Kapitalizm ve Kent: Bir Tarihselleştirme Denemesi

 

ah büyük tarla, ah büyük deniz, ah büyük çalgı, bil!

senin en son alacağın biçimin sabırlı yontucusuyuz *

 

 

Kente dair girişilecek tüm tarih yazımı denemeleri, doğal olarak, bir tanımlama çabasını da beraberinde getirecektir. Bu tanım, tarih boyunca kente atfedilen işlevler tarafından belirlendiği için sürekli değişmek durumunda. İnsanlık tarihinde kentsel yerleşimlerin doğuşundan günümüze kadar olan süreçte kente dair yapılan tanımlar, içinde yaşanılan dönemin tanımı olarak görülmeli. Örneğin günümüzde kent denildiğinde, kutsallık ya da yönetim merkezleri gibi kavramlar değil de nüfus çokluğu, yoğunlaşma, iş bölümü gibi kavramların akla gelmesi tam da böyle bir durumun sonucu. Ama sadece dönemin kente atfettiği işlevlerle kenti açıklamak mümkün ve dahası uygun görünmüyor. İçinde bulunulan dönemin hakim yazını 1 ya da insanlığın gelişim sürecine dair daha üst soyutlama düzeylerindeki bazı kavramlaştırmalara 2 da dayanan bir kent tanımı yapmak gerekli. Burada bizim konumuz ise içerdiği yoğunlaşma ve çelişki ile tarihsel olarak ileri atılımlara olanak sağlayan bir yapı olması ve sınıflar mücadelesi ile ilişkilenme biçimi açısından kentin nasıl değerlendirilmesi gerektiği. Bu bütünlük içerisinde kentin, insanlığın gelişiminde önemli bir aşama anlamına geldiğini, çok ciddi bir imkanlar havuzu sunduğunu söyleyebiliriz. Orta Çağ’da Avrupa’da kullanılan “Kentin havası insanı özgür kılar” deyiminden bir adım fazlasını söyleyebilmemiz gerekiyor. Bu eksende Mumford’un kentlere dair yaklaşımının, daha iyinin mümkün olduğu fikrini içermesi nedeniyle önemli olduğunu düşünüyoruz:

Kent, kutsal ve dünyevi güçteki büyümeyi somut olarak ifade etmenin bir aracı olarak ortaya çıkmakla kalmadı, bilinçli bir çabanın çok ötesine geçen bir tarzda, yaşamın tüm boyutlarını genişletti. Kozmosun bir temsili, cenneti yeryüzüne indirmenin bir aracı olarak hayatına başlayan kent, mümkün olanın simgesi haline geldi. Ütopya, kentin ilk yapısının ayrılmaz bir unsuruydu ve tam da bu yüzden, ideal bir tasarımdan yola çıktığı için kent daha düşük beklentilerle yetinen, çalışma alışkanlıklarının ve günlük umutlarının ötesine geçme çabası göstermeyen, daha ayakları yere basan bir tarzda yönetilen küçük topluluklarda çok uzun zaman atıl kalabilecek olan yeni gerçeklikleri yaratmayı başarmıştır. 3

Bu tanım, kente, sınıflar mücadelesi içinde nasıl bir yer atfettiğimizin anlaşılması açısından oldukça işlevli görünüyor. Marx ve Engels’in, Komünist Manifesto’yu yazdıkları sırada kapitalizmin üretken yıkıcılığına atfettikleri olumlu güç ile kente bakarken göreceğimiz potansiyel, benzer olgular olarak değerlendirilmeli. Yazının ilerleyen bölümlerinde bu konuyu biraz daha açmayı umuyoruz. Ancak henüz başlangıçta düşmemiz gereken birkaç not daha var. Onlara da kısaca değindikten sonra konumuza dönebiliriz.

Bu notlardan ilki, Lefebvre’in “Babil Kulesi Karmaşıklığı” dediği durumu 4 aşmanın bir aracı olarak Marksizmin avantajlı konumu. Klasik felsefeden farklı olarak bir praksis felsefesi olması ve dar bilimsel metodojilerden farklı olan bütünlük anlayışı sayesinde Marksizm kenti anlamamız açısından çok önemli bir araç setine ve yönteme sahip. Bunu, diğer tüm bilimleri ikame ederek yapacağını iddia etmiyoruz şüphesiz. Ancak bunlar arasındaki eklemlenmenin sağlanması, farklı soyutlama düzlemlerindeki bulguların birleştirilmesi ve bütünlüğün en mümkün bilgisine 5 ulaşılabilmesi açısından Marksizm çok avantajlı. Hareket halindeki bir olguyu, içine failleri ve özne olarak kendimizi de katarak anlamamızı (ve doğal olarak değiştirmemizi) sağlayacak daha uygun bir aracımız yok. Diyalektik yöntem, halen elimizdeki en gelişkin ve güçlü araç.

Bir diğer not da kapitalizmin kimi dönemlerine dair değerlendirmeler yapılırken “temel-üst yapı” ikiliğine yapılan atfın, donuk bir kavramsallaştırma olamayacağı konusunda. Üretim biçiminin değişen ve değişmeyen özelliklerini saptamak, devamlılık gösteren unsurların bütün içinde nasıl bir konuma sahip olduğunu incelemek ve her dönem için bu bütünlüğün ortaya koyduğu formasyonu referans almak, özneyi de buna göre konumlandırmak gerekiyor. Söylenenlerin daha net anlaşılabilmesi açısından (temel-üstyapı kavramlarından pek de haz etmeyen) Raymond Williams’tan bir alıntı yapmamız yerinde olacaktır:

“Altyapı” (biz “altyapı” yerine “temel” kavramını daha uygun ve doğru olduğunu düşünüyoruz, alıntıda “altyapı” yazılan yerleri ”temel” olarak da okuyabilirsiniz OG) gelişiminin belli aşamasında bir üretim tarzıdır. Bu tür önermelerde bulunur dururuz, ama bu kullanım Marx’ın üretim faaliyetlerinin, belli yapısal ilişkiler içinde diğer tüm faaliyetlerin temelini oluşturması üzerine vurgusundan çok farklıdır. Zira üretimin belli bir gelişim aşaması tahlil yoluyla keşfedilip netleştirilebilmekle birlikte, pratikte asla tek tip ya da durağan değildir. Gerçekten de üretim ilişkilerinde ve bunları müteakiben toplumsal ilişkilerde derin çelişkiler olduğu Marx’ın tarih anlayışının temel önermelerinden biridir. Dolayısıyla bu güçlerin dinamik çeşitliliği her dönem mümkündür. Ayrıca Marx’ın her dönem yaptığı gibi, bu güçler gerçek insanların özgül faaliyetleri ve ilişkileri olarak düşünüldüğünde, geliştirilmiş mecazi “üstyapı” mefhumunun izin verdiğinden çok daha aktif, karmaşık ve çelişkili bir şeyi ifade ederler. (…) Dolayısıyla “altyapı”dan bahsederken bir durumdan değil, bir süreçten bahsettiğimizi söylememiz gerekiyor. 6 

Williams’ın modele dair bu değerlendirmesi, kapitalizm içinde farklı dönemlere denk düşen kent biçimlerini değerlendirirken, üzerine basacağımız zeminin anlaşılması açısından elimizi kolaylaştıracak.

Bu yöntemsel notlar, kapitalizmle kent arasındaki ilişkiyi -geniş bir zaman dilimi içindeincelemeye çalışacağımız bu metindeki tercih ve değerlendirmelerimizin daha anlaşılır olmasını sağlamak amacıyla paylaşıldı. Yönteme dair belli ölçüde bir netleşme sağlandıktan sonra artık konumuza dönebiliriz.

Makalede kapitalizmle kent arasında ilişki, keskin bir dönemlendirmeden ziyade belli momentlere odaklanılarak incelenmeye çalışılacak. Şüphesiz her biri belli özel dönemlere denk düşen bu momentler, kapitalizmin kentle nasıl bir ilişki kurduğunu ve bu ilişkinin nasıl dönüştüğünü anlamamız için bize olanak sunacak.

İlk olarak, kapitalizmin kendisinden önceki üretim biçiminden kenti nasıl devraldığını, bu kentin içine nasıl yerleştiğini ve başat bir unsur haline dönüştüğünü incelemeye çalışacağız; bunun ardından kapitalizmin devraldığı yapıyı nasıl dönüştürdüğüne, deyim yerindeyse nasıl ev sahipliği yaptığına bakmaya, evi nasıl bir şeye dönüştürdüğünü görmeye çalışacağız. Kente yerleştikten ve ev sahibi olduktan sonra kapitalizmin dönemin ihtiyaçlarına göre aldığı konumlar ve kentle girdiği ilişki biçimlerine odaklanacağız. Bu kısım temel olarak 20. yy’ın ilk yarısını inceleyecek. Kapitalizmin kendi yarattığı kent kurgusunu, siyasal ve iktisadi gerekliliklerle nasıl yeniden yapılandırdığını görmeye çalışacağız. Bunun ardından da dördüncü dönemimize yani kapitalizmin krizi savuşturmak ve artı-değer yaratmak için kenti yeniden keşfine denk düşen yıkıcı dönemine odaklanmaya çalışacağız.

Kapitalizmin, tüm bu dönemler boyunca kendi ihtiyaçları için kenti çözmeye ve yeniden yapılandırmaya çalışırken, aslında kentin kimi temel dinamiklerini tasfiye ettiğini ve giderek kent karşıtı bir konuma evrildiğini göstermek, bu makalenin temel amaçlarından birisi olacak.

 

Hazırlık

Kapitalizmin gelişimi ve feodalizmden kapitalizme geçiş meselesi, Marksizmin en verimli tartışma başlıklarından birisini oluşturuyor. 1930’lardaki estetik tartışması ile birlikte geçiş tartışmasını, Marksizmin en etkili ve geliştirici tartışmaları arasında saymak mümkün. Bu tartışma, feodalizm içinde kapitalizmin nasıl geliştiği, kırsal bölgelerdeki üretim biçimlerinden/sınıf mücadelelerinden mi yoksa kentlerde ticari sermayeden mi köken aldığı gibi çok kabalaştırılabilecek bir eksende tanımlanabilir. Dobb ve Sweezy arasında başlamış olsa da sonradan bir çok katılımcı ile genişleyen geçiş tartışmasında, birisi ticarileşmeye diğeri de sınıflar mücadelesi, köylülük içindeki üretim ve çelişkilere odaklanan iki temel konumlardan bahsedilebilir. Ekollerden birisinin güneye diğerinin de temel olarak İngiltere’ye baktığını söylemek mümkün. Bu anlatımlar içerisinde form olarak Dobb’un yönteminin Marksizm açısından daha sağlıklı olduğunu düşünmekle birlikte, kapitalizm öncesi dönemin kentlerine dair anlatım Sweezy’de de olduğu gibi büyük oranda Pirenne’ye dayanacaktır. Bunun nedeni, kenti bir süreklilik içinde değerlendirmeye çalışan her denemenin, doğası gereği -özellikle kapitalizm öncesindeona kendi içinden bakan bir yöntemle yol almak zorunda olmasıdır. 2. binyıl boyunca kentin nasıl dönüştüğüne dair bir anlatı (bu ölçüdeki bir makalede), ancak kentin ardışık formları arasındaki değişimleri inceleyerek serimlenebilir. Bu yöndeki bir çaba da mecburen ticari sermayeye dayanan görüşü öne çıkartmak durumunda kalır.

