Hekimlerin Kurtuluşu Tek Başına Olmayacak

Bu ülkede hekim hareketinin bir tarihi vardır. Hem de sol adına yazılacak bir tarihtir bu. Ancak herhangi bir toplumsal hareket Marksistler tarafından tartışılacaksa bu tartışma geleceğe dönük dinamiklerden bağımsız ele alınamaz. İşte sıkıntı da buradadır. Geçmişinde bir hareket yaratabilmiş ancak bugünden bakıldığında hiç de öyle olmayan hekim kitlesinin gelecekte yaratacağı muhtemel dinamiği veri alarak konuşmak sanıldığı kadar kolay bir iş değildir olmamalıdır.

Hekim hareketi denen şey Türkiye’de 1960-80 arasında solun yükselişiyle ortaya çıkmış, 1980’li yıllardan bu yana da derin bir sessizliğe gömülmüştür. Bu dönemde bir kez 1989’da hekim “hareketliliği” ne tanık olunmuştur 1 .

Yakın tarihimizdeki hekim hareketliliğine gelmeden önce, biraz daha gerilere giderek ülkemiz özelinde hekimler ile siyaset arasında varolan daha eski bağlara değinmeyi anlamlı buluyorum.

AYDINLANMANIN ÖNCÜSÜ OLARAK HEKİMLER

Türkiye’de hekimler Tanzimat’tan sonra yoğun olarak siyaset sahnesinde görüldüler.

Tıbbiye-i şahane müderrishane ile birlikte geçtiğimiz yüzyılın ortalarında kuruldu. Bu okullardan ülkenin ihtiyacı olan çok sayıda hekim ve mühendisin yanında ileride ülkenin geleceğinde söz sahibi olacak birçok aydın yetişti. Her iki disiplin de pozitif bilimlerin verilmek zorunda olduğu uygulama ağırlıklı disiplinlerdi ve Türkiye’ye materyalist düşünce bu kapılardan girmek durumunda kaldı. Örnek vermek gerekirse Avrupa’da güçlenen pozitivist akımdan esinlenerek materyalizmin kaba bir yorumunu Türkiye’de ilk kez savunanlar, tıbbiye öğrencileri Abdullah Cevdet ve Beşir Fuad olmuştu. Bu okulların öğrencilerinin ülke sorunlarına ve siyasete bugünün üniversite öğrencilerinden çok daha “global” bakabildikleri kesin. Elbette içinde bulundukları tarihsel kesit onları daha bütünlüklü bakmaya zorluyordu. Avrupa’da yüzyıl önce yaşanan aydınlanmanın biraz gecikmeli olarak bu tarihlerde ülkeye girmesi, komşu ülkelerde yaşanan milliyetçilik hareketleri önemli etkenlerdi. Daha önemli olmak üzere başka bir etken de dağılmak üzere olan bir imparatorluğu toparlama düşüncesiydi.

Bu dönemde, ülkenin düşünsel gelişimine önderlik eden hekimlerin, ülkeyi sorunları için otopsi yapılacak bir nesne değil de bir an önce tedavi edilmesi gereken bir hasta olarak gördüklerini söylemek sanırım yanlış olmaz.

19.yy sonuna doğru siyaset onlar için ülkeyi kurtarmanın bir aracı haline dönüşmüştü. Bu nedenle siyaset daha pragmatist bir çerçevede uygulama ağırlıklı bir uğraşı olarak anlaşılacaktı. O dönem aydınlarımızın belki de mecburen edinmek zorunda olduğu hekimlik ve mühendislik gibi pratiğe dönük meslekler de siyasette her zaman bir pratik arayışını besleyecekti. Hatta bir adım ileriye giderek, bu tarzda bir pratik arayışının sonraki yıllarda ülkenin entelektüel açıdan kısırlaşmasına neden olduğunu ileri sürenler de vardır 2 .

Ancak bu düşünceye tamamen katılmak mümkün değildir. Siyasetimizde “pragmatizm” merakı hep olmuştur ama bu durum siyasetçilerin pratiğe dönük “yetişmelerinden” değil, hemen her zaman ülkenin içinde bulunduğu çaresizliğin ve tıkanmanın bir sonucudur.

