Emperyalizmin Kıskacında Ortadoğu

Ortadoğu geçmişten beri dünyanın en gerilimli bölgelerinden biri oldu. Bugün de, “bölgesel yeniden yapılanma” süreci ile uluslararası politika gündeminin ilk sıralarında yer alıyor. Gerek bölgesel dinamiklerin zenginlik ve karmaşıklığı, gerekse sürece dışarıdan müdahil olmaya çalışan öznelerin çokluğu, Ortadoğu’ya ilişkin analizin çok boyutlu olmasını gerektiriyor.

Ortadoğu’yu dünyanın sürekli kaynayan kazanı haline getiren, kuşkusuz, bölgeye dönük emperyalist çıkar çatışması. Sosyalizmin kapitalizmi devrimci bir alternatif olarak tehdit ettiği dönemde, emperyalistlerin orada ne aradığı sorusunun yanıtı açık bir biçimde veriliyordu: “Sovyet tehlikesi”ne karşı bölge ülke ve halklarının yanında olmak! Böylesi bir tehdidin somut biçimler alamadığı günümüz koşullarında ise dünya barışına ne pahasına olursa olsun katkıda bulunma ve barışı tehdit eden tüm unsurların temizlenmesi gibi öğelerle pazarlanan bir misyon belirgin hale geliyor. Kredili, haraçlı, toplu, tüfekli vs. her tür müdahale bölgede barışın kalıcı olarak sağlanmasına yönelik kararlılığın ifadesi olarak yutturulmaya çalışıyor.

ABD, bölgedeki eski Fransız etkinliğini tümüyle, İngilizlerinkini ise büyük oranda devşirmiş durumda. Ne Fransa’nın ne de İngiltere’nin bu devşirmeye direnecek siyasal ve ekonomik gücü yok ve silah pazarından aldıkları payla yetinmek durumundalar. Almanya ve Japonya ise tarihten gelen ilişkilerinin zayıflığı veya kesintilerle malul olması nedeniyle süreci dışardan, ama dikkatle izlemekte ve müdahil olabilecekleri koşulları kollamaktadır. Rusya, bölgede eski Sovyet etkinliğinin üzerine oturamamıştır. Bu ülkenin Ortadoğu’da hatırı sayılır bir güç olabilmesi için epeyce uğraşması gerekecek.

Radikal dinci akımların güçlenmesi, emperyalistlerin bölgeyi tümüyle kontrol altında tutmasını zorlaştırırken, bölgede sınıf çelişkilerinin üzerinin iyice örtülmesine yardımcı olmuştur. Bu nedenle, başta ABD olmak üzere emperyalistlerin bu akımlara karşı tam boy tavır almaları düşünülmemelidir.

Türkiye, “yeniden yapılanma” süreci içinde kendisine ne tür bir yer düşebileceğini çok fazla hesaplayamaz durumdadır ve barış ya da savaş zemini olasılıklarının her ikisine birden hazırlıklı bulunmak kaygısıyla gelişmeleri yakından izleme çabasındadır. Türkiye’nin bu gelişmeler içinde ABD ve Avrupa’nın onayı ve lütfu ile bölgede aktif bir misyon üstlenmeye layık görülmesi oldukça zordur. Böyle bir misyonu kolay kolay kabul ettiremeyeceğinin bilincinde olan Türkiye, sonuçta bu misyon için gerekçe üretimine devam etmekle birlikte, pastadan geriye kalan artıktaki payını artırmaya çalışmaktadır. Türkiye’nin asıl kaygıları Kürt sorununun bu süreçte geçireceği evrime ilişkin olarak ortaya çıkmaktadır. Bölgedeki gelişmeler, Kürt devrimci mücadelesini ve buna karşı üretilen devlet politikalarını büyük oranda yeni biçimlere zorlayacak gibi görünmektedir.

Yazıda, Ortadoğu’da işleyen süreç sosyalist politikanın merceği altına yatırılmaya çalışılacak. Bizim açımızdan, belli unsurlarıyla bile olsa bir “dış politika” yazısı içerisinde değerlendirilmesi neredeyse olanaksızlaşan “Kürt sorunu”na ise bu yazıda yer verilmeyecek. Ancak, Kürt sorununun bütün bileşenleri ile hesaba katılmadığı bir ortadoğu değerlendirilmesinin baştan aşağıya eksikli kalacağını bildiğim için, bu çalışmanın Gelenek ve Sosyalist İktidar’daki ilgili yazılarla birlikte ele alınması gerektiğini hatırlatmak istiyorum.

Üç kıtanın kavşağında yer alan Ortadoğu, stratejik önemi ve doğal zenginlikleriyle emperyalistlerin yüzyıllardır rekabet, ettiği bir bölge oldu. Rekabet bölgede devletler kurdurdu, ortadan kaldırdı, sınırlar çizdi, bozdu…

Osmanlı imparatorluğu, bu bölgeyi İran ve Fas dışında toprak bütünlüğü içinde en uzun süreli olarak tutabilen tek ülke oldu. “İmparatorluk tam da kapitalist Avrupa’nın büyük ulusları nüfuzlarını tüm dünyaya yaydığı sırada gerilemeye başladı. Onun tarihi de kısa zamanda, bunların kendi çıkarlarına göre, Avrupa ile Uzak Doğu arasında stratejik bir yer işgal eden ve aynı zamanda birçok tarihsel ticaret merkezini – özellikle Mısır ve Lübnan’da -içeren bir bölgeyi parçalamak için rekabet ve mücadelelerinin tarihi oldu”1 .

