Haziran’ın Zor Dersi Sınıf ve Sosyalizm

Başlığa bakanlardan kimileri benim nereye baksam işçi sınıfı ve sosyalizm görme takıntısına sahip olduğumu düşünecek. Başkaları ise belki de derin bir oh çekip, sonunda aranan sınıfın ve siyasetin bulunmuş olmasından mutluluk duyabilir.

İşçi sınıfının ve sosyalist siyasetin Haziran Direnişi’nin neresinde olduğunu göstermemi bekleyenlere net bir yanıt veremeyeceğim için üzgünüm. Aslında, herhangi bir obsesyonu olmaksızın “her yerde” işçi sınıfını görmek mümkündür. Çünkü doğası gereği ve geniş tanımıyla emek her yerdedir.

Futbol seyircisinin baskın çoğunluğu emekçidir örneğin. Gündüz işte gece “chapulling”de olan beyaz yakalılar, emekgücünü satarak yaşamını sürdürüyorlardı. Sarıgazi’den veya Gazi’den kol kola girip şaşkınlık uyandıran mesafeleri eşleri, yeğenleri, çocukları, babalarıyla birlikte yürüyenlerin fotoğraflarını görmediniz mi? Büyük çoğunlukla inşaat, tekstil, hizmet, metal işçileri olduklarını tahmin edersek yanılmış olmayız… Lafın gelişi “tahmin” diye yazdım; biliyorum onların işçi olduklarını. Bağdat Caddesinin, Nişantaşı’nın, Cihangir’in işçi mühendislere, işçi avukatlara, işçi hekimlere kucak açmadığını kim iddia edebilir?

Elbette bu semtlerden ve başka yerlerden işçi değil mülk sahibi olan, ya da işçi sayılamayacak ölçüde yüksek ücret kazanan çeşitli burjuva kategorilerden insanlar da aktı Haziran Direnişi’nin yollarına. Elbette herkes kitapta yazıldığı haliyle proleter değildi. Ama öyle olsaydı, zaten bu bir işçi sınıfı ayaklanması diye adlandırılırdı. Değil…

Gençlik dediğimiz demografik kategori de önemli bir değişim geçirdi son on yıllarda. Öğrenci gençliğin ve genel olarak gençliğin deklase, sınıf dışı bir kategori sayılması çağdaş kapitalizmin proleterleşme süreçlerini hafife almak olur doğrusu. Öğrenci gençliğin çok büyük bir çoğunluğunun kısa süre sonranın ücretli emekçisi veya yedek işgücü ordusu, yani işsizi olacağı belli. Bu uzun süredir öğrenci kitlelerin içine yerleşen bir beklenti durumudur ve okuluna gitmeye devam eden genç insanların birkaç kısa yıl içinde edinecekleri sınıfsal kimliği öncesinden hissetmemeleri mümkün değildir. Çünkü üniversite öğrenciliği bundan on yıllar önce olduğu gibi bir zengin ayrıcalığı veya sınıf atlama kapısı olmaktan çıkmış, çeşitli nedenlerle toplumun geneline yayılmıştır. Dolayısıyla günümüzün öğrenci gençliğinin önemli bir bölümü zaten ailelerinin işçi-emekçi karakteri nedeniyle sınıfı belli insanlardır ve sınıf atlama rüyasıyla değil insanca çalışmak ve yaşamak gibi basbayağı emekçi motivasyonlarıyla öğrenimlerini sürdürmektedirler.

Toplumsal cinsiyet olarak kadınların işgücüne katılamayan kesimlerinin toptan deklase veya orta sınıf olarak damgalanmaları saçma olur. Proleterleşme hükmünü icra etmektedir ve kadınların önemli bir kısmı emekçi. Çalışmayan ve belki iş aramadığı için şu art niyetli istatistik bilimince işsiz bile sayılmayan kesimler ise yine yedek sanayi ordusunu oluşturur. Evkadınları katmerli sömürü oranları anlamına gelen evde çalışma formlarıyla içli dışlılar.

Bu sosyolojik tartışmalara direnişin doğduğu kent gündeminden hareketle bir pencere daha açmak gayet kolay olur. Kentin rant imkanlarının alabildiğine zorlanması, emekçilerin ve alt, hatta orta sınıfların kent merkezinden kovalanması, bu uğurda yaşam hakkının gaspedilmesi ve mülksüzleştirme süreçleri, “mesele birkaç ağaç meselesi değil” sözünün arka planının bir kısmını açıklar. AKP’nin dinselleştirme politikaları ve keyfi-baskıcı uygulamaları bu problematiğin son derece uyumlu parçasıdır.

O halde Haziran Direnişi’nin analizi bizi anti-kapitalist bir ayaklanmaya götürüyor, demektir. Başkaları anti-kapitalizmi orta sınıf işi veya sınıf dışı bir gündem olarak ele alabilirler. Marksizm anti-kapitalizm ile işçi sınıfının hem çıkarı hem de hareketi arasındaki bağı önemser.

Toparlarsam, Haziran direnişinin gündeminin analizi veya sosyolojisinin gözlemlenmesi bizi “işçi sınıfıyla barışık bir kalkışma” tablosuna taşır.

Ancak bu geniş tanımlar marksistlerin içini rahatlatmak adına çarpıtılmamalı.

Bu tartışmayı en erken ve en olgun biçimde yapanlardan biri Korkut Boratav olmuştu. Boratav 22 Haziran’da yayınlanan bir söyleşisinde1 direnişi “olgunlaşmış bir sınıfsal başkaldırı” olarak niteleyecek ölçüde “sınıfçı” bir yorum getiriyor, ancak “İşçi sınıfının örgütleriyle, programıyla direnişe katılmadığı”nı da görmezden gelmiyordu. Boratav yukarıda geçerken değindiğim kent gündeminin kapitalizmle içsel bağı ve buradan hareketle toplumsal tepkinin sınıfsal özünü de aynı yerde ele alıyordu. Gelenek dergimizin geçtiğimiz sayısında da Alpaslan Savaş2, Boratav tartışmasını sınıfın sendikal yapıları, Cenk Saraçoğlu3 arkadaşımız ise kent-mekan bağı üstünden sürdürdüler.

Yani sınıf derken iç rahatlatmak için bunu yapmamış örnekler pekala var…

Belki ben biraz daha endişeliyimdir. Zira işçilerin yoğun katılımı ve hareketin objektif olarak barındırdığı sınıfsallığın karşı kefesinde aynı işçilerin kendi sınıf kimliklerini pek akıllarına getirmiyor olmaları durumu var. Oysa marksist literatür “kendiliğinden” ve “kendisi için” kategorilerini birbirinden ayırırken, ilkine “bir sınıf oluşturduklarının farkında olmayan” bireyler toplamı olarak bakmaz. Kendiliğinden bir sınıf hareketinin insanları da, aynı sınıfın üyesi oldukları için ortak çıkarlara sahip olduklarını biliyor olabilirler. Örneğin sendikaları vardır ve bu yapıları önemsemektedirler.

