Gezi’de “Direnmenin Estetiği”*

Leylâ Erbil’in aziz anısına

Gezi Direnişi, toplumsal bir hareket olarak, hiç kuşkusuz Türkiye toplumsal tarihi açısından bir dönüm noktası olarak değerlendirilebilecek bir olgu. On yılı aşkın süredir iktidar koltuğunda oturan AKP hükümetinin, ikiyüzlü, faşizan, anti demokratik ve dayatmacı uygulamalarıyla felce uğratılmış bir toplumun üzerindeki ölü toprağını kaldıran direniş, Mayıs ayının sonundaki kıvılcımın çaktığı an itibariyle kimsenin tahmin edemeyeceği bir aşamaya vardı. İktidarın, kolluk güçleri aracılığıyla orantısız güç kullandığında ortadan kalkacağını zannettiği Gezi Direnişi bu süre zarfında farklı biçimlere büründü ve çoğunlukla hükümetin istifasının dile getirildiği, parklarda halk forumlarının örgütlendiği bir protesto biçimine dönüştü. Toplumsal yaşamın bu şiddetli alt üst oluşu siyasal tarihimizin en önemli “kırılma noktalarından” birini yaşadığımızın kanıtını teşkil ediyor. Bu direniş, halkın, farklı biçimlerdeki “baskıları” aşabileceğini, her türden korkuyu (ölüm dahil) yenebileceğini göstermesi bakımından da son derece önemli bir uğrak oluşturuyor. Böyle bir siyasal konjonktürde direnen bir halkın koluna girecek ve ona yoldaşlık edecek sanat yapıtlarının varlığı her zamankinden daha fazla önem kazanıyor.

Bu noktada her şeyden önce direniş kavramının yeniden ele alınması büyük önem taşıyor. Şiir sanatına yakından bağlı olan bireysellik ve öznellik ile direniş kavramının çağrışım yaptığı topluluk ve kolektif ruhun, üretilen yapıtları ve eylemlilikleri bu iki kategori arasında bir gerilime sürüklediğinden bahsedilebilir. Sanat yapıtı, yaratıcısı ve alımlayıcıları ile, onunla ilişki içinde olan toplumsal hareketler ve siyasal ideolojiler arasındaki ilişkiyi göz önünde bulundururken, diyalektik bir yaklaşımı teşvik etmelidir. Öznel ve kolektif olan arasındaki gerilim hattında yer alan sanat yapıtı ve böyle bir hattın gerekliliği, sanatsal üretimin en önemli odak noktalarından biri olarak ortaya çıkmalıdır.

Neoliberalizmin egemen olduğu bir çağda gündelik kültürel pratikler yerine özel olarak edebiyata odaklanma kararı, direnişin yeniden kavramsallaştırılmasını gerektirmekle birlikte, şu ana kadarki mevcut birikime ve deneyime göre yaratıcılık ve direniş arasındaki ilişkiyi eleştirel bir biçimde ele alan yaklaşımların yeniden düşünülmesini zorunlu kılmaktadır. Popüler kültür ile birlikte yozlaşmış ve çökmeye yüz tutmuş bir sanat piyasasının varlığı, direniş söz konusu olduğunda, iyiye, güzele ve doğruya olan taleplere yanıt verememektedir. Bu yüzden direnişin kağıt üstünde bir tür uygulaması olan edebiyatı ele alan kuramsal yapıtların gözden geçirilmesi, neoliberal çağdaki sanat yapıtını kavrayabilmek için bu türden yaklaşımların zorluklarının altını da çizecektir. Kuramsal olarak bugüne kadar üretilenlere baktığımızda örneğin John Beverley ve Marc Zimmerman’ın Amerika kıtasındaki devrimler sürecindeki şiiri çözümlemeleri, edebiyatı devrimci ve ideolojik bir pratikte ele alan ve önemli bir boşluğu kapatan yanlar barındırırken, Barbara Harlow’un Direniş Edebiyatı başlıklı yapıtı, edebiyatta direniş ile sömürgecilik karşıtı kurtuluş mücadeleleri arasındaki bağı oluşturuyordu. Bunlarla birlikte Carolyn Forché Unutmaya Karşı’da unutulmaya yüz tutmuşluğa karşı tanıklık etme eyleminin, siyasal bir direniş eylemine dönüştüğünden bahsetmektedir. 1 Bununla birlikte kültürel üretimlerin arasına sözde ideolojik olmayan üretimlerin sinsi bir biçimde sokulması bir baskı ve yıldırma eylemi olarak kolay kolay belirlenemeyebilir. Neoliberal söylem, açık bir biçimde şiddeti ne onaylar ne de meşrulaştırır. Postmodernizmin kültürel ortamda yarattığı tahribatın bir benzerini, demokrasiyi her kapıyı açan bir anahtar olarak kullanarak gerçekleştirir. Bu yüzden mücadele etmesi ve direnmesi daha karmaşıktır. Bu bağlamda Hardt ve Negri’nin savaşın ve istisnai olanın küreselliği kavramları, şiddet ve baskının kolay kolay maskesi düşürülemeyen esnek varlığını yansıtmada önemli bir işlev görmektedir. 2

Çok katmanlı, tarihsel bir roman

Direnen bir halkın etkilerinin sanata yansıması, kendisini hızlı bir biçimde göstermeyebilir. Dolayısıyla direnişin sanattaki yansımalarının tarihsel örneklerine odaklanmak, Gezi Direnişi açısından da dersler çıkarmak ve direnişin bayrağını daha da yukarılara taşımak açısından büyük önem taşımaktadır. Bu bağlamda Peter Weiss’ın Direnmenin Estetiği romanı büyük bir boşluğu doldurmaktadır. Roman, bütünüyle anti-faşist direniş ve işçi sınıfı hareketi tarihinden hareketle kolektif bir kurgu geliştirir. Kurgunun sahnelerini Berlin, Madrid, Paris ve Stockholm kentleri oluşturmaktadır. Ortaya konan oyun ise Alman ve İsveç işçi sınıfı hareketleri tarihi, Nazi rejimine karşı gerçekleştirilen yeraltı direnişi, İspanyol İç Savaşı ve Fransa ile İsveç’teki sürgün ve göçmenlerin yaşamlarından oluşmaktadır. Bu tarihsel bağlam, Brecht’in “Okuyan Bir İşçinin Soruları” şiirinde dile getirdiği gibi, ezilenlerin ve tarihte şimdilik kaybedenlerin bakış açısıyla hareket eden sanat tarihi ve kültürel tarih yapıtlarıyla zenginleştirilir. Peter Weiss’ın roman kurgusundaki baş kahramanlar, Berlin’deki Pergamon Müzesi’nde vakit geçiren, Kafka’nın “Şato”sunu ve Dante’nin “Cehennem”ini okuyan, Picasso’nun “Guernica”sına ya da Géricault’nun “Medusa’nın Salı” tablosuna bakmaktan keyif alan genç işçiler ve eylemcilerdir.

