Birikim’in Ekim ve Devrim Nefreti – Ekim Devrimi Marksisttir

Çok yakın zamanda ABD’de dünyanın düz olduğuna inanan insanlar bir konferans düzenledi. Onlarca değil yüzlerce insan bir araya geldi. Sanal ortamda bu tür yayınları takip edenlerin sayısı ise binlerle ölçülüyor.1 Dünyanın düz olduğuna inanan insanların yalnızca ABD’de yaşamadığını, bizim coğrafyamızda da bu davaya inanmış sayısız kişinin var olduğunu biliyoruz.

Kendilerine kutsal kitap ya da metinleri kaynak gösterenler dışında onları dünyayı düz olduğuna inandıran ne peki? İçgüdüleri, sağduyuları ve kanıtlar… Konferans katılımcılarından birisi böyle söylüyor en azından. Kanıt mı diye soracak olanlara da cevap yine katılımcılardan birisinden geliyor. Ama bunun için biraz zahmete katlanıp deniz kenarına kadar gitmeniz gerekiyor. Orada tek yapmanız gereken gözlerinizi denize dikip ufuk çizgisinde bir nokta seçmeniz ve sonra ufuk çizgisini takip ederek diğer uca ilerlemeniz. Bu iki ucun arasının dümdüz olduğunu gördüğünüzde dünyanın düzlüğünün hemen ayırdına varacaksınız. Deniz kenarına kadar gidemiyor musunuz? O zaman her konuda bilgiye ulaşabileceğiniz internet ne güne duruyor? Biraz vakit ayırırsanız, Youtube’dan dünyanın düz olduğunu kanıtlayan 50 saatlik içeriğe ulaşmanız işten bile değil…

Bu ve benzeri yöntemlerin gücünü fark ediyor musunuz? Fark edenler var. Kişinin yalnızca kendi içgüdü ve sağduyusuna kulak verip tarihi ve dolayısıyla günümüzü yorumlamasının insanın ufuklarını ne denli genişletebileceğinin örneğini son Ekim Devrimi sayısıyla Birikim vermiş. Düz dünyacıların içgüdü ve sağduyunun yetmediği yerde kullandığı ufuk çizgisi ve deniz deneyinden de kanıt namına faydalanılmaktan çekinilmemiş. Yöntem olarak bu benimsenince ulaşılan sonuçlar da aynı olmuş. Birikim Ekim Devrimi özelinde dünyanın düz olduğunu ispatlayıvermiş.

 

Bir iki üçler, yaşasın Birikim’ler

İçgüdü ve sağduyu… Bunlara kulak verdikten sonra şu dört ülkenin ulus-devletlerinin kuruluş, gelişme veya güçlenme süreçlerinde sosyalizm bir evre olarak görülebiliyor. Rusya, Çin, Küba ve Vietnam… Neden peki? Çünkü “genel kanı böyle özetlenebiliyor”.2

Bir cümleden hem de yalnızca genel kanıya dayanarak söylenen bir cümleden neler öğreniyoruz? Rusya, Çin, Küba ve Vietnam’daki devrim süreçlerinin hepsinin aynı kefeye konulabileceğini… Bu dört ülkede de, Küba dahil olmak üzere, devrimin başarısız olduğunu… Bu devrimlerin istisnasız olarak her ülkede ulus-devlet kuruluşunun bir aşaması olarak görülmesi gerektiğini…

Ama burada bitmiyor. Keşke bitse… Bu ülkelerin iptal ettikleri eşitsizlik biçimlerinin yerine daha katı ve soğuk eşitsizlik biçimlerini getirmekle itham edilmesi ve bunun kapitalizm savunucularına en geniş ve tartışma götürmez bir doğrulanma fırsatı vermesi… Böyle devam ediyor.

Zaten dünyanın düz olduğunu iddia etmek için insanın en az bu kadar iddialı olması gerekiyor. En ufak bilimsel bir teze dahi kulak verdiğinizde tüm teoriniz çökeceği için tersi mümkün değil çünkü. Aynı nedenle tarihi baş aşağı çevireceksen de sonuna kadar gitmek bir zorunluluk. Duran, iddiasını azaltan kaybediyor. Laçiner de bunu yapıyor ve gaza basıyor. Ta ki dünyanın düz olduğunu ispatlayana dek…

Ekim devriminin ufkundaki devrimler diyerek tüm bu ülkeler aynı sepete doldurulurken birbirinden oldukça farklı tarihsel süreçler de el çabukluğuyla eşitleniyor. Çin ve Vietnam’la Küba aynı cümlede art arda sıralandığında Küba sosyalizmi bitiriliyor. Ekim Devrimi’nin kazanımları, bugün Çin ile Vietnam’da olan bitenle ayın kefeye konup harcanıyor. Oysa bu ülkeleri bir araya getirebilecek yegane unsur, Laçiner’in sosyalizm lafını duyduğunda geliştirdiği alerji. Yeminli bir sosyalizm düşmanlığıyla tarih okunduğunda Ekim Devriminin geçtiğimiz yüzyılda insanlığın önünde açtığı yol, geçmiş ve şimdiki zamandaki tüm musibetlerin kaynağı olarak görülüyor.