Bu tercih, geçiş döneminin keskin atmosferine gelindiğinde farklılaşmakla birlikte öncesindeki birkaç yüzyıllık dönemde büyük oranda -Pirenne, Sweezy, Brenner, Huberman gibiticaret üzerinden bir okuma anlamına geliyor. Bizim buradaki çabamız kapitalizmin nasıl geliştiği sorusuna değil kentlerin nasıl dönüştüğü sorusuna cevap aramak olduğu için bu böyle olacak.Erken dönemde Floransa ve Venedik’e bakarken gördüklerimizle 17. ve 18. yüzyılda İngiltere’ye bakarken gördüklerimiz elbette aynı olmayacak. Burada ardı ardına gelen yenilikler, üretim kapasitesinin artması, yeni değer sistemlerinin öğrenilmesi gibi birçok etkenin yanı sıra, birbirlerinden oldukça farklı iki tarihsel-coğrafi örnek söz konusu. Bu nedenle daha iç içe girmiş bir okuma yapmak gerekiyor.

Kentin tüm üretim ağı içindeki konumu, sermayenin kent içindeki konumu ve kentin vaat ettiklerini değerlendirebilmek için kapitalizme geçerken köylerden başlamak en doğrusu. Kapitalizm öncesindeki üretim biçimi açısından üretimin temel mekanları kentler değil köylerdi. Kentler, ancak bu köylere bağımlı bir şekilde var olabilirken, ticaretin etkisi de göreli bir bağımsızlaşmaya olanak sunmaktaydı. Ticaretin bu etkisi önemli olmakla birlikte, sınırlarının farkında olmak gerekir. Binyılın dönümünde ticaret sayesinde belli ölçüde büyümeye başlayan kentler, tarımda 3’lü sisteme geçilmesi, buna bağlı olarak verimin artışı, yeni arazilerin iskan edilmesi (hatta ilk kez denizlerin doldurulmaya başlanması), nüfusun hızla yükselmesi gibi etkenler sayesinde önemli hacimlere ulaşır. Bununla eş zamanlı olarak ticaret tarafından belirlenen bir yünlü sanayi endüstrisinden de bahsedilmeli. Ancak bu endüstrinin, kendi başına, ne kentleri büyüttüğünü ne de yaygın bir kentleşmeye yol açtığını iddia edebiliriz. Bu endüstri, daha çok gezici nitelikte olan, dar bir pazara sahip olduğu için üretim tarafını genişletmekten ziyade kendi ihtiyaçlarına göre düzenleyen, mobilize eden, kimi zaman da yüzüstü bırakan bir nitelikteydi. Burada sabit sermayesi çok düşük olan, kolaylıkla ülkeden ülkeye taşınabilen bir endüstriden bahsediyoruz. Aslolan ustaların hünerleri ve “eller”di. Bu elleri işler kılansa, tüccarların kurmuş olduğu pazar ağlarıydı. Bu nedenle bahsedilen endüstrinin kentlere etkisini sanayi döneminde sanayinin kentlere etkisi ile karşılaştırmak çok mümkün görünmüyor. Bu dönemde ticaretin ve sanayinin kentlere etkisinin birbirleriyle çok yakın ilişki içinde olduklarını, çünkü sanayinin büyük oranda tüccarlara bağımlı olduğunu söylemek gerekir. Akdeniz’de Müslümanların, Kuzey’de de Slavların durdurulmasının ardından tekrar ticarete başlandığını ve bu sayede kentlerin yeniden nefes almaya başladığını belirten Pirenne’nin tezini bu açıdan önemsemek gerekiyor. 8 bu örnekte ticaretin etkisine bağlı bir gelişme olarak değerlendirilebilir. Tabii, sınırlılığını göz ardı etmemek koşuluyla. Serflikteki bu çözülmenin önemli nedenlerinden birisi, ticaretin giderek artan bir şekilde yeni değer biçimlerini öğretmesiydi. Feodal beyler için değerin tek biçimi olan toprağın yerine gelmeye başlayan para giderek daha fazla önem kazanıyordu. Bu gelişim, yüzyıllar sürse de kırdaki çözülme açısından oldukça önemli bir etken olarak değerlendirilmeyi hak ediyor. Kapitalizmin şafağından önce kırda, yavaş yavaş da olsa yeni bir değer sistemi öğrenilmeye başlanmıştı.

 

Yerleşme  dönemi

Bizim bu makalede “yerleşme dönemi” olarak değerlendireceğimiz dönem, Marx’ın deyimiyle kapitalizmin şafağı olan 16. yüzyıl ile kapitalist kentlerin inşa edildiği 19. yüzyılın ikinci yarısı arasında kalan zaman dilimini kapsıyor. Dönemi inceleyebilmek için 2. binyılda Avrupa’da yaşanan bazı dönüşümlere ve bu dönemde bazı önemli kentlerin nüfuslarının nasıl değiştiğine bakmak faydalı olacaktır.

İlk olarak, Avrupa tarihine hızlıca göz attığımızda 10. yüzyılın sonundan itibaren nüfusu hızla artmaya başlayan Avrupa’nın -önceki yüzyıllarla karılaştırıldığında14.yüzyıla kadar önemli bir hızla büyüdüğünü, buna kentlerin büyümesinin de eşlik ettiğini görüyoruz. Daha önce krallığın yönetim yerleri ya da dini merkezler olan bu kentlerin çeperlerinde birikmeye başlayan sermaye, kentlerin bileşimini de değiştirmeye başladı. Belli bir yere yerleşen sermayenin o yerellikte kendisini yönetebilme gücünü araması temel bir kuraldır. Bu temel kural, kentin iç yapısının değişmesine ve sermayedarların yönetim için giderek daha fazla mücadele etmesine yol açtı.

Avrupa’da büyüme sürerken, 14. yüzyılda “kara veba” Avrupa nüfusunda ciddi bir düşüşe neden oldu. Bu düşüş kent açısından iki kat yıkıcıydı. İnsanlar hem köylerdeki üretim düşüşü nedeniyle açlıktan, hem de kentlerin sağlıksız koşulları nedeniyle ölümden kaçmak için köylerinin yolunu tuttu. Bu yıkım Avrupa’da kentlerin gelişimi açısından oldukça dramatik bir evredir. Sadece kentten kaçışı hızlandırdığı için değil, azalan nüfusun emek gücünün değerini arttırması nedeniyle serfliğin çözülmesinin zorlaşması açısından da böyledir. Nüfus azaldığı için bağımsız emekçileri çalıştırmak daha pahalı olacaktı ve bunu gören feodal beyler, köylerdeki çözülmeleri durdurmak için işe koyuldu. Bunun ardından gelen fiyat devrimi de enflasyon nedeniyle toprak mülkiyetinin ve serfliğin önemini arttırdı. Çözülmeye mahkum olan toprak düzeni, kendisini korumak için harekete geçti. Giderek daha fazla şiddet kullanmak zorundaydılar. Ne var ki tarihin tekeri dönüyordu. Çünkü ilk taş atılmış ve köylerden bağımsızlaşma başlamıştı. Avrupa tarihinde önemli bir yere sahip olan köylü isyanlarını tam da buraya oturtmak gerekir. Bu kısa liste, Avrupa’da geçtiğimiz binyılın ilk yarısında yaşanan önemli dönüşümlerin sadece bazılarına yer veriyor. Bu kısa özete, 1250’lerle 1500’ler arasında komünlerin birleşerek devletleştiğini, merkezi devletlerin kurulduğunu eklemek, üzerinde yol alacağımız çerçeveyi sunması açısından şimdilik yeterli olacaktır.

Avrupa’daki kentlerin nüfuslarına baktığımızda. Floransa, Venedik gibi İtalyan kentlerinin geçtiğimiz binyılın ilk birkaç yüzyılında önemli ölçüde büyüdüğünü görüyoruz. Bu kentler, dünyanın önemli ticaret merkezleriydiler. Ancak bu kentlerin çevrelerine etkileri oldukça sınırlı ve hatta kimi zaman yıkıcı bile olabiliyordu. Yünlü dokuma sanayisinin etkisi burada görünür oluyor, kuzeyden binlerce “el”in bu dönemde Floransa’ya getirildiği biliniyor. Floransa’da 1400’lerde kentte bina inşa edenlerin 40 yıl boyunca vergiden muaf tutulması da kentler açısından önemli bir tarihsel veri.

 

Amsterdam’ın özellikle 16 ve17. yy’de çok hızlı bir şekilde büyüdüğünü görüyoruz. Bu dönem, güneyin ticari gücünü yitirmesi ile birlikte gücün kuzeye geçmesi ve Hollanda’nın başı çektiği zaman dilimine denk geliyor. Aynı dönemde Venedik’in nüfusundaki azalma da ticaretin yer değiştirmesine dair hipotezi destekler nitelikte. Ancak Amsterdam’ın hızlı büyümesinde, bahsedilen dönemde Hollanda’nın sanayide öncü ülke olması (gemi yapımı, yünlü dokuma vb.) gibi etkenlerin de rol oynadığını söylememiz gerekir.

Londra ve Paris ikilisine bakıldığında da önemli kimi verilerle karşılaşılıyor. Fiyat devriminin yaşandığı ve çitleme hareketinin ortaya çıktığı 16. yüzyıldan itibaren nüfus artış hızı 1000-1500 yılları arasındakinden daha yüksek olan Londra’nın yaşadığı asıl büyüme 18. ve 19. Yüzyıllarda gerçekleşiyor. Öte yandan bunun öncesinde her iki şehrin de17. yüzyılda ciddi oranlarda büyüdüğünü söylemek gerekir. 1700 ile 1900 arasında Londra’nın nüfusu yaklaşık on iki kat artıyor. Bu dönem Sanayi Devrimi ile birlikte çitleme dalgasının da hızlandığı zaman aralığı. Paris’te de 1800 ile 1900 yılları arasındaki nüfus artışı yaklaşık 5 kat. 9 Bu verileri nasıl yorumlamalı? Ticaretin etkisiyle kentlerin büyüdüğü, bu etkinin bütüne yayılan bir etki olmanın aksine lokal -ya da zaman zaman gezicidenilebilecek bir etki olduğunu söyleyebiliriz. Sanayileşme döneminde yaşanan büyümenin ise genel olarak ticaretin etkisindeki büyümeden çok daha hızlı ve etkili olduğunu söylemek mümkün. Burada birbirinin karşısına koyulan iki etkenden bahsedilmiyor. Sanayi devrimi açısından önceki dönemden devralınan ticaret ağları ve üretim bilgisi çok önemli. Yalçın Küçük’ün, pamuklu dokuma sanayisinin yünlü dokumadan miras aldığı unsurlara dair vurgusu bu açıdan önemsenmeli. 10 16. yüzyıla kadarki dönemde yaşanan merkezileşme, kapitalizm açısından oldukça önemli. Monarşilerin ortaya çıkışını bir sıkışma olduğu kadar, kapitalizme geçiş için bir olasılık olarak da okumak gerekiyor. Bu sırada köylerde yaşanan mobilizasyon önemli olmakla birlikte daha sonraki dönemlerle karşılaştırıldığında oldukça yavaş olduğunu söylemek mümkün. Kapitalistleşmeyi ticaret üzerinden okuyan ekolün bu iki dönem arasındaki nicel -ve doğal olarak niteldeğişimi gözden kaçırma eğiliminde olduğunu söyleyebiliriz. Asıl önemli olan mesele topraktaki çözülme ve bunun hızıydı. Hem kapitalistleşme hem de kentleşme açısından bu çözülme temel önemdeydi ve 16. yüzyıl, çözülmenin hızının artışı ile birlikte niteliksek olarak büyük dönüşümlerin yaşandığı dönemdi.

