Haziran Direnişi’nden Devrim Teorisine…

Gezi bir başlangıç… Slogana da böyle yansıdı, “derin” analizlere de… Bu yazı hazırlanırken de, birkaç kötümser dışında genel kanaat, Eylül’den itibaren halk hareketinin yeniden ve belki başka biçimlerde yükselişe geçeceği doğrultusundaydı. Hükümet cephesi benzer bir düşüncede olduğundan, önleyici tedbir alıyor, kendince kavgaya hazırlanıyor.

Demek ki özgün bir toplumsal olguya tanık oluyoruz. Yıllardır burjuva egemenliğinin en tepeye yerleştirdiği ve emekçi sınıfların yıkımı pahasına elde ettiği istikrar algısını yerle bir eden büyük halk hareketi de kendince bir istikrara kavuşmuş durumda. Yaz sıcağında bile “yenilmedim, geri çekilmedim, buradayım” diyen bir hareket bu ve neredeyse herkes randevu veriyor: Okullar açılınca… Tatil bitince… Maçlar başlayınca… Siyaset ısınınca…

Hep yazdığımız gibi, bir patlamanın eli kulağındaydı ama ölçeği ve açığa çıkış noktası herkesi şaşırttı. Şimdi ise hareket gerçekten kanıksanmış durumda. Birkaç ay öncesine kadar kıpırdamayan Türkiye unutulmuş, sanki bu ülke 20-30 yıldır çalkalanıyormuşçasına, “direnme” kültürü gündelik yaşamın bir parçası haline gelmiş.

Bu yazıda, Haziran Direnişi’ni marksist devrim teorisinin kimisi öne çıkan kimisi ise pek dillendirilmeyen önermelerini kullanarak ele almaya çalışacağım. Elimizde sağlam, test edilmiş bir devrim teorisi olduğu açık. Ancak her devrim, o teoriyle mesafelidir de… Gramsci’nin “Kapital’e karşı devrim” diye tanımladığı 1917 Rus Sosyalist Devrimi’ne ait bir istisnai bir durum yoktur ortada. Devrimler kitaba sığmaz!

Demek ki bir özgünlük payı bırakmamız gerekiyor her örneğe…

Buna rağmen, Haziran Direnişi bir devrimci yükseliş ya da devrimci dalga olarak tanımlanamaz. İlle devrim sözcüğüyle bir bağ kurulacaksa, Haziran Direnişi, son tahlilde devrimci bir gelişmedir ama şu haliyle daha ötesi kesinlikle değildir.

Haziran Direnişi, alabildiğine siyasal bir slogana, “Hükümet İstifa” sloganına sahip olmakla birlikte, siyasal değil toplumsal düzlemde büyük bir değişime yol açtı. Metin Çulhaoğlu’nun ifadesiyle 12 Eylül dönemini kapattı.

1980 faşist darbesi, Türkiye toplumunun genleriyle oynamıştı. 11 Eylül’ü yaşayanlar bir gün sonrasında çok farklı bir ülkeye uyanmıştı. Yıllar geçti, bedel ödeyenler ve Kürtler dışında herkes kanıksadı “yeni Türkiye”yi ve durağan, halkın halk gibi davranmadığı bir ülkede hayat devam etti.

1980‘de 11 Eylül’den 12 Eylül’e yaşanan dönüşümle 2013‘te 30 Mayıs’tan 31 Mayıs’a yaşanan dönüşümün şiddeti neredeyse aynıdır.

Bu anlamda Haziran Direnişi iki farklı düzlemde değerlendirilmelidir. Bir devrimci yükselişe dönüşme olasılığını içinde barındıran, kendi başına çok önemli bir toplumsal hareketlenme olarak dikey düzlemde ve Türkiye’de toplumsal mücadeleler söz konusu olduğunda egemen sınıflar lehine 30 küsur yıldır süregelen asimetrik güç dengesini uzun vadeli bir biçimde bozduğu için yatay düzlemde…

Burada ilkine, Haziran Direnişi’nin bir devrimci gelişme olarak kendi başına taşıdığı değere odaklanılacak. Diğeri için “elde var bir” diyerek…

İlk kan ya da meşruiyet krizi…

Önce kardeşini vurdular. Tam bir ay sonra, 30 Temmuz 1957’de kendisini. Frank Pais, 26 Temmuz Hereketi’nin kent örgütlenmesinin başındaydı, Fidel’in en güvendiği isimlerdendi. Batista’nın cellatları kaldığı evi kuşattı, bir hainin yardımıyla yakaladı ve ensesinden vurdu. Yaşarken diktatör için büyük bir belaydı. 23 yaşında öldüğünde daha büyük bir bela haline geldi.