Öyle ki, insanlığın şimdi içinde bulunduğu karanlıktan bile Ekim Devrimi sorumlu aslında. Çünkü, kapitalizm, neo-liberalizmin sebep olduğu tüm insani toplumsal yıkımlara rağmen ayakta duruyor ve ideolojik hegemonyasını sürdürüyorsa bunun ana nedeni işte bu devrimlerin insanlığa yaşattığı hüsran.3

Laçiner sonuna kadar gidebilir ve bu dört ülkeyi ve deneyimlerini aynı çuvala doldurabilir elbette. Ne kadar büyük konuşursa, o denli inandırıcı olacağını düşünüyor o. Ama bu yöntemsel karmaşayı kimse kabul etmek zorunda değil. Zaten Laçiner de ana sorumlu olarak Ekim Devrimi’ni görüyor. Ekim’i tüm ezilenler için bir ilham kaynağı olarak gördüğü için yapmıyor bunu yanlış anlaşılmasın. Ekim Devrimi, onun için bu musibetin başı, başlatıcısı ve ana kaynağı…

Bu yaklaşım Sovyet deneyinin çöküşü nedeniyle değil, Ekim Devrimi’nin zaferi nedeniyle eleştirilmesiyle de tutarlı. Dikkat edin, musibet çöküşle başlamıyor ya da Ekim Devrimiyle başlayan yürüyüş sonrasında yanlış bir yola sapmıyor. Devrimin hedeflediği, hayata geçirmeye çalıştığı ilkeler daha baştan hatalı.

Ne yapmış peki Ekim Devrimi? Asıl problemi neymiş?

Ekim’in çöküşünün ana nedeni eşitliği bir değer, ideal ve ölçüt olarak nasıl uyguladığıyla bağlantılıymış. Laçiner’e göre Sovyetler Birliği esas yanlışı eşitlikçi bir toplumu kurma yolunda yapmış!

 

Marx, Laçiner’e aptal demiş

Sovyetler Birliği’ni eleştirmenin pek çok yolu olabilir. Bunlar arasında bazıları sıklıkla tercih edilir.

Sovyet sosyalizminin özgürlük konusunda sınıfta kaldığı iddiasıyla yapılan “totaliterlik” eleştirisi bunlardan biridir örneğin. Dürüst davrananlar Ekim Devrimi sonrasında hayata geçen modelin Leninizmin doğal bir sonucu olduğunu söylerler.4 Daha az dürüst olanlarsa, ihaleyi Stalin’e ve onun kurduğu bürokratik diktatörlüğe yıkarlar.

Bu eleştirilerin haklı olup olmamasından bağımsız olarak, bunların tercih edilmesinin nedeni, Sovyet deneyinin bu alanlarda nispeten daha zayıf görülmesidir. Üstelik, bu alanlar yalnızca sağın değil, Marx’ın örneğin örgüt teorisi üzerine hiçbir şey yazmamış olmasından hareketle, Sovyetler Birliği karşıtı solun da kalem oynatabileceği alanlardır. Bunun eleştirenler için bir avantaj olduğu açıktır.

Fakat eşitlik konusunda Sovyet tarihinin sayısız, ama gerçekten sayısız somut örnek barındırması tartışmanın o mecrada sosyalizm karşıtları için daha zor yürüyeceğinin bir göstergesidir. Hatta bazen solun da bu örneklerden hareketle, işin kolayına kaçıp tartışma ne zaman Sovyetler Birliği’ne gelse, eşitlikçi uygulama ve kazanımlardan örnekler vermesine sıklıkla rastlanır.

Bu tür bir kolaycılığa, özürcü bir tavırla ağzını özgürlük diye her açana eşitlikle cevap vermeye elbette gerek yok. Sovyet deneyinin “özgürlük” konusunda sınıfta kalması, ancak burjuva ölçütlerinde bir anlam ifade eder.

Bu ölçütlerin sosyalist kuruluşun içerisinde her karşılık bulduğu an sosyalizm büyük yara aldı. Kapitalist sistemle ezeli rekabetin unutulduğu, sınıf mücadelesinin yalnızca uluslararası alanda değil sınırlar içerisinde de sürdüğünün ihmal edildiği her aşamada ideolojik mücadelede geriye düşüldü. Kapitalizmin dayattığı ölçütlerle değerlendirilen sosyalizmin, özgürlük karşıtı bir düzen şeklinde resmedilmesinden daha doğal ne olabilirdi…

Sosyalizmi çözen ve yenilgiye uğratan da bu mücadele oldu. Sermaye tek başına sosyalizmin çözülüşünden bir ideolojik zafer çıkarmadı. Sıralama aslında tam tersiydi. Emperyalizm önce ideolojik zeminde kazandı, sonra bu zaferi maddi zemine taşıdı. En güçlü olması gereken alemde, fikirler aleminde kaybeden bir siyasi akımın, somut dünyada kaybetmesi kaçınılmazdı.

