İşçiler ve Tüketim

İşçiler istiyor. Vermek burjuvazinin işi, zorlanırsa ve siyasal iktidara tehdit oluşturmuyorsa verebilir; ama işin daha etkili bir çözümü var, beklemeyi öğretiyor. Yer: Pazar. Beklemenin mekanizmaları (“serbest” olanı ve olmayanıyla) pazarda kurulu; verebilecek olan pazarın hakimi; isteyen, önce taksitini ödeyecek sonra bir dahaki takside kadar pazarı evine, işine götürecek: zihni yeni taksitleri istemeli, beklemeli… Pazarın varlığı yalnız tüketime değil, günlük hayatı kuşatmasına çalışılan bu beklentiye, tüketecekmiş gibi olmaya da bağlı ve on yıllardır oynanan bu oyunun çerçevesi tüketim ideolojisiyle çizili. Yazıda, oyundaki alıcı aktörün somut ekonomik alım gücünü bunun Türkiye’de yaşanan sermaye birikim süreçleriyle ilişkisini özet olarak, pazar çevresindeki ilişkilerde açığa çıkan ideolojik işleyiş mekanizmalarım ve bu ilişkiler ağının kentsel profiliyle ağın örümceği burjuvazinin beklentilerini ise biraz daha kapsamlı bir biçimde göstermeye çalışacağım. Kuşkusuz, bütünsel ve köktenci bir zoralımın imkanlarıyla beraber…

24 Ocak’la haberi verilen ekonomik programın 80’li yıllar boyunca ve en önemli potansiyel tehdidi oluşturan işçi sınıfını kontrol altında tutmayı da hedefleyen siyasi-toplumsal dönüşümlerle birlikte uygulandığı biliniyor. Uygulamanın çıplak olarak görülen bir sonucu işçilerin reel ücretlerindeki ve dolayısıyla alım güçlerindeki gerileme oldu. Çıplaklık rakamlarla çırılçıplak oluyor: 1977’de ücretliler için reel ücret göstergelerini 100 olarak alırsak, bu 1988’de 43.5’e düşüyor; 1 diğer bir gösterge, ücret ve maaşların toplam gelir içindeki payı ise 1978’den 1988’e 35.2’den 14’e; tarım dışı gelir içindeki payı, aynı zaman diliminde 47.9’dan 16.6’ya geriliyor. 2 1990’lı yıllara girilirken, bıçağın kemiğe dayandığı bir durumda ve bunu en fazla belli eden sektörlere yönelik olarak kimi yüksek ücret bağıtlanmalarının gündeme gelmesi ise genel tabloyu çok fazla değiştirebilmiş değil.

Alım gücüne dair açıklamanın ekonomik düzlemde tamamlayıcı bir unsuru pazar ilişkileridir ve ürünlerin pazara yönelikliği bazında genel olarak birikim süreçleriyle bağıntılı bir iç pazar hareketliliğinden söz edilebilir. İç pazarın genişleme ya da daralma durumlarının birikim sürecinin rasyonellerine göre yaşandığı doğru; sermayenin uluslararasılaşmasıyla belli bir işbölümü çerçevesinde azgelişmiş ülkelerin payına düşen sermaye birikim modellerinin -burjuva iktisadı deyimiyle kalkınma stratejilerinin- rasyonelleri, tek tek ülkelerde değişik ölçülerde de olsa işçilerin alımgücünü etkileyen değişkenlerle gündeme geliyor. Bir uygunluk ilişkisinden söz edersek, 60’lardan itibaren yaşanan ithal ikameci uygulamaların sanayi sermayesini iç pazara yönelik üretime daha fazla çeken rasyoneli pazarın genişlemesi açısından ücret politikalarında gözetilen bir esnekliğe, 80’lerin dışa yönelik uygulamalarına kıyasla daha uygun düşüyor.