Türkiye siyasetine yön veren siyasi oluşumlardan biri olan İttihat ve Terakki, tıbbiye’nin bahçesinde gizli olarak üç tıbbiye öğrencisi Abdullah Cevdet İbrahim Temo ve İshak Sukuti tarafından kurulmuştu. Takibeden süreçte cumhuriyetin kuruluş yıllarında da hekimler hekim olmaktan ziyade, ya da bunun yanında birer aydın siyaset adamı olarak karşımıza çıkarlar.

Hekimler bir hareket oluşturuncaya kadar geçen süre içinde ancak bir siyaset ya da devlet adamı olarak ülke gündeminde önem taşırlar. Hemen her partide öne çıkan isimler vardır ama işin bu tarafının konumuz açısından fazla bir önemi bulunmamaktadır. Sosyologlar ve tarih araştırmacıları için ilginç olabilecek bu başlıkları konunun uzmanlarına bırakarak geçiyoruz.

SINIFSAL ÇATIŞMA ALANI OLARAK SAĞLIK

Tabip odalarının kurulması 1953 yılında devlet eliyle gerçekleşmişti. Kuruluş amacı tam anlamıyla mesleksel sınırlar içinde kalmak biçiminde düzenlenmişti. Devletle olan ilişkisi daha çok hukuksal birtakım düzenlemelerle ilgili sınırlarda tutulmuş bir tür lonca örgütlenmeleriydi.

Daha sonra “sivil toplum örgütü” olarak anılır oldular. Aslına bakılırsa bu tabir son derece yanıltıcıdır.

Kapitalizm sınırlan içinde burjuvazinin sivil toplum olarak tanımlanan bir denge hali yaratmak gibi bir hedefi her zaman olmuştur. Sınıfsal çatışma yaratmadan uzlaşarak sorunları çözmek ve bir yandan da sömürüyü sürdürebilmek kapitalistlerin görüp görebilecekleri en güzel rüya olsa gerek. Kapitalist devlet aygıtının sert yüzünü mümkün olduğunca en az göstermeye çalıştığı bu rüya hali “sivil toplum” olarak da tanımlanır. Ülkemizde ise kapitalistler böyle güzel rüyalardan mahrum kalmışlar, hatta çoğu zaman rüya görmeye vakit dahi bulamamışlardır. Ama kendileri için bu rüyayı görmek ve görmeyenlere de anlatmak üzere uykuya yatacak eski solcu artıklarını bulmakta sıkıntı çektikleri söylenemez. Bu rüyanın en vazgeçilmez repliğinde toplumun tüm kesimleri sorunlarını çözmek için “medeni” bir şekilde bir araya gelir ve kapitalizmin kaotik yapısından beklenmeyecek bir uyum içinde sorunlarını çözerler ve bu sayede de ülke politikasını yönlendirmiş olurlar. İnsanların sorunlarını çözmek için biraraya gelmelerine hiçbir itirazımız olamaz. Ancak ülke genişliğine yayılan sağlık sorunlarına kapitalizm sınırları içinde çözüm aramak yalnızca rüyalarda mümkündür.

Tabip odaları kapitalizm içi konsensusun bir aracı olarak değil, kapitalizme karşı mücadeleyi esas alan bir örgütlenme oluşturmak durumundadır.Üstelik böyle bir misyon bu yapılar için hiç de rüya değildir. Bir kere Türkiye’de mücadele için çok uygun bir nesnellik bulunmaktadır. İkincisi, Türkiye solunun bu nesnelliği sosyalizm adına manipüle edecek yeterli birikimi mevcuttur. Üçüncüsü, kimi eksikleriyle birlikte solun yükseldiği günlerde tabip odaları bu misyonu onurla taşımıştır. Başka bir ifadeyle tabip odalarının sol ile birlikte anılan bir tarihi vardır.

1960-80 arası diğer meslek örgütleri gibi tabip odalarının da kitleselleştiği bir dönemdi. Türkiye tarihinde ilk kez hekimlerin bir hareket olma şansı bu dönemde doğmuştur. Böyle bir hareketin varlığı solun yükselmesi ve toplumun hemen her kesiminin siyasallaşmasıyla içiçe gerçekleşmiştir. Bu dönemde hekimlerin tabip odaları yanında memur sendikaları, diğer kitle örgütleri ve siyasi partilere yayılmış bir örgütlülüğü söz konusudur.

