Andrew Murray’in Makalesi Üzerine: Kapitalizmin En Yüksek, Daha da Yüksek Aşaması*

Dünya kapitalist sistemi derin bir krizle boğuşurken, küresel bir sistem olarak kapitalizm bugün daha yoğun tartışılıyor. Çoğu zaman tartışmanın ismi de konmuyor. Oysa tartıştığımız adlı adınca kapitalizmin son aşaması olarak emperyalizm.

 

Komünistlerin ve hatta genel olarak solun bu krize oldukça güçsüz ve dağınık girmesi ismi konulamayan bu tartışmanın ekseninin de kaymasına neden oluyor. Solun ideolojik ağırlığının azalmasıyla bazı sözcüklerin lügatlerden silinmesi at başı gidiyor.

 

Emperyalizm bazı çevrelerde çoktan unutulmuş bir kavram. Ancak unutulmuş olması, Lenin'in yüzyılın başında modern içeriğini kazandırdığı bu kavramın günümüze ışık tutmasını engellemiyor. Lenin'in Birinci Dünya Savaşı'nın sıcağında kaleme aldığı broşüründe ele aldığı temel noktaların tamamı ve konuyu ele alış yöntemi kimilerine şaşırtıcı gelebilecek derecede güncel bugün. Emperyalizmin dünya üzerinde gerçekleşen onca olaydan, devrimlerden ve karşı devrimlerden, iki dünya savaşından, sosyalizm ve kapitalizm arasında gelişen rekabetten, bu sistemlerden birisinin çözülüşünün ardından yeni bir dünya sistemi kurma çabalarından sonra tamamen aynı kaldığını kimse iddia edemez.

 

Ama emperyalizmin değişmeyen nitelikleri var. Tıpkı kapitalizmi tarif eden, kapitalizmi kapitalizm yapan değişmez özellikler gibi, emperyalizmi, kapitalizmin bu nihai aşamasını karakterize eden bir temel var. Bu temel değişmeden durduğu için, Lenin'in bu temeli ortaya çıkaran analizi dünyaya soldan ve işçi sınıfından yana bakanlar için güçlü bir silah olmayı sürdürüyor.

 

Peki savaşın sıcaklığında büyük Rus devrimcisinin bu kadar isabetli ve güncelliğini bugün dahi koruyacak denli yetkin bir soyutlama yapabilmesinin sırrı nedir?

 

Lenin, iyi ama çok iyi bir marksisttir ve onun marksizme katkısı bir düşünce sisteminin Rusya koşullarına uyarlanması basitliğinde ele alınamaz. Lenin marksizmin devrimci özüne kıskançlıkla, hiçbir tavize yer vermeksizin sahip çıktığı için büyük bir marksisttir. Katkısını da bu devrimci özü koruyarak ve bu özün etrafına inşa ettiği için marksizme evrensel ve hâlâ güncelliğini koruyan bir katkı koymayı başarmıştır.

 

Emperyalizm broşürü bunun çok güzel bir örneğidir. Lenin'in bu broşürü yazarken temel derdi Kautsky'nin emperyalizmle ilgili görüşlerini teorik olarak çürütmek değildir. Bu ancak bir sonuç olabilir. Kautsky, dünya savaşında takınılan tavır nedeniyle uluslararası işçi hareketinde yaşanan bölünmenin taraflarından birisinin en karakteristik temsilcisidir. Rusya'nın yanı sıra daha o günlerde dünya solu içinde de iktidarı arayan Lenin'in işçi sınıfı hareketi içindeki meşruiyetini artırmak için yalnızca Alman işçi sınıfını değil tüm Avrupa işçi sınıflarını reformist bir bataklığa doğru çeken Kautsky'ye saldırması makuldür.

 

Ama Lenin tüm bunları tek bir amaçla yapar. Lenin Rusya'da ve Avrupa'da devrimi aramaktadır…

 

Polemiğin derdi budur. Uluslararası işçi hareketindeki yaşanan bölünmenin ekseni her defasında bu zeminde tarif edilmelidir. Dünyada yükselişe geçen ulusal kurtuluş hareketlerine ve başka coğrafyalara taşınan burjuva devrimlerine bu gözle bakılmalıdır.