Britanya, Fransa ve Çarlık Rusyası bu gerilemenin üzerine çöreklenen emperyalist ülkelerdi. Bölge üzerinde iktisadi ve siyasi egemenlik kurma arzusu, bölge halklarını birbirine düşürmeden, sınırların bozulup çizilmesine kadar her tür politikaya yol verdi. “Emperyalist güçler Irak’ı yarattı Suriye’yi ayırdı Ürdün’ün Filistin’le bağını kesti: birçok durumda büyük güçlerin hesapları Arap halkının çıkarları hiç gözetilmeksizin ve her seferinde tamamen bağımlı ülkeleri bölmek, yönetmek ve doğrudan kontrol etmek için empoze edildi. İran, Irak ve Kuveyt’in biçimsel bağımsızlığının bu ülkelerinin tamamen bağımlılık durumlarını değiştirmek için hiçbir etkisi olmadı, bölgenin zengin petrol kaynaklarından dolayı ekonomik olarak hayati önem taşımasından ötürü büyük emperyalist güçler bu durumu kasıtlı olarak iyice pekiştirdiler… Birçok sınır değişimi zorla dayatıldı”2 .

ABD, bölgeye ikinci paylaşım savaşı sonrasında yöneldi. Savaş sonrası bölgenin yeniden yapılanma sürecinin temel belirleyenleri arasında yer aldı. İsrail’in 1948 yılında bağımsız bir devlet olarak tarih sahnesine çıkması ile birlikte Filistin’deki İngiliz egemenliğini devraldı, Bölgedeki krallık ve emirlikler ile çok yakın ilişkiler kurarak onların iktidarlarını destekledi, emperyalist sömürünün önünde engel olarak beliren her türden Arap milliyetçiliğinin karşına dikildi ve soğuk savaş koşulları içinde bölgede ABD’nin “at oynatmasına” izin vermek istemeyen Sovyet politikalarının etkinlik kazanmasına engel olmak için her yolu denedi.

“ABD, İkinci Dünya Savaşı’nın sonundan beri, jeostratejik ve ekonomik önemi yüzünden Yakındoğu’yu “ulusal güvenlik çıkarlarının gerektirdiği durumlarda silah zoruyla savunulması gereken bir etkinlik alanı olarak görmekteydi. Bu düşünce, ta Eisenhower Doktrini’nde ortaya konmuş ve o zamandan bu zamana sürekli artan boyutlarda yinelenerek güçlendirilmiştir” 3 .

ABD bölgeye yerleşirken, emperyalistler arası rekabetin diğer unsurlarını yavaş yavaş saf dışı ederek, bölge liderliğini ikili anlaşmalar, NATO ve BM kanallarını kullanarak kabul ettirmeye çalıştı. ABD’nin bu açık hesaplarının karşısına gerçek caydırıcı ve geriletici güç olarak yalnızca SSCB çıkabilirdi.

“Sovyetler Birliği, Ortadoğu sorununun emperyalist irade dayatmaları, bozguncu Arap-karşıtı pazarlıklar ve Arap halklarının yaşamsal çıkarlarının satılması yoluyla çözülmesi girişimlerine her zaman kararlılıkla karşı çıkmıştır ve karşı çıkmaya devam edecektir” 4 . Sovyet Birliği’nin Ortadoğu politikaları bir “barış kuşağı” oluşturulmasına dayanıyordu. Bölge halklarına dönük emperyalist hesaplara karşı çıkma perspektifi enternasyonalist bir kalkış noktasını içerse de, bu politikanın hayata geçirilmesi ancak “pragmatizm” zemininde mümkün olabildi.

SSCB, Filistin sorununu Ortadoğu’daki temel sorunlardan biri olarak tanımlayarak, “Filistin Arap halkının kendi yazgısını belirleme, egemenlik ve bağımsızlık haklarının da içinde yer aldığı vazgeçilmez ulusal haklarının tümüne sahip olması gerektiği”ni 5 savunmaktaydı. Filistin Arap halkı arasında sağladığı geniş destek nedeniyle FKÖ’yü onun politik öncüsü olarak kabul eden SSCB, bu örgütü “Ortadoğu halklarının anti-emperyalist savaşımındaki ana müfrezelerden biri olarak… bir Ortadoğu çözümünün bütün aşamalarına diğer taraflarla eşitlik temelinde katılımını ısrarla ve tutarlılıkla”6 desteklemekteydi.

SSCB, İsrail devletini kurulduğunda tanımış, Filistin topraklarının bir Yahudi ve bir Arap devleti olmak üzere iki bağımsız devlet olarak paylaştırılmasına ilişkin BM Genel kurul kararını desteklemiş ve İsrail’in BM’ye kabul edilmesini 1949 yılında aktif şekilde savunmuştu. İsrail devletinin kurulmasını bölgeye barış getirilmesi için bir olanak olarak gören SSCB, ABD emperyalizmi ve uluslararası siyonizmin hedefleri doğrultusunda bölge ülkelerine dönük yayılmacı ve saldırgan bir politika güden İsrail ile diplomatik ilişkilerini -1967 saldırısı gündeme geldiğinde kesti. Bu adımın gerekçesi şu şekilde savunulmaktaydı: “SSCB ile İsrail arasında diplomatik ilişki bulunmaması, SSCB’nin bu devletin var olma hakkını reddetmesi anlamına gelmemektedir. SSCB, İsrail’in var olup olmaması gerektiğini hiçbir zaman tartışma konusu yapmamıştır. Sovyetler Birliği, bu devletin yönetici çevrelerinin saldırgan, yayılmacı politikasını ve Filistin Arap halkına yönelik engelleyici ve şovenist hoşgörüsüzlüğünü kınamaktadır”7 .

SSCB, ABD, İsrail ve Mısır arasında imzalanan Camp David anlaşmalarına karşı çıkmıştı. Ortadoğu uyuşmazlıklarının çok yönlü niteliğini vurgulayan SSCB, Ortadoğu’daki uyuşmazlıkları çözmenin tek yolunun uluslararası bir konferanstan geçtiğine inanmaktaydı. ABD ve İsrail ise, SSCB’nin devre dışı bırakılması anlamına gelen “dolaysız görüşmeler” politikasını gütmüşlerdi. SSCB, bu politikanın asıl amacının Arapları sahip oldukları güçten yoksun bırakmaya yönelik olduğunun altını çizerken “..Arapların gücünün kaynağı, onların birliğinde, takındıkları ortak tutumda ve haklı davalarına dosta ve barışsever devletlerce gösterilen destekte yatmaktadır”8 görüşünü ısrarla savunuyordu.