Daha sonra tarihçiler “hesap hatası” dedi. Pais’nin ne kadar sevildiğini, öfkeli halkın kalleşçe bir cinayetin peşini bırakmayacağını kestiremedi diktatör. Aynı gün, 30 Temmuz’da Küba tarihinin en büyük kent hareketine tanık olundu. İşçiler genel greve giderken, Santiago’nun tüm mahalleleri genç yoldaşlarının cenazesi için sokağa döküldü. Küba Devrimi’nin yalnızca dağlarda değil, kentlerde de büyük bir güç olduğu anlaşıldı, Batista’nın devrilmesinde çok kritik bir eşik aşıldı.

Diktatörün ilk cinayeti değildi bu kuşkusuz. Ama Pais’nin öldürülmesi kitlelerde “ilk kan” etkisi yaptı. Egemenlerin öngörüsüzlüğü bir kez daha kanıtlandı. Büyük devrimci kalkışmaların hep “karşı taraf”ın hesap hatasına denk düştüğü tezi doğrulandı.

Onları hataya zorlayan haksız ve zayıf olmalarıydı kuşkusuz. Bir de zayıflıklarını kabullenmek istememeleri… Güçlerini test etmeye meraklanmaları…

Sayısız örnek verilebilir. 1905 Rus Devrimi’ni silahsız kitleleri kılıçtan geçiren Çarlık muhafızlarının barbarlığı tetiklemedi mi? 1789 Fransız Devrimi, Kral 16. Louis’nin, hükümetin yolsuzluklarını kamuoyuna açıklayan Maliye Bakanı’nı kovmasına halkın verdiği tepkiyle başlamadı mı? Aynı Fransa, 1848 Şubatı’nda hükümetin örgütlenme ve toplantı yapma özgürlüğünü kısıtlamaya kalkması üzerine bir kez daha ayaklanmadı mı? 15-16 Haziran, bizim tarihimizin önemli dönemeçlerinden biri, hükümetin yasalarla oynayarak işçi sınıfına meydan okumasına beklenmedik bir yanıt değil miydi?

O ağaçları kesmeyecektin…

O içkiyi yasaklamayacaktın…

O lafı etmeyecektin…

Haziran’da bunları duyduk hep.

Hesap hatasıdır bunlar. Hesap hatası, iktidarın meşruiyet kaybı, halk eylemlerinin ise görülmedik bir meşruiyet elde etmesi anlamına gelir.

Engels ne güzel yazmış; “… imparatorluk anayasasını çiğnemeniz durumunda, sosyal demokrasi, (sosyalist hareketi anlayın- KO) size karşı istediğini yapma özgürlüğüne sahip olacaktır.” 1

“İstediğini” vurgusuna takılmayın, çünkü öylesine söylenmiştir.

Kimse istediğini yapamaz!

Toplumsal mücadelelerde, siyasetin en kanlı biçimi olan savaşta bile, mücadele eden aktörler mutlak özgürlükle hareket etmez, edemez. Yasaların, uluslararası hukukun çöpe atıldığı anlarda bile, kamuoyu algısı bütünüyle bir kenara konamaz.

Vicdan, adalet duygusu, hak arayışı, bir siyasi aktörün meşruluk katsayısını belirleyen kolektif duygulardır. Bu duygular geniş kitlelerin davranışlarını şekillendirir, onları itaate ya da isyana yönlendirir.

