İkinci Cumhuriyet’in Suni Dengesi: Kadınlar

İkinci Cumhuriyet’in kuruluş dönemi olarak tarihe geçecek şu günlerde kuruluşun önemli dinamiklerine göz atılması kadar bugünün toplumsal dinamiklerinin ya da daha doğrusu, bir fizik deyimiyle bugünün toplumsal hareket potansiyellerinin irdelenmesi, üzerlerindeki sis perdesinin aralanması, gün yüzüne tekrardan çıkartılması gerekiyor. Bu iki iş birbirinden tamamen bağımsız mı? Biri diğerini önemsizleştirir mi ya da ikincilleştirir mi? Bu sorunun cevabı çok net bir şekilde hayır ama özellikle bazı toplumsal kesimler var ki bunlar için tam tersini savunmak, bu ikisinin birbiri ile doğrudan ilgili olduğunu söylemek durumundayız.  

Bu başlıkta elbette başka örnekler de verilebilir ama bu yazıda konumuz kadınlar. Kuruluşun dinamiği olduğu kadar zayıf karnı da olan kadınlar… Suni Denge kavramını neye niyet neye kısmet diyerek kullanıyorum. Türkiye’de Çayan ile özdeşleşen bu kavram, belki klasik anlamıyla değil ama bugün İkinci Cumhuriyet’in zayıf karnı olan kadınların bu düzenle ilişkisini tarif etmek için çok yardımcı oluyor.1 

Bugünün dengelerine bakabilmek için önce biraz gerilere gidelim… 

Kadınların eşitliği, özgürlüğü, toplum içerisindeki yeri ve bilcümle diğer hakkı, ilericilikgericilik gündeminin olduğu kadar modernizm ve doğu-batı tartışmalarının da konusu olagelmiştir.  “Doğu”lu ülkelerin batılılaşma maceralarında kadınların dinin kuşatmasından kurtulması, özellikle Türkiye deneyimi söz konusu olduğunda neredeyse en önemli referanslardan biri haline gelmiştir. Kadınlara bakış açısında saflaşmalar, siyasal-ideolojik atmosfere göre çok çeşitlilik göstermiştir. Bu başlıkta birbirinden oldukça farklı ideolojik referanslar barındıran dönemler şöyle gruplandırılabilir: 

• Ulus devletlerin kuruluş dönemine denk gelen, cumhuriyeti önceleyen ve takip eden süreç 

• İkinci Dünya Savaşı sonrası soğuk savaş dönemi 

• Sosyalist ülkelerin çözülüşü ile paralel ilerleyen neoliberal dönem ve emperyalizmin barbarlık dönemi  

Türkiye ölçeğinden bakacak olursak, bu ideolojik haritanın alan kapayan öznelerinde, en azından burjuvazi cenahında, ciddi bir değişiklik olmamasına rağmen; haritanın renklerinde dalgalanmalar, sınırlarında değişiklikler, sağında solunda boşluklar ve bu boşluklara doğanlar olmuştur. İşte bu boşluklar, dalgalanmalar, kadınların eşitliğinin olmasa bile özgürlüğünün farklı düzlemlerde tartışılmasının önünü açmıştır. Öyle ki bu başlıklarda dinsel referanslar olağan görülmeye başlanmıştır: 

 “İslamcı hareket, modernizmin belleklerden sildiği müslüman kimliği kolektif bir biçimde yeniden yaratmakta, toplumsal aktör olarak yeniden ortaya çıkarmaktadır. 80’lerden itibaren hız kazanan bu süreç, 50’lerde sivil toplumun göreli olarak gelişmesiyle başlamıştır. İslamcı hareketlerin siyasi yükselişinin ardında aynı zamanda yeni grupların yukarıya doğru toplumsal yükselişi ile toplumsal katılım biçim kazanmaktadır. Bu nedenle, İslamcı hareketleri toplumdan dışlanmış, eğitimsiz, işsiz ve geleceksiz grupların bir protesto hareketi olarak görmek en azından Türkiye deneyimi çerçevesinde olayları basite indirgemek olacaktır. Radikal İslamcı hareketle birlikte kentli ve okumuş yeni bir müslüman çehresi belirmeye başlamıştır.”2  

Sivil toplumcu ve yeni toplumsal hareketlerin bir parçası olarak İslami hareketleri ele alan bu görüş, başka bir dünyanın böyle de mümkün olup olamayaca ğ ının yollarını araştırmaktadır. 3 Burada elbette değ i şen sadece genel ideolojik harita değil İslami ideolojinin kendisidir. En azından bu yönde bir beklenti vardır ve bu beklenti hem İslami hareketin içinden hem de yüzünü onlara çevirenler tarafından açık bir şekilde ifade edilmektedir: 

 “Aslında İslami hareket demek yerine çağdaş İslam demek lazım. Çünkü bu zamanın içine girmek isteyen, dünyevileşen bir İslam söz konusu. Örneğin kızlar okula gittikçe İslamın getirdiği frenlemeyi ve setleri başka türlü okudular. Mahrem dediğim örtü bunu sağladı. Onun için “modern mahrem” diyorum. Modernlikle mahremiyet arasındaki tansiyonları, gerilimleri yaşıyorlar. Düşünceyi doğuran da gerilimdir. O gerilim bir kez hissedilmeye görsün, yeniden ve yeniden formüle edilmeye başlanır. “4 

İslami hareketler içerisindeki değişimden duyulan bu heyecanın, İslamcılığın içeriden zorlanıyor oluşuyla ve ciddi bir altüst oluş beklentisi ile alakası yoktur. Bütün bunların yokluğunda, sırf yeni toplumsal hareketlerden kendinden menkul bir biçimde duyulan heyecan nedeniyle gerilimlere ve değişime göz dikilmektedir.  
Oysa bu değişim bölgemizdeki burjuva iktidarlarının yeni yönelimlerine hizmet etmektedir…  

Dinci hareketlerin ya da dinci ideolojinin değişen yüzünün çeşitli veçheleri var. Bugün Ortadoğu’nun yeniden şekillenmesinden ve Türkiye’de İkinci Cumhuriyet’ten bahsediyorsak, bu yeni ürünlerin hamurunda değişen İslamcılık elbette var. Konumuz, bu değişimin Türkiye’de İkinci Cumhuriyet’in kuruluşu sürecinde kadınlar dolayımıyla nasıl vücut bulduğudur. Çünkü kadınlar bu dönüşümde oldukça dikkate değer bir noktada durmaktadırlar. 