Bizim Haziran deneyimimizde ise direniş çalışma zamanı ve mekanının dışındaki zaman ve mekanlara ait bir pratik olarak karşımıza çıktı. Bir sınıf oluşturduğu fikrinin bu ölçüde uzağında olmak, buna karşılık basbayağı militanca, sınıfsal bir kavganın göbeğine balıklama atlamak sık rastlanacak bir çelişki değildir. Haziran’da işçiler vardır, ama sadece işçilerin “örgütleri” eksik değildir. İşçiler sınıfsal özü bariz bir hareketin ortasında kendi sınıf kimliklerinden de uzak durmuşlardır.

Dolayısıyla rahatlamamalı ve tartışmaya devam etmeliyiz.

Bu yazı hatırlattığım tartışmalara nokta koymayı beceremez. Zaten sadece ve doğrudan bu tartışmalara da odaklanmayacağım. Kaygılarımı yeterince paylaşmış olmanın huzuruyla hareketin örgütlülüğe ve sosyalizme açılan objektif ve sübjektif kanallarını tartışmaya çalışacağım.

Değindiğim yazıları, kuşkusuz, ilerleyen satırlar için bir tür müktesebat olarak kabul ediyorum.

Bir stratejist olarak Tayyip Erdoğan

Bu satırların yazarı ve parçası olduğu siyasal çizgi, elbette somut veçheleriyle, zamanlamasıyla değil, ama teorik olarak, bir toplumsal patlamanın beklenmesi gerektiğini söylemiştir. “Türkiye AKP’nin modeline, anayasasına, savaşına, vs. sığmaz” deyip duruyorduk.

Benzer bir öngörünün AKP cephesinde yapılması ise mümkün değildi.

AKP Haziran öncesinde Türkiye toplumunun potansiyel direnç dinamikleri konusunda kör sağır olmuştu. Erdoğan’ın Afrika’da hava almaya çıktığı, Haziran’ın o ilk günlerinde, patlayan dalgayı nasıl da öngörmediklerine yananlar mutlaka çıkmıştır. Bu unsurlara hükümet ve Çankaya çevrelerinde rastlanabiliyordu ve bunlar körlükten pişman, tutumlarını gözden geçirme işaretleri veriyorlardı.

Ancak, aslında bunlar da, verdikleri yumuşama işaretlerinin direniş hareketi saflarında yankılanacağını zannedecek kadar saftı.

Ve Erdoğan haklı çıktı. Toplumsal hareketi görmekten yana eğilimler ve gördükten sonra davranışlarda bazı düzeltmeler yapılabileceği yolundaki yarım ağızdan mesajlar bile, AKP iktidarının zaafı olarak algılandı. Gerçekte öyle olup olmadıkları artık değer taşımıyor. Zaaf algısı direnişçilere moral ve enerji katıyor, mücadele yükseliyordu. Faşizm İspanyası’nda bir Katalan şarkısında söylendiği gibi: “Ben çekersem kendi tarafımdam/ sen de senin taraftan/ emin ol ki, düşecek, düşecek, düşecek…”4

Herkes başbakanın delirdiğini düşünüyordu ve belki de bu doğruydu! Ama diğerlerinin tavizkar manevralarının belki de birkaç günde çözülüşe neden olacağı belliyken, kavgaya hodri meydan yanıtını vermenin bir rasyonalitesi olduğunu kabul edebiliriz.

Bu sınırlı bir rasyonalitedir. Bana sorarsanız, takvimi etkilemiştir, ancak sonucu değiştirme gücünden kesinlikle yoksun bir stratejidir.

Başbakan geri adım atma ve aynı anlama gelmek üzere zaaf gösterme seçeneğini ortadan kaldırmaya konsantre oldu. Ancak muhalefetin sahip olduğundan daha geniş ve güçlü ittifaklar kurgulamıyordu örneğin. Karşı tarafın bazı zayıf unsurlarını ikna etmek üzere karmaşık planlar, girişimler, kısmi açılımlar da söz konusu değildi.5 Erdoğan kendi “has tabanı”na seslenmekle yetinmiştir. Havaalanı-Ankara yolunda bindirme kıtaların içinde nerede, hangi partinin eyleminde olduğunu bilmeyen cahiller, tutulamayan yüzde elli, palalılar ve g.. kılı olmakla övünenler “en Tayyipçi” arayışının doğal ürünleridir. Bu yolda klasik burjuva demagojisinin veya AKP’nin gerçekleri saptırma üslubunun çok ötesinde bir aleni yalancılık geliştirildi. Aleni yalancılık sahte Çarşı bayrağından, sahte taraftar gruplarına doğru evrim geçirmiş bulunuyor.

Beni işin özü ilgilendiriyor.

Bir: Erdoğan stratejisi AKP’nin daha önce girdiği ittifaksız yürüyüşün sonuna kadar gidilmesi anlamına gelmektedir.

İki: Bu yaklaşım muhalefeti ikna etmeyi, kandırmayı değil sindirmeyi gözetir.

Üç: İkna etmeyi amaçlamayan bir tarz, ya hitap ettiği tabanın daralmasından endişe duymuyordur, ya da, bizim örneğimizde geçerli olan seçeneği söylersek, böyle bir daralmaya ihtimal vermemektedir.

Dördüncü olarak kendimi tutamayıp özün parçası olmayan ama ona bitişik bir noktaya değineceğim. Bu yol gerçeklikle bağın zayıflaması anlamına da gelir. Başlangıç noktasındaki kör-sağır durumu yeniden ve yeniden üretilmektedir. Stratejistin kişisel özellikleridir bunlar aynı zamanda.

Bu stratejinin söyleminde bir iç tutarlılık aranamaz. Gerçeklikle bağın zayıflaması ve gemiyi asla terketmemek için yıkılmaz gerekçelere sahip olan dar bir tabana daralmayı riskli bulmayan bir siyaset tarzının, kendi iç standartları olacaktır. Örneğin bu standartlara göre AKP’nin bir yandan “marjinaller” edebiyatı yaparak direnişin niceliğini ve gücünü küçümsemesi ile aynı hareketin arkasında neredeyse dünyanın bütün büyük güçlerinin bulunduğunu iddia etmesi arasında bir uyumsuzluk görülmez. AKP’ye göre direniş örgütsüz ve programsız mıdır, yoksa dünya çapında güçlü illegal örgütlerin işi midir? Söylemin etkililiğine ve o anın dar pragmatizmine göre her ikisi de olabilir…

Örgütsüzlük enerjisi ve tükenmeyen eylem 

Direniş hakikaten örgütsüz, programsız, siyasetsiz idi. Bu gelişkin niteliklerin bir kısmına sahip bir harekette eylemler de daha “hesaplanmış” eylemler olurdu.

Aklı başında bir örgüt bilirdi ki, on binlerce insanı büyük bir fiziki yorgunlukla ve polis tarafından dağıtılmakla sonuçlanması kaçınılmaz bir “uzun yürüyüşe” çıkartmak için devrimci durum gerekir. Örgütsüzlük ve siyasetsizlik kitle hareketine olağanüstü bir gözüpeklik katmıştır.

Haziran eylemlerinin bir özelliği, genel olarak kentin merkezine (özel olarak Taksim alanına) yüzlerini dönen kitlelerin, herhangi bir merkeze ulaştıklarında yürümeye devam etmeleridir! Stratejik bir hedefe, sözün veya gösterinin kuvvet kazanacağı bir noktaya gidilmemekte, yalnızca yürünmektedir. Bu bir absürdite değildir. Enerji fazlasıdır.