 

Kapitalizmin içinde bulunduğu koşullar bu gözle değerlendirilecek ve adı böyle konacaktır: Emperyalizm kapitalizmin son aşamasıdır ve açılan sosyalist devrimler çağıdır. Sosyalist devrimler çağının ilk teorik işaretini “İktidara giden yol” çalışması ile Kautsky'nin vermesi tarihsel bir ironidir artık. Sömürgeciliğin yayılması ve hızlanan silahlanmayla birlikte baş gösteren dünya savaşı tehdidi, sendikalizmin ve refah politikalarının çöküşü, tarımsal fiyatların artması, toplumdaki ahlaki değerlerin aşınması ve çürüme… Bunları önce Lenin değil Kautsky yazmıştır ve tüm bunlar Kautsky'ye göre devrimci bir dönemin açıldığının işaretleridir. Ama ironi de Alman düşünür ve onun gibi düşünen herkes için işte bu çağın açılmasıyla başlar.

 

Devrimler çağında devrimi mümkün kılacak mükemmel koşulları beklemek mi… Yoksa aynı çağın kendisinin zaten bu koşulları tanımladığını söyleyerek devrimi aramak mı…

 

Bu radikal farklılık Lenin'e “Emperyalizm”i yazdırır. Aynı radikal farklılık 20. yüzyılda kimin marksist kalıp kimin dönek bir reformist olarak öleceğini de belirleyecektir.

 

Bugün de soru farklı değil. Bugün de devrimi aramakla, devrimi mümkün kılacak koşulları beklemek arasındaki farklılık dünya solunu tasnif etmeyi sürdürüyor. Yine bugün de ikisinin arasında salınanlar ve hata yapanlar da oluyor. Çünkü devrimci bir teori olarak marksizm farklı alanlar arasındaki salınımlardan teori çıkartmak konusunda mahir bir yönteme dayansa da devrimcilik konusundaki salınımları affetmiyor, hemen dışına atıyor.

 

Evet, soru bugün de aynı… Lenin'in broşürünü ve dolayısıyla o broşürden yola çıkarak günümüz emperyalizmin okurken aklımızda değişmeyen tek hedef olmalı: Bugünün dünyasında devrimi aramak… Üstelik bunu acil ve güncel bir görev gibi görerek yapmak.

 

Birinci Dünya Savaşı yıllarında emperyalizme yaklaşımın komünistlerle sosyal demokratları ayıran temel çizgi olmasına da tam bu noktadan bakılmalıdır. Emperyalizmi doğru bir şekilde anlamakla, emperyalizmi devrimci bir analize tabii tutmak arasında doğrudan bir ilişki vardır.

 

Bu sistemin gelişimi sırasında ortaya çıkan devrimci olanakların izini sürmeyen, sisteme yıkmak için bakmayan birisinin emperyalizmin temel niteliklerini doğru okuması imkansızdır.

 

Devrimci olmayan bir göz, sistemin tepesinde duran ülkelerde gelişen işçi aristokrasisine baktığında sınıfın devrimci gelişiminin önündeki engelleri, bu engelleri temizlemek için öncü bir partiye duyulacak ihtiyacı ya da devrimin coğrafyasındaki yer değişimini değil, işçi sınıfının içinde de kapitalizm koşullarında refaha ulaşabilecek kesimleri görür. İkincisinden bu refahın genişletilmesi veya başka ülkelerde de böylesi bir gelişim çizgisinin mümkün olduğu tezi çıkar.

 

Emperyalist ülkeler arasındaki rekabeti kötü yola sapmış kapitalistlerin hırslarının bir sonucu olarak değerlendirmek ve bunları tasfiye ederek kapitalizmi rehabilite etmeye çalışmak da ihtimal dahilindedir, bu rekabetle savaşlar arasındaki ilişkiden yola çıkarak emperyalist sistemin iç çelişkilerinin işçi sınıfı hareketi açısından yarattığı olanaklara odaklanmak da…

 

Analizin nesnesine yalnızca kendisi dönüşen değil aynı zamanda dönüştürülebilecek bir olgu şeklinde bakmak, yaklaşımın mutlaklaştırılmasının da önüne geçer. Marksizm sizi değişmez sabit ve şemalardan böyle korur. Nesnenin ve analizin bütünselliği de aynı derecede önemlidir. Bir sistem olarak emperyalizmin yalnızca istediğiniz tarafına bakamazsınız. Lenin'de de istediğinizi görüp istemediğinizi görmezden gelemezsiniz…

 

Lenin'le pazarlık yapılmaz

Lenin'in “demokratik sorun”lara yaklaşımıyla devrimci mücadelede bir çığır açtığı doğrudur. Ulusal bağımsızlık mücadelelerinin emperyalizme karşı mücadelede dikkate alınması gerektiğini, işçi sınıfının bu bağlamda ulusal kurtuluş hareketlerine kayıtsız kalamayacağını söyleyen de oydu.