Genel olarak betimleyici bir biçimde kayıt altına alma (sadece sanat eserlerinin değil, mekânların ve karakterlerin de) Weiss’ın anlatısının önemli özelliklerinden birini oluşturur. Bununla birlikte romanın öne çıkan bir başka özelliği, yazarın konudan konuya atlayarak olan biteni kayıt altına alma isteğidir. Büyük oranda anlatı, sürekli değişen karakterlerin, Berlin, İspanya’daki bir çok mekân, Paris ve Stockholm gibi Avrupa’nın bir çok yerinde gerçekleştirdikleri tartışmalardan oluşur. Böylelikle metin, kendi ideolojik konumlanışlarını sağlama almak isteyen karakterlerin, tarihsel bir altüst oluşun ortasında verdikleri entelektüel mücadeleyi de anlatmış olur. Karşılıklı gerçekleştirilen bu konuşmalarda değinilen konular geniş kapsamlı olmakla birlikte, 30’lu yılların ortasından 40’lı yılların başlarına kadar Avrupa’daki siyasal durumu gözler önüne serer: Almanya’nın başarısızlığa uğramış 1918 devrimi, Weimar Cumhuriyeti yıllarında komünistler ve sosyal demokratlar arasındaki kavgalı ilişki, İspanya İç Savaşı’ndaki Cumhuriyetçilerin yenilgiye uğramalarındaki olası nedenler, Moskova davaları, otosansürün sorunları, partiye bağlılık ve muhalefet. Kimi kilit noktalarda yer alan kahramanların (çoğu tarihsel figürler olan) bakış açısıyla sınırlı olsa da, romanın ilk olarak İspanya İç Savaşı’nda, daha sonra Naziler’e karşı kaydettiği komünist direnişin sesi, bu çoksesli koroyla güçlendirilir, sayısız tarihsel geriye dönüşler ve araya girişlerle detaylandırılır. Sonuç olarak elde olan geleneksel anlamda bir anlatıdan çok (aslına bakılırsa, karakter psikolojileri ve olay örgüsü dikkat çekici bir biçimde yapıttan dışlanmıştır) 3 , direniş hareketinin içinde mücadele ettiği entelektüel ve dolambaçlı bir mekândır. 4

Tarihin adsız kahramanları

Roman kurgusal olarak tarihsel bir gerçekliği belgeler. Genç eylemciler Coppi ve Heilmann direniş çevresi Harro Schulze-Boysen’in (nâm-ı diğer “Kızıl Orkestra”) üyeleridirler ve Berlin’deki Plötzensee’de Naziler tarafından idam edileceklerdir. Weiss’ın üç gün boyunca söyleşi yapma fırsatı bulduğu Herbert Wehner, Lenin, Willy Münzenberg ve Bertolt Brecht romanda tarihsel tanıklar olarak boy gösterirler. Onlarla birlikte kimi önemli kadın kişilikler de romanın merkezinde yer alır: Babası Nobel Barış Ödülü sahibi ve toplama kamplarında öldürülen Rosalinde Ossietzky, İsveçli yazar Karin Boye, direnişçi Lotte Bischoff. Tüm bu figürler bir Ben-anlatıcı tarafından aktarılan kolektif, tarihsel bir kurgunun ağına takılmışlardır. Anlatıcı da kurgusal bir karakterden daha fazlasıdır. Rusya’daki Ekim Devrimi döneminde doğan anlatıcı adsızdır, sanatsal ve siyasal kimliğinin arayışındadır. Bir anlamda direnmenin estetiği kendini adamanın bayraktarlığını yapan, suskunluğa ve tarihin öznelerinin adsızlığına karşı açılmış bir savaştır. Bu yüzden roman sanatı, insan yaşamının kitlesel bir biçimde imhasına karşı koyuşun olanağı olarak ele alınır. Benzer bir olanağın Gezi Direnişi açısından çıktılarını dile getirmek için henüz erken olmakla birlikte, romanın kendisi direnişte kaybettiklerimizin anısını unutmamaya vesile ve sakat bırakılanlar ile yaşam mücadelesi verenler açısından da umut kaynağı olmaya devam etmektedir.

Weiss’ın romanı sonunda başa bir dönüş yapar. Bir kere daha mevzu bahis, savaşın karmaşasında bedenleri ve silahları betimleyen ve böylelikle baskı ve tahakkümü simgeleyen Bergama Sunağı’dır. Frizdeki eksik parçalardan simgesel olarak en önemlisi, Herakles’in aslan pençesidir: Romanın simgesel anlatımında ezilenlerin tarihsel olarak en son ve mükemmel özgürleşme eylemidir. Romanın son cümlesini aktaracak olursak:

“… ve hercümercin içinde bir boşluk belirecekti, aslan pençesi olacaktı orada, herkesin elinin yeteceği yerde, ve onlar aşağıda birbirlerini bırakmadığı sürece, aslan pençesini görmeyeceklerdi, ve o boşluğu doldurmak üzere bildik biri çıkagelmeyecekti, onlar kendileri o tek hamleyi, üzerlerindeki, onları ezen korkunç baskıyı kaldırıp atacak o hareket için kollarını hız alarak savuracaklardı.” 5

Peter Weiss’ın Direnmenin Estetiği tarihte bir iz bırakmak ister. Henüz tarih olmamış kurtuluşun tarihsel bir yapıtı olarak simge olmayı arzular. Herakles’in aslan pençesinin asılı olması gereken frizdeki boşluk, açıkça gerçekleşmemiş, var olmayan bir şeyi belirtir. Edebiyat bu boşluğu ödün vererek dolduramaz, fakat hatlarını keskinleştirerek görünür kılabilir. Dilin gücüyle silahlanmış herhangi bir yazar, ezilenleri sessizliklerinden ve adsızlıklarından bu şekilde kurtarabilir. Tıpkı direnişte kaybettiğimiz Ethem Sarısülük, Ali İsmail Korkmaz, Medeni Yıldırım, Abdullah Cömert ve Mehmet Ayvalıtaş’ın adlarını tarihe yazdırdıkları gibi romanın ileride adlarını anacağımız kahramanları da benzer bir işlevi yerine getirir. Direnmenin Estetiği, edebiyatın diliyle ezilenler için bir savaş hayal eder ve bunu yaparken koşullu dilek kipini kullanır. Böylelikle ezilenler ve direnenler adlarına kavuşup tarihe mal olurlar. Ya da Doğu Alman yazar Volker Braun’un Peter Weiss’ı alıntılarken belirttiği üzere:

“Eğer kendimizi özgürleştirmezsek, olanların bizim için hiçbir önemi olmayacak.” 6

Faşizme karşı direniş

Peter Weiss’ın romanda tarihten çok tarihin ütopyacı bir yorumunu açımladığı sıklıkla belirtilir. Onun kendini yetiştirip geliştiren, okumuş işçileri, proletaryanın direniş ve kurtuluş için başlattığı savaşın tasarımı vb. tarihsel gerçeklikten yer yer uzaklaşır. Bu yargı kimi zaman geçerli olmakla birlikte, kimi zaman eleştirmenlerin ve okurların önyargısını yansıtmaktadır. Her hâlükârda Weiss’ın toplumcu gerçekçilerin biçemiyle tarihsel kurtuluşun epiğini yazmadığını söylemek yanlış olmaz. Weiss için 1945 yılı faşizmden kurtuluştan daha fazlasıdır. Aynı yıl, birleşik ve siyasal olarak işçi sınıfının kurtuluşuna adanmış bir cephe idealinden vazgeçişi de imler. Türün kapalı bütünlüğünü 7 gerektiren tarihsel roman kavramı, Direnmenin Estetiği’ni yorumlamak söz konusu olduğunda elverişsiz ve yararsız hâle gelir. Peter Weiss sanat yapıtlarının betimlendiği bölümlerde, baskı ve tahakkümün bir arkeolojisini, ya da diğer bir deyişle tarihsel belleğin tarihini anlatır. Bu sahnelerde romanın siyasal olarak aydınlatıcılığı devamlı bir biçimde aklın ezeli düşmanı olan bilinçdışının “tehlike bölgesi”ne (Weiss’ın belirttiği gibi) sapar. Benzer bir biçimde sapılan toplumsal pratiğin gerçekliği de bu bilinçdışıyla uyum gösterir. Alman işçi sınıfı hareketinin tarihçilerinden Wolfgang Abendroth, Weiss’ın, yazdığı kişi hakkında kişisel bir deneyimi olmamasına rağmen, işçi sınıfının gündelik yaşamının en ince detaylarını yakaladığını iddia eder. 8 Onun tarihsel malzemeye imgesel, şiirsel ve sistematik olmayan müdahalesi, “bilimsel” ve “nesnel” tarih yazımının bastırdığı yaşanmış gerçekliğin her bir boyutunun tekrardan kazanılmasına yardımcı olur. Bu bağlamda Weiss, romanın/epiğin estetik kavramsallaştırılmasında, Karl Marx tarafından da sorulmuş olan bir soruya işaret eder: Geçmişin sanatı olan klasik sanat (üretim koşullarından bir kere kopmuş) nasıl güncel bir anlama sahip olabilmekte ve sonraki kuşaklar için bir haz kaynağı yaratarak tarih-üstü bir model sunabilmektedir? Gezi Direnişi açısından bu sorunun yanıtını bulmak henüz kolay olmamakla birlikte, direnişin ortaya çıkardığı enerji ve bunun sanatsal yaratıcılığa etkileri, önümüzdeki dönemde üretilecek sanat yapıtlarına rengini çalacaktır.