Eli en kanlı diktatör bile “ben halkın duygularını, uluslararası kamuoyunu zerre iplemiyorum” diyemez. Tersine, faşistlerin propaganda işlerine onca yatırım yaptığını, en iyi kadrolarını, en namlı yalancıları bu işe ayırdığını hatırlayalım. Gezegenin kabadayısı ABD’nin bir ülkeye saldırmak için sürekli bahane ürettiğini, “kitle imha silahı” kavramının insanlığın vicdanına seslenmek için ne kadar etkili olduğunu hesap edelim.

İktidarın herhangi bir uygulamasının halk nezdinde “meşru” görülmemesi, bizzat o iktidarın varlığını gayrımeşru hale getirebilir.

Gezi’de böyle olmuştur. Halk ağaçların kesilmesine kızmıştır ama asıl öfke patlaması, ağaçları savunanlara polisin muamelesidir. Milyonlarca insan nezdinde “ilk kan”dır bu. Kan dökmeye alışkın, zorba bir iktidar bunu anlamamış olabilir ama zaten anlamamaları bir kuraldır. Halkın sabrının bir sınırı olduğunu asla anlamazlar!

İktidar kaybeder, halk kazanır. İktidarın meşruiyeti ne kadar azalırsa, halk eylemlerinin meşruiyeti o kadar artar.

Ve…

Uzlaşmayı bilen ve beceren burjuvalar devrimin celladır.

Erdoğan uzlaşmayı bilmez ve beceremez!

Devamla… Haziran Direnişi’nin en ilginç yanlarından biri, sınırsız meşruiyeti olduğunu sanan bir diktatöre karşı halkın meşruiyet zeminini hiç terk etmemekte gösterdiği büyük başarıdır. Hareket bu sayede yenilmemiş, onca vahşete rağmen kırılamamıştır.

Yaşananların bir “devrim” olmadığının kanıtı olarak gösterilebilir bu. İktidar, gayrımeşru olarak nitelense de, henüz meşruiyetini bütünüyle kaybetmemiştir. Ona yıllarca hayat veren güçler desteğini bütünüyle çekmediği oranda hükümetin meşruiyet kaybı sınırlanabilmiştir. Zaten Haziran Direnişi’nde halk hükümete “sen bittin”den çok “beni bitiremezsin” demiştir. “Beni bitiremezsin ve ergeç ben seni bitireceğim”…

Bir devrim ise, bunun ötesinde, geniş kitlelerin nihai hesaplaşmaya yöneldiği, bunu sonuna kadar merşu gördükleri bir tarihsel andır. Arada Çin Seddi yoktur, büyük toplumsal hareketleri nicel büyüklüklerle ölçmeye kalkmak anlamsızdır ama bir devrim “yönetenlerin eskisi yönetemediği, yönetilenlerin eskisi gibi yaşamak istemediği” bir kriz anında ortaya çıkabiliyorsa ancak, böyle bir durumun düzen cephesinin meşruiyetinin tamamen yerlerde sürünmesi anlamına geldiği de açıktır.

Devrim böyle bir kesitte muzaffer olur ve düzen cephesindeki meşruiyet kaybının yarattığı boşluğa yerleşir. Başarısızlık durumunda, karşı-devrim, devrim cephesinin kararsız unsurlarından başlayarak geniş bir toplumsal kesimin düzen ve istikrar arayışından yararlanarak ve meşruiyetini devrimi boğma iradesinden değil kaosu sonlandırma bahanesinden alarak kılıcını atar.

Haziran Direnişi bir devrim değildi, Haziran Direnişi’nde bir karşı-devrim tehdidi de kendini hiç hissettirmedi. İktidar zaten büyük ölçüde karşı-devrimci misyonlarla hareket ettiği için bir; yeni bir karşı-devrime hiçbir meşruiyet alanı açılmamıştı bu da iki…

Bir devrim değildi ama Haziran Direnişi siyasette ve özellikle devrimci mücadelede meşruiyetin ne kadar kritik bir kavram olduğunu kanıtladı. Neyin meşru neyin gayrımeşru olduğunu yasalar, şunlar bunlar değil, halkın 30 küsur yıldan sonra ölmediğine ve daha iyi sergilemeye karar verdiği adalet duygusu belirledi.

