye vs. ile ilgili tartışmalar hararetini yitirdi, “Yeni Amerikan Yüzyılı” projesi rafa kaldırıldı. Saldırganlık döneminde pek bir kıymet-i harbiyesi olmayan şahinler-güvercinler kategorilendirmesi yerini bir kuş cennetine bıraktı ve stratejilerde ciddi revizyon ihtiyacı ortaya çıktı.

Bush yönetimi, son ara döneminde ekibindeki yeni muhafazakârların yerine gerçekçileri yerleştirirken söyleminde kesintiye gitmedi; değişiklikler parça parça gündeme geldi ve hiçbir zaman “yenilgi”den söz edilmedi.

Bu haliyle “Obama dönemi”nin aslında Obama’nın seçimleri kazanmasından bir süre önce başladığını, oğul Bush’un iktidarının son ara döneminde bölgede ve uluslararası ölçekte daha “düşük” profilli bir söylemle yeni stratejilerin yürürlüğe sokulduğunu söyleyebiliyoruz. ABD emperyalizmi zorbalığı bıraktı mı? Kesinlikle hayır, ama tüm dünyayı ikna ettiği yalanlarını yüksek perdeden tekrarlamayı ve bunlara dayanarak bir plan dahilinde gerçekleştirdiği askeri müdahalelerini kesti. Bu dönem, eski müttefiklerle ilişkilerin yeniden masaya yatırıldığı, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya yönelik “gözden geçirme” sürecinin yürürlükte olduğu dönemdir.

Son bir deneme ve “değişim”

ABD emperyalizminin kararsızlık sürecinde bir başka saldırganlık denemesi, Obama’nın kazandığı seçim sürecinde yaşanan McCain çıkışıdır. Yenilgiye doymayan 11 Eylülcüler, bu defa Rusya ile bir güç savaşına girişmeyi denemek istedi. Cumhuriyetçilerin başkan adayı McCain’in çığırtkanlığını yaptığı bu yönelimin sınırı, 2008 Ağustosu’nda Gürcistan ile Rusya arasında yaşanan savaşta Moskova’nın kararlılığını sergilemesiyle çizildi. Bundan sonra, uluslararası alanda ABD’nin kararsızlıklarını belirleyen bir de Rusya faktörü belirginleşmiş oldu.

Obama’nın seçilmesiyle birlikte yaratılan “değişim” rüzgârı aslında ABD emperyalizmi kabullenmese de Bush döneminde yaşanmış olan yenilgilerin üzerine örtülmeye çalışılan ve yaraları kamufle edecek olan bir örtüden ibarettir.

ABD emperyalizmi Irak’tan asker çekerek (ki o askerler zaten artık orada durmayacaktı, ABD Irak’ta gerekli yerlerde muazzam büyüklükte ve lojistik planlarına uygun üslenmesini tamamlamıştı) Ortadoğu’daki işgalci görüntüsünü ortadan kaldırırken, bir dizi bölge ülkesinde geleneksel kışkırtma yöntemleri ve araçlarıyla bölgeyi “karıştırma” faaliyetleri sürdü. Eski dönemin geleneksel müttefikleri ve onlarla kurulan ilişki tarzı, Irak savaşıyla yerinden oynatılmış ama köklü bir dönüşüm yaşamamış olan Soğuk Savaş statükosu ABD’nin daha serbest hareket etmesinin önünde engel haline geliyordu. Bu yapı revize edilirken, bir yandan bölgedeki etnik ve dinsel temelli kışkırtmaların da önü açıldı.

Bu müdahalelerin sonucunda Ortadoğu ve Kuzey Afrika coğrafyası adeta “özgürleşti”. Bu özgürleşmenin bir tarafında onlarca yıldır baskı altında sıkışmış halklar olduğu doğrudur. Ama diğer tarafında da, birbirine kırdırılma pahasına işbirlikçilik kuyruğuna girmiş müttefik adayları ile geleneksel zalim yönetimler, kadük olmuş eski müttefikler, ABD’nin barbarlıkta sınır tanımayan paralı cihat çeteleri vardı.