Peter Weiss, üç ciltten oluşan yapıtı için yaklaşık on yıl çalışmıştır. Aslına bakılırsa ölümünden sonra bir tür vasiyete dönüşen bu yapıt için Weiss’ın tüm yaşamını vakfettiğini söylemek yanlış olmaz. Yüzyılın en önemli yapıtlarından biri olarak addedilen, roman türünün krize girdiği bir dönemde bir tür epik olarak ortaya konan Direnmenin Estetiği’nin ciltleri sırasıyla 1975, 1978 ve 1981 tarihlerinde yayımlanmıştır. Weiss, Batı sanatının büyük yapıtlarını işçi sınıfı için geniş kapsamlı yeniden değerlendirmeye tabi tutarak, sınırların ucuna itilmiş bir bakış açısını yeniden tarih sahnesine davet etmiştir.

Weiss’ın anıtsal romanı ilk olarak kahramanın içsel gelişiminin anlatıldığı bir Bildungsroman olarak düşünülebilir. 9 İkinci olarak, romanın 1918’den 1945’e kadar Avrupa solunun tarihini tartışan ve resmeden bir tarihsel roman olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Weiss, romanını meşakkatli bir araştırmanın üzerine kurmuştur ve solcu eylemcilerin betimlenmesi, tarihin kayıtsızlığına ve özellikle resmi tarihin savaşta kaybedenleri önemsememesine karşı gerçekleştirilmiş bir girişimdir. Üçüncü olarak, farklı kavramsal araçlarla üretilen ve bunu görsel sanatla da birleştiren roman, sonuç olarak direnişi meşru kılan ve ona görev veren bir yan barındırır. Her üç düzlem de, kendisini Ben-anlatıcının sesiyle (Bildungsromanın işçi sınıfı kahramanı) ifade eden ortak bir işçi sınıfı ortamı, Alman komünist hareketi ya da halkın kurtarıcılarının bakış açısı (tarihsel anlatıda) ve sanat ile edebiyatın halkın mücadelesini nasıl ele aldığını sorgulayan ve sınıf tahakkümünü ortaya koyan anlatı aracılığıyla birleştirilmiştir.

Mitoloji ve sınıf savaşı

Weiss’ın romanının merkezinde direniş olarak estetiğin kendisi bulunur. Anlatı, sadece soyadlarıyla tanımlanan, Coppi, ben-anlatıcı (her ikisi de yaklaşık 20 yaşında ve dört yıl önce okuldan atılmış) ve grubun kendinden menkul “Rimbaud”su olan 15 yaşındaki Heilmann’ın, Berlin’deki Pergamon Müzesi’nde bulunan Zeus Sunağı’nın önündeki tartışmalarıyla başlar. Tarih 22 Eylül 1937’dir. Hitler iktidardadır ve Coppi devlet karşıtı bildiriler dağıttığı için bir yıl hapis yatmıştır. 10 Anlatıcı İspanya’da partizanlarla birlikte savaşmak üzere yola koyulmak üzeredir. Her ne kadar faşizme karşı savaşın ruhunda birleşik kalacak olsalar da (okur üçüncü cildin sonlarına doğru, bu buluşmadan beş yıl sonra içlerinden ikisinin öldürüldüğünü öğrenecektir), son bir kere buluşurlar. Önlerinde durdukları sunaktaki frizler Olimpos tanrıları ile Zeus’a başkaldıran, toprak tanrıçası Gaia’nın oğulları olan Gigantlar arasındaki mitsel savaşı betimlemektedir. Titanların kardeşlerinin Olimpos’a saldırması, Zeus’un Titanları Tartaros’ta hapsetmesinden kaynaklanmaktadır. Frizlerdeki mücadelede, Gigantların acı ile düşüşleri ve Olimposluların topukları altında bozguna uğrayışları resmedilir. 11 Bu bağlamda üç arkadaş müze ziyaretlerinden şaşırtıcı dersler çıkarırlar. Bir taraftan zafer kazanmış tanrıların yüzlerindeki boş ifadeye karşı, bozguna uğramış isyancıların temsilindeki acı çekişi fark ederler. Frizlerin, aslen, Yunanların Gal komşularına karşı kazandıkları zaferi kutlamak için yapıldıkları (frizler M.Ö. 195-159 arasında hüküm süren II. Eumenes döneminde yapılmıştır) akılda tutulacak olursa, üç arkadaşın ezilmiş ve hatta köleleştirilmiş ve Yunan efendilerine hizmet etmek zorunda bırakılmış sıradan halk için bir sempati beslediklerinden bahsedebiliriz. Böylelikle, her bir friz üç arkadaş tarafından da direnmenin estetiğinin bir örneği olarak okunur ve onu yaratan sanatçının ne ezilenlerin acısını kabullendiği ne de yapıtı yaptıran eliti desteklediği akla getirilir. Bunun dışında her biri Herakles figürüne odaklanır. Efsaneye göre Herakles tanrılara bu savaşta yardım etmiş, fakat daha sonra dünyaya yollanarak ölümlülerle birlikte çalışmaya sevk edilmiştir. Üç arkadaş da Herakles’te, faşizme karşı savaşa katılan bir kurtarıcı rol modelin yansımasını görür. Frizde kahramandan kalan herhangi bir izin neredeyse bulunmaması (sadece aslan pençesinin doğu frizindeki varlığı, Herakles’in Zeus’un yanındaki konumunu kanıtlar), bu boşluğu kendilerinin doldurması gerektiği şeklinde yorumlanır.

Bu noktada kısa bir ayraç açmak gerekirse direnişin, bireyin açık bir biçimde bağlanmasını gerektirdiğinden söz etmemiz gerekir. Bu bağlanma, bir konum alma şeklinde olabileceği gibi, dışlanmış bir kimliğin bilinçli bir biçimde sahiplenilmesi yoluyla da gerçekleştirilebilir. Direnen bir topluluğun inşası, ancak bu direnişe bağlananlar temelinde gerçekleştirilebilir. Bağlanmaya yapılan bu vurgu, gündelik hayatın kültürel pratiklerinin aksine sanat yapıtlarına odaklanılmasında önem kazanır. Gezi Parkı’ndan tüm ülkeye yayılan direnişte, uzun zamandır apolitik olarak adlandırılan bir kuşağın tarih sahnesine çıkması da benzer bir bağlanmanın ve siyasal kimlik arayışının tezahürü olarak görülebilir. Her şeyden önce direnmeyi ve başkaldırmayı öğrenen halk, sınıf bilincine doğru giden yolun başında olmakla birlikte, neye karşı mücadele ettiğinin bilincine vararak öfkesini bu uzun yola yönlendirir.