İki uyarıyla birlikte. Birincisi, söz konusu olan birebir bir ilişki değil. İkincisi, birikim süreçlerinin pazar realizasyonuyla birlikte diğer önemli bir rasyoneli de kâr oranlan ve pazardaki talebi yükselten alımgücündeki iyileşme (ücret artışları), emekgücünün verimliliğindeki ve nispi artı-değerdeki yükselmeyle beraber gerçekleşmiyorsa kâr oranları düşüyor. Türkiye’ye bu ikinci uyarının çerçevesinde baktığımızda görülen şu: “1963-66’dan bu yana reel ücretlerin artış eğilimi gösterdiği 1967-70 ve 1975-77 alt dönemlerinde kâr oranları düşmüş; aksi yönde ücret hareketlerinin egemen olduğu 1971-74 ve 1978-88 dönemlerinde ise kâr oranları artmıştır”. 3 Pazar genişlemelerini teknoloji ve kaynak sorunları nedeniyle sıkıntılı yaşayan Türkiye burjuvazisinin, istikrar programı diye adlandırdığı “kâr oranlarına müdahale programları” ve malum kemer sıkmalar, böylece sermaye birikim sürecinin olmazsa olmaz durakları olarak karşımıza çıkıyor ve daralma dönemleri yaşanıyor.

Bu özet değerlendirmeden konumuz açısından önemli bir noktaya geçersek genişleme ve daralmalara rağmen, pazar ilişkilerine sızarak sürekli bir etki oluşturan ilk genişlemenin sağladığı itilim ve bunun sonucu yaratılan tüketim alışkanlıklarından söz etmek gerekiyor. Pazar canlılığının yaşandığı dönemde tüketim kalıplarında belli bir iyileşmeyi yaşayan işçilerin doygunluğa erişemeyecek olan bu iyileşmenin standartlarını koruma perspektifleri ile, “istikrar”la geriletilen ücretler arasındaki gerilim, siyasal araçların yokluğunda, “pazarı hedefleyen ilişkiler” ve “daralma dönemine uyum sağlama süreçleri” olarak tanımlanabilecek değişkenlerin yardımıyla, bunalıma dönüşmeden bertaraf edilebiyor. Ekonomik beklentiler yaratma, toplumsal uzlaşma söylemi, reklamlar, kentteki küçük burjuva değerler, aile yapısında düzenlemeler ve bütçe kısıntıları gibi bileşenlerin karmaşık bütünlüğünde işleyen bu değişkenlere biraz daha yakından bakalım.

Verili durumdaki alımgücü yetersiz dahi olsa, geleceğe dair bir pazar bağlanmasını gerçekleştirmenin araçları esas olarak ideolojik düzlemde kuruluyor. Gelişmiş kapitalist ülkelerdeki kredili, “son modacı” tüketim çılgınlıklarına yetişemese de beklenti yaratma ve beklentileri taksite bağlama konusunda başarıyla çalışan bir sistem var. Özellikle dayanıklı tüketim malları sahipliği temelinde 60’lı yılların ikinci yarısından itibaren küçük burjuva ailelerde yakalanan ortalamayı işçi kesimini de içine alacak biçimde genişletme şansı, 80’lerden günümüze reel ücretlerdeki gerilemeye rağmen taksit kurumunun ve ideolojik bombardımanın yardımıyla değerlendiriliyor. Bir araştırmacının bulgularına göre taksitle alışveriş 73.5 gibi yüksek bir oranla en çok işçi ailelerinde görülüyor. 4 Pazarı hedefleyen ilişkilerin kurulmasında bir diğer önemli faktör “zihin banyosu” reklamlar. Öyle ya fakir ekmeği umut son model televizyon, araba ya da 900 900’ün ucundaki yaşam da olabilir. Malını satmak, markasına cazibe kazandırmak adına her türlü mal düşkünlüğü yaratan-kişiliksizleştirici etkiyi, hem kitle içinden kendi öznelerini seçerek, hem de bütün olarak tüm yığına kaynaştırıcı bir motifle seslenerek uygulayan reklamlar, burjuvazinin pazara akışı sağlama konusunda vazgeçilmez ideolojik silahı olarak iş görüyor. Reklam sloganlarıyla da anlaşabilen insanların aptallaştırılması bir yana, sloganlarla ifade bulan seslenme tarzının, imaj bulamacının, zihnimize ilk uyarıyla harekete geçecek biçimde yerleştirilen görüntülerin, seslerin vs. ideolojik etkileme bazında burjuvaziye sağladığı imkanlar son derece geniş; ama bu imkanların en iyi değerlendirildiği alan, özel edilgenleştirici etkisiyle beraber, aynılık-kaynaşmışlık hissini veren paylaşan / uzlaşan toplumsal tabakalar atmosferinin yaratılması. Toplumsal uzlaşma diskuru, pastadan ince bir dilim ekmek çıkarmayı başararak beslenen kitlelerin varlığında dahi başka araçları da kullanarak örülen bu atmosferin içinde canlı tutulabiliyor. İşin reklam kısmı, “yukarıdakilerle” aynı mallara sahip olma şartlanmışlığı ve tüm insanlarla malları dolayımıyla aynı değerlere sahip olma anlayışı çerçevesinde, ekmek dilimini güzel ve büyüyecekmiş gibi göstermeye yarıyor.