Elbette bu çöküşün kendisi burjuvaziyi ideolojik olarak daha da güçlendirdi. Ancak kapitalizmin ideolojik hegemonyası sosyalizmin çözülüşüyle açıklanamaz. Kapitalizm önce bu hegemonyayı kurmuş, sonra sosyalizmi çözmüştür.

Bu nedenle, sosyalizmin bugünkü verili güçsüzlüğünün Sovyetler Birliği’yle ilişkisi doğru şekilde kurulmalı. Tüm dünyadaki komünistlerin bu çözülüşten dolayı hırpalanmış oldukları doğrudur. Ancak pek çok komünist partinin çözülüşü fırsat bilip yelkenleri sağcılığa doğru doldurmuş olmalarının nedenlerini aramak için geçmişe gitmek, bu sağa kayışın tarihsel izlerini bulmak gerekir.

Sağcılık dünya komünizminde bir günde ortaya çıkmadı. Tam tersine, komünizme musallat olan sağcılık tüm dünyadaki hareketi yavaş yavaş çürüttü. Yirminci yüzyılın sonuna yaklaştığımızda, emperyalizmin çok bilindik bir hikayeyle sosyalizme son darbeyi vurması için tüm koşullar hazırdı.

Bu mücadelede sosyalizm en büyük darbeleri hep özgürlük söyleminden aldı. Maddi koşullar açısından neredeyse hiçbir eksiği olmayan bir topluma tüketim ideolojisinin propaganda edilmesi de başka türlü mümkün olamazdı. Eşitlikçilik yolunda maddi zeminde atılan adımların, insanın özgürleşmesi yolunda ne denli önemli olduğu anlatılamadıkça, Batının tüketim toplumunun bir özgürlük projesi şeklinde pazarlanmasının önü açıldı. Emperyalizm işte bu açıkları mahir bir şekilde kullanacaktı.

Kapitalizm elbette sınırsız bir tüketim toplumuydu ve herkese istediği kadar tüketme hakkını veriyordu. Tabii küçük bir ayrıntı ısrarla atlanıyordu; sınırsız tüketim parası olanlara tanınan bir ayrıcalıktı.

Emperyalizmin propaganda makinesinin eşitlikçilik konusunda atılan adımlara doğrudan değil burjuvazi tarafından idealize edilmiş bir özgürlük tahayyülünü kullanarak vurması, Sovyetler Birliği’nin eşitlikçi bir toplum yaratmak konusunda attığı büyük adımların aslında somut kanıtıdır.

Sovyet deneyinin eşitlikten sınıfta kaldığını iddia etmek ve sosyalist kuruluşu eşitlik idealinden kalkarak eleştirmek… Emperyalizmin bile pek tercih etmediği bu tercihin altını doldurmak, bunun için bir dayanak bulmak zordur. Lakin kimin bir dayanağa ihtiyacı var ki? Yöntemsel olarak çözüm nasılsa belli: El yükselterek devam etmek…

Laçiner tam bu noktada eli gerçekten yükseltiyor ve tanık sandalyesine Marx’ı oturtuyor. En iddialı yerden, Marx’ın kapitalizm eleştirisinden faydalanmayı umarak hem de… Ama Marx’ın kapitalist üretim tarzının işçiyi makinenin, üretim aracının bir uzantısı olmaya mecbur edişini, giderek basitleşen bir mekanik işleve indirgemesini eşitsizliğin gerçek kaynağı olarak gördüğünü iddia ederek!

Üretim araçlarının mülkiyeti mi? Eşitsizliğin, kapitalistlerin üretim araçlarının mülkiyetine sahip oluşları ile açıklanması eksik, son derece yanıltıcı ve hatta çarpıtıcı Birikim yazarına göre.5

Bunu söylediğinizde artı değer, sömürü ve sınıf gibi kavramlar bir anda tali hale geliyor tabii. Neredeyse tüm marksist literatürü boşa çıkartacak bu girişimin, kapitalizmin bu şekilde tanımlanmasının iki açıklaması olabilir.

Birinci açıklama Laçiner’in Marx’ın kapitalizm analizi hakkında hiçbir fikrinin olmamasıdır. Üretim araçlarının mülkiyetine dair böyle bir cümle ancak mutlak bir cahillikten ötürü kurulabilir. İkinci olasılık ise, Laçiner’in kendi kapitalizm analizini Marx’a mal etmeye cüret edecek kadar utanmazlaşmasıdır.

Bu ülkede her ikisi de ihtimal dahilinde. Birikim’in Laçiner’i belli ki AKP Türkiyesi’nin dinamiklerini iyi kavramış ve şimdi yakın zamana kadar AKP ile yaptıkları düşünsel ittifakın yöntemsel meyvelerini yiyor. Ne kadar büyük iddialarla konuşulursa, o kadar çok inanılıyor, ya da her yalana inanan birileri mutlaka çıkıyor.