Direnmenin Estetiği Almanya’da doğmuş, hem Bremen hem Berlin’de yaşamış, Çekoslovakya ve İsveç’te sürgünü deneyimlemiş, adsız bir anlatıcıyı takip eder ve yaşamı Weiss’ınki ile düzenli aralıklarla kesişerek, yazarın yaşamöyküsü ekseninde bir tür sinüs eğrisi çizer. 12 Kuşkusuz Peter Weiss sadece anadili ve sanatsal dili Almanca olan, önemli bir Alman yazar değildir; bununla birlikte o kozmopolit olmak yerine, bir komünist olarak Almanya’nın siyasal ve yazınsal yaşamına derinden bağlanmıştır. İsveç’e yerleşmiş olması günlük, faydacı bir olgu olmaktan çok, simgesel bir anlam taşır. Yer yer ortodoks bir Marksizm çizgisinde olan ve reel sosyalizmin bütününü kapsayan bir bakış açısına rağmen, “özgürlükçü” sosyalizm tartışmalarında yer alması ve SSCB’yi eleştirmesi onu, Alman Demokratik Cumhuriyeti’nde kalmasını imkânsız hâle getirecek şekilde etkilemiştir. Aynı zamanda bu iki iç sesin ortak yaşamının Sosyal Demokrat Parti’ye olan nefretiyle birleşmesi de onu, Batı Almanya’da kültürel olarak toplumdan dışlanmış bir figür hâline getirmiştir. Bununla birlikte nedenleri her ne olursa olsun, Weiss’ın sanatsal evrimi sadece Alman tarihi çerçevesinde anlaşılabilir.

Her yerde direnen kadınlar

Gezi Direnişi’nde ön saflarda mücadele eden toplumsal kesimlerin en önemlilerinden birini de kadınlar oluşturdu. Bu kimi zaman direnişçi gençlere bir kap yemek veren ev kadınları olabileceği gibi, kimi zaman da çocuklarının mücadelesini endişeyle izleyen ve onlardan gurur duyan annelerdir. Bu nokta Weiss’ın romandaki kadınlara biçtiği rol ile yer yer farklılıklar gösterir ve şu ana kadar Gezi Direnişi’ndeki erkeklerin, eşlerinden, annelerinden, sevgililerinden her zamankinden daha fazlasını öğrendiklerinin altını çizmemiz gerektiğini gösterir. Romandaki anlatıcının annesi, kocasının ve oğlunun kafa yordukları her şeyden uzakta durmaktadır. Anlatının yapısı romanın ta başlarında kadınların, siyasal stratejilerin tartışılması ve planlanmasının dışında bırakıldıklarını belirtir. Bununla birlikte kadınlar aynı zamanda etraflarındaki erkeklerin yürüttükleri mücadelelerden de dışlanmışlardır. Örneğin yapılan söyleşilerden birinde anlatıcı yaklaşık otuz sayfa boyunca babasıyla sosyal demokrat ve komünist parti siyasetinin karşıtlıkları hakkında sohbet etmektedir, ta ki annesinin sesi duyulana kadar. Okur bir anlık şokla annenin, erkeklerin uzun tartışmaları boyunca sessiz sedasız yanlarında olduğunun farkına varır. Benzer bir biçimde annenin İsveç’teki son sessizliği de manidardır. Bu süre boyunca anne sanrılar arasında kaybolmuştur ve anlatıcının babasının faşizm çözümlemeleri annesi tarafından idrak edilemez. Weiss, annenin imgeleminde faşizmin acımasızlığının bir portresini sunar. Faşizm, faillerine bir tür her şeye kadir olma deneyimi sunarken, bunu kurbanlarının çaresizlikleri sayesinde başarabilir. Bu noktada mücrim her şey, kurban hiçbir şeydir. Mücadele bakımından direnmenin estetiği zorunludur ve anlatıcının annesi oğlu tarafından “beklenen her şeyin gerçekleştiğini” gören bir kadın olarak tanımlanır ve gelecek için hiçbir umut barındırmaz. Bunun aksine direnişimizin kadınları geleceğe umut dolu bir bakış atar ve “bu daha başlangıç, mücadeleye devam” şiarını bir bayrak olarak barikata taşırlar.

Öte yandan anne figürünün aksine, Weiss’ın roman kahramanlarında direnen ve bunu somut eylemliliğiyle dışa vuran kadınlar da mevcuttur. En çok sevdiklerinin faşist katiller tarafından öldürülecekleri içine doğan ve bu yüzden kahrolan anlatıcının annesi gibi Lotte Bischoff da yakalanan, işkence gören ve Naziler tarafından idam edilen Kızıl Orkestra’daki yoldaşlarının kaybını deneyimler. 1942’nin sonbaharından (grubun üyelerinden bazıları yakalandığında), savaşın sonuna kadar Bischoff keskin zekası sayesinde yakalanmaktan kaçar. Bildiri basma ve dağıtma ile duvarlara ve caddelere antifaşist sloganlar yazma gibi direnişin günlük görevlerini yerine getirir. Yoldaşlarının idamlarının bilincinde olarak, onların anısını yaşatmak için onlar hakkında bir not defteri tutmaya karar verir ve bunu savaş sonrası çocukların eğitiminde kullanmayı düşünür.

Hem anlatıcının annesi hem de Lotte örnekleri, kadınların Weiss tarafından bilinçli bir biçimde erkek egemen siyaset ve kültürel üretimden dışlandıklarını akla getirir. Böylelikle bu alanlar eleştirel bir bakış açısının konusu hâline gelir ve Weiss kadınların “doğası” hakkındaki klişelere son çare olarak başvurur (anlatıcının annesi ve Boye’nin “akıldışılıkları”, Bischoff’un “alçakgönüllülüğü ve göze çarpmayışlığı”). Bununla birlikte bu, romanın kadınlar ve direnişe bakışının tek bir görünüşüdür. Weiss, siyaset ile birey ve kadın ile erkek bakış açıları arasında kökten bir uzlaşmazlık inşa etmek yerine, farklılıkların birliğinin olanaklarını göstermekle ilgilidir. Benzer bir biçimde Gezi’de direnenler ister kadın, ister erkek, ister eşcinsel ya da trans bireyler olsun kolektif bir kimliğin inşasını hep birlikte gerçekleştirirler. Bilakis, roman bir alternatif olarak halk cephesi kavramına dayanan ütopyacı bir boyut da barındırır. Bu cephe, birbirleriyle uyum içinde olanların gönüllü birliğidir. Bu, aralarındaki çelişkileri ve farklılıkları yok saymadan ya da onların üstünü örtmeden üretken bir biçimde çalışan insanlardan oluşan bir birliktir. 13 Yeraltı çalışmasından ötürü zorunlu olarak tedbirli olması gereken Lotte Bischoff’un aklına, üzerindeki tüm baskıya rağmen, böyle bir gönüllü birlik düşüncesi yatar. Amaçları aynı doğrultuda olan ve birbirine güvenen bireylerden oluşan bu birlik onun zor zamanlarının kurtarıcısı olur. Bischoff, hapsedilmiş ve idam edilmiş yoldaşlarını ve onların dayanıklıkları ile motivasyonlarını düşündükçe, belleğinde ele geçirdiğinin onları birleştiren mücadele olduğunu daha iyi kavrar.