1968 yılında bir darbeyle iktidara gelen Irak Baas Partisi, iktidarını sağlamlaştırmak için içte komünist partisi, Şii Araplar ve Kürtlere karşı baskı uygulamaya başlamıştı. İngiltere’nin 1971 yılında İran Körfezi’ni terketmesiyle buraya ABD desteği ile yerleşerek güçlenen İran ile gerilimlerin başlaması üzerine Irak, SSCB ile 1972 yılında savunma-işbirliği anlaşması imzaladı. Bu anlaşmaya kadar Irak’ta baskı gören komünist ve Kürtlere doğrudan yardım yapan SSCB, anlaşmayla birlikte yardımlarını durdururken Baas yönetimi de Kürtlere bazı imtiyazlar tanımak zorunda kaldı.

Aynı SSCB, İran-Irak savaşını başlangıcından itibaren anlamsız bir kardeş kavgası olarak nitelendirmiş, bu savaşın en kısa yoldan sonlandırılması gerektiğine inanmış, ancak bu uyuşmazlığa müdahale edilmemesini ısrarla savunmuştur. Bu savaşa herhangi bir bahane ile doğrudan müdahale edilmesinin, savaşın yıkıcı etkisinin bertaraf edilmesi kaygısından çok, bölgeye emperyalistlerin askeri ve ekonomik güçleri ile iyice yerleşmeleri anlamına geleceğini savunarak Körfez bölgesinin silahlardan tamamen arındırılması gerektiğini savunmuştur.

“Sovyetler Birliği’nin İran-Irak savaşında uyguladığı politika mevcut statünün korunması ve ABD’nin güçlenmemesine yöneliktir. Basra Körfezi’nin güvenliği ile ilgili 26. Komünist Parti Kongresi’nde (Aralık 1980) alınan kararlar, aynı zamanda Sovyetler’in Körfez bölgesindeki politikasını da yansıtır. Alınan kararlar şunlardır: Basra Körfezi Bölgesinde ve komşusu adalarda yabancı askeri üsler kurulmaması, bu bölgeye nükleer ve diğer kitle kırım silahlarının yerleştirilmesi

-Basra Körfezi ülkelerine bağlı kuvvete veya kuvvet tehtidine başvurulmaması, onların içişlerine karışılmaması

-Basra Körfezi ülkelerinin, kendi seçtikleri bağlantısızlık statüsüne saygı gösterilmesi

-Bölge devletlerinin ulusal kaynakları üzerindeki egemenlik haklarına saygı gösterilmesi

– Normal ticari ilişkilerin yürütülmesine ve bu bölge ülkeleriyle dünyanın diğer ülkelerini birbirine bağlayan yollarının kullanılmasına engel ya da tehdit yöneltilmemesi”9 .

Sovyetler, Şah’ın devrilerek Humeyni’nin iktidara gelmesini “anti-emperyalist” özelliği nedeniyle önemsediklerini dile getirmiş ve bu değişikliği bölgede ABD sömürüsüne karşı bölge halklarının uyanışının bir parçası olarak değerlendirmiştir.

Görüldüğü gibi, ABD’nin “kızıl tehlike” vurgusuyla bölgeye çöreklenmesine karşın, Sovyetler Birliği bölgede “kızıl tehlike” yaratmaktan çok, emperyalist hesaplara karşı direniş için her türlü olanağı değerlendirmeye çalışmıştır. Sovyet politikaları bir alternatif oluşturmaktan çok, bölgedeki emperyalist çıkar kavgaları içinde kenara düşenlere “yakınlık” gösterme zemininde boy vermiş ve “boşluğa oturma” perspektifi zaman içinde pragmatizmi daha çok dayatmıştır. Sovyetler, bölgede “güç” olmak için, daha çok, petrol silahına sahip olmayanların ve Arap dünyasının liderliğine soyunanların silahlanma ve siyasal destek arayışlarına yanıt vererek etkinlik arttırabildi. Sistemler arası rekabet karşılıklı olarak “kart”lar yarattı ve rekabet bir anlamda bu “kart”ların gerektiğinde masaya yatırılmak üzere elde tutulması ile biçimlendi.

Emperyalist azgınlığın -ne pahasına olursa olsun bu kilit bölgede gemlenmesi zorunluluğu, Sovyet politikalarını bu tür bir zemine mahkum ediyordu. SSCB’ye yönelik emperyalist kuşatmanın bu bölgeden de tahkim edilmesi hesaplarının boşa çıkarılması görevi, emperyalizmin stratejik bir bölgeyi tümüyle denetimi altında tutmasına karşı çıkış zorunluluğu ve bölge halklarıyla enternasyonalist dayanışma sorumluluğu Sovyet politikalarının sacayağını oluşturmaktaydı. Bu kaygılar, görevler ve sorumluluklar, bölgede azımsanmayacak bir Sovyet ağırlığı oluşturmuştur. Ancak bu ağırlık bölgedeki sosyalizm mücadelelerine güçlü bir ışık tutamamış, anti-emperyalist bir geleneğin yerleşmesini sağlayamamıştır. Kazanım (bölgenin eteklerinde sayılabilecek Afganistan deneyimi sayılmazsa), uzun bir dönem boyunca meydanın tümüyle emperyalistlere bırakılmamasından ibarettir.