Marx’ın bırakalım kapitalizmin işleyişinin kendisine odaklandığı metinleri, tüm çalışmaları düşünüldüğünde dahi, mülkiyet sorununa değinmeyen tek bir kitabı yoktur. Onun için mülkiyet sorunu temeldir ve zaten kapitalist sistemin yolunu açan değişim, emekçinin elinden üretim araçlarının sahipliğini alan süreçten başkası olamaz. Bu süreç, bir yandan toplumsal geçim araçlarını sermayeye dönüştürürken diğer yandan doğrudan üreticileri ücretli emekçilere dönüştürür.

Laçiner’in bahsettiği ve Marx’ın emeğin sermayeye bağımlılığı başlığı altında incelediği olgu da kapitalist üretim biçiminin sürdürülmesi zorunluluğuyla bağlantılıdır. Sermayenin emek üzerinde denetim kurmasının ilk koşulu da yine emek-gücünün bir meta olarak pazarda satılabilir hale gelmesidir. Kapitalist işe pazarda bulabildiği emek-gücünü satın almakla başlamak zorundadır.

Ama işçinin sattığı bu emek-gücü tarihsel koşullardan bağımsız değildir. Mülksüzleştirildikleri için, üretim araçlarına erişimleri olmadıkları için, yaşamak için emek gücünü satmak zorunda oldukları için sermayenin boyunduruğu altına giren bu kitlenin emek-gücünü satın alırken sahip olduğu teknik olanaklar da tarih içerisinde şekillenmiştir. Bu bağlamda sermayenin emeği bağımlı hale getirmesi üretim tarzını hemen değiştirmez.

Emeğin sermayenin egemenliği altına girmesiyle üretim tarzlarında doğabilecek değişikliklerden ayrı olarak, artı-değer üretimi ve bu değere el koyulması kapitalist üretimin temel amacı ve varoluş nedenidir. Bu nedenle üretim tarzındaki teknik değişiklikler sermayenin sınırsız artı-değer hırsının tatmin edilmesiyle uyumlu bir şekilde gerçekleşmeye başlar.

Emeğin sermayeye bağımlılığı bir boyunduruk ilişkisinden daha fazla anlam barındırır.

Üretim araçlarından tüm bağları koparılmış işçi, üretici gücünü yalnızca emek-sürecinde sermayenin bir parçası olarak var olduğunda açığa çıkartabilir.

Emeğin sermayeye biçimsel bağlılığından gerçek bağlılığa geçişi kapitalistlerin emek-sürecini nispi artı-değer üretimini sağlamak için yeniden düzenlemeleriyle mümkün olur. Makineler aracılığıyla gerçekleşen bu değişim, işçinin işyerinde değersizleşmesiyle yan yana gider. Makinenin üretim sürecinde kolektif işçiyi teknik bir zorunluluk haline getirmesiyle, kolektif işçiyi daha verimli hale getirmek için işçileri vasıfsızlaştırma süreci başlar.

Sermayenin önünde engel teşkil edebilecek işçinin her türlü hüneri ortadan kaldırılmak, işçi makinenin bir parçası haline getirilmek zorundadır. Ama vasıfsızlaştırmadan anlaşılması gereken, işçinin üretim sürecinde gerekecek tüm hünerlerinden arındırılması değil, hünerin bireysel bir olgu olarak yok edilmesidir. Yoksa kapitalizm yalnızca çocukluk döneminde değil her zaman bazı yeteneklere ihtiyaç duyacaktır. Hedeflenen bir bütün olarak homojenleşmiş, tüm yeteneklerin, vasıfların tamamen ortadan kalktığı bir emek süreci değildir. Tüm bunlar gerçek anlamda vasıfsız işçiyi de, ucuzluğu ve kolay bulunabilirliği nedeniyle kapitalizmin ihtiyaç listesinden düşürmez.

Kapitalizm için önemli olan bir işçinin tamamen vasıfsız olması değil tüm özellikleriyle beraber ikame edilebilir olmasıdır.

Dolayısıyla, Laçiner resmetmeye çalıştığı işlevsizleşmeyi dahi doğru bir biçimde anlatamaz, çünkü bu süreç tam onun dediği şekilde gerçekleşmez. Dahası, işçi her ne kadar sermayeye bağımlı olsa da, emekçinin sermayenin boyunduruğu altına girişi tek yönlü olarak ele alınamaz. Patron saldıracak, işçi direnecek, sınıf mücadelesi her koşulda devam edecektir.

Emeğin sermayeye bağımlılığının sonucunda değersizleşmesi ve işçinin üretim sürecinde işlevsel yer alışlarındaki eşitsizlik, eşitsizliğin esas kaynağı değil, esas eşitsizliğin somut bir görüntüsüdür.