Brecht, Gramsci ve Lukács

Birinci tekil şahısın ağzından anlatılan Direnmenin Estetiği’ndeki gerçek dinamik, sürekli değişen bir oyuncu kadrosunun üyeleri arasındaki bitmek tükenmek bilmeyen diyalog aracılığıyla kurulmuştur. En ateşli tartışmalar, yazarın gençlik döneminden arkadaşları, olası bir komünist konumlanışın en dürüst ve yetkin örnekleri, direnmenin estetiğinin yorumlayıcıları ve yardımcı yazarları ve son olarak Kızıl Orkestra grubunun şehitlerinden olan Coppi ve Heilmann arasında gerçekleşir. Fakat benzer bir polemik baba ve anlatıcının geçmiş (genç) sesi, Wehner’in sesi ve Komintern’in konumlanışı, İspanyol İç Savaşı’nda komünist bir militan olan Diaz ve romanın Alman baş kahramanlarından Hodann, Münzer ve Ayschmann ile Grieg ve Marcauer arasında da gözlemlenir. Aslına bakılırsa Weiss’ın romanının ne biçimi ne de içeriği (çocuksu bir ikilikte ısrar edilecek olursa) aralıksız olarak birbirinin yerlerine geçen bu seslere kulak vermeden anlaşılabilir. Karşılıklı olarak atışan ikili seslerden oluşan roman, bu akışla birlikte direnmenin zorunluluğunu da okura sorgulatır. Dolayısıyla “neden şimdi direnmenin estetiği?” sorusunu sormanın tam zamanıdır. Sayfalar dolusu tez (Bergama Sunağı’nın estetik özellikleri, Herakles miti, Gericault resimleri, Kafka, Guernica, Brecht’in planladığı ama yazmaya fırsat bulamadığı İsveç tarihi üzerine bir oyun vd. hakkında), inorganik bir biçimde olayların akışının içine zerk edilir. Fakat bunların varlıkları sadece görüşüne göre inorganiktir. Siyasal mücadelelerin doğrudan estetik kazanımları, sosyalist ve proleter yeni bir kültürün yapıları Weiss’ın en içten özlemlerini oluşturur. Weiss’ın estetik hakkındaki tutkusu naif olmaktansa duygusaldır. Var olan bir şeyin sergilenmesi değil, bir arayıştır. Bu noktada baskıya ve sömürülmeye karşı direnişin içinden doğan yeni bir kültür varsayımının, Weiss nezdinde Brecht, Gramsci ve Lukács’ı doğrudan ilgilendiren yanlar barındırdığını öne sürmek yanlış olmayacaktır. Gezi Direnişi açısından da kimi önemli yanlar barındıran bu akrabalıkların biraz daha içine girmek, romanın içerik ve biçim bütünlüğünün okur tarafından daha iyi kavranmasına yardımcı olacaktır.

Weiss, İsveç’teki sürgün yılları boyunca Brecht’in yakın dostu olmuştur. Brecht çok katmanlı bir roman açısından eşi bulunmaz bir kahramandır ve Direnmenin Estetiği’nde muazzam bir role sahiptir. Bu yüzden romandaki baskın ögelerin Brechtçi bir yan taşıması şaşırtıcı değildir. Geçmişin sanat yapıtlarını, yeni, proleter bir kültür için bir hammadde olarak kullanma düşüncesi Brecht’e de yabancı olmayan bir olgudur. Weiss’ta bu tür bir yaklaşımın, yeni çözümlemelerle ve çok yönlü bir söz dağarcığıyla uygulandığı görülür. 14 Ustasına sadık bir öğrenci olan Weiss, farkında olmadan başka bir Brecht efsanesinin ardındaki gerçeği kazar: “Bilimsel” dünya görüşünden yoksun bir tarih felsefesi. 15 Brecht ve Weiss’ın yeni bir proleter kültür kavramı açık olarak Ekim Devrimi’nin etrafında dönmektedir. Geçmiş ve geleceğin, hatta şimdinin kavranıp öngörülebildiği bu çıkış noktası, kavramın özünü oluşturmaktadır. Brecht ve Weiss’ın açık açık yer aldıkları hattın kökeninde şöyle bir kavramsallaştırma yatar: Proletarya diktatörlüğü sorusu bundan uzun zaman önce Yunan trajedileri tarafından sorulmuştur. Direnmenin Estetiği’ndeki Brechtçi boyut, hiçbir şeyin henüz kirletilmediği bir çağa duygusal olarak dönüşü arzulayan mesihçi bir ton barındırır. Belki aradaki tek fark, Brecht’teki ironik tonların Weiss’ta törpülenmiş olmasıdır. Bu bağlamda roman, modern sanattaki başkaldırıyı ve çöküşü, Lukács ve Adorno gibi düşünürlerden çok daha rahat anlaşılır bir düzlemde ele alır. Okur, ustasının ardından Weiss’ın tüm huzursuzlukları, toplumsal patolojiyi, öfkeyi ve modern sanatçının bir dünya düzenine karşı başkaldırısını tutarsız bir söylemle ifade edişini gördüğünde, onun yarattığı Sade figürünün Brechtçi kökenlere sahip olduğunu ve başkaldıran, patolojik modern sanatçının doruk noktasını oluşturduğunu fark eder. 16

Romanın sahip olduğu Gramscivari yanlar özellikle anlatının farklı noktalarında sürekli ortaya çıkan Herakles mitinde gözlemlenebilir. Bu anlarda taze bir aydınlanma söz konusudur. Yazarın sesinden ziyade, farklı sesler tarafından mitolojik hammaddeye ışık düşürülerek, efsaneye yeni bir anlam ve yorumlama getirilir. Bu yeni yorumlama çoğu zaman basitleştirici ve hatta ilkeldir (örneğin söz konusu Herakles’in ölümü olduğunda, buna neden olan Nessos’un gömleği gizemli zührevi hastalıklar için bir hüsn-ü tabir olarak sunulur), fakat daima kahramanların mücadelelerine ve yaşamlarına hizmet eden simgesel bir eylemdir. Heilmann’ın durumunda bu durum daha açıktır. Mitolojik kahramanın hayali görüntülerinden kendisine psikolojik bir silah yapmaya ve böylelikle görevini tüm ciddiyetiyle yerine getirmeye çalışan Heilmann, işkence odası ve darağacında da aynı ağırbaşlılıkla hareket eder. Weiss söz konusu Rosa Luxemburg olduğunda, okuru, benzer bir popüler mitin onun etrafında da döndüğüne ikna etmeye çalışır. 17 Luxemburg efsanesinin kolektif-mitolojik ilgisinin kurulması roman açısından biraz zorlama gelebilir, ancak Weiss’ın metninde taşıdığı önem tartışılmazdır. İster güncel ister tarihsel bir perspektiften bakılsın, işlevi eşdeğerdir ve buna dair en iyi açıklama Gramsci’nin popüler-kolektif mit yaratmaya ve bunun radikal bir eylemlilik için kullanılabilirliğine dair gözlemlediklerinde bulunabilir. 18

Romanın estetik boyutunun Lukács’ı ilgilendiren bileşeni, Weiss’ın söylemine Lukács’ın kendisine rağmen (!) girebilmiştir. Modern sanatın Lukács tarafından kavramsallaştırılması, Weiss’ınkiyle taban tabana zıttır. Buna rağmen her ikisinin de direniş estetiği düşüncesi, her ne kadar özdeş olmasa da, birbirlerine çok yakındır. Klasik Weimar idealizmine açıkça bir geri dönüş olarak okunabilen insanlığın estetik eğitimi düşüncesi, hem Lukács hem Weiss’ta mevcuttur. Militan Weiss, bu tür bir eğitimin gerekliliğinin farkındadır ama bunu kendisine bir türlü itiraf edemez. Diğer yandan bu sayede siyasal bir propagandacı olmaktan kendisini kurtarır. Marat/Sade oyununu tekrar aklımıza getirecek olursak, klasik tiyatroyla ve de sıklıkla epik tiyatroyla karşılaştırılmasına rağmen Brecht tiyatrosuna ait olan bu oyun, Weiss’ın Lukács’tan devraldığı sanat eğitiminin gerekliliğini yeniden üretir.