 

Neredeyse tüm bir 20. yüzyıl Lenin'in haklı çıktığının kanıtlarıyla doludur. Ancak Lenin'in ulusal kurtuluş hareketleri de dahil olmak üzere tüm “demokratik sorun”larda hep sabit bir referans noktası vardı.

 

Devrimi aramadan, işçi sınıfının çıkarları nerede diye sormadan bu sorunlarda siyasi bir doğrultu belirlenemez. İşçilerin çıkarları nerede diye sormak için de dünyaya sınıfların penceresinden bakmak zorunludur.

 

Emperyalizmin kapitalizmin tam da kendisi olduğunu görmeyecek, dolayısıyla bu sistemin temel çelişkisinin emek sermaye çelişkisi olduğunu unutacaksınız… Ulusal sorunlarla kapitalizmin eşitsiz gelişimi arasındaki mutlak bağlantının üzerini örteceksiniz… Emperyalizmin hiyerarşik bir sistem olduğunu ve sistemin tepesinde duran ülkelerin diğerleriyle girdiği sömürü ilişkisini, başat emperyalist ülkelerin tüm dünyaya nasıl kan kusturduğunu görmezden geleceksiniz… Emperyalist rekabetin yalnızca sistemin ve dolayısıyla bu rekabetin bir parçası olmayan unsurlar tarafından devrimci bir şekilde kullanılabileceğini, bu rekabette düzenin içinde bir taraf olmanın sistemi güçlendirmeye yarayacağını yok sayacaksınız…

 

Aslında tam anlamıyla emperyalizmi sözlükten silmeye, bir kavram olarak emperyalizmi zihinlerden ve siyasetten temizlemeye uğraşacaksınız… Sonra da ulusal kurtuluş hareketleri konusunda Lenin'e atıf yapacaksınız.

 

Lenin'in emperyalizm analizinin neredeyse tamamını unutup bu bütünselliğin içinden yalnızca “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı”nı almaya çalışırsanız karşınıza önce Lenin çıkar.

 

20. yüzyıldaki tüm ulusal kurtuluş hareketleri için aynı sorunsal geçerlidir: Bu hareketlerin içindeki devrimci unsurlar bu şekilde güçleniyor mu? Bu hareketin yükselişi ve başarısı emperyalist sistemi ve dolayısıyla burjuvaziyi geriletiyor mu?

 

Lenin için esas mesele devrimdir. Hem de hemen şimdi devrim…

 

Ama hangi devrim? Elbette işçi sınıfının iktidara geleceği sosyalist devrim.

 

Lenin hayatının hiçbir döneminde “saf” anlamıyla yalnızca emek sermaye çelişkisinin üzerinde yükselecek bir devrimi savunmadı elbette. Emperyalizm çağında bunun olanaksız olduğunu düşünüyordu. Hatta ihtimal dahilinde olsa dahi o bu kadar bekleyemezdi. Aslında onun değil sömürülen, açlık, sefalet ve yoksulluk içinde yaşayan işçi sınıfının acelesi vardı.

 

Bu anlamıyla “saf” olmayan devrim, işçi sınıfının çıkarları açısından bakıldığında ise mutlak olarak saftır. Lenin'de bu bağlamda sınıf uzlaşmacılığına yer yoktur. Dünya devrimi hedefi de, bu hedefle bağlantılı ittifaklar politikası da hep bunu veri alır.

 

Kapitalizmin uyumlu, harmonik bir yapısı olamaz ve sistemin eşitsiz gelişimi, farklı devrimci dinamiklerin eşitsiz gelişimini de beraberinde getirir. Dolayısıyla farklı dinamiklerden bu eşitsizlik bağlamında yararlanmak da esasında zorunludur. Ama düzenin merkezindeki temel karşıtlık asla değişmeyeceği için bu çelişkide tutulacak tarafın da kati surette değişmemesi, tüm bu dinamiklerin bu çelişkinin ekseninde her defasında yeniden yapılandırılması gerekir. Ulusal kurtuluş mücadeleleri için de bu yaklaşım her zaman geçerlidir.

 

Lenin için sosyalist devrim nihai bir hedef değildir. İşçi sınıfının iktidarı fethedeceği sosyalist devrim her zaman güncel ve aslında daimi bir hedeftir.

 

Herkesi Lenin teselli etsin

Lenin'in emperyalizm hakkında yaptığı iktisadi analizin de merkezinde ekonomik olanla siyasi olan arasında devrimci bir ilişki kurma arayışı vardır. Yoksa, Lenin'in iktisadi yaklaşımının kendisinden önce gelen düşünürlere borçlu olduğu doğrudur. Dahası, Rus devrimci bilimsel açıdan kendisinin son sözü söylemediğinin de farkındadır elbette.