Ne var ki şu unutulmamalıdır: Dönemin Sovyet politikalarını, sosyalizmin global çıkarları açısından doğruluk\yanlışlık zemininde yargılamak ancak apolitik bir bakış açısıyla mümkün. Sovyet politikaları beğenilsin beğenilmesin “gerekli” politikalardı. Gereklilik ve zorunlulukların yaptırdıklarında “doğruluk” aramak nasıl tarihe “at gözlükleriyle bakmak” olacaksa “yanlışlık” aramak da siyasal naiflikten başka bir anlama gelmiyor.

Her tür “karışık” durumun “Sovyet parmağı” ile açıklanabildiği “anlaşılabilir” nesnellik, yerini, bu “parmak”ın ortadan kalkmasına karşın ” karışık”lıkların devam ettiği ve bu nedenle “anlaşılamaz” yeni bir nesnelliğe bıraktı…

“YENİ DÜNYA DÜZENİ”NDE ORTADOĞU MANZARALARI

Ortadoğu, “yeni” dünya düzeni içinde de istikrarsızlık kaynağı olmaktan kurtulamadı. Süreç, iki döneme ayrılarak incelenebilir.

İlk dönem, başta ABD olmak üzere emperyalistlerin SSCB’nin tarih sahnesinden çekilmesiyle bölgede bıraktığı boşluğa oturma hesapları ekseninde şekillendi ve kan, barut kokusu içinde kartların yeniden karıldığı bir süreç oldu. İkinci dönem ise, oluşturulmaya çalışılan yeni dengelerin bölge dinamiklerinin yalınlaştırılmasıyla-kalıcılaştırılması çabalarıyla biçimleniyor.

Rekabet nesnelliğinin zeminini yitirmesiyle ortaya çıkan boşluk karşısında ABD, bölgeye dönük politikasının ana eksenini, “bölgeyi her noktadan bütünüyle kendi kontrolü altında tutmak” biçiminde oluşturdu. Ancak, bu o kadar kolay başarılabilecek bir şey değildi. Öncelikle, bölgenin yeniden yapılandırılması sürecinde tek hegemonik güç olmanın önündeki engellerin temizlenmesi gerekiyordu.

ABD, üç hamleli bir müdahale biçimini benimsedi. İlk hamle, ABD’nin bölgeye dönük hesaplarını gerçekleştirmek için yalnız hareket etmesine yönelikti. Her ne kadar, dünyadaki diğer hegemonik odakların (Almanya ve Japonya) bölge ilişkilerinin güdüklüğü önemli bir olanak idiyse de, tedrici gelişecek bir yeniden yapılanma sürecine bu odakların sızabilmeleri her zaman olasıydı. Pastanın tümünün yenmesi mümkün olmasa bile, önemli olan bu pastanın dilimlenmesi işini ABD’nin üstlenmesiydi. O halde, dönüşüm sürecinin tedrici olmaması, bir altüst oluşun ardından gelmesi zorunluydu. Bu tür bir dönüşüm sürecine dışardan, iyi mevziler yakalanarak dâhil olunması mümkün olmayacaktı. ABD için yapılması gerekenler belirginleşiyordu: Önce, bölgedeki iç dinamiklerin ürünü dengeleri her noktadan bozmak ve düzleyici bir müdahale ile yeni dengelerin arzu edilen biçim ve zeminde boy vermesini sağlamak. Ardından, bu süreci mümkün en hızlı bir biçimde hayata geçirmek . Bozma ve düzleme süreci ne kadar hızlı hayata geçirilirse hem sürece dışardan müdahil olmak zorlaşacak, hem de ABD bu tekil başarısını model olarak başka istikrarsız bölgelerde de dayatabilecekti.

İkinci hamleyi, sorun çıkarıcı odakların cüretlerini sınırlayacak dayatmalarda bulunmak oluşturdu. Bunu bir taraftan bu odakların güç kazanma yollarını kapatarak, diğer taraftan da karşılarına askeri olarak çıkarak başarabilirdi. Arap milliyetçiliği veya radikal İslamcılıktan beslenen ülkeler sorun çıkarmaya en yatkın odaklar olacaktı. Suriye, Irak ve İran yakın takibe alındı ve bölgenin bekçiliği -en azından yeni dengeler oluşana kadar doğrudan üstlenildi.

Üçüncü müdahale kanalı, bölgesel sorunların çözümünde başrol oynama zorunluluğunun ürünüydü. Böylesi bir konum, sonuçların istenen yönde ve kalıcı olmasına yarayacaktı. Çözümüne dönük adımların bir an önce atılması gereken alanlar, öncelikli olarak Israil-Filistin sorunu ve Kürt sorunu olarak duruyordu. Her iki alanda da ilgili tarafların katı yaklaşımlarının törpülenerek kırılması gerekiyordu. Geçilen süreç, törpülenmenin Filistin sorununda önemli ölçüde başarıldığını, Kürt sorununda ise gündeme sokulabildiğini gösteriyor.

Sorunlarda ve çözümlerde tek hegemonik güç olma perspektifi bu üç hamle ile hayata geçirilmeye çalışıldı. Üçüncü hamlenin ilk sonuçları ile birlikte bölgede ikinci dönem olarak soyutlanabilen süreç de başlamış oldu.

Bu ikinci dönemde iki nokta belirginleşmeye başlamış durumda. İlki, ABD’nin başaktörlerden birisi olmadığı herhangi bir gelişmenin Ortadoğu’da sahnelenmesinin son derece güç olmasıdır. İkincisi, Arap ülkelerinin kendi aralarındaki ve bu ülkeler ile dış güçler arasındaki gerilim noktalarının törpülenmesi ve islamın popülist bir kimlikle Arap milliyetçiliğini ikame etme girişimlerinin yaratacağı yeni gerilimlerin ortaya çıkmasıdır. Günümüzde ve yakın gelecekte ABD’nin de müdahil taraflardan birisi olduğu bu gerilim Ortadoğu’ya damga vuracak konuların başında geliyor. Ancak, emperyalizmin zaman zaman kitlesel boyutlara ulaşan islami gericilik karşısında yalnızca “karşıya almayı” değil, “manipüle etme” ve “kullanma”yı da deneyeceği unutulmamalıdır.