O dönemde öne çıkan argümanlar da halk sağlığı ve koruyucu hekimlik uygulamalarının savunusu, bütçeden sağlığa ayrılan payın artırılması, herkese eşit sağlık hizmeti sunulması gibi sol içerikli motifleri taşımaktadır. Bu yönüyle sağlık alanı “artık bir toplumsal uzlaşma alanı olmaktan çıkmış doğrudan savaşım alanına dönüşmüştür” 3 .

Gerçekten de sağlığı iki sınıf arasında sıkışmış “nötr” bir alan olarak görmektense; iki sınıfın ideolojik ve siyasal olarak çarpıştığı bir alan olarak tanımlamak doğru bir yaklaşım olacaktır.

Sağlığı çatışan iki sınıfın arasında bir alan olarak tanımlamak ilk bakışta doğru gibi gözükebilir. Böyle bir yaklaşım “sağlık her iki sınıfın insanları için de gereklidir” gibi doğru ama apolitik bir bakışın ürünü olabilir. Oysa sağlık sorununu tartışırken tek tek bireylerin değil de toplumun sağlığını ele almak, bunun içinde toplumsal dinamikleri hesaba katmak ve politik bakmak durumundayız. Sağlık gibi “nötr” gözüken bir alan mevcut iktidar ilişkilerinden hiç de muaf değildir.

Bu anlamda “toplumun sağlığı” Gramsci’den devralacağımız terminolojiyle hegemonya aranacak bir alan olamaz. Toplumun sağlığı istenildiği kadar sivil toplumcu/liberal olsun, egemen sınıfın yürütme organı olan devlet tarafından “sağlık hizmeti” ya da servisi adı altında planlanır ve uygulanır. Bu nedenle Ekim devrimi öncesi Rusya’da olduğu gibi özerk ve muhalif sağlık merkezleri(zemstvo) ne kadar mantıklıdır. Düzen içinde “sağlıklı adacıklar” yaratmak ve bu adacıkları ya da mevzileri genişletmek mümkün müdür? Her iki sorunun yanıtı hayır. Bu düzeni topyekün yok etmedikçe hiç kimse “sağlıklı” olduğu hissine kapılmamalıdır. Yanılır…

Toplum sağlığının üzerinde hegemonya kurulacak bir alan olmadığını söylerken bu noktayı biraz daha açmak gerekiyor. Kapitalist toplumun sağlıksızlığı ve sosyalizm projesinin sağlıklı toplum yolunda atılacak en ciddi adım olması sosyalistler için önemli propaganda alanları yaratırlar. Sosyalist toplumun kurulması için bu propaganda alanlarında iki sınıftan birinin hegemonyasından söz etmek elbette mümkündür. Sağlıklı toplum için kapitalizm yerine sosyalizm projesinin “hegemonik” olabilmesi sadece sağlık alanından yola çıkarak olacak bir şey değildir. Bunun için de topyekün bir mücadele gerekir. Diğer yandan konunun sosyalizm adına güçlü bir propaganda silahı olabilmesi için aydınlar arasına sıkışmış bir tartışma başlığı olmaktan çıkması gereklidir.

Herkesin eşit ve sağlıklı yaşaması İşçi sınıfının çok zor günlerden geçtiği bugünün Türkiye’sinde değil tarihin her döneminde sosyalistlerin inançla savundukları bir talep olmuştur. Engels 1844’te “İngiltere’de işçi sınıfının durumunu” anlatırken çözümün de sosyalizm ile mümkün olabileceğini açık olarak belirtiyordu. Engels’ten bu yana konu pek çok sosyalist tarafından değişik biçimlerde ele alındı. Türkiye’de de sağlık alanında sosyalizm alternatifi en yaygın biçimiyle 1960-80 arasında gündeme geldi. Bu süreçte sol adına bir dizi ara argüman da üretildi. Tüm bu argümanlarıyla hekim örgütlenmesinin emekçilerin yanında saf tutması geleneğimize onurlu bir halka olarak yazıldı…

Bilindiği gibi 1980 ile birlikte depolitizasyonlu yıllar başladı. Bu dönemin genel siyasal, çizgisi sol adına eksiklikleri vs. daha önce çok tartışıldığından bu konulara girmek çok anlamlı değil.

1980’li yıllar hekimler için depolitizasyon yanında yoksullaşma ve mesleksel prestij kaybı da getirdi. Prestij kaybının ana nedeninin yoksullaşma olması yanında tıp fakültelerinin kontenjanlarındaki artış uzmanlığın daha çok önem kazanması gibi faktörler de etkili oldu.