Müslüman Kardeşler baharı

Arap Baharı, böyle bir zorbalık ve kaos ortamında şekillendi ve açıkçası Arap halklarına baharı görmek bir türlü nasip olmadı. 2011 yılı başında Tunus ve Mısır’dan Bahreyn, Libya, Yemen, Umman, Suriye ve diğer ülkelere yayılan protestolarda bugüne kadar kazanım hanesine yazılan net bir sonuç yok. Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek, Tunus Cumhurbaşkanı General Zeynel Abidin Bin Ali, Libya Devlet Başkanı Muammer Kaddafi ve Yemen Devlet Başkanı Ali Abdullah Salih bu süreçte devre dışı kalan liderler oldu. Hüsnü Mübarek’in yerine geçen Mursi yönetimi de daha bir yılını doldurmadan iktidardan düşerken, Libya lideri Kaddafi’nin “tasfiyesi” dünya için ağır bir utanç olarak yaşandı.

ABD emperyalizminin “ılımlı” İslam ve “radikal” İslam şeklinde yaptığı ayrımların tümüyle kendi çıkar ve ihtiyaçlarına göre belirlendiği Arap Baharı’na yönelik müdahalelerindeki tercihlerde ortaya konmuştur. Önceki dönemde her türlü taşeron işe koşulan Selefi savaşçıların 11 Eylül döneminde “düşman” ilan edilmesi, kontrolden çıkması, yıpranmasıyla birlikte Arap Baharı döneminde ABD bu işler için Müslüman Kardeşler’i devreye soktu. Suudi tedrisatından geçen unsurlarla, Mısırlı, Suriyeli ve farklı coğrafyalarda farklı biçimlerde ortaya çıkan benzer nitelikteki paralı cihatçılar; karışan Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde temel müdahale araçları haline geldi.

Burada dikkatlerden kaçmaması gereken kritik bir uğrak, bir dizi Arap ülkesinde kargaşa ve ayaklanmaların başladığı 2011 yılının Mayıs ayında Usame Bin Ladin’in “yakalanması”dır. Arap Baharı’nın yıldızı ABD ve İsrail’le gizli anlaşma yaptığı öne sürülen, esas olarak Katar ve Suudi Arabistan gibi taşeronların finansmanıyla iş gören Müslüman Kardeşler olacaktır.

İddialara göre, anlaşmanın temelinde, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’nun Akdeniz ülkelerinin islamcılaştırılması ve büyük özelleştirmelerle “küresel ekonomiye” bağlanması vardı. İsrail’in Filistin’le ayrı bir Camp David “barışını” sürdürmesi de tasarlanıyordu.

Müslüman Kardeşler kabusu

Mısır ve Tunus’ta, Körfez’deki taşeronların desteğiyle Müslüman Kardeşler’in iktidarlarının önü açılırken, Libya’da Kaddafi yönetimi aynı kaynaktan beslenen paralı cihatçılarla birlikte barbarca bir biçimde devrildi ve katledildi.

Libya’daki barbarlıktan her anlamda gözü dönmüş olan ABD’li ve Avrupalı emperyalistler, bu kontrolsüz zorbalığı Suriye üzerine sürmekte tereddüt göstermediler. Libya’da yaşananlar konusunda başta Washington olmak üzere emperyalistlerin bir nebze silkinmesini sağlayan olay, geçen yıl bu sıralarda ABD Büyükelçisi ile ekibindeki özel ajanlarının aynı barbarlıktan nasibini alarak katledilmesi oldu.

Mısır’ın bir yıl süren Müslüman Kardeşler zorbalığından sonra bu yılın Temmuz ayı başında yeniden müdahalenin zorunlu hale geldiği bir örnek olması bir başka sıkışmadır ancak ABD emperyalizminin Arap Baharı tercihindeki asıl sıkıntı yaratan gelişme Suriye’de direniş cephesinin varsayıldığı gibi yenilememesi oldu.