 

Ancak Bolşevik liderden önce de kapitalizmin güncel analizinin yapılmış ve bunun siyasi sonuçlarının görülmüş olduğu saptaması fazlasıyla iddialıdır… Kapitalizmin değişen koşullarını yansıtan bir dünya programı geliştiremeyenlerin, savaş konusunda doğru tutum almayanların yaklaşan savaşı görmüş olmalarının bir değeri yoktur. İktisadi gelişmelerin siyasi sonuçlarını okumakla bu sonuçlardan hareketle doğru tavır almak bir bütündür. Bunların arasında bir zaman sıralaması da olamaz üstelik. Önce dünyayı doğru okuyayım, sonra da tavır alayım diyerek siyaset yapılamaz. Dünya ancak bir tavırla, taraf olarak, pozisyon alarak okunabilir…

 

Bilimsel çalışmalarda sıçramalar doğal olarak bir birikimi veri alır. Marx, Ricardo'ya, Hegel'e ve başkalarına, Lenin, emperyalizm söz konusu olduğunda Hobson ve Hilferding'e borçludur elbette. Ancak bu borç her iki ustanın da yöntemsel kopuş ve sıçramalarının değerini küçültmez.

 

Lenin, bize Marx'tan sonra bir kez daha devrimci tavır ve yaklaşımın, tarihe müdahale etme ve tarihi değiştirme iradesinin, dünyayı doğru okumanın da tek yolu olduğunu göstermiştir. Hem de bu devrimci yaklaşımın bütünselliğini, her alanda yeniden üretilmesi gerektiğini tekrar tekrar hatırlatarak…

 

Bugünkü dünyayı okurken de yapmamız gereken hiç farklı değil… Bu dünyanın değiştirebilir olduğunu bilerek, insanlığın yaşadığı sorunların tek çözümünün bir devrim olduğunu hiç unutmadan hareket edeceğiz.

 

Tek çözüm… Devrimin tek çözüm olduğu konusunda ısrarcı olmayanın bugün de insanlığa bir umut sunma şansı yok.

 

Lenin'in ısrarı da buydu. Kautsky'ninki başta olmak üzere kapitalizmin kendi sorunlarını bir şekilde çözerek ilerleyeceğini varsayan tüm fikirleri şiddetle reddediyordu.

 

Kim haklı çıktı peki?

 

Emperyalizmin proleter devrimin arifesi olduğunu yazan Lenin mi? Yoksa kapitalizmin barış içinde bir tür ultra-emperyalizme doğru ilerleyeceğini, insanlığın tedrici şekilde aydınlık bir geleceğe doğru yürüyeceğini söyleyen Kautksy gibiler mi?

 

Tek çözüm devrimdir demeyen, bu tek çözümle emperyalizmin proleter devrimin arifesi olduğu saptamasını bağdaştıramayan herkes kapitalizm içinde arayışlara girmek zorunda kalır. Emperyalizmin yüksekten daha yüksek aşamalarını gördüğümüz saptaması da aynı anlama gelir.

 

Emperyalizmin yapısının siyasi ve iktisadi olarak dönüşümlerden geçmesi ve hatta gelecekte de geçecek olması, emperyalizm çağının sosyalist devrimler çağı olduğu gerçeğini değiştirmez. Lenin'in bu vurgusu teselli edici bir soyutlama olarak görüldüğü anda Rus liderin tüm emperyalizm analizi çöpe gidecektir.

 

Nedir Lenin'in Ekim Devrimi'nden önce de sonra da ısrarla savunduğu bu tezi bugün bir teselliye çeviren? Sorun komünizmin 20. yüzyılın sonunda kaybetmiş ve geri çekiliyor olmasıysa, burada soru Lenin'e değil onun ardından gelenlere, genel olarak dünya soluna yöneltilmelidir.

 

Doğru, biz 20. yüzyılı kaybettik. Ama koca bir yüzyıl, başarı ve başarısızlıklarıyla boşuna yaşandı denilebilir mi? Yeni yüzyıldaki devrimci atılımların 20. yüzyıldakileri veri almak, onların deneyimlerinden, doğruları ve yanlışlarından faydalanması gerektiği açık değil mi?