Yine bu geçiş döneminde bahçelerde 3’lü ekimden 4’lü ekime geçilmesi, toprağın veriminin arttırılmasına olanak sağladı. Ayrıca, 1600’lü yılların, çok önemli botanikçilerin temel yapıtlarını yazdıkları yıllar olduğunu da not etmeliyiz. 11 Bu dönem, bitkilerin ne ile beslendiğinin, ne sayesinde büyüdüğünün tartışıldığı yıllar. Yani dünyevileşmenin, hayatın her alanına sirayet etmeye başladığı zamanlar. Diğer yandan tüm bunlarla birlikte hepsini kapsayacak bir etken söz konusu: Rönesans ve Reform hareketleri. Bu hareketlerin mevcut toprak yapısının çözülmesi üzerine etkisinin özellikle irdelenmesi gerekiyor. Marx bu etkiyi doğrudan ve dolaylı olmak üzere iki eksende değerlendiriyor:

Reform hareketi ve bunun sonucunda kilise mallarının muazzam ölçüde yağmalanması,  16.  yüzyılda  halk  kitlelerinin  zora  dayanan  yöntemlerle mülksüz bırakılması hareketine yeni ve korkunç bir dürtü sağlamıştı. O dönemde Katolik Kilisesi, İngiltere topraklarının büyük bir kısmının feodal mülkiyetini elinde tutuyordu. Manastırların vb. baskı altına alınması, buralarda oturanları proletaryanın arasına itmişti. Kilise mülkleri, açgözlü saray gözdelerine hediye edilmiş ya da spekülatör çiftçilere ve kentlilere komik fiyatlarla satılmış, bunlar da, babadan oğula geçen oturma hakkına sahip eski sakinleri kitle halinde kapı dışarı edip, elde ettikleri toprakları birleştirmişti. Yoksulların kilise aşarının bir kısmı üzerindeki yasayla garanti edilmiş mülkiyet hakkına sesiz sedasız el konmuştu. (…)

Reform hareketinin bu doğrudan etkileri, en kalıcı olanları değildi. Kilise mülkleri, geleneksel toprak mülkiyeti ilişkilerinin dinsel dayanağını oluşturuyordu. Bu dayanak yıkıldıktan sonra geleneksel düzenin uzun süre ayakta tutulması mümkün değildi. 12

Bu süreç bir yandan ilkel birikim bir yandan da proleterleşme anlamına geliyor. Her ikisi -yapısı gereğibirlikte ve giderek artan bir hızda hayata geçiriliyor. Topraktan kovulan köylüler sayesinde sağlanan ilkel birikim, sanayi sermayesine dönüştüğünde, daha önce topraksızlaştırdığı proleterleri işçi olarak istihdam ediyor.

Ancak sürecin bu kadar temiz işlemediğini biliyoruz. Bahsedilen, sınıflar mücadelesi tarihinin bir kesitidir ve sınıfsal konumlar burada belirleyici olmuştur. Çitleme hareketinin başladığı ilk dönemde kentleri “başıbozuklardan” korumak isteyen krallıklar kendi önlemlerini alıyordu. Çitlemeye karşı yasalar çıkartan, insanların topraktan kopuşunu engellemeye çalışan, eski düzeni korumak için son barutunu harcayan krallıklar!

Tarihin hızlanmaya başladığı böyle bir dönemde krallığın gerici tutumunun, köylerin ve klasik mülkiyet ilişkilerinin çözülmesinin karşısında durması mümkün değildi. Çağın ruhu onları da etkisi altına alacaktı. Nitekim yükselen değer olarak para ve sanayi sermayesi, toprak karşısında güç kazandıkça çıkan yasalar da eski rejimi korumaktan, yeni kaynaklar üretmeye doğru evrilecek, ilkel birikimin oluşumuna hız katacaktı. Böyle de oldu, 1500’lerde çitleme karşıtı yasalar çıkartan krallıklar, 1700’lere gelindiğinde tam aksi bir konum aldılar:

 

Ortak mülkiyet (…) feodalite kisvesi altında yaşamaya devam etmiş eski bir Cermen kurumuydu. Ortak mülkiyet konusu topraklara çoğu kez tarım topraklarının mera haline getirilmesiyle birlikte yürütülmüş olan zorla el koyma hareketinin 15. yüzyılın sonunda başlayıp 16. yüzyılda devam ettiğini görmüş bulunuyoruz. Ne var ki, o zamanlar bu zorla el koyma hareketleri, yasa koyucunun 150 yıl boyunca boş yere karşı koymaya çalıştığı bireysel olaylar olarak yürütülmüştü. 18. yüzyılın getirdiği ilerleme, yasanın kendisinin ortak toprakların yağma aracı haline gelmesiydi. 13  

Bu süreç bir enerji birikimi ve yoğunlaşma süreciydi. Kapitalizmin yasası olarak okuyabileceğimiz bir durum söz konusudur: Yıkıcılık ile potansiyel aynı yerdedir. Topraklarından kopartılan, açlığa, sefilliğe mahkum edilen insanlık, kentler için (ilk dönemde istenmeyen ama daha sonra ihtiyaç duyulan) önemli bir yapısal unsurdu. Bu dönem kelimenin tam anlamıyla bir güç biriktirme dönemiydi. Hem kentin yapılandırılması hem de üretkenliğin artışına olanak sağlaması açısından böyleydi. İnsanlığın uyanışı, topraktan başını kaldıran insanlığın büyük dönüşümler için yüzler binler halinde ölerek sıraya dizilmesi dönemiydi.

16. yüzyıl ile Sanayi Devrimi arasındaki bu dönemde halen başıboşluk hakimdi. Biriktiğini söylediğimiz enerjinin kullanılmasındaki örgütlülük, öncesine göre hayli etkili, sonrasına göre ise oldukça cılızdı. 14 Belki bu nedenle, Amsterdam’daki planlı kentleşme, Paris’tekinin yanına bile yaklaşamaz. Onun içerdiği üretken yıkıcılığa sahip değildi. Amsterdam’ın merkezi gelenekselken, çevresi ilk adımdan itibaren kapitalizmin çürük yüzüne yakındı. 15 Paris’teki patlayıcı enerjiye henüz çok zaman vardı. Yoğunlaşma devam ediyor olsa da, henüz üstündeki giysiyi yırtıp atacak bir seviyeye ulaşılmamıştı.

Bu yoğunlaşmanın önemi, kentin nasıl büyüdüğü, kapitalist biçimini nasıl aldığı sorusuna cevap ararken bize yol gösteriyor olmasıdır. Kentler, büyüyebilmek için belli bir nüfusa ihtiyaç duyar ama bu nüfusu besleyebilecek tarım gerekir. Tarımda üretkenliğin artması, ulaştırma kapasitelerinin yükselmesi gibi unsurlar, kentin beslenebilmesi için temel önemdeydi. Keza daha sonra göreceğimiz gibi 19. yüzyılda Paris’te yapılan yollar, işçi sınıfının beslenme düzenini ciddi bir şekilde etkilemiş, yoksulların, besin maddelerine (ve özellikle ete) öncesine göre önemsenecek ölçüde daha kolay erişebilmesini sağlamıştı.

Kentlerin büyümesi (emeğin ve sermayenin buralarda birikmesi/yoğunlaşması olarak okunabilir) için iki olasılık ve gerekli şart vardı. Bunlardan birincisi nüfus artışı, ikincisi de köydeki yapının çözülmesiydi. Ancak bunlar da kendi başlarına yeterli değildi. Kentteki nüfusun beslenebilmesi bir sorundu ve bunun için köy ekonomisinin daha verimli hale gelmesi, ürettikleriyle kenti besleyebilir bir olgunluğa ulaşması gerekiyordu. İşte bundan sonra kentlerde bir yoğunlaşma beklenebilirdi. Kent, hem içine hem de dışına doğru uzmanlaşma demektir. Uzmanlaşma toplumun belli bir gelişmişlik aşamasına denk düşer. Köye baktığımızda dörtlü tarıma geçilmesi, botaniğin gelişimi vs. gibi unsurlar ile kentlerde yaşanan yoğunlaşma, yeni meslek gruplarının oluşması, çok katmanlı bir yapının oluşması bu açıdan okunabilir.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi içten içe bir çok değişiklik yaşanmasına karşın çehresi henüz tam olarak değişmeyen bir kent görüyoruz 19. yüzyıla kadar. Mumford, Orta Çağ kentlerinin her ne kadar 14.yüzyılda ortadan kalktığını söylüyorsa da, 18. yüzyılda bile devam edecek şekilde biçimini koruduğunu, cadde sokak planlarının buna uyduğunu, “Orta Çağ çizgilerine göre örgütlenmeye” devam eden zanaatçılar tarafından aynı biçimde inşa edildiğini belirtiyor. 16 

Bu bölümün sonuna geldiğimize göre bir toparlama yapmanın tam zamanı. Bu dönem için net olarak söyleyebileceğimiz birkaç şey var. İlki, kentlerin eskisine göre daha büyük ölçeklere sahip olduğu. 15. yüzyıl öncesinde kentler (kimi istisnalar dışında) belli büyüklükleri aşamayıp sadece sayıları artarken, bu dönemde özellikle merkezi otoritelerin desteklediği kentler ciddi büyüklüklere ulaştılar. Bu nicel büyüme, niteliksel bir farklılaşma anlamına da geliyordu, daha önceki dönemlerde ticaret merkezleri, garnizon bölgeleri, dini merkezler gibi kimi işlevler üstlenen kentler, artık zorunlu yaşam alanları olarak büyüyor ve içinde hem sermaye hem de emek gücü büyük oranlara ulaşıyordu. Ancak burada niteliksel değişmeden bahsederken kastettiğimiz, kentin bileşimidir. Sınıfsal ve mali bileşim değişmiş, bu anlamda işlev de değişmişti. Daha önce kaleler ve etraflarındaki surlardan ibaret olan kentler, sermayenin surların etrafına yerleşmesi ile birlikte gittikçe büyüdü, daha açık yapılara dönüştü, yaşatılan alanlardan yaşanan yerler haline geldi. Bu sırada kent yayılır ve yoğunlaşırken, kompartımanlar birbirlerinden yalıtık bir şekilde var olmaya devam ediyordu. Sokaklar, Orta Çağ’ın dar, tek kişinin geçebileceği genişlikteki mimarisi ile inşa edilmeye devam ediliyordu. Ama kapitalizm, bu kaba sığmayacaktı. Onun yaşaması için pazarlar kurulmalı, bu pazarlar birbirlerine entegre edilmeli ve en önemlisi de pazara ulaşım kolaylaşmalıydı. Bu çok güçlü bir devinim anlamına geliyordu ve Orta Çağ’ın formu buna olanak vermiyordu.

Kentin büyüme hızı artarken, bir potansiyel enerji birikmeye devam ediyordu. Kent, kapitalizmin feodalizmden miras aldığı boyutları zorlamış, onun üzerine çıkmış ama daha fazla büyümenin aracı olan entegrasyon biçimlerini henüz üretememişti. Bunların üretimi, ancak kapitalizmin kitlesel üretim ve geniş pazarları hayata geçirmesi ile mümkün olabilecekti. Feodalizmin kentte kurduğu kabuk ancak böyle çatlayacaktı.