Marx’ın emeğin sermayeye mutlak ya da gerçek bağlılığı olarak adlandırdığı ve sanayileşmenin sonunda ortaya çıkan olgu, aslında üretim biçiminde yaşanan bir değişikliktir. Biçimde yaşanan bu değişiklik üretim tarzını tanımlamak için kullanılamaz. Tüm bunların esas sebebi olan işçilerle üretim ve geçim araçları arasındaki bağın kopuşundan, emeği sermayeye mutlak bir biçimde bağlayan ve nispi artı değer sömürüsünün önünü açan makine sorumlu değildir. Hatta, Marx, üretici güçlerin gelişiminin bir aşaması olarak gördüğü makineleşmenin kendisinin değil, bunun kapitalist tarzda kullanılmasının esas problem olduğunu defalarca söyler. Bunu görmeyene de kızmaktan geri durmaz.

Onun sözleriyle, makine aslında çalışma süresini kısalttığı halde, kapitalist tarzda kullanıldığında iş gününü uzattığı; aslında işi kolaylaştırdığı halde kapitalist tarzda kullanıldığında emeğin yoğunluğunu arttırdığı; aslında insanın doğa güçleri üzerinde zaferi demek olduğu halde, kapitalist tarzda kullanıldığında insanı doğa güçlerinin boyunduruğuna soktuğu; aslında üreticilerin zenginliğini arttırdığı halde kapitalist tarzda kullanıldığında bunları sefilleştirdiği için; makine tüm bunları yaptığı için burjuva iktisatçısı basitçe makinenin, bizzat makine olarak ele alınması halinde, bütün bu somut çelişkilerin sırf sıradan gerçekliğin görünümünden ibaret olduğunu, ama aslında ve dolayısıyla aynı zamanda teoride mevcut olmadıklarını mutlak bir kesinlikle kanıtladığını açıklar. Burjuva iktisatçısı, böylece, başını daha fazla ağrıtmaktan kurtulur ve üstelik, makinenin kapitalist tarzda kullanımına karşı değil, makinenin kendisine karşı savaşmak gibi bir aptallığın günahını hasmının sırtına yükler.6

Sorunu esasından uzaklaştıran, sonuçların kendisini nedenlerin yerine koyan ve dolayısıyla asıl çözümü gözlerden uzak tutmaya çalışan herkes Marx’ın gözünde aptaldır. Kapitalist üretim tarzını, mülkiyet ve sömürü ilişkilerinden koparıp, işçinin durduğu yerle ilgili işlevsel bir noktaya indirgeyen Laçiner de istisna değildir… Onun için en iyisi bir kez olsun Marx’a kulak verip kendi günahını kimsenin sırtına yüklememesidir.

 

İşçiler otursun oturdukları yerde

Eşitsizliğin asıl kaynağını gördüğünüz yer devrimci bir stratejinin merkezinde durur. Eşitsizliği öncelikle ve asıl olarak Laçiner’in yaptığı gibi fikri ve fiili üretici ve yaratıcı özelliklerini kullanabilme düzeyinde tanımlarsanız, bütün eşitsizliklerin doğrudan ve dolaylı kaynağı olarak bunu görürseniz, çözümü de, insanların yapıcı, yaratıcı özelliklerini kullanma düzeylerinin yükselmesi, zenginleşmesi, böylece çalışanların aralarındaki katı hiyerarşilerin silinmesinde ararsınız.7

Eşitsizliğin asıl kaynağına değil sonuçlarına odaklandığınızda meselenin işçilerin kendi arasında bir probleme indirgendiği dikkatinizi çekti mi? Kol ile kafa emeğinin arasındaki farkın emekçilerden yola çıkarak tanımlandığı… Mülkiyet sorununa odaklanılmadığı için burjuvazinin bir düşman olarak denklemden çıktığı… Bunlar dikkatinizi çekti mi?

Bunun kaçınılmaz sonucu, sınıf mücadelesinin terk edilip devrimci dönüşümün üretici güçlerin kendiliğinden gelişmesine havale edilmesidir. Üretici güçlerde işçilerin arasındaki bu ayrımı ortadan kaldıracak çözümü sağlayacak bir gelişkinlik ortaya çıkmadığı sürece, bir “düzen” kurmak gereksizdir. Yapılacak olan bu ilerleme kendiliğinden ortaya çıkana kadar beklemektir.

Böylesi bir bekleyiş ve atıllığın vaaz edilmesi yeni değil. Bu lafları hem Kautsky ve benzerleri ile başlayan sosyal demokrat gelenekten, hem de Batı marksizminin değişik varyasyonlarının ürettiği geniş literatürden defalarca dinledik. Sorunun bir mülkiyet problemi olmadığı da burjuvazinin kalemleri tarafından hep yazılıyor zaten.

Ama tüm bunların Marx referansıyla bir araya getirilmesi büyük hadsizliktir. Türkiye’nin düşünsel hayatının geldiği noktayı anlatması açısından benzersizdir. Laçiner bunları kendi düşüncesi gibi yazsaydı da, Birikim tarikatından çok sayıda inananı çıkacaktı mutlaka ve bu onların sorunu olurdu. Ama Marx’ı kendine tanık göstermesi sessiz kalınabilecek bir durum değildir.