Ne yazık ki, solun bir bölümü bunu hiç anlamadı. Halkın nüanslara bile hakim olmasını, en karmaşık anlarda dahi, hem cesur hem kontrollü davranma alışkanlığını önemsemedi. Önemsemediği her durumda yalnız kaldı.

Direnişin meşruiyeti…

“Okur egemen güçlerin bizi neden ille de tüfeğin ateşlendiği ve kılıcın kestiği yere götürmek istediğini artık anlıyor mu? Bugün, neden, yenileceğimizden emin olduğumuz bir sokak savaşına hemen girişmediğimiz için korkaklıkla suçlandığımızı? Sonunda kendimizi bir kez olsun silahlara yem etmemiz için bize neden yalvarıp yakardıklarını?” 2

Bir kez daha Engels… Fransa’da Sınıf Mücadeleleri için 1895’te yazdığı o tartışmalı Önsöz’de böyle diyor. Bu kadarı gereksiz bir teknik tartışma gibi algılanabilir. Hiç de değil. Bilelim ki, iktidarların elinde halkı sindirmek için her zaman yeterli teknik imkan var. Onları sınırlandıran, kitleleri kanla bastırmaktan alıkoyan meşruiyet kaybıysa, o kaybı halk hareketinin meşruiyet kaybıyla telafi etmeleri de pekala mümkündür.

Devrimler, iktidarın meşruiyetinin yerlerde süründüğü, halkın en radikal eylemleri bile meşru bulup bunlara katıldığı anlardır.

Haziran Direnişi’ndeki öfke patlaması bu tarz bir konjonktüre denk düşmedi. Dahası ülkeyi saran, bütün sınıfları etkileyen, ekonomik ve siyasi boyutlarıyla bir kriz henüz olgunlaşmamışken bu ölçekte bir öfkenin sokağa taşması tarihte pek sık karşılaşılmayan özgün bir örnek olarak dikkati çekti.

Halk şimdilik uyarmıştır.

Halkın sert bir biçimde hatırlattığı kırmızı çizgiler, Erdoğan’ın meşruiyetinin de sınırlarıdır.

Peki Erdoğan’ın meşruiyet kaynakları nelerdi?

İstikrar… Yüzde 50… Din.

Bunlara dayanarak her şeyi yapabileceğini sanan iktidarın hesap hatası, meşruiyetini bir anda daraltıverdi.

Halk, istikrarın bir nedeninin kendi itaatkarlığı olduğunu ve isyan ederek istikrar fetişini yıkıp geçebileceğini gösterdi.

Halk, “etkisiz” ve şişirilmiş bir yüzde 50‘nin karşısına nicel bir büyüklükle çıkarak, “millet iradesi” demagojisini yerle bir etti.

Halk, insanların inancına ve ibadetine saygıyı hiç elden bırakmaksızın, dinsel otoriteye boyun eğmeyeceğini de kanıtladı.

AKP iktidarı, zamanla aşındığı için değil, freni patladığı, sınırlarını unuttuğu, halkın sabrının taştığını anlamadığı için meşruiyet sorunu yaşadı. Fütursuzca saldırırken duvara tosladı. Meşruiyet kaybınının ortaya çıkardığı “yeni durum”dan çıkışı da, yine fütursuzca saldırmakta gördü.

Halk, polisin zorbalığından sonra harekete geçmişti. İktidar ise polisin zorbalığıyla devam ederken halk hareketinin meşruiyet kaybettirici işler yapmasını bekledi durdu. Umduğu olmadığında uydurdu. Cami dedi, türbanlı kadın dedi ama tutmadı. Hükümet adamlarının birkaç kez Dolmabahçe’deki ofisin, Ankara’daki Meclis’in işgale kalkılmasını ümit ettiğine ilişkin bile veri var…

Ateşle oynamak bu; halkı kırmak için mazeret arayan bir diktatörün ve onun memurlarının bu kırım için bahane ararkenki çılgınlıkları…

Halk asla geri çekilmeksizin, iktidara bu fırsatı vermedi.