Atmosferin yaratıldığı kentsel mekanın da heterojenliği ve toplumsal sınıflar arası değer geçişkenliğine yol açan fıziki-ideolojik olanakları nedeniyle özel bir önemi var. Kentlerdeki küçük burjuva etkenin ağırlığının yanına, bir de kent yoksullarının “şanslı” olanları vasıtasıyla gecekondu bölgelerine giren “köşeyi dönünce göreceksin: lüks tüketim” kavrayışı eklenince, işçi ailelerinin hayatları da artık “bir başka oldu”. Örneğin arsa vurgunundan malı götüren komşusunun evinde ne varsa onu edinmek işçi ailesi için mutluluk kriteri oluyor; bir zamanlar Almancıların üstlendiği özendirici işlevi, dönülecek köşelerin azlığına rağmen şimdi vurguncular üstlenir oldu. Kent kültürünün ve kentli tüketim normlarının etki alanı içindeki işçi aileleri, yakın temasta bulundukları bu heterojen yapının öğelerinden “sevgiye zaman bırakmayı” öğreniyorlar.

Pazara yönel(til)me mekanizmaları çerçevesinde incelediğimiz yukarıdaki başlıkların, gerçeklerle çarpıştığı noktada, uyum süreçleri de devreye giriyor. Boş cüzdanlarıyla tüketim ideolojisinin kafalarına vurduğu yeniliklerin karşılaştığı noktada yeni değerlere göre cüzdanı bir gıdım doldurmanın yollarını arayan aileler eskitilmiş değerlerini satıyorlar. Bunun en belirgin örneği yukarıda sözü edilen heterojen kent yapısını doğuran etkenlerden biri olarak da karşımıza çıkan marjinal sektöre, aile içi yeniden düzenlemeler vasıtasıyla ek gelir sağlayabilmek için hücum etmek oldu. Ekonomik nedenlerle eğitimine son verilen çocukların oranı, 1989 yılı için alt gelir gruplarında 30-50 arasında ve kamu / özel işçi ailelerinde 27; hem okuyup hem çalışan işçi çocukları ise 8.7. 5 Bu genç nüfus karnını doyurmak derdi yanında biraz da evdeki buzdolabının satılmaması ya da renkli televizyonun taksidinin ödenmesi için tamirci, biletçi vs. olarak gündelik, belirsiz işlerde çalışıyor. Aile reisinin ikinci bir iş tutması ve kadının gündelikçi olarak çalışması gibi yaygın yöntemlerle de desteklenen uyum süreçlerinin, bu sendikasız, iş güvenliğinden yoksun sektörlerde çalışmakla gerçeklenmesinin yanında, bir diğer önemli ayağını da bütçe kısıtlamaları ve tüketim alışkanlıklarındaki değişmeler oluşturuyor 6.1 gibi çok düşük bir oranda tasarruf yapabilen işçi ailelerinin ceplerine gireni hemen ellerinden çıkardıkları pazarda, talep unsuru olabilmeleri için, bütçe kısıntılarından biriktirdikleriyle yani “negatif tasarruf la yer almaları gerekiyor. Artık tatil yapamayan işçi aileleri, yine 1989 yılı için kitap, gazete vs. harcamalarından 8.2 sinema, tiyatro gibi eğlencelerden yüzde10 kısmak durumunda kalmışlar; 6 uyum süreçleri daha çok uyuşmaya yol açarak hayatın niteliğini de değiştiriyor. DiE’nin 1987 hane halkı gelir ve tüketim harcamaları anket sonuçlarına dayanarak, ücretlilerin içinde bulunduğu gelir gruplarının tüketim kalıpları ile ortalama tüketim kalıplarının karşılaştırmasının yapıldığı bir incelemede 7 bu eğilim iyice açığa çıkıyor: Boğazı ve konut harcaması dışında ot gibi yaşamak zorunda bırakılan yoksul kesimlerin (kültür-eğitim-eğlence dışarıda yemek yeme, haberleşme oranlarında ücretliler ortalamanın çok altında) ev eşyaları harcamalarında ortalamanın biraz üzerinde olmaları, oluşturulan tüketim psikolojisine uyuvermenin bir sonucu oluyor.