Marx’a göre üretici, üretim aracından koparıldığı için, emekçi piyasa kuralları çerçevesinde kapitalistle ilişki kurmak zorunda kaldığı için, işçi üretim aracının bir uzantısı haline gelir ve bu nedenle önerdiği çözüm de açıktır. Milyon kez yazmıştır bunu üstelik; mülksüzleştirenler mülksüzleştirilecektir. Üretim araçlarının özel mülkiyetine son verilecektir. Bu mülkiyet devlet tekelinde gerçekleşmesin dense, haklı olunmasa bile bu itirazın en azından Marx’la ilişki kurabilecek yanı bulunur ve toplumsal mülkiyetin başka formları tartışmaya açılabilir. Marx devlet mülkiyetine karşı değildir ama en azından Marx’ın toplumsal mülkiyetle ilgili argümanlarının bu doğrultuda devam ettirilmesinin bir olasılığı vardır. Ancak Marx’ın temel meselesi mülkiyet sorunu değildir demekle dünya düzdür demek arasında hiçbir fark yoktur.

Üstelik, üretici güçlerin gelişmesi problematiği de mülkiyet ilişkileriyle doğrudan bağlantılıdır. Yine Marx’ın en can alıcı, temel tespitlerinden birisi, kapitalist üretim ilişkilerinin, üretici güçlerin gelişmesinin önünde engel teşkil etmesidir. Eşitliğin sağlanması ve emeğin özgürleşmesi için önce bu engelin ortadan kaldırılması gerekir. Bu engel kaldırıldığı zaman üretici güçler hızla gelişecek ve komünizmin maddi altyapısını oluşturacaktır.

Kafa ile kol emeğinin arasındaki ayrımın kalkması da ancak bu şekilde gerçekleşebilir. Sosyalizm kafa ile kol emeğinin arasındaki ayrımın yok edilmesiyle kurulmayacaktır. Sosyalizm bu doğrultuda atılan adımları içerir. Üretim tarzındaki devrimci dönüşüm, üretimin içinde kapitalizmden kalan tüm kalıntıların toplumdan kazınması, sömürünün ortadan kaldırılması ve tüm bunlarla aynı anda toplumsal yaşantıda değişikliklerin hayata geçirilmesi sosyalist kuruluş sürecini tanımlar. Bu sürecin sonunda kafa ile kol emeğin arasındaki ayrımın kalkmasını, doğadan kaynaklı eşitsizliklerin önemsizleşmesini, insanların bu açıdan mutlak bir fırsat eşitliğiyle donatılmalarını ve dolayısıyla gerçek anlamda özgürleşmelerini bekleriz.

Üretici güçlerin kendiliğinden bu ilerlemeyi tamamlayacak şekilde gelişmesi beklentisi, kapitalizmin irrasyonel bir biçimde üretici güçlerin gelişmesini engelliyor olduğu teziyle mutlak olarak çelişir.

Dolayısıyla yine Marx’ın iyi bilinen ve çokça tekrar edilen sözcükleriyle, kapitalist toplum ile komünist toplum arasında birinden ötekine devrim yoluyla geçiş dönemi yer alır. Buna bir siyasal geçiş dönemi tekabül eder ki, burada devlet, proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamaz.8

Laçiner’in de marksizmle şöyle ya da böyle ilişki kurmuş herkesin bildiği bu cümleleri kendi iddiasının bir parçası yapma çabası rastlantı değil. Ama aynı metinde kendi tezi için bulabildiği tek dayanak Marx’ın okuldan hükümet ve kilisenin her türlü etkisini uzak tutmak gerektiğini ifade ettiği cümlesidir.9

Bu cümlede sözcük seçiminde Laçiner’in bilinçli olarak hükümeti değil devleti kullanması basit bir çarpıtma ya da çeviri hatası olarak görülemez. Alman partisinin programına yaptığı eleştirinin özünde proletarya diktatörlüğünü tarif ettiği cümleyle uyumlu bir biçimde, Marx, partiyi devrimci bir hattan uzaklaşmakla eleştirir. Gotha Programının somut yapı ve kurumlara dair her cümlesini yanlış bulmasının nedeni, Laçiner’in iddia ettiği gibi, proletarya diktatörlüğünü belirsiz ve tanımlanmamış bir süreçten ibaret görmesi veya devletin geçiş toplumunda üstlenmesi gereken rolü yok sayması değil, Alman partisinin var olan devlet yapısını devrim hedefinden vazgeçerek reforme etme isteğini yerden yere vurmaktır.10

Marx, proletarya diktatörlüğünü bu devrimci dönüşümün asli unsuru olarak hatırlatır. Tüm program boyunca “devlet” sözünden bir tür hükümet mekanizmasının anlaşılmasını da tam olarak bu nedenle eleştirir çünkü onun kafasındaki devlet kurgusu bunun çok ötesindedir.11

Bu diktatörlüğün ve devletin yapısı üzerine az yazmış olması, çalışmalarını kapitalizmin eleştirisi üzerine yoğunlaştırması Marx’ın, geçiş sürecinde bir aygıt olarak devletin kullanılması gerektiği hususundaki görüşünü zayıflatmaz.