 

Ama tüm bunlardan daha önemlisi inişleri ve çıkışlarıyla Ekim Devrimi'nden sonra yaşadığımız yüz yıl boyunca bu çağın sosyalist devrimlerin çağı olmadığını, kapitalizmin gelişkinlik düzeyinin ve sınıflar mücadelesinin dinamiklerinin sosyalist devrimci bir atılım için gereken maddi zemini oluşturmadığını gösteren tek bir somut örnek var mı?

 

Dahası yine aynı yüz yıl boyunca insanlığın kapitalizm koşullarında barış, huzur ve refah içinde yaşayabileceğine inanabileceğimiz tek bir gelişme gördük mü?

 

O halde Lenin'in saptaması teselli edici bir soyutlama değil büyük başarı ve muazzam başarısızlıklarımızla geçen yüzyılın özeti olmalı… Üstelik ısrarla tekrar etmemiz, hep akılda bulundurmamız gereken bir özet. Çünkü aynı soyutlama bugün için de geçerli. Çünkü emperyalizm hâlâ proleter devrimlerin arifesi. Çünkü emperyalizm geçirdiği tüm dönüşümlere rağmen kapitalizmin en yüksek ve nihai aşaması ve çağımız kapitalizmden sosyalizme geçiş çağı…

 

Günümüzün emperyalizmine de bu gözle bakacağız, değişim ve dönüşümleri devrimci bir tavırla okumaya çalışacağız.

 

Kapitalizmin hangi aşaması…

Günümüzde emperyalizm derin bir krizle boğuşuyor. Bu kriz bir hegemonya krizi olarak nitelendirilemez, çünkü krizin yalnızca hegemonyayla ilgili boyutu yok. Dünya kapitalist sisteminin yaşadığı çok boyutlu bunalım, kendisini çeşitli alanlarda gösteriyor. Hegemonya konusunda yaşanan sarsıntılar bunlardan yalnızca birisi…

 

Emperyalizm küresel bir sistem ve tüm kapitalist ülkeler bu sisteme istisnasız bir şekilde dahil oluyorlar. Dünyada kapitalist olup da bu sistemin dışında kalan bir ülke yok… Ancak sisteme eklemlenen ülkeler hiyerarşik bir yapıya eklemleniyorlar ve dolayısıyla bu sistemin işleyişinde hem ülkeler eşit ağırlığa sahip olmuyor, hem de bu hiyerarşi çerçevesinde ülkeler arasında bir egemenlik ve tahakküm ilişkisi kuruluyor. Dahası, sistemin bütününe hâkim olan rekabet ve çelişkiler de yine bu hiyerarşiye göre ağırlık ve önem taşıyor. Sistemin tepesinde olsun olmasın tüm ülkelerin arasında kapitalizmin yasallıklarına göre rekabet ve çelişki ortamı doğabiliyor. Dolayısıyla, sistemin tepesindeki ülkelerin arasındaki rekabet ve bu rekabetin yaratacağı tehlikelerle, hiyerarşinin alt kademelerindeki ülkelerin yol açacağı gerilimleri aynı kefeye koymak ne kadar yanlışsa, sistemin doğasına içkin rekabet ve çelişkilerin hiyerarşinin altına doğru inildikçe kaybolacağını söylemek de o denli yanlış.

 

ABD'nin, Britanya'nın ve Rusya'nın savaş tehlikelerinin temel kaynağı olduğunu söylemekte elbette bir sıkıntı yok. Ama sistemde bu ülkelerle kıyaslanamayacak bir yeri olan Türkiye'nin bir tehdit kaynağı olmadığını iddia edebilecek var mı?

 

Türkiye'nin kendine özgü iktidarıyla bu yerde durduğunu söyleyeceklere bu iktidarın oluşması ve güçlenmesi sürecinin de emperyalist kapitalist sistemin doğasına hem içeride hem dışarıda uygun geliştiğini hatırlatmak lazım. Ortada bu bağlamda bir anomali yok… Peki Brezilya veya Güney Afrika Cumhuriyeti için gelecekte aynı sürecin farklı şekillerde işlemeyeceğinin garantisi var mı? Bu ülkeler de pekâlâ emperyalist hiyerarşi içinde bir tehdit unsuru haline gelebilirler. Çünkü bu tür kriz dinamiklerini de sistemin aslında kendisi yaratıyor, sonrasında bu dinamikler daha kapsamlı küresel krize eklemlenebiliyor ve dünya çapında bir sorun haline gelebiliyor. İşin başında, gelişiminde ve sonunda yine kapitalizm var.