Kitle psikolojisi ve faşizmin olanakları

Önemli ve bugüne ışık düşürecek başka bir konu, romanın sordurduğu şu soruda gizlidir: Hitler’in iktidara gelişinde Alman kolektif davranışının hangi kalıpları işbaşındadır? Weiss ilk bakışta, iyi bilinen Alman itaatkarlığını (ezilenlerin 19 psikolojisi ve ahlakında kaynaklanan) suçlayan geniş ittifaka katılır. Bu ittifaka göre, Alman halkı iki dünya savaşı arasındaki itaatkar tahammülüyle Hitler diktatörlüğüne giden yolu açmıştır. Alman söyleminde bu yeni bir olgu değildir. Bundan daha özgün olanı Peter Weiss’ın Alman sosyal demokratlarını sorumlu tutan ve suçlayan çözümlemesidir. Weiss sosyal demokrasiyi kolaya kaçarak ihanetle suçlamaz, ancak açık sözlülükle ezilenlerin psikolojisini ve ahlakını sürdüren ideolojik bir konumlanış olarak görür. Tanrılar abartılmış bir özgüvenden ötürü birini cezalandıracakları zaman, ondan ironi duygusunu alırlar. Bu bağlamda Weiss’ın romandaki çoğu karakterinde (özellikle Coppi) gözlemlenebilen sıradan halkın bilgeliği, kaçınılmaz olarak gelecekteki felaketlere zemin hazırlayan ezilenlerin psikolojisinin ortadan kaldırılmasını değil, muazzam bir biçimde genişlemesini simgeler. Günümüze gelecek olursak, AKP’nin iktidara gelişindeki mekanizmayı da sadece seçime bağlamak çok doğru görünmemektedir. “Evde tutulan yüzde elli” ile anlatılmak istenen ile Almanya’da Nazilerin iktidara gelişindeki mekanizma arasında kimi koşutluklar çizmek mümkün olmakla birlikte, her iki örnekte sosyal demokrasinin radikal sol siyaseti soğurma işlevi, Gezi Direnişi ile birlikte gerçek anlamda solun olanaklarının arttığı tarihsel uğrakta komünist siyasete önemli görevler yüklemektedir. Kitlelerin kendiliğindenliğinin komünist siyasetle buluşma olanakları, Avrupa’nın başına gelen felaketin bir benzerinin topraklarımızda yaşanmasının önünü tıkayacak yanlar barındırmaktadır.

Biriken siyasal öfke

“Şehit edebiyatı”, ölümün kutsallaştırılması vb. kavramlar Türkiye’deki sol içi tartışmalarda sıklıkla kendine yer bulmuştur. Özellikle ölüm oruçlarıyla ivmelenen ve çoğu zaman kamuoyunun da gündemine giren bu tartışmaların Gezi Direnişi ile birlikte farklı bir yöne doğru evrildiğinden bahsedilebilir. Direnişin ve birikmiş öfkenin gittikçe siyasallaşan ve iktidarı hedef alan özelliğinin, ölümün kutsanmasını geri plana ittiğinden rahatlıkla söz edebiliriz. Direnmenin Estetiği’nde de Weiss’ın benzer bir çıkış noktasıyla hareket ettiğine dair elimizde fazlasıyla ipucu vardır. Özenle hazırlanmış acı çekmeyi resmeden sahneler romanın merkezi özelliklerinden birini oluşturur. Bu sahnelerde kahramanlar, şiddet ve dehşetin kendisiyle baş başa bırakılır. Bununla birlikte karakterlerin acı çekmelerine dayanabilmeyi sınayan sahneler en ince detayıyla okura sunulur. Kitabın ölüm ve yok etmeyle ilgili uzun soluklu sahnelerinde (okurda acıma duygusu oluşturacak biçimde) amaçlanan, sadece acı duygusunun ve karakterlerin korkusunun kökten bir kriz anında yeniden üretilmesi değildir. Bundan daha fazlası, görüntünün yarattığı şokun olumlu bir güce, acı deneyiminin tutkuya dönüştürülmesidir. Böylelikle okurdaki acıma duygusu da hem direnişin hem de bir hatırayı anmanın hizmetine sunulur.

Direnmenin Estetiği’nin üstünkörü bir okuması bile, romanın geçtiği zaman diliminde bir halkın acılarının, ardında bıraktığı sayısız ölünün adaletinin nasıl sağlanacağı kaygısının hissettirilmeye çalışıldığını anlamaya yeter. Direnişten sonra, başarısızlığın ve direnişin yok oluşunun hikâyesi Weiss’ın zihnini fazlasıyla meşgul etmiş gibidir. Plötzensee’deki idamların betimlenmesi ve ölümlerin anonimlikten çekip alınması, okurun bu konuya dikkatinin çekilmesi açısından çok önemli bir girişimdir. Kitapta bireyin ölümünün bu şekilde betimlenişi, aynı zamanda kolektif bir deneyimin dile getirilişidir. Elbette ister bireysel ister kolektif olsun, ortada yazarın ağıt yaktığı bir deneyim vardır. Aynı zamanda bu ölümler kolektif bir deneyimin örnekleri olduğu ölçüde, farklı bir değer kazanırlar. Sanat yapıtlarında gözlemlenebilen yüzyılların baskı ve katliamlarını karşısına alarak, bireysel acı çekme ve ölüm kaçınılmaz bir biçimde romanın perspektifine yerleştirilir. Biraz daha detaya girecek olursak, Weiss’ın üç ciltlik romanının merkezinde yer alan, direniş grubu Kızıl Orkestra’nın üyelerinin idamını aktaran Plötzensee bölümündeki idamlardan önceki soruşturmanın okura dayanılmaz bir biçimde acı veren etkileri, yazarın detayları ustalıkla ele aldığının kanıtıdır. 20 Hans Coppi, Libertas, Harro Schulze-Boysen, Arvid Harnack, Horst Heilmann ve birçok başka direnişçinin vahşice öldürülmeleri okura titiz bir detaycılıkla sunulur. Olay yeri ve idam süreci sanki gerçek zamanda yaşanıyormuşçasına betimlenir. Betimlemenin tonu, idamlar gerçekleştiği ve hükümlü kadın ve erkeklerin bedenleri başkalaşıma geçmeye başladığında da değişmez. İdam edileceklerin ıstırabını, ölümün anlık olarak kapıyı çalışını saklamak yerine, acı çekme tam anlamıyla göz önüne getirilir. İdamın gerçekleştirileceği mekândaki göz kamaştırıcı ışık, hükümlülerin korkusuz bakışları tarafından delinir gibidir. Okur, bir süre sonra bu cesur direnişçilerin iki büklüm bir biçimde son kıvranışlarına dehşetle tanık olur. Direnişçinin idamdan az önceki bakışı, acı çekmeyi unutan ve bunu tarihsel olarak okura devreden bir yan barındırır. Plötzensee bölümü, Weiss’ın önceki yapıtlarından olan Soruşturma’nın yazın dilini miras olarak devralır: Grafiksel detaylar, herhangi bir yorumu üstü örtülü bir biçimde dışlama, şiddeti ve acıyı estetize etmeden sunma gibi özellikler her iki yapıtta da gözlemlenebilir. Olağanüstü olan, ölülerin kabulünde onların itibarlarının iade edilmesidir. Weiss, bu noktada empatiye, kurbanlarla özdeşleşmeye ya da bir tür katharsise yol açan rahatlamaya asla izin vermez. İdam sahnesinin görünürde uyuşturan estetiği, sadece bölümün odak noktasının gözünden değil (hapishane papazı Poelchau ve Schwarz), kitabın diğer şiddet ve acı çekme sahnelerinin temsiliyle de ele alınmalıdır. Buna benzer bir biçimde Gezi Direnişi sonucu kaybettiğimiz Ethem Sarısülük, Ali İsmail Korkmaz, Medeni Yıldırım, Abdullah Cömert ve Mehmet Ayvalıtaş, direnişle birlikte yaratılan kolektif kimliğin belleğinde yaşayacaktır. Ortada ne bir ağıt, ne de bir hayıflanma vardır. Aslolan, ölümlerden kaynaklanan birikmiş öfkenin siyasal arenada nasıl temsil edileceği sorusudur. Bu da Gezi Direnişi’ni biricik kılmaya yeter. Bununla birlikte romandaki direnişin okurda bir tür acıma duygusu yaratan niteliği, direnişin kendisinin acı verici bir deneyim olmasından çok, onun tutku dolu inadı ve sabrından ileri gelir. Sabretmek romanın her sayfasına sinmiş ve komünist hareketin karakteristik özelliklerinden olan bir erdem olarak sunulur. Direnişin yarattığı duygulanımdaki ikircim, bu erdemden ileri gelir ve romana can veren ve onu ayakta tutan budur. Yapıtın yarattığı farklı tepkilerin kökeninde de bu duygu yatar: Bir tarafta merak ve yabancılaşma duygusu, diğer tarafta istekli ve coşkulu alımlama.