Marx’ın devrimci bir dönüşüm konusunda en sarih metinlerinden olan Gotha Programının Eleştirisi’nden Laçiner’e ekmek çıkmaz. Ama Birikim yazarı için bu metin bağlamında en talihsiz yan, Marx’ın bu kitapta “eşitlik” ile ilgili yazdığı müthiş pasajdır. Çünkü eşitlik tartışmasında Marx’ın veri aldığı ve başlangıç noktası olarak kabul ettiği husus emek araçlarının ortak mülkiyet haline gelmesidir! Hemen her metinde görüldüğü gibi, bu kitapta da eşitliğe giden yolda ilk adım için işçinin makineye bağlılığından ya da üretim tarzı içinde üstlendiği işlevsel rolden hareketle bir çözümden değil, üretimin maddi koşullarının emekçilerin kendilerinin kolektif mülkiyetinde olması gerekliliğinden bahsedilir.12 Marx, Laçiner’in proletarya diktatörlüğü konusunda cambazlık yapmaya çalıştığı sayfalardan birkaç sayfa önce, çok açık şekilde Birikim yazarının merkezi tezini yerden yere vurmaktadır. Sorun Laçiner’in alıntı yapacağı eserleri dikkatli seçmemesi veya burada bir tuzağa düşmesi değil, Marx’ın her eserinin bu tür saptamalarla dolu olmasıdır. Laçiner’in kendi kapitalizm analizi için Marx’ı kullanması imkansızdır.

 

Ekim Devrimi marksisttir

Ekim Devrimi’nin temel amaç ve ruhunu Marx ve marksizmden yola çıkarak eleştirmek çok zor, hatta imkansızdır. Hele Laçiner’in denediği gibi, bunu “eşitlik” idealinden yola çıkarak yapmak ancak Türkiye’deki düşünsel hayatın sığlığına güvenip cehaletin iş göreceğini düşünerek kendi düşüncelerini Marx’a mal etmekle mümkün olabilir.

Ekim Devrimi, marksizmin iki temel önermesi açısından değerlendirildiğinde hedefi tam on ikiden vurur.

Birincisi; eşitlikçi bir topluma giden yolun eşitsizliği yaratan asıl meseleye el atarak açılmasıdır. Ekim Devrimi, mülksüzleştirenleri mülksüzleştirme hareketidir. Mülkiyet ve sömürü ilişkilerini merkeze almayan bir sosyalist deney düşünülemez. Marx’tan yola çıkılacaksa bu mümkün değildir. Ekim Devrimi bu bağlamda sonuna kadar ve tereddütsüz bir şekilde marksisttir.

İkincisi; Ekim Devrimi, üretici güçlerin gelişmesiyle üretim ilişkileri arasında var olan çelişkinin çözümü için beklemeyi reddedip komünizmin maddi altyapısının hazırlanmasını uzak ve bilinmeyen bir geleceğe ertelemiyorken de marksizmin devrimci ruhuna ve özüne sadıktır. Öncülük ve tarihe müdahale anlayışı da hem bu reddetme haliyle, hem de işçilerin kapitalist sömürü koşullarında maruz kaldıkları her türden insanlık dışı uygulama ve koşulu bir an önce ve beklemeden değiştirme isteğiyle uyumludur.

Ekim’in marksizmin devrimci ruhuyla uyumlu bu yaklaşımı Sovyet topraklarında yaşanan sosyalist kuruluşun, sermaye birikimi olmayan bir tür ulusal kalkınma deneyi ya da aynı anlama gelmek üzere bir tür devlet kapitalizmi olduğu iddiasını daha baştan çürütür.

Laçiner, mülkiyet ilişkilerini marksizmden çıkartmaya çalışarak Ekim Devrimi’ne vurmaya çalışırken hem Ekim’e, hem devrime düşmandır.13 Ama marksizmin devrimciliğiyle, Ekim devriminin marksistliği ayrılmaz bir bütündür.

Sosyalist kuruluş süreci insana ve insan topluluklarına dair her olgu gibi doğrusal bir gelişim çizgisi izlemez. Ekim’in açtığı yolda da kurucular gelgitler, inişler ve çıkışlar yaşadılar. En sonunda da yenildiler.

Bu yenilginin sosyalist kuruluşun bizzat içinde ve dışında pek çok nedeni sayılabilir. Bu yenilgi ne marksizmi, ne de Ekim’in marksist ruhunu yanlışladı. Ancak yaşanan ve yenilen büyük doğru ve ama büyük yanlışlarıyla hiç tereddütsüz sosyalizmdir.

Başka bir toplumsal sistem değil, biz yenildik.