Örgütsüzlük ve hedefsizlik, kitle hareketinde “eylem tatmini” oluşmasına olanak tanımamıştır. Bu zaafların hareketten enerji eksiltmesini herkes olağan karşılardı. Bizim örneğimizde ise hareket, belirli bir hedefi gerçekleştirip tatmin olmadıkça, hedefsiz yürüyüşü için enerji türetmeye devam etti.

Kadıköy alanı dolduktan sonra ne yapılacağı belirsizdi ve kitleler yürümeye devam etti. Politik bir yorgunluk ortaya çıkmıyor, fiziken daha fazlası imkansız hale gelene kadar eylem sürüyordu.

Taksim alındıktan sonra, ertesi akşam tekrar gelinecekti. Barikatlar herhangi bir saldırıya karşı korunmalıydı… Peki sonraki gün? Neden tekrar toplanmak ve neden barikatları korumak gerekiyordu?

Belki de hükümet hedefi olmayan kitlenin kısa süre içinde yürümeyi anlamlandıramaz hale geleceğini, politik rasyonalitenin hükmünü icra edeceğini, hareketin başka sembolik hedefler seçeceğini düşünmüş ve birkaç gün kentin merkezini feda edip beklemeyi seçmiştir… Sanmış olmalıdır ki, direniş örgütsüzse zaten uzun süreli olmayacak. Eğer örgütlü karakter kazanırsa da mücadeleyi daha anlamlı (politik olarak rasyonel) hedeflere yöneltecek…

Örgütlü, siyasette temsil edilen bir hareketin bu anlamda hedefleri olurdu. Kitle Taksim’i fethetmiş savunurken ve Gezi Parkı’nı bir aydınlanma egzersizi olarak yüceltirken, bu büyük dinamiği arkasına alan bir siyaset, hükümeti pazarlığa veya çekilmeye zorlamalıydı. Bunun için hükümet alternatifleri şekillendirilmesi gerekirdi. Böyle şeyler olmadı.

Eylem dizisi, yine örgütsüz niteliğiyle bağdaşmayan bir sağduyu sergiledi. Bu ölçekte bir kitle hareketinin içine hakikaten vandalizmin sızması, yoksul kitlelerin yağmaya başvurması beklenir. Bunlar, örgüt ve siyaset merceğinden bakıldığında onaylanmayacak tutumlardır, ama hiç gerçekleşmemesi son derece tuhaftır. Örgütsüzlerin bu sağduyusu açıklanmaya muhtaçtır.

Bir açıklama elbette hareketi örgütlü kılmaya gücü yetmeyen kimi aktörlerin kritik noktalarda rol üstlenmeleri, plebyen şiddete set çekmiş olmalarıdır. Ancak kanımca milyonların yürüyüşündeki “sağduyu”yu açıklamaya bu yetmez.

Kitle dinamiğine daha içrek bir neden akla gelebiliyor. Direniş kitlesinin emekçi sınıfların eğitimli kesimlerini ve aydınları bol bol içermesi ile, hareketin kendisinin bir halk aydınlanması biçimini alması.

Direnişin dilindeki küfür bile lümpence değil mizahi idi.

Ayrıca AKP yıkıcı olmakla suçlanıyordu. Hükümet ağaç, park, tarihi bina yıkıyor, temiz havayı yok ediyor, insanların yaşamını karartıyordu. Hareket de kendisini “AKP’nin Arabı” olarak tanımlıyor ve kendisini kültürel olarak durmaksızın biçimlendiriyordu.

Sadaka ve itaat kültürünün yerini dayanışma aldı.

Ara başlığa sadık kalayım ve tekrarlayayım: Örgütsüzlük ve siyasette temsil edilmeme hali -ve başka değindiğim faktörler- kitlenin enerjisini deşarj etmesini engellemiştir. Eylem süreklilik ve kalite kazanmıştır. Örgütsüz olmasına rağmen veya örgütsüzlüğün de bileşenlerinden birini oluşturduğu bir paketin ürünü olarak…

Temsil edemeyenler

Sokaklara dökülenlerin çok yüksek bir oranının o an seçim yapılsa CHP’ye oy verecekleri sır değildir. Ancak ana muhalefet partisi direniş günlerinde iktidardan bucak bucak kaçmıştır. Milyonlarca insanın haftalarca hükümeti istifaya çağırdığı bir ortamı, ana muhalefet partisinin kendisine yontmaması, “hükümet istifa”yı “muhalefet iktidara”ya çekiştirmemesi az rastlanır bir durum olsa gerek…

CHP’nin AKP ile danışıklı dövüş içine girmesi için neden görmüyorum. CHP hükümeti istifaya çağırmamış, buna zorlamamış, erken seçim çağrısında bulunmamıştır. CHP’nin kitlelerin arasına inen yönetici ve milletvekillerinin önemli bir kısmı kişisel dünya görüşlerinin ve vicdanlarının gereğini yapmış, bir bölümü de görevli olarak davranmıştır. Geçenlerde Kılıçdaroğlu’nun gazetecilere önümüzdeki seçimlerde oy kaybetmeleri halinde görevi bırakacağını söylemesi ise trajikomik bir durumdur. Hükümetin zangır zangır sallandığı bir ülkede muhalefetin böylesi bir tevazuya çekilmesi açıklanması gereken bir durumdur. Az sonra deneyeceğim.

BDP milletvekili Sırrı Süreyya Önder’in direnişin fitilinin ateşlendiği yerde rol üstlenmiş olması bir parti politikası değildi. Tersine BDP ve genel olarak Kürt hareketi, önce AKP’nin yıpranmasının barış sürecini olumsuz etkileyeceğinden hareketle komplocu bir argüman geliştirmiş ve direnişin Kürtlere karşı bir “Ergenekon” imalatı olduğunu ima etmiştir. Bu kadarını ayarsız bulabiliriz. Ama BDP’nin müzakere masasının karşı ucunda AKP’yi istediği bilinmektedir.

MHP, bu tür bağlamların ötesinde AKP’nin dinselleştirme operasyonunu benimsemektedir. Faşist parti yaşam biçimi özgürlüğünden dem vurduğunda samimi olamaz…

AKP’nin ilk haftayı atlatmasının pratik nedeni Meclis’te muhalefetin yokluğudur. Halk direnişinin temsilinin en kolay realize edileceği platform olan TBMM’de herkes bu seçenekten uzak durmuştur. Muhalefet iktidarın koltuk değneği olmanın çok ötesinde, destekçisi olmuştur.

Bu yaklaşımın nedenlerinin bazılarına değindim. Ancak bu yanılsamaların kendilerini de açıklayan daha temel bir nedenin varolduğunu ve bunun İkinci Cumhuriyet algısı olduğunu sanıyorum. Meclis muhalefeti Birinci Cumhuriyetin bütünüyle çöktüğünde hemfikirdir. Dahası, hepsi İkinci Cumhuriyeti ülkenin yeni statükosu olarak kavramakta, “normal durum” olarak algılamaktadır. Dolayısıyla direniş gelip geçici olacak, yeni rejim dengelerini oturtacak ve hayat belki bu yeni dengelerin parçası olan muhalefet hareketlerini de içerecek biçimde devam edecektir. Haziran Direnişi bu anlamda sıradışı, istisnai bir olgu olarak görülmüştür.