 

Bugüne nereden gelindi? 

Kadınların AKP iktidarının itici güçlerinden biri haline gelmesinin arka planına bakarken bu hareketi yaratan kuşakların tarihine göz gezdirmek faydalı olacaktır. 
Kendimizi zorlayıp Cumhuriyet öncesine ve hatta Tanzimat ve sonrasına baktığımızda, dönemin öne çıkan kadınlarını veya örgütlerini İslamcı olarak tanımlamaktansa İslama bulaşık olarak tanımlamanın daha doğru olacağını, bugün bu bulaşıklığın Osmanlıcı ve “kadın kimliği”ni önemseyen kesimlerce kullanıldığını ve bu alanda da bir ideolojik mücadele verilmesi gerektiğini kısaca belirtiyor ve geçiyorum. Çünkü bugünün İslamcı kadınları köklerini o dönemde arıyor olsalar da bu oldukça zorlama bir yaklaşımdır. Belki kimi İslami motiflerin sürekliliğinden bahsedilebilir ama hareketin örgütsel, ideolojik ve siyasi sürekliliğinden söz edilemez. Ya da başka bir deyişle bugünkü İslamcı kadınların öncülleri o kadar gerilerde bulunamaz… 
Cumhuriyet’in kuruluşundan çok partili döneme kadar olan zaman aralığına baktığımızda ise, İslamcı kadın kimliği ile siyasal ve toplumsal hayatın bir parçası haline gelmiş kadınlardan bahsedemiyoruz. Bu durumda elbette dini kurumların etkisizleştirilmesi ve depolitize edilmesi belirleyicidir ve bu nesnellik 40’ların ikinci yarısında, öncelikle CHP ardından da DP eliyle baştan aşağıya değiştirilmiştir. Değişen siyaset arenası kadınlar açısından da bir anlam ifade etmektedir. 

İkinci Dünya Savaşı sonrası ve Türkiye’de çok partili hayata geçiş ile beraber yeniden politikleşen dinci kesimlerin burjuva siyasetinin merkezine sağlı sollu, ama illa ki sağ tarafı ağır çeken bir şekilde yerleştiğini, tarikatlar ile siyasi partiler arasında doğrudan ilişkilerin görülmeye başlandığını hatırlayalım. Bir de 60’lı yıllarda, dinci hareketlerin siyasi partiler alanının dışında sola, devrimci hareketlere karşı faşizan karakterinin pek çok tarihsel olayla da kanıtlandığı bir konumlanış içerisinde olduğunu, bu durumun emperyalizmin yeşil kuşak projesi ile de uyumlu olduğunu unutmayalım. Böylesi kendinde bir kimlik içerisinde, kadınların belirleyici bir rol almaları/alamamaları da not edilmesi gerekenlerdendir.  

Bunların yanında 60’lı yıllarda ama aslında daha çok 70’lerde, kadınların İslami hareket içerisinde yavaş yavaş ev dışında görülmeye başlandığını söyleyebiliriz. Yığınlar halinde örgütlenen bir gerici kadın hareketinden bahsedemesek bile bunun nüvelerini görüyoruz. Bu dönemde çeviri kitaplar üzerinden yürütülen İslam’da kadın tartışmalarının yanı sıra, kurulan derneklerin toplantıları ve çıkartılan dergiler aracılığıyla “İslam ve kadın” konusu tartışılmaya başlanmıştır. Bir araya gelen kadınlar daha çok aile, ev kadınlığı, annelik, tesettürün yaygınlaştırılması gibi başlıklar çerçevesinde tartışıyorlardı. Bu durum kadınlara biçilen geleneksel ev kadınlığı ve İslamcılık rolünün ötesinde çok fazla bir beklenti ifade etmiyordu. Asıl değişim için biraz daha beklemek, daha doğrusu Türkiye’de bir şeylerin değişmesini beklemek gerekiyordu… 
 

80’lerde yeni bir kimlik: İslamcı kadınlar 

Asıl büyük değişiklik 80’li yıllarla beraber yaşanıyor. Bu sürecin alamet-i farikası “türban yasağı” olsa da dinci hareketin toplumsallaşmasının önünün 12 Eylül Askeri darbesi ile beraber açıldığını, bu toplumsallaşmadan kadınların da büyükçe bir pay aldığını, türban eylemleri ile başlayan sürecin ise aslında bir sonuç olduğunu ifade edebiliriz.  Aşağıdaki anekdot, 12 Eylül döneminin etkisini anlayabilmek açısından oldukça güzel bir örnek oluşturuyor: 