KÖKTENDİNCİ YÜKSELİŞ ÜZERİNE

Ortadoğu, kitlesel üç dinin (Müslümanlık, Hıristiyanlık ve Musevilik) tarihinde kutsal bir yere sahip. Müslümanlığın Arabistan yarımadasında doğuşu ve bu bölgede(n) yayılışı, dini, toplumsal süreçlere büyük ölçüde damgasını vuran bir dinamik haline getirmiştir.

Dinin yayılması süreci içinde bölgede din kaynaklı çatışmalar başlamış, bölgede yayılmanın tamamlanması sonrasında da hilafetin devamı ekseninde, yine dinsel çatışmalar söz konusu olabilmiştir. Osmanlı İmparatorluğu, bölgeyi kontrolü altına aldığında doğrudan din kaynaklı çatışmalar büyük ölçüde son bulmuştur. Bölgede bu tarihten itibaren din, çatışma ve savaşlar içinde önemli ama sadece bir bileşen olarak rol oynamıştır.

“Tabii tüm bu vb. iradi yönelimler, ABD’nin yoğunlaştırdığı Soğuk Savaş çerçevesinde Sovyetler Birliği çevresinde örülmeye çalışılan “Yeşil Kuşak” politikasıyla, keza Ortadoğu’da oluşturulan Suudi-ABD-Türkiye sacayaklı ilişki ve bu çerçevede geliştirilen “ılımlı İslam” projesiyle bağlantılıdır. Özetle dünya konjonktürü her türden metafizik yönelimlerin özel olarak İslamiyet’in gelişimine çok uygundu ve bununla örtüşen diğer siyasi gereksinimler çerçevesinde ABD’nin ve onun işbirlikçisi yerel gericilik odaklarının da iradi yönelimiyle bu gelişime destek verildi”10 .

Dinin doğrudan kullanıldığı çatışmalar Lübnan iç savaşında yeniden ortaya çıkmış ve İran’da Şah’ın devrilerek İslam popülizmine dayanan bir iktidarın kurulması ile birlikte bölgedeki diğer iktidarları tehdit eder nitelik kazanmıştır.

“Sünni hareketin emperyalizmin kontrolündeki… yükselişine karşın kendi iç dinamikleriyle olgunlaşan ve Şii ulemanın denetimi altına giren Iran Devrimi, Ortadoğu çapındaki anti-emperyalist tepkilerin dinsel kanala akmasını ve sokaktaki insanın “gavur” ön koşullanmasıyla bütünleşmesine ivme kazandırıyordu. Takip eden dönemde genel olarak Şeriatçı hareketin önemli bir atılım yapmasına, anti-emperyalist ve diğer tepkilerin kendini islamcı bir kimlikle ifade etmeye başlamasına büyük bir itme sağlayan İran İslam Devrimi…” 11 Ortadoğu’da yeni bir sürecin başladığını haber veriyordu.

“Ortadoğu konusunda uzman olan A.James Bill, Körfez ülkelerinin İran devriminden etkilenmesini şu üç nedene bağlamaktadır:

1.İran’ın bir zalim hükümdarın nasıl devrilebileceği konusunda bir örnek oluşturma sı.

2.İran durumundaki bir ülkenin süper güçlerden birine bel bağlamadan yaşamasının mümkün olduğunu İran’ın kanıtlaması.

3.İran İslam devriminin İslamiyetin hesabına yazılan bir zafer olarak görülmesi.” 12

Bu değerlendirmeler, sürecin başında akla yakın görünebiliyordu. Ancak İran “devrimi”, bölgede beklenenden çok daha sınırlı bir etki yaratabilmiş, emperyalizme kafa tutmak konusunda bu ülkenin fazlaca şişirildiği ortaya çıkmıştır.

Zaman içinde, İran’daki iktidarın “devrim ihracı” üzerinden doğrudan bir tehdit olamadığı açığa çıkmıştır. İran-Irak savaşında emperyalistlerin ve diğer Arap ülkelerinin Irak’ı desteklemesi ile birlikte bu tehlike büyük oranda savuşturulabilmiştir. İran’daki iktidar, gelişindeki ve söylemindeki katılığı kısa zamanda tüketmiş (aslında popülizmin doğası gereği söylemdeki radikallik pratikte hızlı bir biçimde yerini temkinliliğe bırakır) ve iktidarını koruyabilmek için pragmatizme daha çok yönelir hale gelmiştir. “Baş düşman” ABD ile kimi pazarlıklara girmekten kaçınılmamıştır. Iran rejimi, içe dönük olarak popülist, dışa dönük olarak ise pragmatik bir siyaset yürütmüştür.

“En somut örneği İran Devrimi olmak üzere dinde kendini ifade eden bu yeni halk hareketinin anti-emperyalizmi düşünülenin aksine çok cılız ve esasen anti-Batıcı ve anti-Hıristiyan bir karakter taşıyordu. Üstelik yapısal olarak eşitlik ve özgürlük karşıtı olduğundan her halükarda stratejik bir karşı devrimcilik içeriyor. Sokaktaki Müslüman’ın “gâvur” alerjisi temelinde biçimlenip emperyalizmin bölgesel planlarını görece değişime zorlayan özneler oluşturmaktan öte anlam taşımadığından, özcesi antikapitalist olmadığından, Şeriatçı hareketin emperyalizmle stratejik bir sorunu yoktur… Özetle dünya çapında dinci dalganın gösterdiği yükselişin İslam dünyasında çok daha büyük bir yankı yaratmasının nedenleri, medeniyetler arasındaki çatışmanın geleneksel etkilerinin yanı sıra ağırlıkla politik nedenlerde yakalanabilir”13 .