Haziran geçecek, Anayasa yazılacak. Haziran geçecek, açılım gelecek. Haziran geçecek, seçim gündemi açılacak. Haziran geçecek…

Yanılgı burda. İstisnai olan direniş değil İkinci Cumhuriyet’ti! İkinci Cumhuriyet’in normali, düzeni olmazdı. İkinci Cumhuriyet kriz anlamına geliyordu!

Direnişçi kitlelere dönecek olursak; CHP ve BDP’nin harekete liderlik etmeye kalkışmaması ve hareketin de bunlarla bu anlamda bir ilişkiye girmekten kaçınması, kitlenin düzen partilerine göre  tasnife tabi tutulmamasını getirmiş ve hareketin birliğinin korunmasına yardımcı olmuştur. CHP’nin veya BDP’nin sözcülük rolüne soyunması halinde kitlenin parçalanması kaçınılmaz hale gelirdi. Sözcüsüzlük hareketin tutkalı olmuştur. Öyle ki bu tutkal, sayıları abartılmaması gerekse bile, oylarını AKP dahil sağa vermiş insanları da direnişe çekmiştir.

Sözcüsüz/temsilcisiz kalan kitle hareketi kendine özgü, direnişten önce varolmayan bir ana gövdeye sahip hale geldi. Bu gövde artık şu veya bu partiye yönelik bir aidiyet duymuyor, parçalı politik kimlikler önemini yitiriyordu. Ay yıldızlı bayrak kendiliğinden bu ana gövdenin simgesi haline geldi.

Devam etmeden bir gözlem ve saptamayı paylaşmalıyım.

Türkiye’de laiklik hep bir hukuk ve devlet idaresi konusu olmuştur. Laiklik devletin ve siyasetin dinle arasındaki mesafedir. Halk boyutu ise belirsizliğe terk edilmiştir. Bu veri, burjuva devriminin bir “modernleşme hareketi” olarak yaşanmasıyla, devrime halk kitlelerinin sınırlı uğraklarda, örneğin Kurtuluş Savaşında katılmalarıyla ve yine devrimin yukarıdan aşağıya düzenleme yanının ön planda olmasıyla açıklanabilir. Gecikmiş burjuva devrimleri kural olarak halksızdır. Halkın dahil olduğu süreçlerin, mülk sahibi sınıflar açısından, radikalleşme riski yüksektir. Sonuç olarak burjuva devrimi eski rejim kadar, kendi gelecek muhalefeti üstünde de baskı kurar.

Bu tabloyla çelişen bir değişim AKP’nin Birinci Cumhuriyet üstündeki zaferinin aşağı yukarı kesinleşmesiyle birlikte kendini gösterdi. Son yıllarda 10 Kasımların bir kitlesel anma ve ulusal bayram günlerinin bir kitlesel kutlama biçimini alması yeni bir olgudur. Devletin sokakta kimsenin inanmadığı şu “… ve dış temsilciliklerde coşkuyla kutlandı” ezberi sönerken, seküler bir halk muhalefeti boy atmıştır. Yani halk aydınlanması Haziran Direnişi’nden daha önce göz kırpmıştır. Bu işaret de sahipsiz, temsilcisiz kalmıştı.6

Öne çıkanlar, kimlikler

Direnişte İkinci Cumhuriyet’te kendilerine yer olmadığı şiddetle hissettirilen kesimlerin öne çıktığı görülüyor.

Kadınların, biliyoruz ki, ergenlikten itibaren toplumsal yaşamın görünür alanlarından ellerini eteklerini çekmeleri arzulanıyor. Bu açıdan Türkiye gericiliği benzersiz bir saldırganlık politikası izliyor. Eğitim sisteminin 4 yıllık dilimlere ayrılmasının bir nedeninin kız çocuklarının mümkün olan en erken yaşta görünmez kılınmaları olduğu belli. Kadına yönelik aşağılama ve dışlamaya toplum katında, cinsel istismar ve tecavüz ile cinayetlerde patlamanın eşlik etmesi kaçınılmaz.

Gençlik yeni rejimin başkalaştırmak istediği bir diğer toplumsal kesim. Üniversite eğitiminin kalitesi, ideolojik içeriği ve toplumsal açıdan işlevselliği hakkındaki tartışmaların tamamını bir yana bırakalım. Bütün bu başlıklardaki sorunlara karşın, büyük bir nüfusun yüksek öğrenime erişebilmesinin, gerici iktidarlarca amaçlanmamış bir yan ürünü zorunlu olarak kendini göstermektedir. Yan ürün başlıca iki temel kategoriye dağılıyor.

Bir: bilimsel düşünceye ve aydınlanmaya açıklık. İki: cinsel yaşam dahil olmak üzere özgürlükçülük.

AKP açısından bunlar büyük sorunlardır ve hem karmaşık bir toplumsal mühendislik çalışmasının hem de kaba zor mekanizmalarının uygulanmasını gerektirmektedir. Bu alanda ihtiyaç duyulan mühendislik ise yoksul mahallelerde erzak dağıtmaya benzemez. Üniversitelerde ilericilik, tepkisel olarak meşruluk alanını çok genişletti. AKP’nin kendini en güçlü hissettiği konjonktürde üstelik!

Üçüncü olarak belirtilmesi gereken Aleviler. Türkiye sağı uzun yıllar sola ittirdiği ve bir provokasyon/katliam nesnesi olarak gördüğü Alevi gerçeğiyle 12 Eylülün seyreldiği dönemlerde yüzleşmek durumunda kaldı. Cami dayatması bir darbe icraatıdır ve Alevilerin asimile olmalarıyla veya -kendilerini kimi tarih dilimlerinde olduğu gibi- gizlemeleriyla sonuçlanmamıştır. Türkiye’nin son çeyrek yüzyılı Türkiye sağının Alevi gerçeğini kabul sancıları içinde geçmiş, Aleviliği sağcılaştırma programları geliştirilmiştir. AKP’ye kadar bu programlar Alevi toplumunun içindeki geleneksel (geri) unsurlar, serpilmekte olan sermaye sınıfı ve CHP tutuculuğu/konformizminin oluşturduğu bir üçgende kotarıldı. Ancak Aleviliğin yine Aleviler tarafından dönüştürülmeye çalışılması düzen içi kurumsallıklar yaratırken sola da alan açıyordu. AKP tanımadığı bu alanda hayli deneyselci girişimlerde bulundu. Son bulunan uzlaşma noktası belirli bir ortak içerik barındırmakta aslında. AKP ve Alevi sağı/uzlaşmacılığı Aleviliğin bir mezhep olarak tanımlanmasında ortaklaşmaktadırlar.

Ama sorun bitmedi. Çünkü AKP bir biçimde “tanımlanan” ve dolayısıyla statüsünü onaylatan ve bu yolla da takviye eden Aleviliğin ayrı bir toplumsal güç haline gelme olasılığını duymak bile istememektedir. Sonuç kontratın AKP tarafından ihlali olmaktadır. Kültürel bir grup, bir inanç sistematiği, halk aydınlanmasının tabanı olabilecek Anadolu Aleviliğine, mezhep kimliği dayatılmakta, ancak söz konusu mezhebin ibadethanesinin üstü çizilmektedir. Aleviler “biz bir din veya mezhep değiliz, Cemevleri de bizim sosyal, kültürel mekanımız” dese, AKP “hayır islam mezhebisiniz” diyor. “Peki o zaman Cemevi de ibadethane olsun” dendiğinde ise, AKP “cami var ya” refleksi vermektedir.