Her zaman bu kadar “makul” olmayacağını hissettirerek…

Meşruiyet kaybeden bir diktatör karşısında, eğer bu meşruiyet kaybı azami noktalara ulaşmış ve halk ölçüsüz bir şiddetle bastırılmaya çalışılıyorsa, yükselen bir toplumsal hareketin meşruiyet alanı da alabildiğine genişleyecektir.

Yine Küba’dan bir örnek verebiliriz… Aralarında 1957 yılında Granma yatı ile adaya çıktıktan sonra yakalanan gerillaların da olduğu bir grup devrimci, namuslu bir yargıç sayesinde beraat etmiştir. Yargıç namusludur ama namuslu yargıcı cesaretlendiren, Batista’nın meşruiyetinin ortadan kalkmasıdır. Devrimden iki yıl kadar önce, diktatörün bir memuru “Batista zorbalığının yasadışı yöntemlerine karşı sanıklar da anayasal haklarını kullanmışlardır” diye mahkeme kararı çıkarıp silahlı çatışmaya giren devrimcileri aklayabiliyorsa, bize de şimdiye kadar yeterince önemsenmemiş “meşruiyet” kavramını ciddiye almak düşer.

Artık söyleyebiliriz, devrim için emekçi halkın hareketlenmesi, örgütlülüğü ve mevcut iktidardan kurtulma isteği ne kadar zorunluluksa, egemen sınıfın direnme azim ve yeteneğindeki azalma da o kadar zorunluluktur. Daha açık bir dille söyleyecek olursak, meşruiyet kaynakları kurumamış her devlet iktidarı, ezilen sınıfa boyun eğdirir.

Engels’le gidiyoruz, onunla devam edelim. 1848 yılında, yönetici sınıf görüş ayrılıkları nedeniyle ya da ordu bir savaşla meşgul olduğu için zayıflamadan; halkın mücadele gücünü artıran bir başka gelişme karşıtların moralini bozmadan ezilen sınıfların hep yenileceğini söyleyen de odur. 3

Haziran Direnişi sırasında, AKP’yi iktidarda tutan koalisyondaki görüş ayrılıklarından, bazı sermaye gruplarının ayaklanmaya hoşgörü ile yaklaşmasından hareketle, “acaba halk bir tuzağa mı düşürülüyor” diye soranlar olmuştu. Oysa, meşruiyet kaybına uğrayan bir iktidarın iç dokusu mutlaka ve mutlaka zayıflar. Sermayenin bazı kesimleri devrimcileşmez elbette ama arayış içine girebilir ve kendi çıkarlarını korumak için mevcut iktidardan bir an önce kurtulmaya bakar.

Cemaatin, Koç grubunun ya da bir başka burjuva unsurun Erdoğan’ı yalnız bırakması, eleştirmesi, bir yandan uyanık olunması, bir yandan da sevinilmesi gereken bir durumdur. Halk hareketi gücünü kanıtlamakta, ayrıca yönetici sınıfın iç çelişkileri derinleşmektedir.

Tarihte, yönetici sınıfın bir parçası olduklarından siyasal bir seçenek yaratmak konusunda ciddi avantajlara sahip olan bu türden güçlerin, halkın enerjisinden yararlanıp duruma hakim olduğu birçok örnek vardır. Uyanıklık bu noktada gereklidir.

Kaygılanmak ise yersizdir, gerçek her toplumsal hareketlenme ve her devrim süreci, birbirleriyle çelişkili ideolojik yönelimleri ve sınıf kesimlerini kendine çeker, onları yeniden yapılandırır ve ayrıştırır.

Lenin böylesi dönemleri okuma ve yönetme yeteneği eşsiz bir ihtilalciydi; onun adına yazılan leninizm de böylesi dönemlerde devrimci bir perspektifin en büyük güvencesidir.

Kaldı ki…

Bütün kitle hareketleri, mücadelenin ana güçleri arasında kalan kesimleri de yeniden düşünmeye ve saf tutmaya zorlar. Devrimin yükseldiği veya bir halk hareketinin kendini gösterdiği anda sermaye sınıfı, kendine ait gördüğü unsurların karşı tarafa yöneldiğini fark eder ve kendi cephesindeki bu dağılmayı durdurmaya çalışır. Bazı burjuva unsurlar, söz konusu misyonla öne çıkar ve tahribatı gidermek için rol üstlenir. Haziran Direnişi’nde de böyle olmuştur. Abdullah Gül, Bülent Arınç, Fethullah Gülen ya da Mustafa Koç yalnız kendi çıkarları için değil, sermaye iktidarının tabanında bir daralma yaşanmaması için de her şeyi Erdoğan’a bırakmamayı denemiştir.