Her ne kadar Direnmenin Estetiği güncel bir bakış açısıyla komünist direnişin hikâyesini anlatmak için çabalasa da, romanın başından itibaren hareketin çabaları ve mücadelesi kaçınılmaz bir biçimde kendi başarısızlığı tarafından gölgelenmiştir. Bu bakımdan anlatılan, yüce isteklerin ve onların bozguna uğratılmasının trajik bir hikâyesidir. Fakat roman tek başına merhamet duygusunu (diğer bir deyişle kaybedileceği bilinen bir davaya duyulan sempatiyi) harekete geçirmez. Amacı, her ne kadar son sayfalarda baskın olarak yer alsa da, sadece ölülere ağıt yakma veya onları anma değildir. Aynı zamanda direnişin sürdürülmesi için gerekli olan azmi yeniden kazanmak için duyulan arzu da Weiss’ın amaçları arasında yer alır. Her şeye rağmen Direnmenin Estetiği’ni akıntıya karşı kürek çekmeye iten şey, kararlılık ve fedakarlığın birlikte yarattığı duygudur.

Gezi Direnişi bağlamının sanata olası yansımaları

Peter Weiss’ın romanı okuruna fazlasıyla soru sorduran bir yapıttır. Okur romanın basit gerçeklikler vaat etmediğinin farkındadır. Her okuma farklı ölçekte ve düzlemde soruları beraberinde getirecektir. Örneğin Peter Weiss’ın yapıtı, Nietzsche’nin bir zamanlar belirttiği üzere, “dışa dönük barbarlar için ruhsal bir kendini geliştirme el kitabı” mıdır? Yahut evrensellik iddiasıyla hazırlanmış bir sınıf savaşı rehberi midir? Bu tür bir yapıt, deneyimimizin yoksulluğunu estetik olarak telafi edebilir mi? Ya da bizzat kendisi bir deneyim kaynağı olabilir mi? Peter Weiss 20. yüzyılın son naif sanatçılarından biri midir, yoksa en ince ayrıntısına kadar sanatçının kaybolmuş masumiyetinin bilincinde olan bir roman yazmış bir sanatçı mıdır? Gezi Direnişi ile birlikte değerlendirildiğinde tüm bu sorulara verilecek yanıtlar, romanın önemini kat be kat arttıracaktır.

Gezi Direnişi ile birlikte bir taraftan saflar netleşirken, sanattaki iktidar odakları ile bunların siyasal iktidarla olan ilişkilerini sorgulayabilecek bir aydın kuşağının varlığından bahsetmek daha mümkün hâle geldi. Direnişin ve bu bağlamda eşitlik ve özgürlük mücadelesinin sanatsal alandaki karşılığını almak için henüz erken olsa da gelecekten umutsuz olmak için herhangi bir neden görünmüyor. AKP iktidarıyla birlikte sanattaki iktidar odakları, sanatın eleştirel işlevini arka plana iterek içeriksiz, topluma yabancılaşmış ve umut vaat etmeyen bir sanat anlayışını topluma yaymaya başladı. Bu bağlamda çağdaş denilen sanat da iktidarın güdümüne girdi. Yabancılaşmanın artık sıradan bir olgu hâline geldiği çağdaş sanat ortamı, sanatçıdan ve üretilen sanattan çok, sponsorların, koleksiyonerlerin, müzayedecilerin, fuarların, bienallerin vb. güdümünde olmakla birlikte, Gezi Direnişi’nin açtığı hat bu ortamı da orta vadede altüst edecek gibi görünüyor. Bu noktada sorgulanması gerekenin, direnişi sürükleyen kitlenin cesaretine koşut bir biçimde sanat ortamının da üzerindeki ölü toprağını atıp atamayacağı, sanatsal iktidarı yerle bir edip edemeyeceği ve onun kurumsallığının yerine alternatif bir arayışı koyup koyamayacağı olduğu düşüncesindeyim.

Her şeyden önce direnişteki samimiyet duygusu ve protestonun mizahla birlikte imgelere dönüşmüş biçimi, bugüne kadar sanatsal ortamın sergiler, bienaller, fuarlar vb. etkinliklerde ortaya konamayan yanını oluşturuyor. Direniş boyunca her an “orantısız zeka” kullanımının ürettiği sloganlar, duvar yazıları ve imgenin gücü diyebileceğimiz olgu, üzerinde durulması gereken bir gerçekliktir. Yazılamalar, el ilanları vb. görsel iletişim araçlarıyla geliştirilen başkaldırının görselliği, yaratıcı bir düşünce-eylem birliğinin 21. yüzyılda aldığı biçimi teşkil etmektedir. Direnişin romanı, öyküsü, şiiri kütlesel bir biçimde henüz yazılmamış olsa da, biriktirilen deneyim bu topraklarda daha önce yaşanılmamış bir sanatsal üretimin doğum sancıları çektiğinin bir göstergesi sayılabilir. Direnişteki görselliğin baskın karakteri ve twitter, facebook vb. araçlarla kurulan iletişim, “sanatsal” diyebileceğimiz edebiyat yapıtlarının filizlenmesini güçleştiren yanlar barındırıyor olsa da, önümüzdeki dönemde direnişin olgunlaşacak olan estetiği umut vadediyor. Bu bağlamda Gezi Parkı’ndan yükselecek bir tür “direnmenin estetiği”nin görselliğin tahakkümünü aşan boyutlara da sahip olması gerekiyor.

Gezi Direnişi’nin özellikle sanatçının gündemine soktuğu bir başka önemli başlık, iktidarın alaşağı edilebilmesi için sanatsal olarak da yeni bir iktidar alternatifin yaratılması zorunluluğudur. Bu süreçte mücadele, cesaret ve korkuları yenme azmi kazanan sanatçı, kurumsallaşmış ve iktidarın destekleyicisi olmuş sanat bezirganlarını sorgulayarak foyalarını ortaya çıkarmaya çalışacaktır. Türkiye’de hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı bir toplumsal yaşamdan bahsediyoruz. Böyle bir yapının özellikle çağdaş sanatla ilişkisini belirlerken, sanatçının önünde açılan devrimci olanakların da göz önünde bulundurulması gerekiyor. Bu bağlamda siyasal bir roman olarak Direnmenin Estetiği’nin ele aldığı tarihsel ortamın, Türkiye’den çok farklı olmakla birlikte, direnişçilere sunduğu olanakların kimi benzerlikler taşıdığından bahsedebiliriz. Hitler ve Erdoğan döneminin siyasal alanda yarattığı sıkışmışlıkla, her iki dönemin sanatsal ortamlarındaki açmaz benzer neden-sonuç ilişkilerine dayanıyor. Kapitalizmin her iki dönemde de içine girdiği bir kriz ortamından söz etmek yanlış olmasa gerek. Sanatsal ortamın Hitler ve Erdoğan döneminde girdiği bu kısırdöngü, ikincisinin içinden Gezi Direnişi ile birlikte çıkılabilecek bir siyasal atmosferin doğuşunu müjdeliyor. Siyasal olarak bastırmaya, tahakküme ve zorun kullanımına boyun eğmeyen bir halk, er ya da geç sanatsal ortamı da temizlemeyi öğrenen sanatçılara da esin kaynağı olacaktır ve AKP’nin on yılı aşan iktidarının çatlamaya yüz tuttuğu bir momentte Direnmenin Estetiği’ni tekrar tekrar çözümlemek, satır satır okumak ve dost meclislerinde tartışmak direnişe sanıldığından çok daha fazlasını katacaktır.