Türkiye parantezi: Körfez sermayesinin götürdüğü yere git

ABD’nin 11 Eylül’den sonraki “kararlı” hamlesinde sıkıntılı günler geçiren AKP iktidarı, 2006’dan sonraki gözden geçirme döneminde treni kaçırmamak için hızlı hamlelerle kendi “İslamcılığını” pazarlamanın yollarını aramaya başladı.

Türkiye burjuvazisinin ABD yönetiminin kararsızlıkları nedeniyle kendisini uluslararası alanda tehdit altında hissetmesi ve AKP’nin “kararlı” görüntüsüne mahkum oluşu, içeride yaşanan altüst oluşların ve AKP’ye tüm iplerin teslim edilmesinin temel nedenidir.

ABD ile AKP ilişkilerinde 2007’den sonra yoğunlaşan etkileşim, CIA fonlu Gülen Cemaati’nin Türkiye operasyonunda etkin bir özne haline gelmesi ve Türkiye siyasetinde yaşanan köklü altüst oluşla birlikte, “güvensiz ve istikrarsız” da olsa bir rezonansı mümkün kıldı. AKP, ABD’nin tercihlerine uygun siyasi tercihleri “ılımlı İslam, demokratikleşme” gibi “trendy” söylemlerle birlikte gündeme getirdi.

Bölgedeki taşeron ihalelerini bir türlü doğrudan almayı başaramamasına karşın, uluslararası cihatçı sektöre başka rüşvetlerle dahil olup Körfez monarşileriyle –özellikle Katar- kurduğu bağlar üzerinden “bölgesel misyon” açığını kapattı. Bu bağların bir ucunda Katar ve Suudi Arabistan’dan gelen “nakit” yardımlar, diğer ucunda ülke kaynaklarının Arap sermayesine peşkeş çekilmesi vardı.

AKP yönetiminin kendi “monarşisi”ni de güçlendirdiği böylesi bir süreci, “stratejik derinlik” gibi kavramlarla değerlendirmeye çalışmak nafile bir çaba gibi görünüyor. Daha çok Türkiye’nin Katarlaşması, bir Körfez monarşisine dönüştürülmeye çalışılmasından bahsedebiliriz. Buradaki ilişki biçimleri ve ihale usullerini de geleneksel diplomasinin bildik kavramlarıyla tarif etmek güç.

AKP “ılımlı islamcı, demokratik” bir hükümet olmanın dışında, Türkiye kapitalizminin siyasi ve idari yapısını da bu yönde dönüştürmeye yöneldi. Birinci Cumhuriyet yapılarının yetersizliğinin bilincinde olan Türkiye burjuvazisi ise, büyük bir korkaklıkla AKP projesi içinde “kendi işine bakmayı” tercih etti. Korkaklığı o düzeydeydi ki, gerçekleştirilmeye çalışılan dönüşümün Türkiye kapitalizminin gelişkin sınıfsal dinamikleriyle örtüşmesinin olanaksız olduğunu dahi fark etmedi. Ta ki, o sınıfsal dinamikler bu dönüşüme “yeter” diyene kadar.

Burada, Tayyip Erdoğan monarşisi yöneliminin Türkiye’nin iç dinamikleri sayesinde “durdurulduğunu” söyleyecek aşamada değiliz. Gezi direnişiyle patlak veren direnci önemsemek gerekiyor; ama bu yönelim eşitsiz bir biçimde uluslararası dinamikler tarafından da belirlenmektedir.

Suriye’de Esad iktidarı direndiği ve yenilmediği için, ABD emperyalizmi yeni tercihlere zorlanmakta ve Türkiye’den de bu yönelime ayak dirememesini beklemektedir.

Mısır’daki darbeden bir hafta kadar önce 25 Haziran’da Katar’da gerçekleşen iktidar değişikliği bu konuda önemli bir işarettir. Tayyip Erdoğan’ın “kardeşleri” hızlıca yeni uluslararası ortama uyum sağlama telaşı içindedir.