Bu tablonun büyük bir sıkışma yarattığı açıktır.

Söz konusu üç kategorinin sınıfsal diyagramına geri dönmeyi gereksiz buluyorum. Daha önemlisi şudur. Aleviler, kadınlar ve gençler Haziran Direnişi’ne kitlesel katılım göstermişlerdir. Ancak bu yoğunluğa denk biçimde kendi “kimlik”lerinin altını çizmemiş, öne çıkartmamış, bunu dışavurma ihtiyacı hissetmemişlerdir.

Gençler örneği diğer ikisinden farklı. Aleviliğin ve kadınlığın altının çizilmesi, sırasıyla diğer inançlardan olanları ve erkekleri irite edebilirdi. Gençliğin ise bu tür bir simetrik kimliği yoktur. Dolayısıyla gençlerin herkes tarafından parmakla gösterilmesi, belirli bir kimlik için değil direnişin ve toplumun bütünü için övünç vesilesi olmuştur.

Bu üçlünün yanına LGBT’lerin de eklenmesi mümkündür. Bu kesim de oransal olarak görkemli bir katılım sergilemiştir. Ancak mutlak sayılar daha küçük, LGBT’lerin toplumdaki yaygınlıkları daha sınırlıdır. Bir de, toplumda LGBT kimliği, diğer sayılanlara oranla daha ayrıksı ve sıradışı olarak algılanmaktadır ve belki de bu nedenle LGBT’ler de kimliklerini dışavurma ve meşrulaştırma gereksiminimi daha fazla hissetmektedirler. Bu açıdan direniş büyük yol aldırdı. En cinsiyetçi ve maço tepkileri vermesi beklenen kesimler bile mücadele yoldaşlığının katalizörlüğünde cinsel yönelimler konusunda pratik bir ders almışlardır. Yeri gelmişken, günümüzün aydınlanma süreçlerinin bu boyutu içermesinin zorunlu olduğunu not etmekte yarar var.

Son olarak taraftar gruplarına geleceğim. Burada dışavurumdan hiç kaçınılmadığını biliyoruz. Kadın kimliğine vurgu erkekleri, Alevi kimliğine vurgu Sünni veya ateistleri irkiltebilirdi. Herhangi bir kulüp kimliği ise, başka zaman başka yerde tanım gereği çatışma nedenidir. Haziran Direnişi emekçi gençliğe enerji boşaltım adresi sunan taraftar kültürünün bu yönünü anında budamış oldu. Türkiye’nin her yanında kanlı-bıçaklı bilinen yerel takım taraftarlarının kardeşleştiğini ve kitlenin mutlak çoğunluğunun muhalefete geçtiğini gördük. Oysa futbol çoktandır iktidar mekanizmalarıyla bütünleşmiş bir rant ekonomisiydi.

Değişimin kaynağını çok derinlerde aramaktan yana değilim ve kendimi iki tezle sınırlayacağım. Birincisi, AKP’nin rant mekanizmalarına müdahale kapsamında futbol kulüplerine doğrudan ve kaba müdahaleleri. Bütün büyük kulüpler bu operasyondan paylarını aldılar. Birleştiren yine AKP’dir. Ancak tek başına bu durum, taraftar kimliğinin hızla halk aydınlanmasının kütlesini oluşturur hale nasıl geldiğini açıklamaya yeter mi? Son aylarda solcuların futbola dönük ilgilerinin zirve yapması ve taraftar ile solcu arasındaki bağın güçlenmesi için çok neden doğdu. Ama bu nedenler stadyumların zaten ilericilik yatağı olduğu şeklinde bir yanılsamaya bizi götürmesin. Endüstriyel ve mafyöz futbol sektörü daha ziyade şovenizm ve seksizmin yatağı olagelmiştir.

İkinci teze ihtiyaç burada hissediliyor. Futbol kulüpleri ekonomik güç ve kitlesel tabanları nedeniyle her zaman her yerde politik karakter taşır. Köken ülke sayılan İngiltere’de bu politik karakterin tarihselliğini işçi sınıfının belirlediği de bilinir. Bu ülkede kulüpler sağcı veya solcu olmanın ötesinde proletaryanın buluşma ve sosyalleşme mekanları olarak işlev kazanmıştır zamanında. Türkiye, daha doğrusu olayın merkez üssü olarak İstanbul, genel olarak böyle bir tarihe sahip olamazdı. İşçi sınıfının şu veya bu fraksiyonu ile köklü bir kulüp arasında sonradan benzeri bir ilişkinin tesisi de mümkün değildir. Ancak taraftar grupları bugün örgütsüz, sendikasız ve partiden uzak emekçiler için örgüt ikamesi rolü oynamaktadırlar.

İşçi sınıfının ne işyerinde ne yaşam alanında geliştiremeyeceği kolektif, kitlesel, artistik kültür stadyumlarda boy atmaktadır. Renklerin kardeşliğinin bilinçaltında aynı sosyal sınıfa aidiyet yatıyor olabilir. Yine taraftar kimliğinin kendini hiç sakınmadan ve kimse tarafından yadırganmadan en öne çıkabilmesi de aynı zeminde açıklanabilir.

Kimlik siyasetinin sonu

Yukardaki açımlamalardan sonra kimlik siyasetinin Haziran Direnişinde kendisine yer bulamadığını söylemeye sıra geliyor.

Çoğunlukla ve liberal siyaset anlayışının parçası olarak kimliklerin kendilerini ifade etmesi, bu temelde örgütlenmeleri, hak ve özgürlük arayışlarına yönelmeleri ileri bir model olmaktadır. Tersine, bu anlayışlara göre, örneğin etnik, demografik, cinsel, kültürel kimliklerin daha geniş kapsamlı yapıların içinde bir arada bulunmaları ve tekil tanımları ve hareket alanlarından ziyade bu anlamda birer “bileşen” olarak anlam kazanmaları tekliğin ve otoriter modellerin bütün sakıncalarını üretecektir. Demokratik olan ve tercih edilmesi gereken üst birlik değil alt kimliklerdir…

Marksist sınıf mücadelesi kavrayışı zıt kalkış noktalarından yola çıkar ve bütünüyle farklı sonuçlara ulaşır. Kuşkusuz kimliklerin baskılanması sosyalist siyasetin meşru bir yöntemi değildir. Sosyalizmin özgürlükçülük kriterleri açısından benzersiz bir konum alması gerekir. Ancak kapitalist toplum koşullarında yanıtlanması gereken acil soru, farklı grupların nasıl bir demokratik ortam inşa edecekleri değil, bütün halk sektörlerinin enerjilerinin sistem karşıtı bir mücadelede nasıl buluşturulacağıdır.