Ağırlıklı olarak orta sınıflardan söz ediyoruz. Sınıf karakteri öne çıkmasa da Haziran Direnişi’nde orta sınıfların iktidara sırt çevirmekte olduğunu herkes fark etmiştir. Orta sınıf deyip geçmemek gerek. Pierce’in deyişiyle “burjuvaların politik fikirlerine ama yoksulların güvensizliği”ne sahiptir orta sınıflar. 4 1848 Devrimleri için söylüyor bunu ama değişen bir şey yok. 5

Her niyete yenebilir mi?

Gerçek her toplumsal hareketlenme, birbirleriyle çelişkili ideolojik yönelimleri ve sınıf kesimlerini kendine çekiyorsa, Haziran Direnişi’ni karakterize eden ne?

Bu hareketi yargılamak isteyen “Ergenekoncu” diye itham etti, kimisi kendine yontmak için kimisi küfretmek için “ulusalcı” dedi. Özgürlükçü diyen de oldu, “çoğulcu” diyen de.

Aydınlıkçılar hareketin ideolojik öncüsüyüz dedi, Sırrı Süreyya “Gezi demek, HDK demek”!

Kürt siyasetinin tereddütleri, dışsal kalması bir yana, evet hareket bir biçimde neredeyse herkesi kapsadı. AKP’den rahatsız olan herkesi…

Bazı kentlerde MHP’li gençler de vardı… Ancak Haziran Direnişi soldaydı.

Birçok gösteride alternatif İslamcı gruplar da yerini aldı… Ancak Haziran Direnişi sekülerdi, aydınlanmacıydı.

Eylemcilerin önemli bölümü CHP’ye oy vermişti ve büyük olasılık yine verecekti… Ancak Haziran Direnişi CHP’nin çok ötesiydi.

Hareket çok büyük olduğu için, herkes baktığı noktayı görmüş olabilir, ama gerçek asla ve asla değişmez: Türkiye yüzünü sola dönen, dinselleşmeye itiraz eden milyonların AKP karşıtı kalkışmasını yaşadı.

Bunun ötesi için, buraya kadarki kısmıyla uzlaşma olmasa bile uyum gerekir. Türkiye’nin aydınlanmacı birikimini yıllardır küçümseyip, dinselleşmeyi kabullenmek gerektiğini vaaz edenlerin “Gezi ruhu”ndan anladığı, Haziran Direnişi’nin bir an önce ruhunu teslim etmesidir. AKP karşıtlığını Ergenekonculukla özdeşleştirenler, milyonlarca kişinin “Erdoğan İstifa” diye bağırdığı bir kitle hareketini “ötekileştirmeye karşı bir çığlık” diye nitelendirerek kurnazlık yapabilirler ama hareketin en baskın özelliğini değiştiremezler.

Bunu bildiklerinden, direnişi “devrim” diye adlandırmaya, onun kendini ifade biçimlerinden “yönetim biçimleri” çıkarmaya çalıştılar. Böyle yaparak, hareketin AKP karşıtlığını gölgeleyecek, “hükümet istifa” sloganının üzerini örteceklerdi.

Ortada bir devrim yok. Halbuki hareketin şu ana kadarki karakteri yeterince değerli, “devrim” yakıştırmasına gerek de yok.

Ancak her toplumsal olguya “devrim” denmesinin nedenleri üzerinde durulabilir, durulmalı.

Devrim, çok genel ifadelerle, iktidardaki bir sınıfın alaşağı edilip, bir başka sınıfın iktidar gelmesidir. Devrimin siyasi boyutudur bu. Toplumsal açıdansa devrim, geri üretim biçimlerinin tasfiyesi ve bunun toplumsal ilişkilerin bütün düzlemlerine yansımasıdır.