Erdoğan yönetiminin bu konudaki inadı ve “anlamazlığı” ise, son ABD – Rusya anlaşmasıyla birlikte biraz kırılmış; pozisyonun ofsayt olduğu kavranmıştır.

ABD’nin yeni plan ihtiyacı ve “derin” tartışmalar

Suriye’de Esad yönetiminin 2,5 yılı aşan süredir kendisini hedef alan operasyona direnmesi, ABD emperyalizminin 2011’den sonra yaptığı tercihleri sorgulamasını gündeme getirmiş durumda. Körfez monarşileri ve Türkiye gibi taşeronların iplerini tuttuğu cihatçı paralı askerler aracılığıyla yürütülen bu operasyonun başarısızlığı ABD’yi hayli zora sokmuş durumda.

Ağustos ayının son günlerinde gündeme gelen “sınırlı saldırı” planı ortadaki düğümü “keserek” çözmeye yönelik bir plandı. Çaresizlik bir kez daha ABD siyasetindeki saldırganlık kararlılığının önünü açmıştı, Brookings Institute gibi kuruluşların hazırladığı savaş planlarının yanı sıra, her zaman olduğu gibi yeni muhafazakârların imzacılarını oluşturduğu saldırıyı teşvik eden bir mektup gündemdeydi.

Ancak saldırının sonuç getirmeyeceği yönündeki baskılar, Fransa’nın ve ABD’deki bazı çevrelerin kör kararlılığına karşın İngiltere parlamentosunun bu yöndeki direnci saldırı iradesini dağıttı. Bu durum, Rusya’nın kararlı bir şekilde inisiyatifi almasıyla sonuçlandı ve yeni denge durumu ortaya çıktı.

Şimdi ABD’de “saldırı seçeneği hâlâ masada” deniyor olsa da orta vadede Suriye’deki düğümü bombalarla çözme tercihi gündemden düşmüş durumda. Kimi çevreler bu tercihin ABD’nin güvenilirliğini sarstığını, süper güç görüntüsüne zarar verdiğini, sözünün ve uyarılarının artık dinlenmeyeceğini söylüyor.

Diğer taraftan Obama’nın kırmızı çizgileriyle dalga geçiliyor. Sözlerini yuttuğundan bahsediliyor. Bir süredir uyguladığı “kısa vadeli” stratejiler eleştiriliyor.

Putin’in Obama’yı içinde bulunduğu zor durumdan nasıl kurtardığı, ona teşekkür borçlu olduğu vs. konuşuluyor.

Daha ötesi, ABD’nin süper güç olma ve dünyaya liderlik etme konusunda inat etmesinin gerekli olup olmadığı da tartışılıyor. Bir dönem İngiltere’nin yaptığı gibi “onurlu bir çekilme”nin Amerikan ulusal çıkarlarına nasıl daha uygun olduğu üzerinde duruluyor.

Yeni durumun İran’a “nükleer silahları geliştirmesi” konusunda yeşil ışık yaktığı ve bölgedeki müttefiklerin tehdit altında olduğu söyleniyor. İlginç olan, olası bir İran saldırganlığının bölgesel bir savaşla sonuçlanacağı ve bunun küresel ekonomiyi olumsuz etkileyeceğinin iddia edilmesi. Ama zaten Suriye’ye yönelik saldırı tercihinde de aynı sonuçla karşılaşmaktan korkulmuyor muydu? Ve zaten Obama yönetimi, İran’ın yeni “ılımlı” lideriyle ılımlı ilişki kurma arayışını ilan etmiş durumda değil mi?

Yukarıda sıralanan argümanlar doğru, ancak ABD emperyalizminin kendi oluşturduğu bataklıkta debelenme dışında bir çıkış seçeneği yaratmada güçlük içinde olduğu gerçeğiyle birlikte değerlendirildiğinde bir çıkış yönü gösterme niteliğine sahip değiller.