 

Düzenleme dönemi

Kapitalizm belli dönemlerde, kendi sınıfsal çıkarlarına da uygun bir şekilde tarihin tekerini ileri döndürme görevini üstlenmiştir. Burjuvazinin belli dönemlerde taşıyıcılığını üstlendiği bazı fikirler bizim için bu nedenle önemlidir. Daha net ve bir örnek üzerinden ifade edecek olursak, Lunaçarski’nin de belirttiği gibi Beethoven bizim için önemlidir çünkü o, burjuvazinin gençlik döneminin ruhuyla üretmiştir:

Proleter gençlik dönemi, burjuva zamanını doldurmuşluğa göre, burjuva gençlik dönemine daha yakındır. Burjuva gençlik dönemini dile getiren Beethoven, bunun için bize yakındır. Genç burjuvazi, tipik burjuvazi değildi. Onun özgül karakter özellikleri, onun kendisinden çok onun büyük umutlarla ilerleyen ve bayrağının üzeride “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” yazan, hatta kimi zaman, ütopyacı bir biçimde de olsa özel mülkiyet yok edilmedikçe bu hedefe ulaşılamayacağı (küçük burjuvazi, en radikal burjuvazi böyle konuşuyordu) bilgisine varan devrimci bir sınıf olmasında dile gelmektedir. 17 Bu ilerici itkinin her alanda aynı yoğunlukta ya da aynı dönemde ortaya çıkıp aynı dönemde sönümlendiğini söylemek mümkün değil elbette. Kentten bahsederken kapitalizmin görece geç bir dönemine olumlu atıfta bulunmak durumunda kalmamız bu eksende okunabilir. Ama David Harvey’in de belirttiği gibi 1830’lar ve 1840’lar boyunca Paris’te kente dair yapılan tartışmaların önemli bir bölümünde Saint-Simon’un etkisi olduğunu biliyoruz. Bu tartışmaların sağladığı çerçeve ile sonrasında yaşanan dönüşüm/onarım arasında bir bağ kurmak gerekiyor. Burada ortaya çıkan kent formu, kapitalizmin ihtiyaçlarına cevap veriyor olsa da aslında onun beklentilerini aşan bir toplumsal bir aradılık sağlıyordu. Sınıfların temas kurmasını, köşede kalmış mahallelerin kent merkezlerine akmasını, hayata karışmasını, yeni bir toplumsal ilişkiler ağı kurulmasına olanak sunuyordu. Tasarımcıları, bunu esas olarak kapitalistler için daha karlı ve güvenli bir kent inşa etmek için yapsalar da amaçlarını aşan bir etki ortaya çıkmıştı.

Yazının bu bölümünde kapitalizmin ulaşabildiği en gelişkin kentsel form olarak değerlendireceğimiz bir duruma dikkat çekeceğiz. Bu dönemi en gelişkin olarak değerlendirmemizin nedeni, öncesindeki döneme göre sanitasyon, ulaşım ve beslenme gibi açılardan daha iyi, sonrasındaki döneme göre de insanların birbirleriyle ilişkilenme yoğunluğu açısından daha üst seviyede bir model olmasıdır. Kapitalizm bu noktaya vardıktan sonra kentle kavgasını daha yıkıcı bir eksende sürdürmek zorundaydı. Bu, sermayenin yasası gereği böyleydi ve bu nedenle sermaye, uzun süredir kentle savaşmaya devam ediyor.

19. yüzyıl, ustaların Manifesto’da belirttikleri o büyük ilerici güce sahne olmuştu. Kırın, kentin hakimiyetine sokulmasını 18 büyük bir coşkuyla karşılayan ustaların, kent bahsinde çok az ürettiklerini biliyoruz. Buna karşın, burjuvazinin yıkıcılığı ve yeni bir dünya kurulabilmesi için harekete geçirdiği enerjiyi değerlendirdikleri birçok çalışma, bu enerjinin yansıdığı kentleri okurken bize referans olacak nitelikte. 19. yüzyılda kentlere bakarken, burjuvazinin artık ev sahibi olduğu bir dünyada evini kendi ihtiyaçlarına göre düzenleme çabasını görüyoruz. Manifesto’da da belirtildiği üzere:

Burjuvazi, üretim aletlerinde, dolayısıyla üretim ilişkilerinde ve dolayısıyla tüm toplumsal ilişkilerde sürekli devrim yapmadan var olamaz. 19 

Kenti bu değerlendirmenin dışında tutmak için herhangi bir neden yok. Daha sonra göreceğimiz gibi sermayenin organik bileşimi ve çevrim hızı da konunun bir yönünü oluşturacak ama bu aşamada Manifesto’dan çok bilinen bir pasajı daha alıntılamak yerinde olacaktır:

Üretimin sürekli devrimci dönüşümlere uğratılması, tüm toplumsal koşulların kesintisiz şekilde sarsılması, sonu gelmez belirsizlik ve hareket, burjuva çağını diğer tüm çağlardan ayırır. Tüm sabit, küflü ilişkiler, beraberindeki eskiden saygıdeğer bulunan düşünceler ve görüşlerle birlikte çözülüyor; yeni oluşmuş olan tüm ilişkiler daha kemikleşmeden eskiyor. Sabit ve durağan olan her şey buharlaşıyor, kutsal olan her şey ayaklar altına alınıyor ve insanlar sonunda yaşam koşullarına ve karşılıklı ilişkilerine ayık kafayla bakmak zorunda kalıyor. 20 Çözülmek ve yeniden kurulmak zorunda kalan yapılardan birisi de kenttir. 1850’ler, burjuvazinin bunu keşfettiği yıllar olarak da kayda geçilebilir. Bu durum, bir yanıyla yenilenme, yeni ilişki biçimleri kurma anlamına gelirken bir diğer yanıyla da belirsizlik, düzensizlik anlamına geliyor. 1850’lerde, yani sermayenin çevrim hızının görece daha düşük olduğu yıllarda bu durum bir yenilenme olarak değerlendirilebilirken sermaye çevrim hızının daha çok arttığı dönemde düzensizlik olarak ortaya çıkıyor. Bu konu yazının ilerleyen bölümünde irdelenmeye çalışılacak. Biz şimdilik, kapitalizmin mantığının kente uyarlanmaya başlandığı dönem olarak 1850’leri Haussmann ve Paris üzerinden irdelemeye çalışalım.

Dönüşümün arkasındaki genel itkiyi değerlendirmek için Manifesto’dan yaptığımız alıntıların ardından 1953 yılında Paris’te göreve getirilen Haussmann’ın yürütücüsü olduğu projenin kapitalizmin o dönemi için nereye oturduğuna bakmak yerinde olacak. Harvey, Haussmann için, “Aslında yapmakta olduğu şey, artı sermayenin nereye harcanacağı sorusuna, borçlanmayla finanse edilen Keynezyen bir kentsel altyapı yenileme sistemi kurarak yanıt vermekten ibaretti” 21 diyor. Çünkü 1948 bunalımı, atıl artı sermayenin ve atıl işgücü fazlasının açıkça yan yana görüldüğü ilk krizdi ve tüm Avrupa’yı etkisi altına almıştı. Bu durumda krizin kente kaydırılarak çözülmesi çok mantıklı bir yoldu. Haussmann da bu çözüm projesini hayata geçiren isim oldu. Yani yaygın şekilde sanılanın aksine Keynesyen model denilen kriz aşma yöntemi ilk kez İkinci Savaş sonrasında devreye sokulmadı, kapitalizm bu çözümü çok daha önce bulmuş ve kullanmıştı.

Yine de, “atıl sermayenin eritilmesi”, “Roma İmparatorluğu’na rakip bir kent yaratılması” ya da “tehlikeli sınıfların” 22 bertaraf edilmesi; amacı ne olursa olsun Haussmann’ın yürüttüğü dönüşüm çalışmasının net etkisi mal ve insan dolaşım kapasitesinin artması oldu. 23 Bu kapitalizmin ihtiyaçlarının karşılanması anlamına geldiği kadar, yeni bir toplum kurulmasına olanak sunacak unsurların sağlanması anlamına da geliyordu. Örneğin, ulaşımın gelişmesi demek, sadece mekansal bir dönüşüm değil, toplumsal bir dönüşüm anlamına da geliyordu. Kentin farklı sınıflarının aynı mekanlara gelmesi, insan ilişkilerinin/temasın/karşılaşmanın artması gibi olgular, ulaşımın gelişmesinin bir sonucuydu. Haussmann öncesinde Orta Çağ’ın anlayışıyla üretilmiş dar ve kıvrık sokaklar boyunca ya da pasajlarda dizilen dükkanlar varken ondan sonra bulvarlardan taşan insanlar ortaya çıktı. Kapitalizm daha sonraki yıllarda yoksulluğu gizlemek için bir çok yeni formül bulduysa da Haussmann’ın bulvarları göreli olarak ters bir etkiye sahipti. Paris’in dönüşümü ya da yeniden inşası, küçük hücrelerin birbirlerine zorunlu şekilde bağlanması ve yeni bir bütünlük oluşturulması demekti. Bahsedilen birleşme, kentin yeniden ölçeklendirilmesi anlamına geliyordu. Kentin aldığı bu yeni biçimde, çok farklı sınıfların aynı mekanlarda karşılaşması mümkün hale gelmişti. Bu insanlık tarihi açısından önemli bir evre olduğu gibi modern kent açısından da ulaşılan önemli bir seviyeyi temsil ediyor. Marshall Berman, 19. ve 20. yüzyılın farkını açıklarken 19. yüzyılda bulvarların insanları bir araya getirdiğini -yani patlamaya hazır insani ve maddi güçleri bir araya getirdiğinioysa 20. yüzyılda kentselliğin köşe taşının otoyollar olduğunu ve bunun 19. yüzyıldaki bütünlüğü darmadağın ettiğini belirtiyor. 24 

 

Bahsettiğimiz dönem “sokaktaki modernizm” dönemiydi. Bu nedenle Jane Jacobs gibi yazarlar, kent karşıtı tasarımcılara karşı çıkarken 19 yüzyıla göndermeden bulunmaktadır. Zira 20. yüzyılda deyim yerindeyse “sokakları öldürmeliyiz” diyen bir anlayış ortaya çıktı. Bu kapitalizmin gelişim ekseni açısından anlaşılabilir olsa da kent açısından yıkıcı bir etkiye sahipti.

 

Paris’in dönüşümü/onarımı, yaklaşık 20 yıl boyunca demir yolu ağının geliştirilmesi, devasa bulvarların inşa edilmesi, kanalların kazılması, telgraf ağlarının yaygınlaşması ve ticaret kotalarının aşağı çekilmesiyle birlikte giden bir süreçti. Bu süreç kenti başka bir bütünlüğün içine yerleştirirken kendi iç görünümünün de bununla eş zamanlı olarak farklılaşmasına yol açtı. Bu durum bir yandan kente gelen besin miktarının artmasına, kentte yaşayan işçilerin daha çok hayvansal ürün tüketebilmelerine ve besin havuzlarının genişlemesine olanak sunarken bir diğer yandan da kira ücretlerinin gelirler içindeki payının yükselmesine yol açtı. 25 Bu artışın bir sonucu da gelişen ulaşım ağı ile birlikte işçilerin kent merkezlerinin dışına yönelmesiydi.

Paris’teki dönüşüm büyük sermayenin ihtiyaçlarına göre düzenlenmişti ama yapısı gereği toplumsala alan açıyordu. Bununla birlikte küçük mülk sahiplerine karşı takınılan tutum da projenin sınıfsal karakterini net bir şekilde görmemize olanak sunar. Paris’teki küçük mülk sahiplerinin Temmuz Monarşisi döneminde Orleansçı etkin bir güç olmaları, Haussmann’ın elini kolaylaştırıyordu. Bu sınıfa özel bir yakınlık duymayan Haussmann, mülk sahiplerinin dar görüşlülüğünü aşan bir sınıfsal bakış açısına sahipti. Yıkıcılığının gücünü büyük oranda buradan alan Haussmann, gayrimenkul mülkiyetinin kapitalist biçimini teşvik ediyordu. 26

Burada değinilmesi gereken önemli bir nokta, Gramsci’nin de belirttiği gibi, II. İmparatorluk’un, Fransız devletini kapitalistleştiren güç olmasıdır. Bu sınıfsal netleşme, kentsel mülkiyete de aynı şekilde yansıdı. Konut sahiplerine yönelik sert tutumun bu eksende okunması doğru olacak.