*Bu yazıyı hazırlarken, 20 Temmuz 2013 tarihinde İstanbul’daki Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilen Gezi’de “Direnmenin Estetiği” başlıklı söyleşiye kişisel nedenlerle katılamadım. Kuşkusuz romanın değerli çevirmenlerinin deneyimlerinden beslenememenin, yazının içeriğine etkisi olacaktır. Bununla birlikte yazıya aynı başlığı koymam tamamıyla bir rastlantının ürünü olmakla birlikte, söyleşiyi düzenleyenlerle birlikte bir akıl ortaklığına sahip olduğumuza da işaret etmektedir.

Dipnotlar

  1. John Beverley & Marc Zimmerman, Literature and Politics in the Central American Revolutions, University of Texas Press, 1990; Barbara Harlow, Resistance Literature, Routledge, 1987; Carolyn Forché, Against Forgetting, W. W. Norton & Company, 1993.
  2.  Bu kavramların detaylı bir çözümlemesi için bkz. Michael Hardt & Antonio Negri, Multitude, Penguin, 2005, Türkçesi için bkz. Michael Hardt & Antonio Negri, Çokluk, çev. Barış Yıldırım, Ayrıntı Yayınları, 2011.
  3. Çoksesli koro her şeyi bilen anlatıcının yerine geçer. Romanın kolektif oyuncu kadrosu bireysel karakterleri dışarıda bırakır. Tartışma, olay örgüsünü kenara iter. Gelişme ve ilerleme, tekrar eden yapılar tarafından bertaraf edilir.
  4.  Romandaki çokseslilik için bkz. Ferenc Feher, The Swan Song of German Khrushchevism – With A Historic Lag, New German Critique, no: 30, 1983, s. 157-169; Günter Butzer, Erinnerung als Diskurs der Vergegenwärtigung in Peter Weiss’ Die Ästhetik des Widerstands, Peter Weiss Jahrbuch 2 içinde, 1993, s. 51-86.
  5.  Peter Weiss, Direnmenin Estetiği, çev. Çağlar Tanyeri ve Turgay Kurultay, YKY, 2005, s. 820.
  6.  Volker Braun, Traumnotiz, Die “Ästhetik des Widerstands” lesen içinde, ed: Karl-Heinz Götze & Klaus R. Scherpe, Argument, 1981, s. 10.
  7. bkz. György Lukács, Tarihsel Roman, çev. İsmail Doğan, Epos Yayınları, 2010. Lukács açısından bütünlük kavramını gerçekleştirebilen yegâne tür epiktir. Bütünlük onun için üç temel özeliğe sahiptir: Tüm görüngülerin başlıca gerçekliğini oluşturur. Parçaların sadece var oluşlarıyla anlam kazandıkları organik bir birliktir. Ve son olarak yaratılamayacak olandır.
  8. Wolfgang Abendroth, Die “Ästhetik des Widerstands” als Beitrag zur Geschichte der Arbeiterbewegung, Die “Ästhetik des Widerstands” lesen içinde, ed: Karl-Heinz Götze & Klaus R. Scherpe, Argument, 1981, s. 18-28.
  9. Zaman zaman oluşum romanı olarak da adlandırılan Bildungsroman, çocukluktan yaşlılığa kadar geçen süre boyunca bir kahramanın ahlaki ve psikolojik değişimlerini ele alır. Türe iyi bir örnek Thomas Mann’ın Buddenbrooklar romanıdır.
  10. Robert Cohen’in hazırladığı dizinde Hans Coppi (1916-1942), Nazi karşıtı bildiriler dağıtmaktan bir yıl hapis yatan, Alman bir işçi olarak tanımlanmıştır. 1941’de Harro Schulze-Boysen öncülüğündeki direniş grubunun telsiz operatörü olur. Berlin’de yakalanır ve 22 Aralık 1942’de idam edilir. Aynı gün idam edilen Horst Heilmann (1923-1942), direniş grubuna 1941’de katılmıştır. Alman ordusuna gönüllü olarak yazılmış ve müttefiklerin belgelerini deşifre edip gizlice gruba teslim etmiştir.
  11. Frizlerin faydalı bir çizimi ve kaliteli fotoğraflar için bkz. Max Kunze, Der grosse Marmoraltar von Pergamon: seine Wiederentdeckung, Geschichte und Rekonstruktion, Staatliche Museum zu Berlin Antikensammlung, 1988. Kitabın ön kapağında Weiss’tan bir alıntı vardır.
  12. Romanın özyaşamöyküsel özelliklerinin erken bir tartışması için bkz. Manfred Haiduk, Dokument oder Fiktion. Zur autobiographischen Grundlage in Peter Weiss’ Romantrilogie Die Ästhetik des Widerstands, Die Ästhetik des Widerstands içinde, ed. Alexander Stephan, Suhrkamp, 1983, s. 59 -78.
  13. Romandaki halk cephesi kavramı için bkz. Jost Hermand, Obwohl. Dennoch. Trotzalledem, Die Ästhetik des Widerstands içinde, ed. Alexander Stephan, Suhrkamp, 1983, s. 96 -98.
  14. Bu tarz bir yaklaşımın kökleri, İkinci Enternasyonal geleneğine kadar götürülebilir. Plehanov’dan sonra iddia edildiği gibi, bir sanat yapıtının ekonomik temeli ve sosyolojik eşdeğerinin şifreleri çözülmüştür.
  15. Brecht’in sanata ve özel olarak edebiyata yaklaşımındaki bilimsel yan çok fazla irdelenmemiştir. Bu yaklaşımın çoğu zaman tarih felsefesini ortadan kaldırma ya da aşmaya yönelik olduğunu düşünüyorum.
  16.  Bu bağlamda Peter Brook’un 1967 yılında yönettiği Marat/Sade filmi ufuk açıcıdır.
  17. Bu bağlamda Rosa Luxemburg, her şeyi öngören fakat onu çevreleyen dünyayı boşuna uyaran, sosyalist bir Kassandra’dır.
  18.  Gramsci’nin özellikle ulusal-popüler ayrımı için bkz. Antonio Gramsci, Prison Notebooks, Lawrence and Wishart, 1971, s. 238 (Türkçesi için Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri Cilt: 1, çev. Ekrem Ekici, Kalkedon Yayıncılık, 2012, s. 427).
  19. Almancada üretilen sosyalbilimde Hitler’i iktidara taşıyan halk için kullanılan “Untertan” kavramı, Türkçeye uyruk olarak çevrilmekte ancak bundan çok daha geniş bir alanı kapsamaktadır. Boyunduruk altına alınmış, ezilen vb. sıfatlar bu itaatkarlığın özelliklerini oluşturur.
  20. Romana kuşkuyla yaklaşan kimi eleştirmenler bile Plötzensee epizodunun romanın dikkat çekici bölümlerinden biri olduğunu dile getirir.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×