Ancak, bu gelişmeler bölgedeki tüm ülkelerin iç siyasal dengeleri üzerine belirli bir etkide bulunmuştur. İran deneyiminden ve İslami ideolojiden etkilenen kimi siyasi\silahlı grup ve akımlar bölgedeki istikrarsızlığı derinleştirmektedir.

Gelinen noktada, İran’dan kaynaklanabilecek açık bir “tehlike” tanımlanamamaktadır. İran’daki iktidar, bir taraftan model olarak kullanılabilecek İslami bir sistem geliştirememiş, diğer taraftan giderek “reformist” bir yönelim içine girmek durumunda kalmıştır. Sonuç olarak, İran’ın Ortadoğu’nun dengeler üzerindeki etkisi dört başlık altında toplanabilir:

Bir: Bölge ülkelerinin iç siyasetinde İslami ideoloji ve hareketler daha fazla önem kazanmıştır.

İki: İran, bölgedeki İslami hareketlerin bir bölümüne açık destek vermekte, beslemektedir.

Üç: Bu destek bölge ülkeleri arasında açık pazarlıklara konu olmakta ve İran destekçi konumunu önemli bir kart olarak değerlendirmektedir.

Dört: İran modelini eksikli bulan kimi radikal unsurlar ise dengeleri daha da zorlayarak “kontrolsüz güçler” haline dönüşmektedir.

Emperyalistler de bölgeye dönük hesaplarında din olgusunu hesaba katmadan hareket edemez duruma gelmiştir. Irak’ın kendisine yönelik saldırılara İsrail’i bombalayarak karşılık vermesine karşın, ABD İsrail’in yanıt vererek sürece dâhil olmasının önüne geçmek için çok zorlanmıştır. İslamiyet ten beslenmeyen Arap milliyetçiliği -bunun son örneği Nasırcılık olmuştur-artık tarihsel ömrünü tamamlamıştır. Bu gerçekler ışığında, bölgede emperyalistlerin arzuladığı türden bir istikrar ancak, dinsel akımların kontrol altında tutulmalarına bağlı olarak sağlanabilecektir. Ancak diğer yandan, bugüne dek sınıf çatışmalarının keskinliğini yumuşatma potansiyelini barındırmış dinsel süreçlerin yine bu işlevle yüklenmesi vazgeçilmez görünüyor. Sonuçta ABD’nin vazgeçemeyeceği bu İslami oyundaki riskleri azaltmak dışında çaresi kalmamıştır.

MISIR-TÜRKİYE-İSRAİL ÜÇGENİ KURULABİLİR Mİ?

Bölgedeki yeniden yapılanma sürecinin kontrolsüz her türlü gelişmenin önünü almak üzerinden işleyeceği artık netleşmiştir. Kontrolsüz gelişmeye en yatkın olan dinci yönelimlerin kontrolü çabaları bölgedeki yeniden yapılanmanın kilit süreçlerini de belirleyecektir.

Ekonomi ve siyasal alanda Mısır, Türkiye ve İsrail’in yakınlaşmasında böyle bir arka planın olduğu iddia edilebilir. Mısır ve Türkiye, iç politik süreçlerinde din temasını daha fazla hissetmeye başlamışlardır. Her iki ülkede İslami hareket farklı farklı özellikler taşımasına rağmen, orta doğunun iki önemli ülkesinde dinci hareketlerin önemli bir ağırlığa sahip olmaları emperyalist ülkeler açısından henüz tam denetim sağlanamayan bölgede ek sorunlar yaratacak bir gelişmedir.

“Körfez savaşı öncesinden başlayan ve Körfez Savaşı’yla hızlanan yeni siyasal boyut İslamcı fundamentalist akımlar olmuştur. Sadat döneminde izlenen batıcı politikalar Mısır’da sınıf farklarını artırmıştır. Her türlü batı ithal ve ihraç mallarının bulunmasına rağmen Mısır halkı fakirleşmiştir. Sadat ise batının kendisi vizyoner olarak görmesini iç politikada başarıya ulaştırmak istemiştir. İran’ın etkisi, İsrail’e karşı alınan yenilgiler bu iç faktörlerle birleşince Mısır’da fundamentalizm hızlı bir yükselme göstermiştir. Hüsnü Mübarek yeni bir ulusal eylem planı izleyerek halk arasında gelir farklarını düzeltmeye çalışmasına karşılık fundamentalist eylemlerle yoğun bir uğraş içine girmek zorunda kalmıştır. Arap ülkelerindeki fundamentalist akımlar körfez savaşından sonra yoğunlaşma göstermiştir”14 .

Türkiye’de ise; “İslami bir “hareketin” şekillenmeye başlaması, asıl olarak 1980 sonrasında gündeme gelmiştir. Bir yandan islami ideolojilerin önünün açılması kendi doğal uçlarını yaratmış, diğer yandan da aynı ortamda, Ortadoğu’nun gündemine giren radikal islami hareketler, özellikle dinci gençler üzerinde belirli bir prestij ve esin kaynağı olmuştur. Ancak, bu gelişmeler, İslami ideolojilerin bir siyasallaşma kanalı ile buluşmasının zeminini oluşturmakla birlikte, kendisini açıklamak için yetersizdir. İslami ideolojilerin asıl yükselişi ve bu arada İslami bir hareketin oluşumu, temel olarak, sermaye birikim modelinin tıkanma sürecini girdiği 80’li yılların sonlarında başlamıştır. Toplumsal muhalefetin kendisini dinsel ideolojilerle ifade etmesinin kolaylığı ile depolitizasyon ve diğer siyasallaşma kanallarının baskı ve zor mekanizmalarıyla kapalı tutulması bir araya gelince, dinci gericiliğin bir “alternatif” haline gelmesi de mümkün oldu”15 .