Kentsel dönüşüm denilen bu sürecin, sermayenin krizini aşmayı öngördüğü ölçüde, sermayede de bir dönüşüme denk düşmesi gerekiyordu. Kente dair daha fazla inisiyatif alan, agresif bir şekilde kent planlamasına ve yönetimine el atan bir sermaye burada öne çıkmak zorundaydı ve aynen böyle oldu. 27 

Sermaye açgözlü bir şekilde dönüşümün “projelerini” finanse ve inşa etti. Ancak -bizim de çok yakından bildiğimiz gibisermaye, kentin sadece karlı işlerini yapmaya soyunur. Bunun aksini beklemek çok mantıklı olmayacaktır. Paris’teki hızlı yıkım ve inşanın ilk döneminde aktif bir şekilde rol alan sermayenin, giderek daha az karlı olan işlere gönülsüz bir şekilde yaklaşması bugünden bakıldığında hiç de şaşırtıcı değil. Kentsel ranta göz diken sermaye gruplarının çoğu zaman kamu özel ortaklıkları üzerinden riski kamuya karı kendisine gidecek şekilde düzenlenen anlaşma ve ilişkilerle yatırım yaptığını uzun süredir biliyoruz.

Kapitalizm altında, üretim kapasitesindeki artışla birlikte tüketim ürünlerinin bir kısmının emekçiler için de üretilmeye başlanması, ulaşımın gelişmesi ile birlikte kent içindeki bahçelerin kent dışına taşınması ve proletaryanın görece daha sağlıklı beslenmeye olanak bulması, yine ulaşımın gelişmesi ile toplumsal sınıfların temas alanlarının artması, bu sırada kentin altyapısındaki düzenlemeler sayesinde bulaşıcı hastalıklara karşı daha iyi bir konuma gelinmesi gibi bir dizi değişiklik bu dönemde ortaya çıkarken bir yandan da kent ve devlet organizasyonu, sermayenin ihtiyaçlarını daha iyi görebilecek şekilde bir önceki dönemin artıklarından temizlendi. Bir kenti kapitalizmin yeniden düzenlemesi ya da sıfırdan kurması durumu, buradaki tüm unsurları burjuvazinin kontrol altına alabileceği şeklinde değerlendirilemez. Tam da bu nedenle, Haussmann’ın yürütücülüğündeki dönüşüm/onarım çalışmasının, onun hedeflediğinden çok farklı sonuçlar da doğurmasında ilginç bir yan yok. Kenti hem içeri hem de dışarı doğru yeniden kuran ve yeni bir dünya sistemi içine yerleştiren bu dönem 28 kapitalizmin kente yapabileceği olumlu etkinin sınırlarını göstermesi açısından da öğretici bir dönem olmuştur. Sosyal etkileşimin, pazarın ihtiyaçlarını sağlamak pahasına da olsa ilerlemesi, kapitalizmin kente yaptığı en önemli katkıdır.

Giderek hızını arttırmak zorunda olan sermaye sınıfı, on yıllar boyunca öğrendikleriyle birlikte hem işçi sınıfını kontrol altına almak hem de hızı arttırmak için kent karşıtı bir tutum takınmak zorundaydı. Kapitalizmin, bu dönemi geride bıraktıktan sonra artık kentle yapıcı bir ilişki içine girme şansı kalmamıştır.

 

Yoğunlaşma  dönemi

Bu dönem 19. yüzyılın sonunda şekillenmeye başlasa da temel olarak 20. yüzyılın ilk yarısı ve 1970’lere kadar olan evreyi kapsamaktadır. Dönemi bu şekilde adlandırmamıza yol açan ise kentteki nüfus yoğunlaşması değil, sermayenin kentsel alanda kente rağmen yoğunlaşmaya başladığı dönemin bu evreye denk düşüyor olmasıdır.

Kapitalizmin ihtiyaç duyduğu hız ve kar kaynakları, kent ile kapitalizm arasındaki ilişkinin yıkıcı bir eksene oturmasını zorunlu kılıyordu. Özellikle emperyalist ülkelerde bu dönemde hayata geçirilen projelerin önemli bir kısmı, kent karşıtı nitelikleri ile dikkat çekmekte. Bağımlı kapitalist ülkelerde ise 20. yüzyılın ilk yarısında çok büyük değişiklikler olmazken İkinci Savaş’ın ardından tarımda yaşanan makineleşme ve çözülmeye bağlı olarak kentlerin plansız ve hızlı bir şekilde büyüdüğü görülüyor.

19. yüzyılın hızlı kentleşme deneyimleri, insanlık dışı şartlarda yaşayan ciddi bir kentsel nüfusun oluşmasına yol açtı. Engels’in İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu’nu yazdığı 1845 ile konut sorunu üzerine makalelerini kaleme aldığı 1872 yılları arasında kentlerde önemli değişiklikler yaşanmışsa da bu büyük oranda yoksulluğun yer değiştirmesi anlamına geliyordu. Uzun olmasına rağmen şu akıl açıcı alıntıyı paylaşmak yerinde olacak:

Gerçekte, burjuvazinin, konut sorununu kendi modeliyle çözmek (…) için yalnızca bir yöntemi vardır. Bu yönteme “Haussmann” denmektedir.

(…) üstüste inşa edilmiş işçi mahallelerinin tam ortasında, uzun, düz ve geniş yollar açmaktaki ve onların her iki yanına büyük lüks binalar sıralamaktaki amaç, barikat savaşını stratejik olarak güçleştirme amacının yanı sıra hükümete bağımlı, özellikle Bonapartçı bir inşaat kesimi proletaryası yaratmak ve kenti tam anlamı ile bir lüks kenti haline dönüştürmektir. “Haussmann” derken ben, büyük kentlerimizden, ve özellikle merkezi konumlu olanlarda, bu uygulama, ister kamu sağlığı ve güzelleştirme kaygıları, ister büyük merkezi konumlu iş yeri istemi, ya da ister demiryolları, sokaklar vb. yapımı gibi trafik gereksinmeleri nedeniyle ortaya çıkmış olmasından bağımsız olarak, şimdi genelleşmiş olan işçi sınıfı mahallelerinde gedikler açılması uygulanmasını kastediyorum. Nedenler ne kadar farklı olursa olsun, sonuç her yerde aynıdır: Bu pek büyük başarısından dolayı burjuvazinin her fırsatta kendini yüceltmesine refakat eder biçimde en rezilane ara sokaklar ve dar yollar ortadan kalkar, ama hemen başka bir yerde, ve çoğunlukla en yakın mahallede tekrar ortaya çıkarlar. 29

Engels’in bu değerlendirmesi, halen uygulanmakta olan bir “burjuva çözümünü” çok başarılı bir şekilde ortaya koymanın yanı sıra “lüks kenti inşa etme” çabasını ve yoksulluğun sadece “yer değiştirmekte” olduğu gerçeğini gözler önüne serdiği için önemlidir. Lüks kenti inşa etmek konusuna birazdan değineceğiz. Bu iki unsurun da üst üste binerek bir sonraki dönemi şekillendirdiğini görmek, Engels’in analizindeki gücü anlamamızı de sağlayacaktır. Ancak şimdilik yaratılan sefalet ve kapitalizmin bunu örtmeye muktedir olmadığı gerçeğine odaklanalım.

Üstü örtülemez durumdaki bu yoksulluk, 1800’lerin 2. yarısındaki kent karşıtı muhafazakar düşüncenin de kaynağı oldu. Kent karşıtlığıyla kendisini konumlandıran muhafazakarlık, “eski güzel günler” ve “kirlenmemiş insanların yaşadığı güzel köyler” temalarıyla bir karşı konumlanış geliştirdi. Bu, 19. yüzyılın son döneminde ortaya atılan kimi kent tasarımlarında da kedisini gösterdi. Eberez Howard’ın dile getirdiği “bahçeşehir”ler bu açıdan kent karşıtı olarak değerlendirilebilecek bir geleneğe yaslanan ve çözümü arkaikte arayan niteliği ile gerici bir çıkışı temsil etmekteydi. Jacobs’un da belirttiği gibi “bahçeşehir” de tıpkı kendisinden sonra gelen ve bir şekilde birbirlerine bağlanan “ışıyan şehir” (Le Corbusier) ve “güzel şehir” (Burnham) tasarımları gibi kent karşıtı bir düşünüş biçiminin ürünüydü. 30 

Adından da anlaşılacağı gibi kentin karşısına köyü koyan bir düşünüşten yola çıkan “bahçeşehir”in bir adım ötesi anlamına gelen “ışıyan şehirler”, araçlar için tasarlanmış kentleri anlatıyor ve gökdelenlerden oluşan “dikey bahçe-şehirler” tasarlamaktan söz ediyordu. Bu konuda Le Corbusier’den bir alıntı yapmak, kastedilenin daha rahat anlaşılmasını sağlayacak:

Hızlı arabamız, haşmetli gökdelenlerin arasından geçiyor, özel yükseltilmiş araç yoluna giriyor: Yakına geldiğimizde yirmi dört gökdelenin art arda göğe uzanmakta olduğunu görüyoruz; solumuzda ve sağımızda, meskun alanların hemen dışında, belediye ve hükümet binaları bulunuyor; ortalara geldiğimizde ise müzeler ve üniversite binalarıyla karşılaşıyoruz. Şehrin tamamı bir Park’tan oluşuyor. (…) Yolların ve evlerin istilası altında doğa eriyip gider, vaat edilen yalıtılmışlık kalabalık bir yerleşimle sonuçlanır… Çözüm ‘dikey bahçeşehir’dedir. 31 Tasarımın içine araçları sokması açısından öncü bir değerlendirme olduğunu söyleyebileceğimiz bu tema, kenti bir seyirlik haline dönüştürmesi ve yaşam alanını dışlıyor olması açısından kendisinden sonra gelen ve kenti bir müze gibi tasarlamaktan söz eden “güzel şehir” tasarımcılarının da öncülü olarak değerlendirilmeli. Aynı zamanda bahçeşehir temasını bir ileri düzeye taşıyan bu tasarım 32 , her ne kadar yeni bir kent planlaması modeli olsa da kentsel yaşamı değil kapitalizmin güncel ihtiyaçlarını referans ve muhafazakâr korkuları miras aldığı ölçüde kent karşıtıdır.

Ebenez Howard ile 1800’lerin sonunda başlayan, Le Corbusier ve Barnham ile devam eden bu yaklaşım geçtiğimiz yüzyılın emperyalist ülkelerinin kente dair ürettiği temel düşünme biçimini ortaya koyması açısından önemli. Yoksulluğu bitirme gücü olmayan kapitalizm, onun yer değiştirmesini sağlarken kentleri seyirlik nesnelere dönüştürerek gerçek yaşamı görünmez kılmaya çalıştı ve çalışmaya devam ediyor. Bu nedenle, Engels’in bahsettiği “lüks kenti” ve “yoksulluğun yer değiştirmesi” temaları kapitalizmin kente yaklaşırken izlediği temel yöntemler olmaya devam ediyor.