“Yıllar sonra ÇYDD'yi kurduğumuzda parti başkanlarını ziyarete gitmiştik. Kenan Evren'e de gittik. Grubun sözcüsü olarak Evren'e, o sıralarda tıp fakültelerinde imam hatip çıkışlıların, başörtülü kızların durumlarından yakındım. Erkek bir bebek doğduğunda başörtülü stajyer doktor bebeğin pipisi eline değecek diye korkuyordu. Uzun eteklerle, başörtülerle salkım saçak, hijyen kurallarını tehdit edecek biçimde hastanelerde dolaşıyorlardı. Derste hocaya, insanın merkezinin beyin olmadığını, dine göre yürek olduğunu, hocanın yanlış bildiğini söylemeye kalkıyordu öğrenciler. Bunları Kenan Evren'e anlatıp bu durumun üniversiteye uygun olmağını söylediğimde, "Hoca Hanım, Hoca Hanım! Neden böyle söylüyorsunuz? Onlar namuslu insanlardır, iyi olurlar, iyi olurlar" diye geçiştirdi. Dedim ki, "Sayın Cumhurbaşkanım, 18 yaşına kadar çocuğa dünyanın öküzün boynuzunda durduğu anlatılırsa bizim bu bilgileri düzeltmemiz kolay mıdır?" “Namuslu çocuklar onlar, iyi olurlar," cevabını alıp sustum.”5

İmam Hatiplerde yetişerek üniversiteye gelen ve üniversitede hem kadın hem de dinci olarak bir kimlik kazanan kuşağın bugün, AKP iktidarında somutlanan siyasi hareketin kadınlar içerisinde toplumsallaşmasının tek parametresi olmadığını, başka etkenlerin de olduğunu ve bu etkenlere daha sonraki bölümlerde değineceğimi belirterek devam ediyorum.  

Dinci hareketin kadınlarının tarihlerinde ilk defa bu kadar ciddi bir siyasi kimlik edinme fırsatı buldukları bir dönemde, bu kimliğin geleneksel İslamcı kesimler ile gerilimler yaşaması son derece normaldi. Yaşanan gerilimin en önemlilerinden biri de, başlangıçta türban gündemiyle sokağa çıkanlar konusunda İslami hareketin bütününün ağız birliği içinde olmaması, hatta ihtilaf içinde olmasıydı: 

“Kuşkusuz en sert tepki, o günlerde henüz bir ‘medya starı’ haline gelmemiş olan Fethullah Gülen’den geldi. Gülen, 26 Şubat 1989’da İzmir Hisar Camii’nde sokaklara taşan bir kalabalığa verdiği ve aynı anda otuz beş camide birden yayımlanan vaazda türban eylemlerine açıkça tavır aldı: “Çok yakın arkadaşlarımız fotoğraflarıyla tespit ettiler. Sultanahmet’te olan hadisenin arkasında da esas din düşmanları var. Sözde türban adına yürüyorum diyenler, istihbarat örgütlerince derdest edilince, bu başörtülü, mantolu veya çarşaflı kadınların çoğu erkek olarak çıktı ortaya. Ve bunların çoğu bir kostüm dükkanından nasılsa İslami kıyafetler almış, kendini sokağa atmış açık saçık kadınlar olduğu tebeyyün etti …”6 

Ama bundan ibaret değildi. Örtünme bahsinde muhafazakar ailelerden gelenlerin bile ciddi bir çatışma yaşadığı süreçte türbanlı kızlar aileleri ile gerilim yaşadılar. Ardından İslamın ve dinci hareketin toplum tasavvurundaki kadının rolü ile yüzleşmek zorunda kaldılar. Buradan bir hesaplaşma ve başkaldırı beklemek yersizdir. Yaşanan gerilimin, İslami hareket içinde kalındığı sürece gelip gelebileceği en ileri noktayı aşağıdaki satırlar özetliyor: 

“Aslında ikisini de yapmak için yola çıktım. Ama yapabildiğimi zannetmiyorum. Bunlar asılsız çıksın diye çok dua ediyordum, ama olmadı. O yüzden sorun var zaten. Bir sene yoğun bir şekilde sırf Kuran üzerinde,  onun kadına yönelik bakış açısını yakalayabilmek için çalıştım. En azından “bunlar Kuran’a aykırı” diyebileyim istedim. Neticede  bunların pek çoğu Kuran’ın genel yaklaşımı ve ruhuna çok aykırı olsalar da, Kuran’da gerçekten ataerkil bir fonun varlığını fark ettim. İşte bu fon insanları çok yanıltıyor. Bu bağlamda, tam da Fazlurrahman’ın dediği gibi şunu gördüm: Kuran-ı Kerim, o gün orada yaşayan Arapların zihinlerine hitap ediyor. Onların kelimeleriyle konuşan, belki onların kelimelerine aşkın anlamlar yükleyen, ama onların pratiklerini, düşünce dünyalarını yansıtan ve İslam’ı bu semboller üzerinden anlatan bir tavrı, üslubu var. Dolayısıyla bu sembollerin ve bu ataerkil fonun tarihsel tarafını ihmal ettiğinizde, hedefleri ve amaçları gözden kaçırıp kelimelerle anlatılan her şeyi bütünüyle dinden saymanız gerekiyor. Bu durumda da sorun çıkıyor. Örneğin miras konusunda, erkeğin kavvamlığı noktasında, eşitlik konusunda. Özetle pek çok konuda sorun çıkıyor. Örneğin bu araştırmaya başlamadan önce “eşinizi şu durumlarda dövebilirsiniz” şeklindeki ayeti hiç düşünmek istemezdim. Bu ayet yokmuş gibi davranmak isterdim. Çünkü açıklamasını bulamıyordum. Bizim modern bilincimizle böyle bir şeyi  kabul etmemiz mümkün değil, ama bu ayet var…. Çok daha fazla analizle Kuran’ı anlamaya çalışmamız lazım. O günkü insanların zihniyetini, Kuran’ın onlara ne kattığını anlamamız da gerek. ”7

‘80 öncesinden itibaren kadını evin dışına çıkartmaya başlayan, evin dışına çıkarttıkça kadının kamusallığı, kamusal alanda kadın gibi kavramlar üzerine fazlasıyla kafa yoran, bunun üzerine bir kimlik inşa etmeye çalışan, “İslamın erkek egemen yorumu” analizleri ile sınırlarını zorlayan ama en nihayetinde sınırları yukarıda, Tuksal tarafından açıkça itiraf edilen bir kimlikten bahsediyoruz.  