Mısır ve Türkiye’de sermaye sınıfının güncel dinci baskıyı kontrol etmesi yalnızca iç dinamikler açısından bakıldığında ciddi güçlükler içermektedir. Sermaye sınıfının her iki ülkede yaşadığı güçlüklerin bir uzantısı olarak arayışa giren geniş kitlelerin yöneldiği köktendinci hareketler, sınıf mücadelesini perdeledikleri oranda sermayeye büyük bir hizmet sunmaktadır. Ayrıca din faktörü, her iki ülkede de sermaye sınıfı ile küçümsenmeyecek organik bağlara sahiptir. Bu nedenle köktendinci hareketlerin kontrolü sürecinde dış faktörün de küçümsenmeyecek bir rolü vardır. Bölgedeki temel dış faktör olan ABD’nin her iki ülkede köktendinci hareketlere karşı belli siyasal güçleri harekete geçirerek bölgedeki denetimi sağlama ve yeni hedeflere ulaşma politikasını uygulamaya koyması uzak bir olasılık değildir.

Her iki ülkenin, İsrail ile yakınlaşması, bölgede şimdilik oldukça uzak olunan bir jandarmalık misyonunu paylaşmanın ötesinde, yukarıdaki süreci besleyebilecek bir olgu olması açısından anlam taşımaktadır.

Sorun, her iki ülkenin böylesi bir gündemi kendi toplumuna dayatmasının önündeki engellerdir. Bugüne dek, Müslüman ülkelerin yanında yer alarak veya bunu oynayarak İsrail ile sınırlı ilişki kurmuş olan Türkiye’de İsrail’in gündemde fazla yer etmesini engelleyecek ölçüde duyarlı bir köktendinci basınç olduğu unutulmamalıdır. Bu nedenle İsrail ile sürdürülecek ilişkilerin dozunu kaçırmanın önemli maliyetleri olacağını bilmek ve kimsenin zaten sıkışmış olan iç politikada böyle riskler alabileceğini düşünmemek gerekir.

Ancak Türkiye ve İsrail arasındaki ekonomik ilişkilerin belli bir düzeyin altına hiç düşmemesi, üstelik İsrail ile veya Avrupa’daki Yahudi sermayesi ile yapılan ticaretin altından hep İslamcı çevrelerin çıkması, yukarıdaki zorlukları kısmen dengeleyen olgulardır. Bu dengeleyici faktörlere, bir kısım medyanın başlattığı Arap karşıtı kampanyayı eklediğimizde İsrail başlığı altında sessiz bir mücadelenin süreceğini rahatlıkla görürüz.

Ancak bu mücadelenin gecikmiş bir mücadele olduğu unutulmamalıdır. Geçmişte İsrail ile yakınlaşma nedeniyle lanetlenen Mısır artık yalnız değildir. Arap ülkelerinden birçoğu, Türkiye’den önce İsrail ile ilişkilerini uygun biçimler bularak geliştirmişlerdir. Bu nedenle sözgelimi, aşağıdaki değerlendirme, İsrail ile Arap ülkeleri arasında yakınlaşmayı bile yakalayamayan ve bu yüzden daha yazıldığı sırada eskimiş bir içerik taşıyor:

“Türkiye, Ortadoğu politikasında, her şeyden önce Arap-İsrail ihtilafında genel açıklamalarla gün geçirmekten ve Müslüman kardeşlerimizin dümen suyunda gitmekten vazgeçmelidir. Bu politika ile yıllardan beri bir yere varamadığımız ve hiç kimsenin gönlünü de kazanamadığımız ortadadır. Bugün hiç kimse çıkıp, bizim Cumhuriyet devrinde özellikle 1950’den beri devam eden “Aman Müslüman dostlarımız incinmesin ve yakın komşularımız gücenmesin” şeklindeki politikadan bir şey kazandığımızı iddia etmesin”16 .

Ancak her şeye rağmen, burjuva basını İsrail ile serbest ticaret ve ortak girişim imkânlarının giderek arttığını ve bu fırsatın iyi değerlendirilmesi gerektiğini sıkça vurgulamaya başladı. Türkiye’nin kimya, savunma, haberleşme alanlarında İsrail ile yakınlaşmadan çok şey kazanacağı iddia ediliyor. İsrail’in gelişkin teknolojiye sahip olduğu alanlar arasında zirai sulama ve su arıtma da bulunuyor. Bu projenin GAP çerçevesinde Türkiye’ye transferi ve İstanbul’a içme suyu temini konularında yakın işbirliği gündeme girmiş durumda İsrail’de Türk firmaları için en geniş iş olanaklarının inşaat ve tekstil alanlarında olduğu ve bunun önündeki yabancı işçi yasağı engelinin hükümetçe gözden geçirildiği belirtiliyor 17 .

İstihbarat alanında da karşılıklı destek vaadleri iki ülke arasındaki ilişkileri bir bütünlüğe taşıyacak niteliğe sahip. MOSSAD, SAVAK ve MİT arasında belirli konularda ortak istihbarat ağı kurulması 1958 yılında yapılan bir anlaşma ile kararlaştırılmıştı. 1971 ‘de İsrail’in İstanbul Başkonsolosu Efraim El-rom’un THKP-C tarafından kaçırılması ile MOSSAD Türkiye Solu ve özellikle de THKP-C üzerinde “çalışmaya” başladı. İsrail yönetimi ordusunun 5 Haziran 1982’de Lübnan’a yönelik olarak başlattığı saldırısında Beyrut’un doğusundaki Zahle kentinin yakınlarındaki Ermeni örgütleri ASALA ve JCGA kamplarına da girileceğini Ankara’ya ileterek Türk görevlilerini de operasyona katılmaya davet ediyordu. Ankara’da hazırlanan “örtülü faaliyet operasyonu” uyarınca “ülkücü mafyanın simgesel önderi” Alaattin Çakıcı ve 10 kadar ülkücü, Almanya’dan Beyrut’a gönderilerek İsrail komandolarıyla birlikte Ermenilerin eğitim yaptığı kamplara girdi. Son dönemde de PKK’ya yönelik kapsamlı istihbarat bilgilerine sahip olan israil’den yardım bekleniyor 18 .