Haziranda kadın ve Alevi kimliklerinin kendi göbeklerini kesmemiş olmaları, bunun yerine mücadelede organik biçimde ağırlıklarını arttırma yoluna girmeleri son derece sağlıklı bir tercih olmuştur. Kaldı ki tersi denenmiş ve herhangi bir karşılığının bulunmadığı açıkça görülmüştür. Kadınların görülmemiş biçimde katıldıkları dev bir toplumsal eylemde kadın örgütleri ortaya çıkmamıştır.

Altı can kaybının ikisinin Anadolu Alevisi, üçünün Arap Alevisi ve birinin de Kürt olduğu çarpıcı tabloda, Alevi örgütleri en başarısız girişime imza attılar. O gün sol yayın organlarında ne yazılmış olursa olsun, Kadıköy’de 23 Haziran’da düzenlenen miting katılım ve coşku açısından başarılı olmamıştır.

Kültürel kimliklerini ön plana çıkartmak yerine halk aydınlanmasının militan ve kitlesel unsuru olmaktan derin bir keyif alan Alevilere dönük AKP provokasyonu için nasıl bir senaryo yazıldığı da atlanmasın. Ankara Tuzluçayır’da Cami-Cemevi kompleksi, Alevilerin sadece ve sadece kendi kimlikleriyle eyleme geçmelerini kışkırtan bir provokasyondur. Lakin Aleviler bir bütünün (Haziran Direnişi’nde halk aydınlanmasının) parçası değil de, grup kimliğiyle hareket ettiklerinde militan direnişçilik de politize sol unsurlara doğru daralmaya başlar. Özetle, bir kimliği paylaşan kitlelere enerji katan, eyleme iten dar grup kimliği olmamaktadır. AKP faşizmi bunun farkındadır ve hareketi daraltmanın formülü olarak kimlik yollarına davetiye göndermektedir.

İş işçi sınıfını açığa çıkartmak ve yalnızlığını teyit ettirmek için sendikaları eyleme itmeye varmış değil henüz. Ama zaten direniş günlerinde ilerici sendikaların genel grev “ilan ettikleri” hatırlarda olmalıdır. Daha önce kimi sektörlerde grev yapamama örnekleri yaratan sendikalar bir kez daha ve bu sefer bütün halk ayaktayken genel grev yapamamayı becermiş oldular!

Bu veriler sendikaların kitle tarafından sınıf örgütü olarak hissedilmediğinin göstergesi sayılabilir, bana sorarsanız. Sendikal yapılar bir alt kimlik derecesine inmişlerdir.

Türkiye çeşitli grupların kendi örgütlülükleri açısından düşünüldüğünde pekala demokratik bir fotoğraf verebilen bir toplum. Haziran bu fotoğrafı işlevsiz kıldı, boşa düşürdü. Yerini yurttaş kimliği aldı.

Yazının başına dönersek, Türkiye yurttaşları içindeki en büyük kümenin emekçiler olduğu doğrudur. Ancak bu açık seçik gerçek, işçi sınıfının dinamizmi, misyonu, sınıf olarak yetenekleri açısından direnişe ilişkin bir mesaj vermemektedir. Bu anlamda işçi sınıfı her yerde vardır ve herhangi bir yerde varlığını hissettirmemiştir!

Kimlik siyasetinin bittiği yerde sınıfın boşluğunu yurttaş kimliği veya halk hareketi dolduramayacaktır. Hareketin ilk evresi sayabileceğimiz 2013 yaz başında bu amorf yapı avantaja dönüştü, örgütsüzlüğün serbest bıraktığı kitleler kısa süre içinde özgürlükçü, dayanışmacı bir aydınlanmada buluştular.

Bu arada Gezi parkının aydınlanma şölenine evsahipliği yaptığı sayılı günlerde yükselen “flamasızlık” çağrısı da bir yere oturtulmalıdır.

Aidiyetlerin üstlerinin örtülmesi isteği, az önce değindiğim liberal siyaset kavrayışının alışıldık bir öğesi. Siyasal örgütlenme, ideolojik belirginlik, programlı mücadele… bunların herbirinde otorite kokusu alan ve sınıf mücadelelerinin basbayağı otoriter formata sahip olduğunu anlamamakta ısrar edenler hep oldu. Ancak kanımca Taksim’de flamasızların ana motivasyonu bu olmamıştır. Elbette “sivil toplumculuk” ana motivasyonun arkasına siper alarak örgütlü yapılara karşı serbest atışlar yapmıştır; ama bunların ne belirleyiciliğinin ne de ağırlığının olduğu söylenebilir. Sivil toplumcu eğilimler hareketin kendiliğinden siyasallaşmasına da tepki göstermişler ve “hükümet istifa” sloganından ve ay yıldızlı bayraktan duydukları rahatsızlığı gizlememişlerdir.

Direnişin ana gövdesini kucaklayan flamasızlık çağrısı böyle bir sapma oluşturmadı. Olay, direnişin refleksif olarak kendi otoritesini tesis etme, birliğini koruma kaygısıdır. Arkasında liberal tasarımlar değil bir halk sağduyusu vardı. Birkaç flama ayrıcalık kazandı zaten bu sayede. Ulusal bayrağa ek olarak “boyun eğme” dövizleri, yer yer “Taksim Dayanışması” bayrakları. Taraftar gruplarının varlıklarının gözle görülmesi ise tersine arzulanıyordu.

Kitle alt kimlikleri temsil ettiğini hissettiği imzaların geri çekilmesini istiyordu. AKP karşısında sağlam durmasını siyasal program ve örgütlülüğe değil dayanışmaya borçlu olduğunu hisseden yığınların çağrısıydı bu.

Kimlik siyasetinde kapanan sahne, çeşitli toplumsal dinamiklerin mücadelelerinin yeniden düzenlenerek ve güçlendirilerek sürmesi görevini ortadan kaldırmıyor. Kuşkusuz Türkiye’de Alevi örgütleri, sendikalar, kadın örgütleri olacak, gençler kendi örgütlerini yaratacaklar. Haziran’ın çağrısı bu dinamizmin feshi olarak yorumlanamaz. Ancak “eski yapılar”ın tükenişi görülmelidir.

Açıkçası bunu görmezden gelenler var. Neredeyse milyonluk yürüyüşlerin geri çekilmesinden ve parklarda daha denetlenebilir küçük sayıların kalmasından memnuniyet duyacaklar!

Bunlar kimi sol çevrelerin etrafındaki kümelenmelerdir ve alt kimliklere geri dönüş yolunun açılması hoşlarına gitmektedir. Onlara göre şimdi tek tek başlıklar ele alınabilmekte ve militan bir demokrasi yapılandırılmaktadır. “Daha devrimci” yaklaşım sahipleri bu pratiklerde ikili iktidar nüveleri veya özyönetim organları keşfediyor olabilirler.

Oysa görkemli Haziran Direnişine devrim sıfatını uygun görmek, bu direnişi yaratan halkın potansiyelini küçümsemek anlamına gelecek, solun ufkunun ne ölçüde daraldığına tanıklık edecektir. Haziran, kelimenin tam anlamıyla “daha başlangıçtır”!

Bir ayaklanma; dinci dayatma ve faşist teröre karşı direniş; çokça kullandığım gibi bir halk aydınlanması… Çok önemli, çok değerli ve bu kadar.

Kimlik siyasetinde kapanan perdenin toplumsal dinamiklerin örgütlü kılınması adına tekrar açılması gerekmektedir. Bu doğrultuda nasıl bir yol haritası izlemek gerektiği özenle irdelenmelidir. Burada birkaç köşe taşına işaret edebilirim.