Fakat bu sınırları kavrayamayanlar ya da önemsizleştirmeye çalışanlar, gerilimden doğan kimliği görerek “kadınların özgürleşmesi” adına heyecan duydular: 

“Bu bakımdan örtünme, cemaatin genel normlarına edilgen bir boyun eğişi ifade etmez, İslamın kurallarına karşı duyulan aktif bir ilgiyi belirtir. Eğitimli alt ve orta sınıf kadınları ‘gerçek’ İslamı bildiklerini iddia ederek kendilerini geleneksel, eğitimsiz kadınlardan ayırmaktadırlar; bu genç İslamcı kadınlar en başta gelenekleri ve dini kendi ailevi yaşamlarında sürdüren ve bilgi ya da uygulama konusunda herhangi bir talepte bulunmayan annelerinin modelini reddederler. Paradoksal bir şekilde yeni edinilmiş sınıfsal statülerini ve toplumsal tanınırlıklarını laik eğitime borçlu olan örtülü öğrenciler kendilerini aynı zamanda İslamcı bilgi ve siyaset talebiyle güçlendirirler. Örtülü öğrenciler, İslamcılığın yeni kadın aktörleri olarak dinsel ve laik olmak üzere iki ayrı kaynağın ‘sembolik sermaye’lerini istekli bir şekilde edinmektedirler. Hem üniversite kampüslerinde, hem de İslamcı hareketler içinde yenilerde elde edilmiş bu görünürlük, kadınların bu yeni sembolik sermayeyi sahiplenişlerine ve yeni bir kadın İslamcı entelektüel figürünün ortaya çıkışına işaret etmektedir.”8 

İslamcı genç kadınların yeni kimliğinden heyecan duyulan o günlerden bugüne köprünün altından çok sular akmıştır. Sözkonusu kimlik, bugün AKP’nin toplumsal tabanını açıklamaktan son derecece uzaktır. Yaşanan süreç dinsel yaşam biçiminin “yeni” ve “modern” formlar altında kadını “modern mahrem” cenderelere almasından başka bir şey ifade etmemiştir. 

 

90’larda gerici örgütlenmede kritik halka: Kadınlar 

Yukarıda AKP’nin toplumsal tabanında kadınların güçlü bir şekilde yer almasına neden olan parametreler arasında sadece 80’lerin “okumuş” kadınlarının sayılamayacağını, başka etkenlerin de var olduğunu söylemiştim. Bu aslında siyasi hareket ve örgütlenmeden başka bir şey değildir. Gerici parti (O dönemki adıyla Refah Partisi) üniversiteli genç kuşağını mahallelerle buluşturmuş ve buradan bir örgütlenme dinamiği yakalamıştır: 

“Bu arada en çarpıcı dönüşüm Refah Partisi’nde yaşandı. İstanbul İl Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın inisiyatifiyle 1980 sonlarında bu ilde kurulan “hanım komisyonu” kısa sürede gösterdiği üstün performansla dikkati çekti. Genel Başkan Necmettin Erbakan’ın onay ve teşviğiyle ülke çapına yayılan komisyonlar, partinin 1994 ve 1995 seçim başarılarında kilit bir rol oynadılar.“9 

RP’nin ilk kadın kolları başkanı Sibel Eraslan o günleri şu şekilde anlatıyor:  

“1986’ya kadar RP’nin kadın üyesi yoktu. Bir yanda üniversiteyi bitirmiş, ama çok sıkıştırılan ve kendilerine bir yer bulamayan kızlar, diğer yanda siyasette başarılı olmak isteyen erkekler ve nihayet dışarı çıkmak isteyen kadınlar. Bu üçlü arasında iyi bir ilişki kurulduğu zaman çok iyi şeyler yapıldı.”10  

RP’li erkeklerin eşleri ve yakınları ile başlayan çalışma zaman içinde büyüdü, 27 Mart 1994 yerel seçimlerinde İstanbul’da on sekiz bin kadın ile çalışan Refah Partisi’nin 94 ve 95 seçim çalışmalarında kadınlar çok kritik bir rol oynamıştı: 

“Üniversiteli kadınlarla, evlerinden çıkmaya çok da alışık olmayan mütedeyyin kesim kadınları bir şekilde buluşacak ve uyuyan dev misali kadınlar dinamosu çalışmaya başlayacaktı… Bir yandan İstanbul’u diğer yandan Türkiye’yi kadın teşkilatlanması olarak yapılandırmaya başladık. Tayyip Bey’in İstanbul’da başlattığı kadın projesi, giderek tüm yurtta yankı buldu ve 1989’da başlayan kadın teşkilat çalışmaları 1994’deki yerel seçimlerde büyük bir oy patlaması ile sonuçlandı.”11 

RP Kadın Kolları örgütlenmesi dışında kuran kursları ve benzeri araçlar, kadınların dışarı çıkabilmelerinde ve toplumsallaşabilmelerinde ve dolayısıyla dinci gerici partinin siyasetini taşıyabilmede oldukça etkili bir rol oynuyordu.  

Dört duvar arasına hapsedilmiş, ufku ev işleri ile sınırlandırılmış, kocasının, babasının ya da bir başka aile büyüğünün baskı ve şiddeti ile büyümüş ama hep tevekkül etmiş kadınlar için bu örgütlenme, hem bir sosyalleşme aracı hem de büyüyen parti ve büyüyen olanaklar sayesinde bir çıkar kapısı haline gelebilmiştir. Tevekkül ve çıkar ilişkileri, kadınları bu çarkın içine almanın biricik yoludur ve RP ile başlayan siyasi gelenek bu olanağı görmüş ve sonuna kadar kullanmıştır. Böylece muhafazakar yaşam koşullarında kadınların tepkisi düzen dışı ve gericilik karşıtı bir kulvara akmamış, birinci cumhuriyetin değerlerine karşı yönlendirilebilmiştir.  
 