Le Corbusier’in tasarıma araçları da katmasının bir adım sonrasını Robert Moses yaptı. O, dönemin mekan-zaman anlayışını en hızlı kavrayanlardan birisiydi ve Haussmannvari enerji ve coşkusuyla yıkıp yeniden inşa ediyordu. Berman, “Amerika’nın Haussmann’ı” diyebileceğimiz Moses’in önemini şöyle anlatıyor: “Moses’in tarihsel misyonu, kendi tasavvuru açısından, şehrin miyadı dolmuşluğunu açığa çıkartan yeni bir kentüstü gerçeklik yaratmak oldu”. 33

Moses, Amerikan şehirlerindeki yeniden inşanın mimarı, mutlak gücün temsilcisiydi. 1920’lerden başlayarak Amerikan kentlerini yeniden yapılandıran Moses, 1920 ve 1930’larda belli bir estetik arayışı ve kent anlayışı ile hareket etmesine rağmen kente zarar veriyordu. 1950’lerde ise net bir şekilde kent karşıtıydı ve tamamen nicelikle ilgileniyordu. 34 

Kentte daha çok yoğunlaşan sermaye, kenti gittikçe daha fazla bozan bir hız anlayışını öne çıkarttı. Bu açıdan 20. yüzyıl kentlerini temsil eden unsurun otoyollar olması şaşırtıcı değildir. Bir önceki dönemde sokaklar ve bulvarların insanları -öyle ya da böylebirleştirdiği kent anlayışından, bu dönemde otoyolların insanları birbirlerinden ayırdığı bir kent anlayışına geçildi. Daha önce belirttiğimiz gibi, Berman, bu dönemin modernizmi ve kamusallığının parçalanmış olduğunu söylüyor. Bu parçalanmışlık, kentin parçalanması ve yeni kentüstü biçimlerin sermayenin güncel ihtiyaçlarına göre yapılanması anlamına geliyordu. Otoyollar bu nedenle, bu dönemin ruhunu ey iyi temsil eden unsurlardı:

Haussmann’ın Paris’e yaptıklarını II. Dünya Savaşı’nın ertesinde bütün bir New York metropoliten alanında yapacak olan Robert Moses’den başkası değildi. Moses, kentsel süreçleri tahayyül ederken temel alınan ölçeği değiştirdi ve (borçla finanse edilen) karayolları ve altyapı dönüşümleri aracılığıyla, banliyöleşme yoluyla salt şehrin değil bütün bir metropoliten alanın topyekün yeniden inşası yoluyla artı ürünün ve dolayısıyla artı sermayenin nasıl massedileceği sorununa bir çözüm getirdi. 35 

Moses’ın bu icraatları, kendi başına, emperyalist ülkelerde İkinci Savaş sonrası dönemi anlamak için yeterli değil. Kentin yeniden inşası için öncelikle yıkılması gerekiyordu. Bu yıkım Keynesçi dönemin öncesinde Avrupa’da, Hitler’in savaş makinesi tarafından sağlanırken savaşın doğrudan etkilemediği Amerikan şehirlerinde Moses tarafından sağlanıyordu. Yani burjuvazi, yeniden yapmak için yıkmıştı. Bu yıkım, 1850’lardekinden daha yoğun, neoliberal dönemdekinden ise hayli etkisizdi.

Tablonun tamamını görebilmek için Keynesçiliği de değerlendirmemiz gerekiyor. Batıda uygulanan Keynesçi politikalar, kentleşme açısından oldukça önemli etkiler yaratmıştı. Ulusal ölçekte, yarışan değil birbirini destekleyen kentlerden oluşan bir sistem olan Keynesyen modelde merkezi iktidar, kentlerin yeniden yapılanmasına dair görev üstleniyordu. Gelişmiş ülkeler kentleşme için dikkate değer kaynaklar ayırırken bir yandan da eğitim, sağlık, konut ve benzeri hizmetlerin sunumunda da doğrudan rol aldılar. Bu dönemde emperyalist ülkelerde refah uygulamaları ön plandayken bağımlı kapitalist ülkelerde sosyal devlet söz konusuydu. Aynı paradigmanın farklı ekonomik seviyelerde uygulanması olarak görebileceğimiz bu iki modelin ilkinde devlet, elinde bol kaynak olması sayesinde aktif bir destekleyici ve düzenleyici görev üstlenirken ikincisinde daha pasif rol almak durumunda kalıyordu. Nitekim, ülkemizde 60’lı yıllar boyunca devlet arazilerinde yapılan gecekondulara devletin göz yumması tam da bu eksende değerlendirilmeli. İthal ikameci modeli beslemek için ihtiyaç duyulan işgücünün, devlet tarafından mali olarak desteklenmesi mümkün olmadığı için kentsel alanların kullanılmasına göz yumularak bu eksiklik giderilmiştir.

Bunun hemen öncesine bakmak, bağımlı kapitalist ülkelerin durumunu anlamamız açısından daha iyi olacak. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra -İnönü’nün söylediği gibiyeni bir düzen kuruldu. Ancak Türkiye’nin bu düzende aldığı yer, umduğu yer değildi. Bretton Woods sistemi; IMF, DB gibi kurumları ve Marshall yardımı gibi projeleri ile ülkelere kimi misyonlar biçiyor, bu misyonların hayata geçirilmesi için çalışıyordu. Bu sistemde Türkiye gibi bağımlı kapitalist ülkelere düşen görev, bir tarım ülkesi olmaktı. Tarımsal verimliliğin arttığı, tarımda makineleşmeye geçildiği, toprak mülkiyetlerinin yoğunlaştığı, tarım kredilerinin ve ekilen toprak alanının arttığı bu dönem, doğal olarak tarımsal nüfusta çözülmelere de neden oldu. Çözülen nüfusun kentlere gidip iş araması, Marshall yardımları ile yapılmaya çalışılana uygun değildi. Zira tarımdaki çözülme ile kentlere giden nüfusu massedebilecek bir sanayileşme söz konusu değildi. Sınırlı kaynağını belli ölçüde sanayileşmeye ayıran bağımlı kapitalist ülkelerde bu nüfus, kentlerde gecekondulara yerleşti ve, plansız ve hızlı kentleşmeye neden oldu. Bu hızın, Viktorya dönemi Avrupa’sında görülen kentleşme hızından bile daha yüksek olduğu göz önüne alınırsa, plansız kentleşmenin çok da garip olmadığı anlaşılacaktır. Sanayileşmenin, kentleşmeye yetişemediği bu dönem, enformelleşmenin de önünü açan önemli bir etkide bulunmuştur. Tarık Şengül’ün emeğin kentleşmesi olarak isimlendirdiği bu dönem 36 , ülkemizde kentlerin hızla büyüdüğü, iç bileşiminin farklılaştığı, belli ölçülerde metropolitenleşmeye başladığı yıllardı. Tarımdaki çözülmenin başladığı yıllar ile 60’lar arasında, köyden gelen nüfusa karşı, olumsuzlukla kayıtsızlık arası bir tutum takınan devlet, ithal ikameci sisteme geçişle birlikte tavrını değiştirdi ve daha olumlu bir tavır sergilemeye başladı. Sınırlı kaynağını kentleşmede değil sanayide kullanmak durumunda olan devletin bu tercihi oldukça anlaşılır. Devletin gecekondulaşmaya göz yumması, batıda konut yardımlarının desteklenmesi ile aynı eksende değerlendirilebilecek bir uygulamaydı. Hatice Kurtuluş’un bu dönemi çok özlü bir şekilde değerlendiren şu yorumunun toparlayıcı olacağını düşünüyoruz:

Fordist kapitalizmin dayandığı, kalabalık ücretli sınıflar için standart malların üretimi, aynı sınıflar için aynı standartlıkta konutlar ve yaşam çevreleri üretimi ile eş zamanlı olarak gerçekleşmekteydi. Kapitalizmin geç kalmış ülkelerinde ise kırsal göçmenlerden oluşan ișgücünün konut ve barınma sorunu bir başka “standardın” kendiliğinden oluşumu ile çözümlenmekteydi.

Bu anlamda gecekondu mahalleri, kapitalizmin geç kalmış formuna özgün banliyöleşme modelinde başka bir şey değildi. Bu modelde, Batıdaki gibi devlet ücretli sınıflar için standart toplu konut alanlarının üretimini teşvik etmek yerine, bu alanları kentsel araziye dönüştürme maliyetini üstlenmeden zaten kamusal olan toprakların göçmenler tarafından işgal edilmesini göz yumuyordu. Göçmenler emek pazarına en kolay ulaşabilecekleri mesafelerde ve uygun mülkiyet statüsündeki (kamu arazisi) alt yapısız arazilere, çetin koşullarda yaşamayı ve gelirlerinin büyük bir kısmını (çoğu zaman tamamını ya da fazlasını borçlanarak) inşaata harcamayı göze alarak yerleşiyorlardı. 37 

 

Bu birikim stratejisinin sınırlarına dayanması, kapitalizmin kentle olan ilişkisinde de değişikliğe yol açtı. 1970’lere kadar süren bu dönemin ardından gelen petrol krizi ile birlikte kapitalizm, kente karşı daha agresif bir tavır takınmaya başladı. Aslında yeni formüller uydurulmayacak, var olan kimi unsurlar, yeni bir bütünlük içinde harmanlanacak, bazıları daha başat konuma gelirken kimi unsurlar da yapısal öğelere dönüşecekti. Bu açıdan gecekondulaşma, enformelleşme, sanayisizleşme, kent karşıtlığı, kentsel rantın sermayeye devri gibi şimdiye kadar çeşitli eksenlerde değindiğimiz bazı öğeler dönemin temel unsurları haline geldi.

 

Yıkım dönemi

Şüphesiz kapitalizm ilk kez bu dönemde yıkıcı olmadı. Kapitalizmin DNA’sında yazılı olan yıkıcılığı hiçbir zaman yitirmediğini biliyoruz. Ancak burada kastedilen kente karşı yıkıcı, kenti bozucu bir etki göstermesidir. Bu etki, önceki dönemlerde de görülmesine rağmen, petrol krizi sonrasına denk düşen neoliberal dönemin başat unsuru olduğu için bu döneme ismini vermektedir. Kapitalizm, uzun süredir kentle kavgalıydı ancak ona karşı yıkıcılığının-ihtiyaçları nedeniylebelli sınırları vardı. Neoliberal dönem, bu sınırların da aşıldığı zaman aralığını tarif ediyor.

Bu dönem, kapitalizmin bozucu etkisinin kent üzerinde mutlak bir şekilde görülür olduğu, sanayinin tamamen farklı bir forma dönüştüğü, kent ve kent üstü organizasyonların yeniden yapılandırıldığı bir dönem. Ancak burada ortaya çıkan formların özgünlüklerini abartmamak, kapitalizm çözümlemesi içinde oturdukları yeri net bir şekilde görmek gerekiyor. Bu dönemde görülen belli dönüşümlerin kökenlerini daha önceki dönemlerde bulmak mümkün, ancak burada önemli olan, bu dönüşümlerin nasıl bir yapı içinde ve hangi ağırlıkta yer almakta olduğu. Örneğin kapitalizmde önceden beri var olan enformel ekonomik etkinlikler, bu dönemde bir sektör oluşturacak yaygınlığa, ilişki ağlarına ve eklemlenmelere kavuştu. Mike Davis’in belirttiği üzere sayısı bir milyarı aşan ve dünya tarihinde şimdiye kadar görülen en büyük hızla büyümeye devam eden bir “küresel kayıtdışı işçi sınıfı” olgusuyla karşı karşıyayız. 38  Bu durum yapının bütününü de belli oranda farklılaştıracaktır şüphesiz. Üstelik bahsedilen işçi kitlesini, sadece kırsaldan gelen ve formel sektörlerde iş bulmak için bekleyen emekçiler değil, sanayinin yıkımı ile formel sektörlerdeki işlerini kaybettikleri için enformel sektörlerde çalışmak zorunda kalan emekçiler de büyütüyor. Metin Çulhaoğlu, bunun yapısal olarak nasıl bir farka tekabül ettiğini şöyle anlatıyor:

Burada önemli bir değişime dikkat etmek gerekir. Enformel etkinlikler, kapitalist üretim tarzının önceki evrelerinde de formel sektör ile bağlantılıydı. Ancak o dönemde bu bağlantılar, büyük ölçüde emek gücünün yeniden üretimi ekseninde ortaya çıkıyordu. Başka deyişle, enformel etkinliklerin formel sektörle o dönemdeki eklemlenmesi, sermaye birikimine ilişkin doğrudan bir boyut taşımıyordu. Bugün ise enformel sektörün bir bölümü, doğrudan doğruya sermaye birikim süreçleriyle bağlantılıdır ve formel sektörle eklemlenme de ağırlıklı olarak bu bağlantı üzerinden gerçekleşmektedir. 39 

Bu yeni eklemlenme biçimini değerlendirirken, sermayenin yaşadığı sıkışmaları görmemiz gerekiyor. Bir yandan kar oranlarının düşme eğilimi nedeniyle her seferinde kar kaynakları arayan sermaye, bir yandan da aşırı birikim krizleri yaşamaktadır. İki tarafı keskin bir kılıç söz konusu, sermaye ne karından vaz geçebilmekte ne de büyüme yarışından geri durabilmekte. Kente yapılan yatırım, bir yanıyla sermayenin ilk çevrimi olarak tanımlanabilecek endüstriden ikinci çevrimine kaçmak, sermayenin organik bileşiminde sabit sermayeyi yükseltmek anlamına gelirken, bir yandan da toprağın özgün niteliği nedeniyle bir tekel karına yatırım yapmak demektir. Bu nedenle kentsel ranta yatırım sermaye için krizi öteleyen ancak derinleştiren bir hamle olarak görülmeli. Bununla eşzamanlı olan enformelleşme de sermayenin çevrim hızın arttıran, aşırı kar için yarışırken sermayedarın elini güçlendiren bir yöntemdir. Yani enformelleşme de tıpkı kentsel ranta yapılan yatırım gibi sadece krizin ertelenmesi anlamına gelmektedir. Bunların ikisinin kentte nasıl birleştiğini aşağıda işlemeye çalışacağız. Ancak bundan önce, neoliberalizmin kimi genel özelliklerine değinmekte fayda var.

Mustafa Kemal Bayırbağ’ın, neoliberalizme dair çizdiği çerçevenin akıl açıcı olacağını düşünüyoruz:

Eğer neoliberalizmin zamansallığını araştıracaksak, tamamıyla denetlenip belirlenemese bile, ancak kapitalist devlet tarafından frenlenebilecek ya da biçimlendirilebilecek kapitalist toplumsal ilişkilerin devamlılığının teminat altına alınmasını sağlamak üzere siyasa yapım ve uygulama süreçlerinde ortaya çıkan bir dizi eğilimlere işaret etmek üzere “neoliberalizm” terimini kullanmak yararlı bir çıkış noktası olacaktır. Bu sayede, neoliberalizmi ‘kendi içinde tutarlı ve istikrarlı bir devlet-toplum ya da devlet-piyasa ilişkileri rejimi’ (…) olarak kurgulama tehlikesinden kaçınabiliriz.’ 40

Böyle bir zamansal konuma yerleştirilen neoliberalizmin kapitalizm içindeki konumu, sınırlılıkları ve yapısal özellikleri daha rahat anlaşılabilir. Bununla birlikte neoliberalimz, bir iktisadi proje olduğu kadar hegemonya projesi olarak da tanımlanabilir. Bob Jessop’un, Gramsci’nin “hegemonya her ne kadar etik-siyasal olsa da aynı zamanda ekonomik de olmalıdır” sözüne atıfla yaptığı şu değerlendirme, neoliberalizmin nasıl bir hegemonya projesi anlamına geldiğini başarılı bir şekilde göstermekte:

Gramsci’nin iddiasını, (bütüncül) iktisadi açıdan okumak hegemonik projenin asli işlevinin hakim büyüme biçiminin (bütüncül) ekonomik altyapısını güvence altına almak olduğu ve bunu, tüm toplumsal ilişkilerin, hakim büyüme biçiminin ekonomik (ve ekonomi dışı) ihtiyaçlarıyla doğrudan ve aktif biçimde uyumlulaştırılması yoluyla sağlandığı şeklinde yorumlamak daha anlamlı olacaktır. 41 Bu hegemonyanın, kent dilinde nasıl kurulduğunun en basit örneklerinden biri  “yarışan kentler” anlatısıdır. Geride bıraktığımız yerel seçimlerde tüm adaylar, süper projeler sunma baskısı altındaydı. Çünkü artık bir bütün olarak kent planlamasından ve ülke genelinde planlamalardan değil, kentlerin içinde daha dar içerikli projelerden bahsediliyor. Kongre merkezleri, Disney Land, konser salonu, turistik bölgeler vs. Kentler, artık bunları ne kadar iyi yapabildikleri üzerinden birbirleriyle yarışır durumdalar. Bu yarışma halinin, tam da kapitalizmin mantığına uygun bir plansızlık ve israfa neden olduğunu görmemek ise kör olmayı gerektirir. Dünyada kaç tane kongre merkezine ya da Disney Land’e ihtiyaç duyulur ki! Ancak merkezi iktidarların güçsüzleştirildiği, yerel yönetimlerin gücünün arttırıldığı, sermayenin doğrudan yerel iktidarlarla iletişim kurmasının kanallarının açıldığı neoliberal dönem, kent için eşitsiz bir ilişkiyi zorunlu kılmaktadır. Jessop’un sözleriyle, “Hem yerel üstü ekonomik çevre hem de ekonomi dışı yerel çevre, yerel iktisadi aktörlerin (özellikle, o anda) kavrayabileceğinden daha karmaşıktırlar ve bu aktörlerin kontrol edebileceğinden çok daha karmaşık bir nedensellik ağına sahiptirler”. 42 

Bu nedenle ademi merkezileşme ya da yerelleşme olarak sunulan projelerin uluslararası sermayenin daha rahat müdahale edebileceği alanlar yaratmaktan başka bir anlam taşımadığını görmek önemli. Sermaye grupları ve AB gibi uluslararası kuruluşlar doğrudan yerel yönetimler ile ilişkiye girmekte, onları fonlamakta ve kontrolünü bu ilişki biçimleri üzerinden arttırmakta. Birbirleri karşısında farklılık ve üstünlüklerini kanıtlamak için yarışan ve özellikle turizm için “en otantik” olduğunu ispat etmeye çalışan yerel birimlerde, daha önceki dönemde olan bütünlüklü ilişkinin de parçalanması nedeniyle mikro milliyetçiliklerin artmakta olduğu, on yılı aşkın süredir bilinen bir olgu.

İşte böyle bir yapı içerisinde kentlere bakıldığında altı temel özellik dikkat çekiyor. Yazarı her ne kadar bizimle aynı sonuçlara varmasa da sınıflandırmasını önemli bulduğumuz için doğrudan aktarmanın uygun olacağını düşünüyoruz. Yazar, postmetropolis üzerine dile getirilen altı söylemi şöyle özetliyor:

Fleksite (Esneklik Kenti): Post-fordist üretim ağları. Kozmopolis (Evrensel Kent): Glokalizasyon ya da küyerelleşme. Eksopolis (Dış-Kent): Dışa doğru gelişen ve yayılan kentler.

Metropolariteler (Büyükkent-Kutupsallıkları): Kent içindeki ayrışmaların keskinleşmesi, kutuplaşmalar.

Hapishane Toplumu: Gözetim teknolojilerinin gelişmesi ile kentin tam kontrol altına alınma çabası.

Simsiteler (Benzeşim-Kentler): Birbirine benzer yarışan kentler. 43

Kente dair bu altı tanım, mutlaklaştırılmaması kaydıyla neoliberal dönemin kentini, yani artık kent olmaktan hayli uzaklaşmış olan yerleşimi oldukça başarılı bir şekilde betimliyor. Enformelleşmenin mekanı olan, bu sayede küresel sermayenin yerel ortaklar üzerinden iş yaptığı, toplumsal proletaryayı dış çeperlerine doğru iten, ayrışmaların giderek derinleştiği, panoptikonvari düzeneklerle izlenen ve giderek birbirlerine benzeyen yerleşim birimleri, neoliberal dönemin kentlerini oluşturuyor.

Bu bölümde şimdiye kadar büyük oranda neoliberal dönemin kentini nasıl tanımlamamız, hangi özellikleriyle değerlendirmemiz gerektiğinden, tarihsel ve siyasal olarak nereye oturtmamızın uygun olacağından bahsettik. Bölümün geri kalan kısmında, daha somut olarak neoliberal dönemde yaşananlara bakmaya çalışacağız.

Petrol krizinin ardından girilen yeni dönemde, DB ve IMF’nin bir çok ülkeye birbirinin aynısı olan yapısal uyum programlarını dayattığını biliyoruz. Bu programları, iki farklı nedenle kent karşıtı programlar olarak değerlendirmeliyiz. İlk neden, yarışan kentler anlatısı içinde sermayeye yer açmak için kamusal kaynakların halka değil sermayenin ihtiyaçlarına göre düzenlenmesidir. Kamunun riski üstlendiği kamu-özel ortaklığı modelleri, vergi kolaylıkları, kentsel alanların sermayeye tahsisi ve bu tahsis işlemi için arsaların halktan alınması gibi uygulamalar, yapısal uyum programlarında da önemli dayanaklar buluyordu. Daha önce refah politikalarında yer alan her türlü kentsel yatırım bu programlar ile tersine çevrildi.

En az bunun kadar önemli olan bir diğer neden de kentteki ve kırdaki çözülmedir. Bir yandan kentlerin büyük sanayiden arındırılması, enformel sektörlerin öne çıkartılması, süreci yaşanırken bir yandan da tarıma yapılan destekler kesildi, köyde yaşayan insanların kente gelmesinin önü açıldı. Bunun sonucu olarak kentsel yoksulluk hızlı bir şekilde yükselirken kentin merkezinde yer alan değerli arazilere konan sermaye sınıfı, bu kez bu arazileri işçilere/ yoksullara bırakmamakta kararlıdır. Bu nedenle neoliberal dönemde kentler çeperlerine doğru genişleme eğiliminde. Daha önceki dönemde devletin göz yumması ile kentsel alana enformel ağlar üzerinden yerleşen göçmenler artık büyük şehirlerin çevrelerinde yerleşmekte, bu durum kentsel ayrışmayı da hızlandırmakta. Bu yerleşimin ne kadar büyük olduğunu görmek önemli. Zira Mike Davis, 1970’ten beri kent nüfusunda artışta en büyük payın, 3. dünya kentlerinin çevrelerindeki bu yerleşimler olduğunu belirtiyor. 44  Daha önce gecekondu bölgeleri köylerde gelen göçmenlerin yerleşim yeriyken, kentlerde sanayide yaşanan çözülme ve enformelleşme nedeniyle artık bu kesime de ev sahipliği yapıyor. 1980-86 yılları arasında Latin Amerikan’da kentsel yoksulluğun %50 arttığı 45 ve BM’nin 2020 yılında kentsel nüfusun %45-50’sinin kent yoksullarından oluşmasını beklediği 46 gibi iki önemli istatistiği paylaşırsak, neoliberalizm olarak adlandırılan programın ne kadar etkin ve yıkıcı olduğu daha net anlaşılacaktır.