Özal döneminde, ABD’deki Yahudi lobisi ile yakın ilişkiler kurarak destek arama çabaları gündeme gelmişti. Kıbrıs ve Kürt sorunlarında ABD’deki Yunan, Ermeni ve Kürt lobilerine karşı bu lobinin desteğini almak Türkiye’ye özel bir güç katabilecekti…

ORTADOĞU VE SOSYALİST HAREKET

Bölgedeki toplumsal süreçler büyük oranda dış dinamiklerin belirlenimi altında. Bu belirlenim, bölgenin iç dinamiklerini “malul” dinamikler haline getiriyor.

Sosyalist hareketler, bu “maluliyet” koşullarında, ancak sosyalizmin global yükseliş/prestij dönemlerinde önem kazanabiliyor. Böylesi bir yükselişin gündemde olmadığı bugün ise, sınırlı ölçekli mücadeleleriyle, ancak varlıklarını sürdürebiliyorlar.

Bölgeye dönük emperyalist hesaplar, bölgedeki sınıf çatışmalarının “yıkıcı etki “sine set çekmeyi hedeflemektedir. Sınıf çatışmalarına zemin bırakacak her türden sorunlu nokta kuşatılmak ve sosyalist hareketlerle buluşmasının önüne geçilmeye çalışılmaktadır.

Her bir ülkenin sosyalist hareketi, kendi yerelliğindeki sınıf mücadelelerinin zemininde ayağa kalkabilecektir. Bu doğrudur, ancak, bölgeye dönük emperyalist hesapların bütünselliği, sosyalist hareketler, arasındaki yakınlaşmayı da zorunlu kılmaktadır.

Sosyalist hareketler bu süreçte, sosyalist ideolojiden uzak mücadele zeminlerinden beslenemeyecektir. Anti-emperyalizmin günümüzde özellikle de bölge düzeyinde sosyalist içeriğinden koparılması giderek zorlaşmaktadır. Sosyalist ideolojiye uzak ya da dış belirlenimin maliyeti olarak giderek sosyalizm için mücadele perspektifinden uzaklaşan siyasi özneler, bölgenin emperyalizm belirlenimli dengelerinin sıradan birer parçası olmaya mahkûmdur.

Son söylenenlere örnek olarak Filistin halkını satan FKÖ ve başta ABD olmak üzere emperyalistlerin oyuncağı haline gelen Talabani-Barzani önderliğindeki Güney Kürdistan’daki Kürt burjuva hareketi verilebilir. Diğer yandan, Kürt devrimci mücadelesinin siyasal öznesi PKK’nın, önderliği, kurumsallığı, programı ve siyasal perspektifleriyle, bu türden gelişmelere karşı yeterli panzehiri olmadığı açığa çıkmaktadır. Her iki ulusun gerçek kurtuluşlarının Sosyalist Ortadoğu’da mümkün olabileceği gerçeği giderek daha fazla belirginleşmektedir.

Bugün için sosyalizmin bölgede Türkiye dışında, sınıf mücadelesinin dinamiklerinden beslenerek çıkış yaratma şansı pek fazla yoktur. Ancak, Türkiye’deki böylesi bir çıkış, bölgedeki mücadeleleri de harekete geçirebilecek ve ileri çekebilecektir. Diğer yandan, Türkiye sosyalist hareketi güçlendiği oranda, bölgeden de, güçlenme sürecine ciddi destek bulabilecektir.

Yakınlaşma süreçleri somutlanmalıdır. Bölge ülkelerindeki Sosyalist hareketlerin Dünya komünistleri ile işbirliği yaparak bölgeye dönük hesaplara karşı “Sosyalist set” inşa etme koşullarını zorlamalıdırlar.

Ortak uluslararası yayınlar, bölge özelinde konferans ve toplantılar için Sosyalist hareket bütün olanaklarını kullanmalıdır. Bugün güç gözüken bu çalışmaların mutlaka yakın dönem planlarda gereken yeri alması zorunludur.

 

Dipnotlar

  1. Classe, Lutte De, Körfez-Dünya statükosunu korumak için Emperyalist haçlı seferi, Dünya Solu dergisi, sayı 6, s:4l
  2. Agy, s: 42
  3. Ortadoğu dosyası, Dünya Sorunları 1988, Alan yayıncılık, s: 188, 1988 İstanbul
  4. Dvydkov Robert – Fomin Oleg, Sovyetler Birliği ve Ortadoğu, s: 11, Amaç yayınları, 1988 İstanbul
  5. Age, s: 17
  6. Age, s: 20
  7. Age, s: 23
  8. Age, s: 63
  9. Zengin İsmail, İran devrimi ve Ortadoğu’ya etkileri, s: 149, Milliyet yayınları, 1991 İstanbul
  10. Aydın Erdoğan, Seriatçı dalgaya karşı düşünceler, Sınıf Bilinci dergisi, sayı: 15, s: 57
  11. Agy, sayı: 15, s: 55
  12. İran devrimi ve Ortadoğu’ya…., syf: 126
  13. Şeriatçı dalgaya karşı…., syf: 55
  14. Köni Hasan, Mısır, Türkiye, İsrail üçgeni, Avrasya Dosyası dergisi, sayı: 3 s: 54
  15. Koraltan Nadir, Dinci Gericiliğe Karşı Sosyalist Politika, Gelenek, sayı: 47 s: 84
  16. Turgut Mehmet, Türkiye ve İsrail’in güvenliği, Avrasya Dosyası dergisi sayı: 3, s: 66
  17. Fedler Jonathan, İsrail-Türkiye İşbirliği Fırsatlar ve Riskler, Avrasya Dosyası dergisi, sayı: 3
  18. Tavlas Nezih, Türk-İsrail Güvenlik ve İstihbarat İlişkileri, Avrasya Dosyası dergisi sayı:3
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×