Yeni yetme zenginler ve kadınlar 

Yukarıda bahsettiğimiz kadınların, sınırlarını zorlama sürecinde, düzen içi bir kulvarda ve İslamcı bir kimlikle örgütlenmelerinin gerisinde; muhafazakar yaşam koşullarının belirlediği ve bir vadede genişlettiği yaşam koşulları kadar, yeni serpilen burjuva sınıfın ve onların türban bayraktarlığı yapan ideologlarının da etkisi olduğunu mutlaka belirtmek gerekir. Bu etki elbette geniş emekçi yığınlar üzerinde hayat bulmuştur. 

İslamcı kadınlar, dinci hareketin birebir örgütlenmesinde ve toplumsallaşmasında oynadıkları anahtar rol kadar, bugün gerçekleşen toplumsal dönüşümün bir parçası olarak da gündeme gelmektedirler. 

Diğer bir ifadeyle İslamcı kesimler, yoksul emekçi yığınlarının oyunu alarak iktidara gelen AKP’den fazlasını ifade etmektedir. Elbette AKP iktidarı da bu yığınların oyunu alarak iktidara gelmiş bir siyasi partiden ibaret değildir. 12 Eylül ile beraber oluşan siyasi atmosfer gerici örgütlenmenin önünü nasıl açtıysa, ekonomi politikaları da bugünün yeni yetme dinci zenginlerinin ve orta sınıfların ortaya çıkmasının önünü açmıştır. Burada birkaç başlığı birden ele almak gerekmektedir. Bunlardan bir tanesi: Türkiye’de yaşanan dönüşüm kadınlara yönelik ayrımcılığın farklı bir düzlemde yeniden üretilmesini sağlamaktadır. Sınıf atlama sürecinin doğrudan etkilerinden biri, özellikle İslamcı kadınlarca da eleştirilen, yılların “sadık eş” misyonu ile yaşayan kadınların sınıf atlayan erkeklerce terk edilmesi ve mağdur edilmesi, erkeklerin yeni hayatlarına yeni ve genç eşleri ile devam etme kararı almaları ve bu duruma dini kılıf bulmalarıdır. Eski eşler, terk edilme tehdidi nedeniyle, kumaya, şiddete razı gelmektedirler. 

İkinci başlık, dinci patronların dinci ve türbanlı kadınları istihdam ederek, bunları örtülerini bahane ederek yoğun sömürü koşullarına tabi tuttukları iddiasıdır. Paranın dini imanı olmadığını düşündüğümüzde bu iddianın tamamen gerçekdışı olduğunu söylemek çok mümkün olmasa da, çalışma hayatında kadına yönelik diğer ayrımcılıkların yanında, örneğin dinci patronların dinci ve türbanlı olmayan kadınları da gayet yoğun sömürdüğünü hatırlamamız gerekiyor. Ama burada dikkat çekilmesi gereken nokta, kamusal alanda özgürlüğü talep edilen türbanlı kadınların, sömürü mekanizmalarının işlediği kamusallıklarda, yani işyerlerinde, fabrikalarda, atölyelerde geniş emekçi yığınlarının önemli bir parçası haline geldiğidir.  

Üçüncü bir başlık olarak sınıf atlayan kadınları hatırlamamız gerekiyor. Geniş yoksul yığınların içerisindeki türbanlı kadınların yaşadığı sorunlardan bihaber olan yeni yetme zenginlerin, yeni veya eski gözdeleri kadınlar var. Yeşil sosyetenin kadınlarından bahsederken rüküşlük ve lüks düşkünlüğü konusunda Semra Özal’dan geri kalmayan Hayrünisa Gül’ü; türbanlılara yönelik yaptıkları bir “gaf” nedeniyle eli ayağı birbirine dolaşan BMW’nin, ciddi müşterilerinden biri haline gelen tesettürlüleri bu “gaf” yüzünden ürkütmemek için bin kere özür dileyen Borusan Holding yöneticilerini; mütevazi ve mutaassıp kadın dergilerinin yerini alan tesettürlü kadınların parlak dergilerini… vs. unutmamak gerekiyor. 

İkinci Cumhuriyet Türkiyesinde kadınlar cephesinde de saflar daha belirgin hale geliyor. 
 

Bugünden geleceğe İkinci Cumhuriyet’te kadınlar  

“Kabaca ifade edersek, Batıcı seçkinler ile müslüman halk arasında yaşamsal ve kültürel kopukluk zayıf tarihselliğin bir parçasıdır.”12

Yukarıdaki satırlara sinen eleştirelliğe İslamcı pek çok yazarın yazılarında da rastlanır. Türkiye’de İslami, muhafazakar yaşamı tercih etmeyen kesimleri halktan kopuk, elitist olarak tanımlamak, oldukça yaygındır. Burada tartışmayı bu yaşam biçimini tercih etmeyen kesimlerin nüfus içerisindeki oranı gibi argümanlarla sürdürmek yersiz olacaktır. Öncelikle, toplumda bu tercihin ne kadar “bireylerin kendi istek ve iradesi ile” gerçekleştiğini bilemeyeceğimiz için. Keza türbanlı öğrencilerin toplumsal bir kimlik kazanmaya başladığı ilk yıllarda muhafazakar aileler bile bu nedenle tepki gösterebiliyorken, bugün özellikle genç kızlarımızın türban takması, başta aileleri ve yakın çevreleri tarafından olmak üzere tasvip edilmekte, tercih edilmekte ve hatta dayatılmaktadır. Öte yandan bütün bu dayatmalara karşı duran toplumsal kesimlerin varlığı da asla göz ardı edilmemelidir.  