Bir: Haziran kitleleri buharlaşmamıştır ve çoğalarak geri dönmeleri kaçınılmazdır. Hal böyleyse kimse şu veya bu direnç odağı, muhalefet dinamiği veya alt kimlik adına “kendi üstüne kapanan” dar yapılar oluşturma arayışına girmemeli, bu yoldan medet ummamalıdır. Kadın özgürlüğünün geleceği, en azından Haziran sonrası içine girdiğimiz ve Haziran belirlenimli yaşanacak süreçte büyük kadın örgütleri kurmaktan geçmeyecektir. Kadınlar, halk mücadelesine kitlesel katılımları ve önderlik yetenekleriyle, özgürleşme yolunu açmış bulunuyorlar.

İki: Aleviler için benzer bir argümantasyonu tekrarlamıyorum. Ancak zaten büyük Alevi örgütleri mevcuttur ve bunları halk hareketiyle bütünleştirmenin yolları aranmak zorundadır. Önümüzdeki süreçte mevcut kurumsal yapılar içinde belirli hesaplaşmaların gündeme gelmesi şaşırtıcı olmamalı. Cami-Cemevi provokasyonu kimi Alevi unsurları kapsamadan düzenlenemezdi. Dolayısıyla bir sağ-sol hesaplaşmasının startı aslında verilmiştir.

Üç: Sendikaların kitle dinamiğinden nasıl besleneceklerini bilmiyoruz. Bu konuda bir demecine bir kez rast geldiğim DİSK Genel Başkanı’nın yanıtı bildiğini, akil adam görevi nedeniyle direnişe mesafeli kalmayı seçen KESK Genel Başkanının ise soruyla ilgilendiğini zannetmiyorum.

Şimdi ilerici sendikacıların bu ilişkilenme doğrultusunda samimi denemelerde bulunmaları gerekiyor. Yıllarını sendikalarını güncel politikaya bulaştırmamaya uğraşarak geçiren, sağcı işçileri küstürmekten korkan yöneticiler, tabanlarının direnişe kaydığını veya bir ayrışmaya maruz kaldığını fark etmelidirler. Türkiye siyasi tarihinin en önemli olayının sunduğu bu verinin etrafından dolanmaya kalkacak sendikacıların nasıl bir gelecekleri olabilir?

Ortak ders ise şudur: Siyasi iktidar sorunuyla bağlantısı kurulmayan en yaşamsal konu kitlelerde heyecan yaratmıyor. Cemevlerinin statüsü, Kürtlerin anadil hakkı gibi taleplerin başına gelen bu renksizliktir.

Ama öte yanda siyasi iktidarla temas eden, tartışan, onu muhatap alan ve kavga eden en sıradan başlık bir kitlesel mücadele alanına dönüşmektedir. Duran adam böyledir, renkli merdiven böyledir… Yüz binlerce kişiyi (bence üç yüz bin) biraraya getiren Gazdan Adam Festivali bu nedenle, yani AKP’ye odaklandığı için başarılıdır. Onun çok altında kalan Eylül konseri, aynı nedenle, inisiyatif sahiplerinin önemli bölümü uzun süre park forumlarında AKP karşıtı konum alıp almamayı tartıştıkları için sınırlı kalmıştır. Genel greve çağıran “koskoca” konfederasyonlar tabanlarını siyasi iktidara karşı değil, “demokratik gösteri hakkının ihlalini protesto”ya çağırdıkları için yalnız kalmışlardır.

Solda eski bir ezbere göre, siyasi iktidarı konu alan mücadele, örgütlülük ve bilinç düzeyi daha gelişkin olmak durumundadır. İnsanlar toplumsal hareketlere önce kendi doğrudan sorunlarının farkına vararak katılırlar…

Haziran Direnişi bu demokratizm ezberini çöpe atmış bulunuyor.

Önümüzdeki dönem bu dersi bellemeden yola devam etmek isteyenlerin boşa kürek çekeceğini şimdiden söyleyebiliriz.

Erdoğan paradoksu ve sosyalizmin imkanları

Yukarıda AKP’nin ittifaksız yolundan söz ettik. Bu farklı seçenekler arasından yapılmış bir tercih değildir. Daha açığı, eğer Türkiye gericiliği AKP’li bir yol haritasında ısrar edecekse, Erdoğan stratejisinin alternatifi yoktur.

Başbakanın Haziran başında Kuzey Afrika’ya uçması, önceden hazırlanmış bir programa sadakat, yani mezarlıkta ıslık çalmak biçiminde yorumlanamaz. Eşzamanlı olarak AKP ne yapacağını tartışmış ve Erdoğan dışındaki ağırlıklı aktörler direniş karşısında belli bir esnemeyi gündeme getirmişlerdi.

Aradan aylar geçtikten sonra Cumhurbaşkanı Gül’ün 1 Ekim’de TBMM açılışında Erdoğan’dan farklı bir “teori”yi dillendirdiğine tanık olduk: Gezi direnişinin masum ve haklı, iktidarın pozitif bir rezonansa girmesi gereken bir başlangıcının olduğu, sonradan dejenere ve istismar edildiği bir tezdir. Hareketin baştan itibaren bir dizi güç odağının ortaklaştığı bir komplo olduğu başka bir tezdir.

Gül tezi, zorunlu olarak bazı kaleleri feda etmeyi kapsar. Erdoğan tezi ise ezmeyi.

Başbakan’ın yurda dönüşünde üstüne çizik attığı, ama halen Çankaya’da tutulan yaklaşım yeni ittifaklar arayışı ve İkinci Cumhuriyet’in ilk tasarlanandan farklılaştırılmasını ima eder. Başbakana kalırsa Türkiye gericiliğinin sımsıkı konsolide edilmesiyle ortaya çıkartılacak enerji solu da, mızıkçı liberalleri de, halkı da püskürtmeye muktedirdir.

Çankaya, programatik mi, taktik mi olduğunu bilemediğimiz (çünkü tartışılmıyor) revizyonun, muhtemelen ABD’nin muktedir çevreleriyle Ankara arasında sarsılan uyumu tekrar tesis etmeye yarayacağını düşünüyor. Erdoğan’a bakılırsa böyle bir uyum, ancak inat, kararlılık, güç gösterisi ve içerde politik alternatiflere izin vermeme yoluyla ABD’ye dayatılabilecek bir şeydir. Bu uğurda Cumhurbaşkanlığı’nın internet sitesine bile müdahale etmek gerekebilir! Yani Tayyip modeli Gül’ü bile ittifaktan ihraç etmeyi göze almaktadır…

Tekrar olacak; Haziran başındaki birkaç gün ve AKP’nin önceki yönelimleri göstermiştir ki, esneme ve müttefik arama seçeneği AKP’nin gözden çıkartılmasını içermek zorundadır. Dahası, Tayyip Erdoğan’ın pozisyonu, artık başka türlü bir senteze izin vermez. Ya “ilkeli” Erdoğan çizgisi ve AKP; ya “revizyonist” esnemeler ve AKP’nin -lideriyle birlikte- feda edilmesi. Bu anlamda Tayyip Erdoğan partinin alternatifsiz lideridir.