Ne olacak?

Bunu bilemeyiz. Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra ve özellikle 11 Eylül hamlesiyle birlikte ABD emperyalizminin “hareket serbestisi” kazandığı dönemde, emperyalist planları okumak, atılması muhtemel adımları tahmin etmek zor değildi.

Bugün bir emperyalist merkezin belli yönelimlerini belli bir biçimde gerçekleştirmesinden ve bu doğrultuda alacağı yanıtlardan bahsedemiyoruz. Kendisi koyu bir Putin düşmanı olan Rus satranç oyuncusu Kasparov’un geçenlerde Suriye konusunda ABD ve Rusya arasında yaşanan oyunu tarif etmesi istendiğinde söylediği gibi: Bu satranç değil, poker.

Emperyalist zorbalığın adaletsiz, halkların iradesine karşı, durdurulması gereken bir irade olduğunu söylüyorduk. Son on yılda, çeşitli coğrafyalarda ortaya çıkan kimi dirençler sayesinde ABD emperyalizminin hareket alanı daraldı. Fakat, bu dirençler büyük diplomasi alanında ancak Rusya gibi vekiller üzerinden kendini ifade edebildiği ölçüde direnen odakların hareket alanı genişlemedi. Emperyalist stratejiler üzerine tahmin yürütmek değil, mücadele dinamiklerini kavramak ve geliştirmek daha önemli hale geldi. Uluslararası dinamikler karmaşıklaşır ve çeşitlenirken, mücadele eden öznelerin siyasi tercihlerindeki netlikler önem kazanmaya başladı.

Rusya’nın Suriye örneğinde rengini belirginleştiren rolü, Suriye halkının, emperyalizme direnen Suriye’nin Rusya’ya ne kadar güvenebileceğini göstermiştir. Direnişin zayıfladığı kimi dönemeçlerde Suriye’deki tüm çıkarlarına rağmen, Esad sonrası dönem için de hazırlık yapmayı ihmal etmeyen Rusya, ABD’nin sıkışmışlığından yararlanarak Suriye kartını istismarcı bir şekilde oynamıştır. ABD’nin Amerikan istilacılığının sıkıştığı noktalarda devreye girme yeteneğini geliştirmiş bir Rusya istismarcılığından bahsediyoruz.

Emperyalizmin karşısında sosyalist sistemin olduğu ve direnen odakların “kurtuluşunun” imkânlı olduğu bir dönemden değil.

Suriye kurtuldu mu?

Suriye için ABD ve Rusya’nın vardığı anlaşma da bir “kurtuluş” anlaşması değil haliyle. Esad’ın “Rusya’ya teşekkür” konuşması, kendisi için bile geçici bir kurtuluş teşekkürüdür.

Bundan sonra Suriye’yi teslim alma kararlılığını bırakmayan yoğun bir baskı süreci başlıyor. Anlaşmanın çeşitli evreleri, zorlu aşamalar olarak tarif ediliyor. 30 Haziran 2014’te Suriye’nin kimyasal silah donanımını imha etmesinin tamamlanması koşulu, daha şimdiden “imkansız” görülüyor, ama bu tarihin Esad’ın yeniden seçim yarışına gireceği yıl içinde olması son derece manidar.

90’larda Irak’a yönelik olarak sürdürülen kampanyayı hatırlayabiliriz. Esad’ın sıkışması bu iktidarı hangi doğrultuya sürükler? Bu arada bölgede ne gibi başka gelişmeler olur? Bunlar mücadelenin konuları.

Ama ABD emperyalizminin bir yenilgisinden başka zaferler çıkartma konusundaki yeteneği, hadi yeni parametreleri ihmal etmeyelim, Rusya emperyalizminin bu durumu kendi yayılma planlarına uygun bir şekilde istismar etmesi gibi tehditler bölgemiz üzerinde dolaşmaya devam edecek.

Aslında Suriye halkı için de “bu daha başlangıç, mücadeleye devam”…

Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×