Bütün bunlardan bağımsız olarak dikkat çekilmesi gereken başka bir nokta bulunmaktadır. Bugün İkinci Cumhuriyet’in temsilcileri ne kadar halkın çıkarlarına sahip çıkmaktadır? Yani yukarıdaki alıntıdan hareket edersek ve bugüne bakarsak, AKP iktidarı sayesinde artık halk ile yönetenler ve onların ideologları arasındaki yaşamsal ve kültürel kopukluk ortadan kaldırılmış mıdır? 

Konumuz açısından bakarsak İkinci Cumhuriyet kadınlara hadi eşitliği geçelim, özgürlük sunmakta mıdır? 

Dinci partinin ilk kadın kolları örgütlenmesi döneminde kimlik kazanmaya çalışan üniversiteli genç kızların heyecanı ile mahallelerde bir itki yaratılmış ve bu çok kısa zamanda din bezirganlığına çevrilmiş, sosyal haklar büyük bir hızla budanırken sadaka toplumunun kadınlar eliyle yaratılması ile arkası çorap söküğü gibi gelmiştir. “Sadaka kültürümüzde var” gibi sözler yukarıda bahsi geçen yaşamsal ve kültürel kopukluğu ortadan kaldırmaya yetmemektedir.  

Kadınlar, toplumun turnusol kağıdıdır. Bugün emekçilerin ve yoksulların yaşam koşullarının her geçen gün daha da kötüye gitmesine neden olan AKP, göz boyayarak ve yeri geldiğinde sopa göstererek ve tüm bunlar neticesinde emekçilerin oylarını alarak iktidar oluyorsa, aynı şey kadınların yaşam koşulları ve hakları konusunda da geçerlidir.  

Kadının sadece türban takma konusundaki özgürlüğünden heyecan duyanlar ve buradan yeni bir modernizm türevi çıkarmaya çalışanlar, kadının hayatın her alanında geriye gidiyor oluşunu ise çoğu zaman görmezlikten gelmekte ya da başka bahane bulamadıklarında sorunu sivil toplumun yeterince gelişkin olmamasına bağlayabilmektedirler.  

Türbanlı kadınların eğitimde fırsat eşitsizliği sonuna kadar tartışılabilmekte, tüm emekçi çocuklarının eğitimde fırsat eşitliği hakkını tartışmak ise suç sayılabilmektedir. 

Türbanlı kadınların yoğun sömürü ve eşitsizliklerle malul piyasa koşullarında ezildiğinden bahsedilmekte ama AKP iktidarları döneminde trajik bir biçimde azalan kadın istihdamı göz ardı edilebilmektedir.13 Azalan istihdamın yanında kadın emeğinin değerlendirilmesi adı altında pek çok proje hayata geçirilmekte, bu projeler kadınları kayıt dışı ve güvencesiz çalışma koşullarına itmektedir. Kendi işlerinin patronu olacakları propagandası ile yaldızlanan kadınlara yönelik mikro krediler, çoğu örnekte kadınları daha ciddi bir yoksulluk ve bağımlılık çemberi içine almak dışında bir işe yaramamaktadır.  

Kadınları annelik ve ev kadınlığı misyonu ile sınırlayan bakış açısı hiçbir zaman değişmemekte, “kutsal annelik” söylemleri ile göz boyanmaya çalışılmakta, kadınlara üç çocuk doğurmaları Erdoğan tarafından salık verilmekte, çalışan annelerin bütün sosyal hakları ise teker teker elinden alınmakta, bu konuda patronların gözünü daha da korkutmamak adına yaptırım kararı alınmadığı söylenmektedir.14

Kadına yönelik şiddet konusunda yaşananlar ise tartışmaya yer vermeyecek kadar açıktır. “Kadına yönelik şiddeti önleme yasa tasarısı üzerinde çalışan AKP iktidarı bu başlıkta da göz boyamaktan öteye geçememektedir. AKP iktidarı döneminde kadına yönelik şiddetin yüzde 1400 arttığı15, yine AKP iktidarının yedi yılında 4 bin 190 kadın cinayeti işlendiği bilinmektedir.16 Ayrıca Münevver Karabulut cinayeti ile ilgili “kızını boş bırakırsa ya davulcuya ya zurnacıya” yorumu yapan bir başbakanın olduğu bir ülkede ve bir önceki dönem AKP’nin kadından sorumlu bakanı AİHM’nin kadına yönelik şiddet konusunda Türkiye’yi mahkum etmesine yönelik olarak “münferit bir olayı abartıyorlar” diyebiliyorsa, bu başlıkta ancak ve ancak göz boyanabileceği unutulmamalıdır.  

Kadınlar, yeni rejimin dayattığı yaşam biçiminin dışına çıktığı oranda baskı ve hatta şiddetle karşılaşmaktadır. Söylenen kimi sözler münferit sayılmaya çalışılsa da toplumsal hayatın içinde karşılıkları sanıldığından çok daha fazladır: 

• Bağcılar'da AKP'li belediye, evlenmek isteyen ancak maddi imkansızlıklar nedeniyle evlenemeyen yoksul gençlerin nikahını kıyarken çiftlere "En az üç hayırlı evlat yetiştirmeye çalışacağıma söz veriyorum" diye yemin ettirdi. 30 Kasım 2010  

• Küçükçekmece Belediyesi’nin bir etkinliğinde konuşan yazar Sema Maraşlı “Kadınlar erkeklerin üstünlüğünü kabul etsin. Kuran-ı Kerim’de de evin reisi erkek olduğu bildirilir. Kadından otorite olmaz. Allah kadınları şefkatli ve teslimiyetçi yaratmıştır” dedi. 10 Ocak 2012 

• Kredi ve Yurtlar Kurumu Genel Müdürü Hasan Albayrak devlet yurtlarında kız öğrencilerin saat 21.00'dan sonra kilit altında tutulmasını savunarak, "Ben o saatte kız çocuğunun başıboş sokakta dolaşmasını doğru bulmuyorum. Kız çocuğunun barda ne işi var?" diye sordu. 25 Kasım 2010  

• Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden profesör unvanlı Orhan Çeker:"Sorunun odağında kadın var. Sen dekolte giyinirsen bu tür çirkinliklerle karşılaşman sürpriz olmaz. Tahrikten sonra sonucundan şikayet etmen makul değil." 16 Şubat 2011  

• Ordu'nun Ünye ilçesinde, AKP Ünye İlçe Tanıtım ve Medya Başkanı Süleyman Demirci sosyal paylaşım sitesi Facebook'taki sayfasına, başı açık kadınlar için "Örtüsüz kadın perdesiz eve benzer. Perdesiz ev ya satılıktır ya da kiralıktır" yazdı. 10 Mart 2011  

• Fatih ve Eyüp Belediyelerinin danışmanı, gerici kesimin yaşam koçu Sibel Üresin: "Kadın çokeşliliği kurtuluş olarak görmelidir, çokeşlilik kızların evde kalma sorunlarını ortadan kaldırır, kadınların yüzde 80'i dilinden dayak yiyor" 24 Mayıs 2011

• Rize'nin AKP'li Belediye Başkanı Halil Bakırcı Kürt sorununa çözüm olarak Kürt kadınlarının Karadeniz'e kuma olarak gitmesini önerdi. 29 Haziran 2010

• Zaman Gazetesi yazarı Ali Bulaç: Kadınlık durumu dolayısıyla bir işi ve statüyü ele geçiren kadınlar idareden iktisadi hayata, eğitimden hizmet sektörüne kadar her alanda kalite düşüşüne sebep olacaklardır. 29 Kasım 201017

İkinci Cumhuriyet’in kadınlara saldırılarından bir diğeri de toplumsal çürümedir. Kadın bedeni bir taraftan namus göstergesi olarak kullanılırken diğer taraftan büyük bir ikiyüzlülükle sömürülmektedir. Başbakanlık Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü’nün yaptığı araştırmaya göre 2002’de fuhuş yapan kadın sayısı 25 bin iken bu sayı 2010 yılında 100 bini bulmuştur. Yine aynı araştırmaya göre Türkiye’de kadınların %35.6′sı bazen, %16.3′ü sık sık aile içi tecavüze uğramaktadır.  
Öte yandan medya aracılığıyla kadınlar üzerinde yaratılan kuşatma unutulmamalıdır.  

Burada resmetmeye çalıştığım tablo, İkinci Cumhuriyet’in eskizini oluşturmaktadır. İkinci Cumhuriyet’in getireceği gelecek günlerin özellikle kadınlar için daha da karanlık olacağı açıktır. 
Sona yaklaşırken eskize genel hatları ile tekrar bakmak faydalı olacak diye düşünüyorum: 

• Türkiye’de gerici hareketin kadınları örgütlediği dönem, sol hareketin yok edilmeye çalışıldığı 12 Eylül sonrası döneme denk gelmiş, bu örgütlenme iktidar yürüyüşünün bir parçası olarak devam etmiştir 

• Dinci ideolojinin en zayıf noktalarından biri olan kadınlar, bu gerçeğin üzerinin kapatılmaya çalışıldığı ve geleneksel yapının sınırlarının zorlanarak bir avantaja dönüştürüldüğü koşullarda gerici bir kimlik üzerinden varlık gösterebilmişlerdir. 

• Bu kimliğin oluşumunda kadınların muhafazakar yaşam koşullarını zorlayan tarzları etkili olmuş, bu koşullara tepki düzen dışı bir kulvara çevrilmemiş, Birinci Cumhuriyet olarak kodladığımız var olan sistemin tutamaklarına yöneltilmiştir. 

• Bu sürecin örülmesinde, kadınların radikal bir biçimde muhafazakar yaşam koşullarının dışına çıkamıyor oluşları kadar, yeni yetme zengin sınıfların gücünü arkasına alan yeni yetme gerici ideologların türbana özgürlük savunuculuğu yapmalarının da etkisi olmuştur. Tam da bu nedenle türban fanatizminin yeni orta ve zengin sınıflar içerisinde çok daha yaygın olduğu görülebilir. 

• Türban, ucuz işgücü olarak kullanılan kadın emeğinin çok daha geniş bir kesimi kapsayarak sömürülmesinin yolunu açmıştır. 

• Milyonlarca yoksul kadının desteğinin alınmasında dinci ideolojinin gücü kadar, belki de ondan fazla, cemaat veya parti ilişkileri üzerinden iş, aş, eğitim yardımlarına ulaşabilmenin etkisi olmuştur.  

• Türban muhafazakarlığın sınırlarını genişletmiştir ama ortadan kaldırmamıştır, tam tersine güçlendirmiştir. 

• Dinci kimliğin kadınlara verebileceklerinin sınırları oldukça dardır. Ayrıca bugüne kadar kadınların tepkisini muhalefet kimliği ile örgütleyen, bu tepkiyi düzen içinde ve aydınlanmacılığın uzağında tutmayı başaran AKP iktidarının bugün geldiği nokta itibariyle sıkıntılar yaşayabileceği açıktır. Bu nedenle kadınların dinci ideolojinin en zayıf noktalarından biri olduğu gerçeği değiştirilememektedir. 

 

Sonuç yerine… 

Kadına bu kadar düşman bir toplumsal sistemin biraz da kadınlar sayesinde ayakta kalıyor oluşu, komünistlerin bir veri olarak kabul edecekleri ama asla kabullenemeyecekleri bir durumdur. 
Kadınların özgürlüğü söylemini diline pelesenk etmiş bir siyasi hareketin ve onun öncülüğünü yaptığı yeni toplumsal sistemin kadınların özgürlüğü konusunda icraatları yukarıda kısaca özetlemeye çalıştığımız gibi ortadadır. 