“MESLEK ELDEN GİDİYOR” FOBİSİ

Bu yıllara damgasını vuran depolitizasyon küçük ölçeklere hapsolmak anlamını taşıyor. Genelde orta ya da üst-orta sınıfta yer alan hekim kitlesi de bu süreçte kendi küçük yaşam alanlarına kapandı. Mesleğinde yükselmek, geleceğini garantiye almak, araba, ev sahibi olmak yükselen değerlerdi. Bu dönemin en önemli özelliği de “sessiz” olmasıydı. Gerçekten de 1980-89 arası en iç sıkıcı ifadesini orta sınıfların sessizliğinde gösterir.

Bu dönemde tabip odalarında neler yapıldı? Soruyu tek bir bütün olarak yanıtlamak imkânsız. Ancak parçalara ayırarak yanıtlamak mümkün. Tabip odalarında önemli bir ağırlığı oluşturan bir kesim “aman meslek elden gidiyor” fobisine kapıldı. Bu kesim mesleğin prestij kaybına reaksiyoner bir tutumla yanıt arıyordu. Yanıt toplumsal bütünlüğün çok uzağında, “kendi gemisini kurtarmaya” yönelik mecralarda aranıyordu. Bu arayışı biraz daha yakından inceleyelim:

“Carr Saunders ve Wilson’a göre bir uzman mesleğin iki temel özelliği vardır; birincisi kuvvetli bir meslek örgütünün varlığı ve ikincisi ise devletin mesleğin işleyişine dair düzenleyici rolünün olması. Yani bu yazarlara göre bir mesleğin uzman meslek sayılabilmesi için uzman mesleğin işleyişinin meslek örgütü ve politik otoriteyle işbirliği içinde meslek üzerinde bir yasal tekel yaratması gerekmektedir” 4 .

Burada sorun ne yapıp edip mesleğe statü ve güç kazandırmak olarak ele alınmaktadır. Bu sözler de yıllanmış bir mafya yöneticisinin ağzından çıkmışa benziyor 5 . Ancak yazısından alıntı yaptığım kişi bir siyaset bilimcisi. Ayrıca kendisinin de alıntıladığı yukarıdaki pasaj kimi Türk hekimlerinin halet-i ruhiyesini anlatması açısından yerindedir. İşte bu da “mesleği kurtarma” operasyonuna dair böyle bir pragmatizm örneğidir. Bu pragmatizmin tıbbiye-i şahane köküyle ilişkisi aransa belki bulunur ama reçetenin içeriği çok farklıdır. Bir kere son örnekte tedavi edilecek hasta ülke değil, birey bireyin de cebidir. Ortada kesin bir “çap daralması” mevcuttur. Ve bu tarzın A.B.D.’den ithal edildiği anlaşılmaktadır:

“ABD’deki 1910’daki Flexner raporu ile tıbbın ve tıp eğitiminin durumu tesbit edildikten sonra, tıp kurumunun revizyonu ile ilgili tüm yetki ve sorumluluklar Amerikan Tıp Birliği’ne (American Medical Association) ve de hekimlere devredilmiştir” 6 .

Böylece hekim örgütlenmesi sağlık hizmetinin düzenlenmesi alanında önemli bir güç ve tekel olmuştur.

Sonra ne mi olmuş?

Bu tekelin belirleyiciliği altında olan sağlık harcamaları ABD’de 1950’de 12 milyar dolar iken bu rakam 1986’da 400 milyar dolara yükselmiştir. Söylemeye gerek yok, fatura işçi sınıfı hesabına havale edilmiştir…

Akıldan geçen böyle bir güç oluşturmaksa “Mesleğimiz elden gidiyor, eski güç ve prestijimizi kazanalım” diyenlere açık olarak sormak gerekir: Siz hangi sınıftan yanasınız?