 

Emperyalist hiyerarşi değişime açık bir yapıdır ve bu hiyerarşi içindeki yükselme arayışları da sisteme içkindir. Emperyalistleşme eğilimi bizzat kapitalist üretim ilişkilerinden doğar ve siyasi ve askeri dinamikler her bir ülkeyi hiyerarşi içinde hareket etmeye teorik olarak zorlayabilir. Zaten bu eğilim, sistem içindeki çelişki ve kriz kaynaklarından birisidir. Yine bu eğilimin somut sonucu olarak, hiyerarşinin tepesinde olmayan ülkeler de sistem için bölgesel ya da konjonktürel nitelikler taşıyan emperyalist roller üstlenebilirler.

 

İşte bu roller, emperyalizmin verili hiyerarşisiyle karıştırılmamalı ve başat emperyalist ülkelere dair yapılan tespitlerin ve onlar arasındaki rekabet ve çelişkilerden kaynaklanan dinamiklerin önemini azaltmamalıdır. Emperyalist hiyerarşinin deşifre edilmesi, emperyalistleşme eğilimi ve bu eğilimden kaynaklı üstlenen geçici rolleri yok saymak için değil, tüm bunların doğru tanımlanması ve yerlerine oturtulması açısından da önemlidir.

 

Başat düşmanları tanımlamak bir zorunluluk elbette. Ama işimiz ABD'yi sistemin tepesine oturttuğumuzda ve ABD liderliğinde bir hiyerarşi tanımladığımızda bitmiyor. Tekelci kapitalizmi emperyalizmle eşitlemek veya emperyalist sistemle emperyalist ülke kavramını birbirine karıştırarak kullanmak nasıl bir basitleştirme ve hataysa, hiyerarşinin altını önemsizleştirmek, o ülkelerin nasıl birer kriz dinamiği haline gelebileceğini gözleri kapatmak da teorik olarak emperyalizmin işleyişine dair önemli bir olguyu görmezden gelen büyük bir hata…

 

Üstelik aşağıda oluşan eğilimleri doğru teşhis edemeyen doğal olarak üstteki rekabeti de pek iyi kavrayamıyor. Çünkü emperyalist ülke tanımı ya ekonomik kriterlere ya da siyasi ve askeri güç ölçümüne sıkışıyor. Bütünsel bir yaklaşım geliştiremeyince de örneğin Çin ve Afrika arasındaki tartışılmaz emperyalist ilişki konusunda kafalar kolayca karışabiliyor.

 

Dahası ABD'nin sistem içindeki düzenleyici rolü öylesine abartılıyor ki, büyük kapitalist ülkelerin kendi ulusal tekellerini rakip tekellerin önüne geçirmek için yaptığı müdahaleler, emperyalist güçler arasında yapılan işbirliğinin bir türevi olarak algılanıyor. Bu da kapitalizmin yüksek, daha da yüksek aşaması için bir delil olarak gösteriliyor.

 

Oysa bugün sorun yalnızca ABD'nin lider pozisyonunun sorgulanıyor olması ve hatta bazı açılardan delik deşik olması değil. Asıl mesele uluslararası tekeller arasında veya emperyalizmin lider ülkeleri arasında böylesi bir uzlaşma ve işbirliğinin ve bu uzlaşmayı sağlayacak düzenleyici rolün bir ülke tarafından üstlenilmesinin tarihin akışı içinde yalnızca kısa bir süreliğine hayata geçse dahi geçici kalmaya mahkûm olması. Tersine kapitalizm izin vermiyor.

 

Başkalarını değişimi görmemekle itham edenlerin 1991 sonrasında oluşan dünyada bugün yaşanmakta olan değişime gözlerini kapatması ilginç.

 

Bugün kapitalizmin dünya ölçeğinde yaşadığı krize dair tek bir cümle kurmadan bu değişimin işaretlerini görmek imkânsız elbette. Dünya kapitalist sistemi, ABD süper emperyalizminin gücüne yaslanarak ultra-emperyalizm yolunda gelişmiyor.

 

Dünyadaki sistemin bugün 1916'ya kıyasla çok daha entegre hale gelmesi küresel sermayenin önündeki pek çok engeli temizlemiş olabilir. Ancak bu entegrasyon modeli ne ulus devletler arasındaki ne de tekeller arasındaki rekabeti yok etti. Üstelik, hayata geçirilen her entegrasyon modeli kendi problemleri ve kriz dinamikleri ile birlikte doğdu ve gelişti. Bu olgunun herhalde en yakın tarihli örneği Avrupa Birliği'dir.