 

  *: 47

 

 

 

Dipnotlar

  1.   Bülent Duru, Ayten Alkan, “Giriş”, 20 Yüzyıl Kenti, Der. Bülent Duru, Ayten Alkan, 2002, İmge Kitabevi, s. 8-9.
  2.   Lewis Mumford, Tarih Boyunca Kent, Çev. Gürol Koca, Tamer Tosun,  Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2013, s.47.
  3.  L. Mumford, Age., s. 47.
  4. Henri Lefebvre, Kentsel Devrim, Çev. Selim Sezer, Sel Yayıncılık, 2013, İstanbul s. 55.
  5.  Burada bir ek yapılması gerekiyor. Fredric Jameson’ın diyalektik yönteme dair yaptığı şu tanımlama, kastedilen “mümkün olan en tam bütünlük” kurgusunu ve bu kurgunun kapalı bir yapı olmadığını net bir şekilde anlatıyor: “Bugüne kadar ne kimse bu bütünlüğü (bütünlük olarak kapitalizm kastediliyor OG) tam anlamıyla görmüştür, ne de kapitalizm bu bütünlüğüyle göze görünebilir; kapitalizm sadece semptomları ile kendisini gösterir. Bu demektir ki kapitalizme dair bir model inşa etmeye çalışan her girişim bir yanıyla başarılı bir yanıyla da başarısız olmak durumundadır. Bu model denemelerinde kapitalizmin bazı yönleri öne çıkarılacak, bazıları ihmal edilecek ve hatta yanlış aksettirilecektir. Her temsil kısmidir. Bununla birlikte vurgulamak gerekir ki olabilecek her türlü temsil inşa ve ifadenin farklı heterojen biçimlerinin bir bileşkesidir. Aynı zamanda zihinde parçaları eklemlemenin değişik tarzlarının bir bileşkesidir. Bu farklı eklemlenme tarzları birbirleriyle tamamen uyumlu olmamakla birlikte kapitalizm gibi bir bütünlüğe yaklaşmanın çoklu perspektiflerini işaret eder; ama hiçbir zaman da tam olarak onu kuşatmayan farklı yaklaşımların bir karışımı olarak kalır. İşte diyalektiğin varlığının nedeni de bu uyuşmazlıktır; zira diyalektik, birbirleriyle uyumsuz düşünce tarzlarını tek-boyutluluğa indirgemeden eşgüdümlü hale getirmek için vardır.” (Frederic Jameson, Kapital’i Sahnelemek, Çev. Cenk Saraçoğlu, Sel Yayıncılık İstanbul, 2013, s.15. )
  6.  Raymond Williams, “Marksist Kültür Teorisinde Altyapı ve Üstyapı”, Kültür ve Materyalizm, Çev. Ferit Burak Aydar, Sel Yayıncılık, İstanbul, 2013, s.48.
  7. Henti Pirenne, Ortaçağ Kentleri, Çev. Şadan Karadeniz, İletişim Yayınları, İstanbul, 2012, s.79. Ancak o dönemde bahsedilen kentle şimdi bizim aklımızda canlanan kentin aynı şeyler olmadığını bilerek.

     

    Dönemin kentlerini, alan ve nüfus açısından çok daha küçük, mesleki uzmanlaşmaların daha az olduğu, işyeri ve evlerin ayrışmadığı, ikincil yerleşim alanları olarak düşünmek gerekir. Ticaretin, kentin cazibesini arttırması sayesinde daha 11. yüzyıldan başlayarak kentler, cazibe merkezlerine dönüştü. Fakat bu henüz güney için böyleydi. 13. yüzyılda ilk kapitalist üretim ilişkilerinin İtalya’da görülmeye başlandığını söyleyen Marx’ın işaret ettiği serflikteki çözülme, 7 Karl Marx, Kapital, Cilt 1, Çev. Mehmet Selik, Nail Satlıgan ,Yordam Yayınları, İstanbul, 2011, s688.

  8.  List of Largest European Cities in History, http://en.wikipedia.org/wiki/List_of_largest_ European_cities_in_history#Data_from_Hohenberg_and_Lees_.281985.29
  9.  Yalçın Küçük, “İngiliz Endüstri Devrimi Öncesinde Avrupa’da Yünlü Dokuma Sanayi”, Bilim ve Edebiyat, İthaki Yayınları, İstanbul, 2004, s. 230-279.
  10. Colin A. Ronan, Bilim Tarihi, Çev. Prof.Dr.Ekmeleddin İhsanoğlu, Prof.Dr.Feza Günergun, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları, İstanbul, 2003, s.312-316.
  11.  K. Marx, Age., s.693-4.
  12.  K. Marx, Age., s. 696.
  13. Marshall Berman’ın modernizm dönemlendirmesi bu açıdan akıl açıcı bir değerlendirmedir. Berman, 16-18. yüzyıl arasını insanların şaşkın olduğu, henüz bir bütünlüğün oluşmadığı, “kamusal”ın yaratılmadığı bir dönem olarak değerlendirir; bunun ardından 1790’ların büyük devrimci dalgası ile başlayan ve 20. yüzyıla kadar süren dönemi kamusalın doğduğu, muazzam bir devrimci enerjiye sahip, yaşamın her alanında altüst oluşların yaşandığı evre olarak tanımlar; son evrede ise modernizm tüm dünyayı kaplayacak kadar yayılmış ancak parçalanmıştır. Parçalı dili ile kamusalı yitirmiştir. Bu çerçeve, yazımızdaki dönemselleştirmenin dayandığı ekseni özlü bir şekilde sunmakta. Berman Marshall, Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor , Çev: Ümit Altuğ, Bülent Peker, İletişim Yayınları, İstanbul, 2005, s.29 .
  14.  Bu konuda Mumford’un Amsterdam tarifinden yararlanılmış ancak ondan faklı bir yorum üretilmiştir. Karşılaştırma için: L. Mumford, Age., s. 540-547.
  15.   L.Mumford, Age., s.429.
  16.  Anatoli Lunaçarski, “Beethoven Bizim İçin Neden Değerlidir (1927)”, Miras, İnter Yayınları, Ağustos 2001, İstanbul, s.26.
  17. Karl Marx, Frederic Engels, Komünist Manifesto, Çev: Erkin Özalp, Yazılama Yayınları, İstanbul, 2011, s.15.
  18.  Karl Marx, Frederic Engels, Age., s. 14.
  19.  Karl Marx, Frederic Engels, Age., s. 14.
  20. David Harvey, Asi Şehirler, Çev. Erkin Özalp, Metis Yayınları, İstanbul, 2013 s.48.
  21. Gerçekten de “tehlikeli sınıflar”, çalıştırılarak bertaraf edildi. Hatta, dışarıdan pek çok duvarcı ustası da geldi Paris’e. İStihdamın artışıyla tehlikeyi savuşturmaya çalışan burjuvaziye verilen en sert yanıt, dışarıdan gelen duvarcı ustalarının da Paris Komünü’nde aktif rol oynaması oldu.
  22.  David Harvey, Paris, Modernitenin Başkenti, Çev. Berna Kılınçer, Sel Yayıncılık, İstanbul, 2012  s.148.
  23.   M. Berman, Age., s.223-224.
  24. Harvey, daha önce işçilerin gelirlerinin onda birini konut harcadığını, bu oranın 1860’larda yedide bire kadar yükseldiğini ancak 1870’lere gelindiğinde yüzde 30’a kadar yükseldiğini belirtiyor. Harvey, Paris, Modernitenin Başkenti, s.256.
  25.   David Harvey, Age, s.173.
  26.   David Harvey, Age, s.156.
  27. Burada yaşanan süreci küreselleşme dönemi olarak değerlendirebiliriz. Son birkaç on yılın önemli tartışma başlıklarından birisi olan küreselleşmeden nitel olarak farklı olsa da benzer mekanizmalar üzerinden işlediğini söylemek mümkün. Ardından gelecek olan emperyalizm dalgası ile arasındaki fark, bizim dönemlendirmemizde “Düzenleme” ve “Yoğunlaşma” dönemleri arasında farkı da anlatıyor. Kemal Okuyan’ın şu tespiti, bu farkı özlü bir şekilde ortaya koyması açısından önemli : “(…) ‘küreselleşme’ olsa olsa sermayenin yatayına hareketini tarif edebilir, emperyalizm ise dikeyine de çalışan bir sistemdir.” Kemal Okuyan,Türkiye Solunun Yurtseverlik Sınavı, Yazılama Yayınları, 2013, İstanbul, s. 129.
  28.  Frederic Engels, Konut Sorunu, Çev. Güneş Özdural Sol Yayınları, Ankara, 1992, s.74 .
  29.  Jane Jacobs, Büyük Amerikan Şehirlerinin Ölümü ve Yaşamı, Çev. Bülent Doğan ,Metis Yayınları, İstanbul, 2011, s. 36-45.
  30.  Le Corbusier’den Aktaran J.Jacobs, Age. s. 41-42.
  31. Anlatılan tema çok uzak gelebilir. Ancak ne yazık ki ülkemizde de benzer bir şekilde uygulanmaya çalışılmakta, hatta öne çıkartılmaktadır. Marx’ın da belirttiği gibi ilki trajedi olarak değerlendirilebilecek bir tarihsel tema iken ikincisi ancak komedi olabilmektedir. Bir emlak patronunun televizyonlara çıkıp “Hep hayal ederdim, 10. kattaki evin bahçesi olur mu?” diyerek satmaya çalıştığı projelerini dikey bahçeşehir düşüncesi içinde değerlendirmek yerinde olacaktır. Kent ve doğayı mutlak bir karşıtlık içinde gören, kentin insanın doğada hayatta kalma mücadelesinin bir parçası ve bu çabada üretilen bir yapılı çevre olduğu gerçeğini göremeyen bu yaklaşımın, doğayı saksılarda beslenebilecek ev hayvanları gibi görmesinde de bir gariplik bulunmuyor. Ne yazık ki!
  32.  Berman, Age., s.407.
  33.   Berman, Age., s.411.
  34.  David Harvey, Age, s. 50.
  35. H. Tarık Şengül, “Türkiye’de Kentleşmenin İzlediği Yol Üzerine: Bir Dönemleme Girişimi”, Kentsel Çelişki ve Siyaset, Demokrasi Kitaplığı, Ankara, 2001, s. 76.
  36.  Hatice Kurtuluş, “Kentsel Dönüşüme Modern Kent Mitinin Çöküşü Çerçevesinden Bakmak”, Planlama Dergisi, 2006-2, ŞPO Yayını, Ankara. s. 8.
  37.  Mike Davis, Gecekondu Gezegeni, Çev. Gürol Koca, Metis Yayınları, İstanbul, 2013, s.213.
  38.  Metin Çulhaoğlu, “Sınıf Mücadelesinde Mekan ve Bütünlük Sorunları”, Doğruda Durmanın Felsefesi, Cilt 1 YGS Yayınları, İstanbul, 2002, s.317.
  39.  Mustafa Kemal Bayırbağ, “Devletin Yeniden Ölçeklenmesi, Dışlanma ve Neoliberalizmin Zamansallığı”, Tarih, Sınıflar ve Kent, Der: Besime Şen, Ali Ekber Doğan, Dipnot Yayınları, Ankara, 2010, s.271-2.
  40. Bob Jessop, “Kentsel Yönetimlerin Düzenlenmesine Neo-Gramscici Bir Yaklaşım: Birikim Stratejileri, Hegemonik Projeler ve Yönetişim”, Çev. Duygu Türk, Hegemonya, Post-Fordizm ve Küreselleşme Ekseninde Kapitalist Devlet, Der. Betil Yarar, Alev Özkazanç, İletişim Yayınları, İstanbul, 2005, s.352.
  41.   B.Jessop, Age. s.356.
  42.    Erward W. Soja, “Postmetropolis Üzerine Altı Söylem”, 20. Yüzyıl Kenti, Der. Bülent Duru, Ayten Alkan, İmge Kitabevi, Ankara, 2002, s.291-292.
  43.   Mike Davis, Age., s.54.
  44. Mike Davis, Age., s.190.
  45.  Mike Davis, Age., s 184.
  46.   Turgut Uyar, Su Yorumcularına II.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×