Mesleği güçlü bir tekel haline getirmek, açıktan meslek şovenizmi yapmakla mümkün olabilir. Güç ve prestij kazanmak için bu kafayla yola çıktığınızda hiç belli olmaz şoförler derneği, gazeteciler cemiyeti gibi mafya ya da devletle içiçe bir meslek örgütü de yaratabilirsiniz…

Hekimlikte sınıfsal yapı değişikliğinin önüne durmak isteyenler her zaman Amerikanvari mafya jargonunu kullanan akademisyenler olmayabilir. Kimi zaman Marksist literatürü kullananlara da rastlanır. İşte bir başka örnek:

Sendika uzmanı Yıldırım Koç, 1991 yılında yayınlanan bir yazısına hekimlerin giderek artan bir bölümünün hizmet satışından iş gücü satışına kaydıklarını ve böylece “işçileşme” sürecine girdiklerini saptayarak başlıyor. Buraya kadar itiraz edilecek bir şey yok…Geri kalanını kendisinden dinleyelim:

“Hekimlik gibi önemli bir işi gerçekleştirenlerin işgüçlerinin fiyatı onların layık oldukları yüksek yaşam düzeyini gerçekleştirmeye yetmelidir. Bu talep son derece haklıdır.”

Hekimleri işçilerden ayıran ve layık oldukları şu “yüksek yaşam düzeyi” ne demek acaba? Neyse…

“Ancak kapitalist düzende ücret veya diğer hakları elde etmede “haklılık” gibi kavramlar geçersizdir. Belirleyici olan kavram “güç”tür….İşgücünü satarak geçimini sağlayan hekimin en önemli gücü sunduğu hizmetin niteliğine ve önemine bağlı olarak hekim sayısının azlığıdır. Hekim sayısı sınırlı tutulabilirse işgücünü satarak geçimini sağlayan hekimin elinde önemli bir güç vardır ve ücreti yüksek olabilir.

Kaybolan bu güç kaynağının yerine yeni güç kaynaklan konmazsa hekimin gerçek gelirinin düşmesi kaçınılmazdır. Nitekim 1980 sonrasında yaşanan süreçte budur.

Bu durumda ne yapılabilir

İşgücünü satan hekim yeni güç kaynağını örgütlülükte bulmalıdır ve bulmaktadır.

Son yıllarda Tabip Odalarının bu dönüşümü sezerek işyeri hekimliği sertifika programları düzenlemeleri, bu programlara beklenenin üzerinde ilgi gösterilmesi ve Tabip Odalarının etkinliğinin artması bu sürecin doğal sonucudur” 7 .

Alıntı biraz uzun ama sanırım oldukça açık.

Hekim kitlesinin büyük çoğunluğunun ruh halinin yukarıda anlatıldığı gibi olduğu söyleniyor. Doğrudur. Ama önemli mi Bir çizgiden sonra hiç de değil… Sınıf temelinde işleyen toplumsal yasalar eşyanın tabiatı gereği bu arzu ve istekleri hiç de tanımak zorunda değildir…Bu nedenle “kitlenin geriliği” sosyalistleri bir noktaya kadar ilgilendirir.

Bu noktada şöyle sorulabilir: İyi ama hekimlerin geleceği parlak değil, başka ne yapılabilir?

Bir kere herhangi bir meslek grubunun bu düzen içinde kurtuluşunun tek başına mümkün olamayacağı anlaşılmalı. Herhangi bir meslek grubunun güçlü bir tekel olmayı başarıp maddi kazanımlar edinmesi halinde bile bunun işçi sınıfının sırtından olacağı iyi bilinmeli. Bu açıdan hekimler için de tek başına kurtuluş olanağı yok. Kurtuluş işçi sınıfıyla birlikte olacaktır.

l980’den bu yana hekimlerin yoksullaştığı yönünde saptamalar aktarıldı. Hatta mesleğin içinde bulunduğu tıkanmanın nedeni olarak da bu yoksulluk gösterildi. Acaba bu yoksullaşmanın boyutu nedir

Yoksullaşmanın boyutlarını görebilmek için maaşlarda yaşanan değişime kısaca göz atmakta fayda var:

“Yeterli bir kıstas olmamakla birlikte memurluğa yeni başlayan bir pratisyen maaşını yaklaşık olarak 1981’de 400 dolar, 1988’de 370 dolar, 1992’de 580 dolar”8 1995’te de yaklaşık olarak 420 dolardır(SN). 1992 yılında kaydedilen artış dışında son 15 yılın hekim ücretlerinde çok anlamlı bir fark bulunmadığı görülmektedir 9 .