 

ABD ile 1945 sonrasındaki en yakın ortağı olarak görülebilecek Almanya arasındaki rekabetin bile derinleştiği bugün, örneğin ABD menşeili tekeller ile Alman sermayesi arasında sürtünmesiz bir ortamdan bahsedilebilir mi?

 

Uluslararası sermayenin, anti emperyalist halk hareketlerinin genel güçsüzlüğü ve dünya işçi sınıfının siyasete ağırlık koyamamasından kaynaklı ilerleyişi bizi bir ultra-emperyalizm saptamasına götüremez. Bugün yaşanan çelişkilerin tamamının sistem içinde yaşanıyor olması, bu çelişkilerin sistem dışından özneler tarafından kullanılamayacağı anlamına gelmez. Biz yükselen ve bağımsız hareket edebilen komünist bir hareketin neler yapabileceğini, bu çelişkileri nasıl kullanabileceğini tam yüz yıl önce Rusya topraklarında gördük. Üstelik emperyalizm broşürü vesilesiyle tartıştığımız tam olarak bu arayış değil mi? Lenin'i özgün kılan bu çelişkilere gözünü kapatması veya bu çelişkilerde sistem içi bir tarafa oynaması değil, bu çelişkilerin devrimci bir özne tarafından siyasi bir stratejinin konusu haline getirebilmenin yolunu bulmasıydı. Bugün yapmamız gereken niye farklı olsun?

 

Emperyalizmin gelişimi boyunca savaş tehdidinin sisteme içkin olduğu aşikâr. İkinci Dünya Savaşı'nın ardından bu tehdidin aslında sosyalizm ile kapitalizm arasındaki rekabetten kaynaklandığına dair anlatılan masallar da 1991'de sosyalizmin çözülüşüyle kendiliğinden sona erdi. 1991 sonrasında ABD'nin liderliğindeki dünyanın barış içinde yaşayamayacağı kısa sürede değil hemen anlaşıldı.

 

ABD'nin sosyalizmin çözülüşünün ardından dünyaya dayattığı modelin çökmesi de uzun sürmedi. Rusya ve Çin'in emperyalistleşme eğilimleri şiddetlendi ve her iki ülke de hem sistemin işleyişini bozan unsurlar haline geldiler, hem de sistem içinde başat roller talep etmeye başladılar.

 

Peki tüm bunların büyük bir savaş tehlikesini içinde barındırdığını ve Kautsky'nin öngördüğü kendi içinde barışı koruyabilen bir emperyalist işleyişin hayata geçmediğini söylerken yine de süper-emperyalist bir gücün sürüklediği bir ultra-emperyalizm aşamasında neden ısrar ediliyor? Çünkü uzlaştırıcı ve tekellerin arasındaki sürtünmeleri düzenleyici bir güç olarak başat ülkenin varlığının emperyalizm için başka bir aşamayı tarif etmek için yeterli olduğu düşünülüyor. Dahası kimsenin bu hegemonik ilkeyle hesaplaşmadığı belirtiliyor.

 

Başat ülkenin uzlaştırıcı ve yatıştırıcı rolünün, emperyalizm içindeki rekabet ve çelişkilerin asla ortadan kalkamayacağı gerçeğinden hareketle geçici kalmaya mahkûm olduğunu bir anlığına unutun… Sistem içinde gerçekten kimsenin bu hegemonik ilkeyle hesaplaşmadığı doğru mu?

 

Doğru olan, dünya kapitalizminde Rusya ve Çin dahil olmak üzere hiçbir öznenin emperyalizmin dışına çıkmak gibi bir eğilim taşımaması. Bunların hepsi sistem içinde faaliyet yürütüyorlar ve tartışmasız olarak hepsi bu sistemin bir parçası. Sorgulamadıkları emperyalizmin işleyiş mekanizması ve sistemin kendisi…

 

Ancak bu sistemin kendisini ve kurallarına itiraz etmeyenlerin, bu kuralların somutlandığı verili ilişki biçimlerine itiraz etmediği, örneğin ABD'nin üstlendiği rolleri aynen kabul ettiği söylenebilir mi? Hatta günümüzün asıl meselelerinden birisi bu değil mi?

 

ABD'nin sistem içindeki başat rolünü kaybedip kaybetmeyeceği ve hatta bu direnişinin dünya halkları için nelere mal olabileceği ayrı bir tartışma; ama Rusya ve Çin dahil olmak üzere diğer emperyalist ülkelerin bu sorumluluğun farklı modellerle paylaşılabileceğine dair iddialarını yüksek sesle dile getirdikleri bir dünyada bu hegemonik ilke sorgulanıyordur.