Marx’la girdiği hadsiz entelektüel münasebeti, burjuvazinin en çirkin kalemlerinden ödünç aldığı bir benzetmeyle, yine içgüdü ve sağduyusuna dayanarak, yine hiçbir kanıt sunmadan dünyanın düz olduğunu söylercesine, Sovyetler Birliği’ni Nazi diktatörlüğüyle eşitleyerek tamamlayan Laçiner’in bu “biz”e dahil olmadığı, bırakın dahil olmayı, bu “biz”in tam karşısında durduğu açıktır.14

Dünya yuvarlaktır ve Ekim marksisttir.

Dünyanın düz olduğunu düşünenlerin düşmanımız olması iyidir…

Dipnotlar

  1. Bkz. www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-42033422
  2. Ömer Laçiner, Yaşanan ve çöken sosyalizm miydi?, Birikim 342-343, s.10, Ekim Kasım 2017.
  3. Ömer Laçiner, a.g.m., s.10.
  4. İnsel aynı dergide yüzlerce kez başvurulmuş tekerlemeleri kullanarak Sovyetler Birliği’nin otoriterliğini ve bunun leninizmle olan ilişkisini anlatıyor. İnsel’in baştan aşağı Batılı emperyalist standartlara uygun ve gayet sıkıcı yazısı bu literatürün oldukça kötü ve yaratıcılıktan uzak bir örneği. Bkz. Ahmet İnsel, Leninizm ve yeni Sovyet insanı, Birikim 342-343, Ekim Kasım 2017.
  5. Bkz. Ömer Laçiner, a.g.m. s. 11. “Kaynak kapitalist üretim tarzıdır. Yani her tür ürün özellikle de somut meta üretiminde insanlar işlevsel yer alışındaki gayet açık eşitsizlikten kaynaklanır. Kapitalistlerin üretim araçlarının -hukuki- mülkiyetine sahip oluşları ile açıklanması eksik ve son derece yanıltıcı hatta çarpıtıcı olabilecek bir eşitsizliktir bu. Marx kapitalist üretim tarzının işçiyi makinenin, üretim aracının bir uzantısı olmaya mecbur edişine, giderek basitleşen bir mekanik işleve indirgemesine işaret ederek, eşitsizliğin gerçek kaynağına işaret eder.”
  6. Karl Marx, Kapital, Yordam Yayınları, 2010, çev. Mehmet Selik ve Nail Satlıgan, c.1, s. 421.
  7. Ömer Laçiner, a.g.m., s. 11
  8. Karl Marx ve Friedrich Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Sol Yayınları, çev. M. Kabagil, Üçüncü Baskı, s. 41.
  9. Karl Marx ve Friedrich Engels, a.g.e., s. 44. “Üstelik burada yapılacak şey okuldan, hükümetin ve kilisenin her türlü etkisini uzak tutmaktır.” İngilizce metinde de “government” kullanılıyor: “Government and church should rather be equally excluded from any influence on the school.” Bkz. www.marxists.org/archive/marx/works/1875/gotha/ch04.htm. Marx’ın burada da eğitimi hükümetin ve dinin gericiliğinden koruyalım demeye çalıştığı açıktır. Marx’ın eğitim konusunda yazdığı pasajda bugün eleştirilebilecek tek yan, burjuvazinin eğitimi de parayla satmak konusunda çok istekli olacağını gözden kaçırmasıdır. Kapitalizmin her şeyi ama her şeyi satabilecek olduğunu defalarca söyleyen Marx, büyük olasılıkla Alman partisinin reformizmine olan siniri ve polemiğin çekiciliğinden eğitimin metalaşması sürecini küçümsemiştir.
  10. Ömer Laçiner, a.g.m., s.14.
  11. Karl Marx ve Friedrich Engels, a.g.e., s. 43. “’Devlet’ sözünden, gerçekte, hükümet mekanizması, ya da işbölümü sonucu toplumdan ayrı özel bir organizma olarak anlaşıldığı şu sözcüklerden bellidir.” Cümledeki bozukluk çeviriye ait ama Marx’ın meramı açık olmalı.
  12. Karl Marx ve Friedrich Engels, a.g.e., s. 32.
  13. Aynı dergide şu devrim meselesini yeniden düşünelim diye yazısını bitiren Murat Belge de tıpkı Laçiner gibi bir devrim düşmanıdır. Tarih bize devrim düşmanlarının insanlığa düşman olduklarını defalarca göstermiştir. Bkz. Murat Belge, 100 yıl sonra Ekim Devrimi, Birikim 342-343, Ekim Kasım 2017.
  14. Ömer Laçiner, a.g.m., s. 14. “Bu türden bir “akıl” ve akıllıkla Ekim Devrimi ve sonrasının “sosyalizmi inşa” deneyimleri, kurdukları rejimi “proletarya diktatörlüğü” olarak da adlandırdılar. Elbette ki o tür bir akıl, bu adlandırmanın “diktatörlük” kısmıyla özdeşleşebilirdi sadece. Öyle de oldu ve tarihin gördüğü en tam teşekküllü diktatöryal yapılardan biri -ki diğeri Nazi diktatörlüğüdür- böylece kuruldu.”
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×