Ancak bu sonuç bu durum hep böyle gider anlamına gelmemeli. Önümüzdeki süreçte hekimler arasında yoksullaşma ve sınıfsal katmanlaşmanın artacağını söylemek müneccimlik sayılmamalı. Türkiye’nin yaşadığı krizden hekimler muaf kalamayacak, olsa olsa yönetici pozisyondaki küçük bir kesim bu yağmurdan ıslanmadan kurtulacaktır. Diğer yandan mecburi hizmetin kalkmasıyla Türkiye tarihinde ilk kez hekimler kitlesel boyutta işsizlikle tanıştılar, özelleştirmelerle birlikte akraba olacaklar.

Hekimler Türkiye tarihinde görülmemiş bir yoksullaşma ve işsizlikle karşı karşıya gelecekler. Örneğin bir dahaki yazıda yoksullaşmanın göstergesi olarak ücretlerin dolar üzerinden karşılaştırılmasının çok fazla bir değeri kalmayacak, çünkü artık işsiz hekimleri de hesaba katmak gerekecek… Hekimlerin yoksullaşması yalnızca ülkemizde görülen bir olgu değildir. Refah devletinin son bulmasıyla gelişmiş kapitalist ülkelerde de hekimlerin yoksullaşması gündeme gelmektedir. Ayrıca özel muayenehaneciliğin giderek azalması da bu süreci hızlandırmaktadır. Ancak her yoksullaşmanın belirli bir ölçüde potansiyel radikalizm getirmesiyle birlikte bu potansiyelin her zaman sosyalizm lehine olacağı yanılgısına düşmemek gerekiyor.

Ülkemizde hekimler proleterleşecek. Üstelik her iki anlamda da…Hem yoksullaşacakları hem de işgücünden başka satacak şeyleri olmayacağı için. Ama bu süreç içinde yoksullaşan hekimlerin mücadeleye katılmalarını oturarak beklemek sosyalistlerin işi olamaz.

Ücretlerde öngörülen düşüşle gerçekleşecek yoksullaşma olmasa dahi bu alanda yapacak çok şey bulunmaktadır. Hekimler arasında yıllardır var olan ama son zamanlarda giderek derinleşen “memnuniyetsizlik” ciddiye alınmalıdır.

1956 yılında “içtimai ve iktisadi durumlarının fena olması dolayısıyla pratisyen hekimlerin memnunluk duymayanları %57.6 gibi pek mühim ve mesleğimizin geleceği için endişe verici bir oran teşkil etmektedir” 10 şeklindeki saptama belki çok farklı saiklerle yapılmıştır. 1993 yılında yapılan bir başka çalışmada yine pratisyen hekimler “memnuniyetsiz” bulunmuşlardır 11 .

Düzenden yüksek beklentilerle yola çıkan ve hayal kırıklığına uğrayan kesimlerde yaşanan memnuniyetsizlik her zaman sosyalistleri ilgilendirmelidir.

Proleterleşme olgusuyla birlikte hekimlerin sendikalaşması da gündeme geldi. Tabip odalarının yayın organlarında sendikalaşmaya dair onlarca yazı yazıldı. Dergilerde sendikalaşma biçimleri tartışılırken diğer kamu emekçilerinin eylemleri bir dizi sorunun yanıtlanmasını ve bir bölümünün de geçersizleşmesini sağladı.

20 Aralık kamu çalışanları için bir kapıyı aralamıştı. 17-18 Haziran ise bu kapıyı daha da açtı. Özellikle memurların Haziran eyleminden sonra her şey eskisi gibi olmayacaktır. Sözünü ettiğimiz kapının aralanmasıyla hekim kitlesine doğru “militanlaşma” fırtınası olmasa da “politizasyon” rüzgârı esmeye başlamıştır.

Bu vesileyle son 5-6 yıldır daha çok teorik düzeyde sürdürülen “nasıl sendika kuralım” ya da “hekimler ayrı sendika kursun mu” gibi tartışmaların artık bitmiş olmasını ümit ediyoruz.

Sağlık çalışanlarının sendikası, tüm sağlık çalışanlarının en geniş birliğini sağlayan bir sınıf sendikası olmalıdır. Bugün sendikalı hekim sayısı çok az olsa da önümüzdeki dönemde hekim hareketinin akacağı en önemli “siyasal” kanal “sınıf sendikası” olacaktır. Sendikalaşmanın önemli getirilerinden biri hekimlerin kendileri dışında kalan sağlık çalışanları ile buluşması olacaktır. Ancak ekonomist bir sendikacılık yaklaşımı tehlikeli bir eğilim olarak önümüzde duruyor. Bu açıdan ekonomi ve siyaset arasındaki ayrılığı aşmayı hedefleyen sınıf sendikacılığı 12 savunulması gereken ileri bir çizgidir.