Bütün bunlara rağmen yeni rejimden demokrasi beklentisinde olanlar olduğu kadar kadın hakları konusunda da büyük icraatlar bekleyenler bulunmaktadır. Beklentiler AKP iktidarının tüm icraatlarına ve bilançosuna rağmen devam etmektedir. Erdoğan’ın kahvaltılar dizisinden birini oluşturan kadın örgütleri buluşmasında, Erdoğan’ın tavrı ile hayal kırıklığı yaşanmış ama yeni dönemde Fatma Şahin’in bakanlığı yeni hayaller kurulmasına yol açabilmiştir.  

Bu beklentiler elbette boşa çıkacaktır, hatta boşa çıkmaya başlamıştır ama bu durum emekçi yığınların ve emekçi kadınların hanesine kazanım olarak yazılmamakta, hatta daha da geriye gidişin yolunu açmaktadır.  

Komünistlerin öncelikli görevi, sınırları gerici çizgilerle çizilmiş bir “özgürlük” ortamıyla yetinmenin yeni duvarlar öreceğini kadınlara açık bir şekilde anlatmak, gerçek eşitlik ve özgürlüğün mümkün olduğunu gösterebilmektir. Kadınlar, gerici İkinci Cumhuriyet’in düzen içi ve kadın düşmanı yaşam koşullarına mahkum değildir. Kadınların gerçek eşitlik ve özgürlüğünün bu yaşam koşulları ile uzaktan yakından ilgisi yoktur. İkinci Cumhuriyetçilere güç kazandıran manipülasyon açık edilmeli, geniş emekçi yığınların yoksul kadınları, gerici rejime koltuk değnekliği yapmamaya çağrılmalıdır. 

Türkiye’de İkinci Cumhuriyet’in doğuşu dönemine gençlik yıllarında tanıklık edenler, bu rejimin aynı zamanda en kararlı karşıtları haline gelebilirler, gelmelidirler. Özellikle işçi, işsiz, emekçi, öğrenci genç kadınların bu mücadeledeki yeri büyük önem taşımaktadır. Yukarıda ana hatları ile anlatmaya çalıştığımız sürecin ezilmiş bir mağduru değil, mağrur bir başkaldıranı olmak için… 
Bu gerçeği görebilen, bu bilinç ve inançla hareket edebilen yeni bir kadın kuşağı yaratılabilir, yaratılmalıdır. Çünkü ileri kadın hareketini örgütlemek Türkiye sosyalist hareketinin boynunun borcudur…

Dipnotlar

  1. Literatürümüzdeki anlamıyla Suni Denge kavrayışı, devrimci demokrasinin evrensel özelliklerinden birini yansıtmaktadır ve Sosyalist Devrim tezinde yeri yoktur. Konu ile ilgili detaylı bilgi için bkz. “Sosyalist Devrim Teorisi ve Türkiye’de Demokratik Devrim Tezleri”, Gelenek Sosyalist Devrim Yazıları, s. 19.
  2. Nilüfer Göle, Modern Mahrem Medeniyet ve Örtünme, Metis Yayınları, Kasım 2004, İlk Baskı: Ekim 1991, s.  172.
  3. Dinci hareketlerin kadınlar, gençlik veya herhangi bir başka dinamik sözkonusu olduğunda, özellikle ülkemiz ölçeğindeki tarihi ve genetik kodları düşünüldüğünde, ilerici bir misyon taşıyamayacağı tartışılmaz bir gerçektir.  Ama Göle sözkonusu hareketlerin ilericilik misyonu ile ilgilenmiyor. Ayrıca geçtiğimiz yıllarda burkayı “karanlık  ve güzel” olarak nitelendiren görüşleri ile gündeme gelen Göle, bu kulvarda nereye kadar ilerleyecek,  bilinmiyor… 
  4. Nilüfer Göle’den aktaran Ayşe Çavdar, Mahremin Göçü, Hayykitap, Şubat 2011, s. 79.  
  5.  Türkan Saylan’dan aktaran Mehmet Zaman Saçlıoğlu, “Güneş Umuttan Şimdi Doğar”, İş Bankası Kültür Yayınları, s. 178.
  6. Ruşen Çakır, Direniş ve İtaat İki İktidar Arasında İslamcı Kadın, Metis Yayınları, 2000, s. 59-­‐60.
  7.  Hidayet Şefkatli Tuksal’dan aktaran Ruşen Çakır, a.g.e. s. 24. 
  8. Nilüfer Göle, a.g.e. s. 16.
  9. Ruşen Çakır, a.g.e. s. 14.
  10. Ruşen Çakır, a.g.e. s. 93.
  11. Sibel Eraslan’dan aktaran Hüseyin Besli, Ömer Özbay, Recep Tayyip Erdoğan Bir Liderin Doğuşu, Meydan Yayıncılık, Kasım 2010, s. 65. 
  12.  Nilüfer Göle,  a.g.e. s. 172.  
  13. Azalan kadın istihdamı ile ilgili AKP kadrolarının konuyu ne kadar ciddiye aldıklarının çarpıcı örneklerinden biri olarak Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu’nun “iş istiyoruz” diyen bir kadına “Evdeki işler yetmiyor mu?” şeklinde verdiği cevap hatırlanabilir. (16.03.2009).  
  14.  Konu ile ilgili olarak Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın şu sözleri hatırlanabilir: “Doğum izninin daha fazla uzatılması kadın istihdamını olumsuz etkiler. Özellikle özel sektörde, madem kadın çalışan o kadar süre işinden ayrı kalacak, öyleyse ben de onu işe almayayım düşüncesi hakim olur.emzirme süresi uzatılırsa patronlar kadın işçi istihdam etmez. (Nisan 2011). 
  15. Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in, DTP Van Milletvekili Fatma Kurtulan’ın verdiği bir soru önergesine yanıtıdır.  
  16. İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi, Kadına Yönelik Şiddet Raporu, 21.09.2011.  
  17.  www.sol.org.tr.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×