 

Aslında dünya üzerinde tek ve bölünmemiş bir kapitalist otorite tanımlamaya en yaklaşıldığı zamanlarda dahi bu ilkenin sorgulanmadığı tek bir an olmadı. Bu ilkenin sorgulanmaması demek emperyalist hiyerarşinin en önemli niteliklerini, hiyerarşinin verili yapısının geçiciliğinin ve değişebilirliğinin ortadan kalkması anlamına gelirdi. Oysa hiyerarşinin değişebilirliği, emperyalizmin kendisinin yok edemeyeceği iç çelişkilerle bağlantılıdır. Bu çelişkiler varlığını sürdürdükçe, iç rekabet bu yapının kendisini sorgulamaya devam eder. Değişimin kaynağında da bu vardır.

 

Sistemin lideri olarak bir ülkeyi tanımlamak, hiyerarşinin en tepesinde bir devletin durduğunu tespit etmekle, emperyalist dünya sisteminin tamamının tek bir devletin gücüne dayalı olarak işlediğini söylemek birbirinden tamamen farklı iki tezdir. İkincisi, bir başka deyişle süper-emperyalizme dayalı başkalaşmış bir ultra-emperyalizm modeli birincisini içerse dahi, onu en uca götürür aslında.

 

Dünyanın verili gerçekliğiyle uyumsuzluğuna rağmen bu modelde ısrarın dramatik siyasi sonucu hiç şüphesiz esas mücadelenin ABD'ye karşı mücadele olduğunun ima edilmesidir. Madem ki, sistem tek bir emperyal güce dayanmaktadır, bu güç zayıflamadan solun ve işçi sınıfının siyaset sahnesinde yükselmesinin imkansızlığını görmek için karmaşık bir akıl yürütmeye ihtiyaç yoktur.

 

Şu ya da bu emperyalist gücün himayesine girmeye karşı uyarı yapmak elbette yerindedir. Ancak hedef bu kadar sadeleştiğinde anti-emperyalist cephe de mümkün olduğunca genişleyebilir. İngiliz İşçi Partisi'nin yeni lideri Corbyn'e atfedilen anti-emperyalist kimliği nedeniyle çiçek atılması bu yaklaşımla tutarlıdır.

 

Avrupa Birliği'nin yükseldiği 2000'li yıllarda “imparatorluk” tezlerinin eşliğinde AB'nin ABD'yi zayıflatacak bir güç olarak desteklenmesi gerektiği iddialarının çok popüler olduğu yıllarda da temel sorun solun kendi programı ve bağımsız yapısıyla ayağa kalkamayacağına ilişkin derin umutsuzluk ve inançsızlıktı.

 

Aynı umutsuzluk ve inançsızlığın sürdüğüne dair çok sayıda işaret var dünya solunda. Hangi bayrak altında olursa olsun, her türden demokratik ve anti-emperyalist mücadelenin desteklenmesi gerektiği çağrısının Lenin'le gerekçelendirilmesinin başka bir izahı olamaz.

 

Dünya kapitalist sisteminin yaşadığı krizi parçalar halinde gören, ama parçalar halinde gördüğü için bunu bir kriz başlığı altında toparlayamayan bir akıl bu. Bütünlüklü bir krizi tespit edemediği için krizin nesnel olarak çeşitli coğrafyalarda aldığı somut biçimleri anlamlandıramayan, bu somutlukları birbiriyle bütünlüklü çerçevede ilişkilendiremeyen bir akıl…

 

Dünya komünistlerinin kendi içlerindeki Kautsky'lerle ve barışçıl ilerlemeye dönük konformist varsayımlarla her daim hesaplaşmak zorunda olduğu doğru. Ama bugün bunu yapmanın yalnızca bir yolu var: İnsanlığın tek kurtuluş yolunun bir devrim olduğunun ışığında bütünsel bir kriz teorisinin ayaklarını sabırla örmek ve komünizmin bağımsız hattından hiçbir ödün vermeden emperyalizmin yaşadığı derin krizle devrimci stratejinin somut bağlantısını kurmak. Tıpkı Lenin'in yüz yıl önce yaptığı ve işin en güzel yanı, başardığı gibi…

 

*****

 

*Bu yazı Gelenek'in bu sayısında yer alan Andrew Murray imzalı “Lenin'in Emperyalizmi'nin 100. yılı” başlıklı makalesini değerlendirmek amacıyla yazıldı. Yazının içerdiği öğeler göz önüne alındığında değerlendirmenin bir polemik niyetiyle okunmasında da sakınca bulunmadığı görülüyor.

 

Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×