Bu noktada son bir not düşmek gerekli. Türkiye solunda belirli bir konjonktürün kimi problemleri karşısında çözüm olarak bir soyut kavram ortaya atılır. Sonra bu kavram o kadar çok kullanılır ve zorlanır ki bir süre sonra işe yaramaz hale gelir. İşte “sendikalaşma”nın da başına aynı şey gelmemelidir. Sendikalaşma her kapıyı açan maymuncuk olarak görülmemelidir. Bunun için mücadelenin bir sosyalist iktidar mücadelesi olduğunu unutmamak gerekiyor.

Sosyalist iktidar için ne kadar solda olursa olsun sadece sendikalarda verilen mücadele yeterli değildir. Mücadele toplumun tüm kesimlerine seslenerek yürütülür ve en önemli aracı da partidir. Bu nedenle “Ne Yapmalı” diye soranlara verilecek en doyurucu yanıt partili mücadele olacaktır.

Ayrıca tabip odalarının da önümüzdeki politizasyon rüzgarından etkileneceği mutlaka hesaba katılmalıdır. Tabip odaları, hekimlerin kendi mesleksel statüleri için değil; özelleştirmeler, işsizlik, paralı eğitim, paralı sağlık hizmeti gibi bir dizi alanda sermayenin saldırılarına karşı işçi sınıfının safında yer alan güç odakları haline dönüştürülmelidir…

Türkiyeli hekimler yüzyıl önce meslektaşlarının yaptığı gibi “hasta adam”ı tedavi için acil servise alsalar hiç de fena olmaz. Yalnız bu seferki tedavi reçetesi bir asır öncekine göre farklı olmalıdır. Kapitalizmin hastayı iyi etmediği artık görülmüştür.

 

Dipnotlar

  1. Bu dinamik Türk Tabipleri Birliği (TTB) yayın organı olan Toplum ve Hekimdergisinde de bir hareket değil “hareketlilik” olarak tanımlanmıstır.
  2. MARDİN Serif; Jön Türklerin Siyasi Fikirleri. 18951908. Dletisim yay. 3.baskı.İstanbul 1989 s. 51.
  3. PİYAL Bülent; Toplum ve Hekim. Hekim Hareketliliği özel sayısı. Temmuz 1993sayı; 55. sayfa 161.
  4. CİNDOĞLU Dilek; Türk hekimlerinin mesleki prestijlerine sosyolojik bir yaklasım.Toplum ve Hekim Mayıs-Haziran 94. sayı 61. sayfa 53.
  5. Mafya da nereden çıktı diye soranlar “Mafyada yönetici olmak” isimli kitabı önlerinekoyarak bu satırları karsılastırabilir: Mafyada Yönetici Olmak. Lee Wallek. Çeviren: Zülal Kılıç. Sarmal yayınları. Mayıs 1995.
  6. Cindoğlu a.g.y.
  7. KOÇ Yıldırım; Hekimlikte Sınıfsal Yapı Değisikliği Toplum ve Hekim. Ekim 1991sayı 47, sayfa 61.
  8. SEMİN Semih; 1980’den Günümüze Hekimler ve Hekim Örgütleri Toplum ve Hekim.Mayıs 1992 sayı 50, sayfa 27.
  9. Elbette ücretler yoksullasmanın bir ölçütü olarak tek baslarına kullanılamazlar. Daha sağlıklı bir değerlendirme için hayat pahalılığı ile bir korelasyon kurulmalıdır. Dolar üzerinden ücretler yine de kabaca bir fikir verebilir.
  10. Dr.Ahmet Rasim Onat’tan aktaran Osman Hayran; Pratisyen Hekimlerde Ds Doyumu.Toplum ve Hekim, Ekim 1991, sayı 47, sayfa 17.
  11. Bakır B Kasapoğlu A Erdem L; Ankara Merkezde Çalısan Hekimlerin Sorunları.Toplum ve Hekim. Ağustos 1993 sayı: 56, sayfa 11.
  12. Öngen Tülin; Sınıf ve Siyaset: Sınıf Sendikacılığı. Toplum ve Hekim. Mayıs Haziran 94, cilt 9, sayı 61, sayfa 20-26.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×