Düzenin bekası adına oluşturulan bu tüketim toplumu görüntüsünün onun kuklalarınca dile getirilen eğlenceliği var bir de. Buna göre işçilerin artık zincirlerinden başka kaybedecekleri televizyonları, buzdolapları da var; “proletaryaya elveda, Marx yanıldı”. Proletarya’nın, buzdolabına sahip olma ya da bonfile yemeye göre değil de yaşamak için emek-gücünü satar durumda olmaya göre tanımlanması bu yalanı yersiz kılar; ancak tüketim normlarındaki değişmelerin hem hayatı kolaylaştıran hem de iletişim araçlarında olduğu gibi yeni zincirler sunan ikili karakterinin ürettiği yeni ortam da gözden kaçırılmamalı. Gelişmiş kapitalist ülkelere göre işçi aristokrasisinin minimum düzeyde kaldığı Türkiye’de, hayat koşullarını rahatlatacak bir tüketim kalıbına ulaşmakla (bu uğurda yaptırılan gereksiz harcamalar bir tarafa), bu kalıbı korumak için hayat koşullarını daha kötü kılan değer erozyonuna yol açan uyum süreçlerinin bir arada yaşanması, işçilerin sıkışmışlığına dayanan ortamı tam olarak tarif ediyor. Lüks tüketim olanaklarını kapının ucundan göstererek, girişimci ve tabi biraz da şanslı ruhu yaşatmakla, böylesi bir psikolojiyi diri tutmak için başta televizyon tüm iletişim araçlarını seferber etmekle; grevleri erteleyip verimi artırarak “pastayı büyüten”, böylece işçilere de daha çok kazandırabilen toplumsal uzlaşmacı çağdaş sendikacılık safsatasıyla, burjuvazi söz konusu sıkışmışlığı gevşetmeye çalışıyor.

Bizim cephemizden ise görülen şu: Sıkışmışlıktan, eklenen yeni zincirlerden de boşalacak biçimde kurtulmanın tek yolu var; zinciri zayıf halkasından yakalayacak siyasal örgütlenmenin öncülüğünde, “biraz daha iyi yaşamak için” değil emeğinin sonuçlarına tümüyle hakim olmak için, yalnızca tüketim araçları sahipliği için değil onları üreten araçlara da el koyarak yaşamı fethetmek için: Kazanacağımız Bir Dünya Var… 

Dipnotlar

  1. Boratav Korkut, “1980’li Yıllarda Türkiye’de Sosyal Sınıflar ve Bölüşüm”, Gerçek Yay., s. 37.
  2. Berksoy Taner, “Enflasyonun Hanehalkı Üzerindeki Etkileri”, İTO Yay., No: 1989 – 23, s. 25.
  3. Boratav, a.g.e. s. 36.
  4. Berksoy, a.g.e. s. 62.
  5. Berksoy, a.g.e., s. 55 – 56.
  6. Berksoy, a.g.e., s. 47.
  7. Alpay Kazım, “Türkiye’de Ücret ve Maaş İstatistikleri Üzerine Bir Değerlendirme”, İktisat Dergisi, No: 319 içinde, s. 13.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×