Türkiye gericiliğinin önündeki kavşak bence budur. Erdoğan’ın parti aygıtına ek olarak AKP tarafından doğrudan nemalandırılan burjuva fraksiyonlar anlamına geldiğini, Gül’ün ise sermaye sınıfının daha geniş kesimlerine el uzattığını ve Gülen örgütüyle daha fazla örtüştüğünü söylemek mümkün görünüyor. İkinci ancak Erdoğan liderliğinin ve AKP’nin fedası üstüne kurulur.

Siyasal ve toplumsal rejim değişikliği çok derindir ve böyle bir operasyonun demir yumrukla yapılması tarihen zorunludur. Hele demir yumruk bir kez gösterildikten sonra eldiven içine sokulamaz. Bu yönde herhangi bir adım, çözülüşün başlangıcı olur. Kaldı ki, gidilen nihai limanın tabelası zaten (islamcı) faşizmdir ve erkin paylaşılmasını içeren manevralar eşyanın tabiatına aykırıdır.

Sözünü ettiğim tasfiyenin gerçekleşmesi ve erkin paylaşımı yoluna gidilmesi halinde7 islamcı faşizmin içeriğinde radikal bir değişim olmayacaktır muhtemelen. Ama bunun çok etkili bir makyaj anlamına geleceği açıktır ve bu yolla direnişin buharının tahliyesi tasarlanıyor olabilir.

Varsayımın bu noktası ise asla garantili değildir. Egemen güçlerin bu çapta bir feda hamlesinde bulunmalarının halk kitlelerinde yeterlilik duygusu uyandıracağını düşünmek, gerici cephe açısından bir başka körlük olur. Haziran’da kendini gösteren kitle dinamiğinin birkaç kere daha küçülmüş versiyonları bile, böyle bir gelişmeden “mücadeleye devam” sonucunu çıkartacaklardır. Hele o momentte kitle hareketi, politik olarak daha deneyimli unsurlarla donanmış olabilirse, başka türlüsü mümkün olmayacaktır.

Örgütsüz ve öncüsüz kitlelerin temsil edilmeme durumu sürdürülerek halk aydınlanması söndürülemeyecektir. Sağdan gelen çağrılara icabet eden bir CHP’nin, değil organik temsiliyeti üstlenmesi, oy alması bile güçleşir.

Haziran Direnişi’nin örgütsüz ve programsız durumunun, bugüne kadar sağladığı avantajlar ve hareketin yeniden yükselmesini güvence altına alan büyük enerjiye karşın sürdürülebilir olmadığını bilmek durumundayız. Kuşkusuz örgütsüzlüğün yarattığı ilginç olanaklar, örgütlü mücadelenin gereksizleşmesi sonucunu yaratamaz. Zaten her şey kitlelerin örgütlülüğe yatkın olduklarını göstermektedir.

Yani önümüzdeki süreçte Türkiye normalleşmeyecek, dengeler yerli yerine oturmayacaktır.

İkinci Cumhuriyet’ten rücu etmek iktidar bloku açısından mümkün değildir.

Bu ısrar ister, direnişi özgüvenle donatarak sıçratacağı kesin olan iç düzenlemelerle sürdürülsün, isterse kitleleri ezmek için vahşice ve beyhude saldırsınlar, direnişin yeni biçimler ve nicelikler alarak sürmesini garantilemektedir. İktidar ne ileri ne geri gidebilecektir.

Direnişin bu koşullarda sahip hale geldiği siyasal akıl ve kültürel estetik, aydınlanmacı özgürlük anlayışı ve pratik sağduyu, kitlelerin örgütlü davranmaya ne kadar açık ve yatkın olduklarını göstermektedir. Hareket yeni bir çimentoya ihtiyaç ve açlık duymaktadır.

Bu ihtiyacın yazı boyunca değindiğim siyasal partiler ve akımlarca giderilmesi mümkün değildir. Bu siyasetler ileri mi geri mi gidecekleri sorusunun karşısında bile dağılmaktadırlar.

Birinci ve İkinci Cumhuriyet’in kirletmediği, kitle eyleminin politik bilinç koordinatlarının kendiliğinden yaklaştığı, değerlerin bütünüyle barışık olduğu akımın ne olduğunu herhalde herkes biliyor. Bu sosyalizmdir.

Halkçı, aydınlanmacı, yurtsever bir sosyalizm halk direnişinin önümüzdeki evresinde kitlelerin tanımlayıcısı ve bir arada tutucu gücü haline gelebilecektir.

Dipnotlar

  1.  “Korkut Boratav, Gezi Direnişi’ni değerlendirdi: ‘Olgunlaşmış bir sınıfsal başkaldırı…’”, http://www.sendika.org/2013/06/her-yer-taksim-her-yer-direnis-bu-isci-sinifinin-tarihsel-ozlemi-olan-sinirsiz-dolaysiz-demokrasi-cagrisidir-korkut-boratav/
  2.  Alpaslan Savaş, “Haziran Direnişi, İşçi Sınıfı, Sendikalar”, Gelenek 121, Temmuz-Ağustos 2013.
  3.  Cenk Saraçoğlu, “Haziran Direnişi ve Mekan/Şehir Gündemi”, a.g.e.
  4.  “L’Estaca” Katalan müzisyen Lluis Llach’ın 1968 tarihli bir şarkısıdır: http://www.youtube.com/watch?feature=player_embedded&v=6pkxj378FLg
  5.  Direniş saflarına tam olarak girmese de etrafında dolanan Kürt hareketi ile daha fazla dahil olan Türk solundan müttefiklerinin, “çözüm süreci”nden umut kesmemeleri için hükümet kamuoyu önünde tek bir açık mesaj vermemiştir. Bu kapalı kapılar ardında sözler verilmediği anlamına gelmemektedir. Ama siyaset bu iki düzlemin ikisinde birden gözlemlenmesi gereken bir etkinliktir. Söylemek istediğim; Erdoğan direniş saflarının bu zayıf unsurlarını kazanmak için parmağını oynatmamıştır. Sürecin kapandığını Haziran başında görmek pekala mümkündü: http://haber.sol.org.tr/yazarlar/aydemir-guler/sigmaz-demistik-74204
  6.  Yeri geldi; söz konusu alana en fazla enerji aktaran kuşkusuz İşçi Partisi oldu. Ancak bu parti Birinci Cumhuriyetin çöküşünden toplumun zorunlu olarak sola kayacağını çıkartmamış, bu eski rejimin restore edilmesini esas almıştır. Bu sağcı bir tercihdir. Nitekim İP’in önerisi bir CHP-MHP-İP koalisyonu anlamına geliyor, temsilcilik de Demirel geleneğine (Hüsamettin Cindoruk’a) emanet ediliyordu. Bu yanlış İP ve TGB’nin, simgesi ulusal bayrak olan bir halk hareketi karşısında yabancılık çekmelerinin politik nedenidir.
  7.  Mustafa Sarıgül’ün İstanbul büyükşehir belediye başkanlığına adaylığı böyle bir stratejinin parçası ve habercisi olarak okunabilir. Sarıgül ancak AKP’yi yenerek seçilebilir. Olası zafer ise sadece CHP’nin değil aynı zamanda Gülen örgütünün olacaktır. 
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×