Bu tanım, muzaffer, başarıya ulaşmış bir devrim için geçerlidir elbette. O halde bir eke de gereksinimimiz olacak: Devrim, bir süreçtir ve bu sürecin başı ile sonunun ideolojik, siyasal, sınıfsal denge ve kutuplaşmalar açısından yeknesak olması düşünülemez bile…

Yani, bir devrim yükselir, bütün toplumsal güçler hareketlenir, sonuçta devrim ya da karşı-devrim zafere ulaşır. Ya da bir nihai hesaplaşmaya gidilmeden devrim sönümlenir. Tarihsel olarak “devrim” nitelemesi, siyasi ya da toplumsal açıdan yukarıda değindiğimiz hedefler doğrultusunda bir altüst oluşun varlığını gerektirir. Başarılı olsun ya da olmasın…

Devrimin niyetlerden bağımsız, nesnel temeller üzerinde geliştiğini, ona yön vermek isteyen güçlerin ancak ve ancak bu nesnel temellerin izin verdiği çerçeve içinde hareket edeceğini, leninizmin işçi sınıfına bu çerçeveyi yeniden tanımlama iradesi kattığını da hatırlatalım.

Yok sayma değil, yeniden tanımlama…

Sosyalizme geçişte toplumsal devrim siyasal devrimden sonra geleceğine, yani önce emekçi halk siyasi iktidarı fethedeceğine göre, kapitalist bir ülkede devrimin olgunlaştığı an, büyük toplumsal güçlerin “iktidar” olgusu etrafında tarihsel bir hesaplaşmaya yöneldiği andır. Bunun başlangıç noktası, egemen sınıfın veya onun adına iktidarı kullanan siyasi aktörlerin meşruiyetindeki radikal azalma ve bu azalmanın belli bir noktada toplumsal bir patlamaya dönüşmesidir.

Haziran Direnişi’nde ise AKP’nin meşruiyet kaybı, onun temsil ettiği sınıfsal güçlerin meşruiyet kaybı anlamına gelmemiştir. Ülkede tüm sınıfları saran bir ekonomik krizin yaşanmaması bu örtüşmeme halinin bir nedeniyse, diğer neden AKP’nin, hatta Erdoğan’ın paratoner işlevi görerek tüm tepkileri üzerine çekmesidir.

Daha önce de vurguladığım gibi, bu eksiklik Haziran Direnişi’ni değersizleştirmiyor. Kitlelerdeki tepkinin sermaye sınıfına değil de onun siyasi temsilcisine yöneldiği devrimci kabarmalara tarihte sık raslanır. Haziran Direnişi’ni “devrim”den asıl uzak tutan, kitlelerin bir iktidar seçeneği yaratma konusundaki isteksizliği, parlamentodaki partilerden pek umutlu olunmamasına karşın, parlamentonun ötesine geçen arayışların gündeme gelmemesidir.

Bir devrimci iktidar seçeneği, elbette tek başına kitlelerin arayışıyla ortaya çıkmaz ama böyle bir arayış olmaksızın hiçbir siyasi güç, programı ve kurumsal varlığı o ana ne kadar hitap ederse etsin, gerçek bir iktidar adayı haline gelemez.

Haziran Direnişi, Türkiye’de halkın böyle bir arayıştan çok uzak olmadığını göstermiştir. Hareketin “Hükümet İstifa” sloganı, düzen içi bir beklentiyi yansıttığı kadar, daha ötesine ilişkin yönelimleri de kapsamaktadır. Bu noktada komünistlerin devrimci bir perspektifin yaygınlaşması için sabırlı, cesur ve yaratıcı bir kitle çalışmasında ısrar etmesi zorunludur.

Bu çalışma direnişin yarattığı biçimleri (forumlar, mekan dayanışmaları) yok sayamaz. Öte yandan, bu biçimler, yapıları gereği ne bir alternatif iktidar odağına dönüşebilir ne de kitlelerde iktidar arayışını güçlendiren bir işlev üstlenebilir. Nasıl Haziran Direnişi toplumun 30 yıllık hareketsizliğini bir çırpıda ortadan kaldırdıysa, direnişle ortaya çıkan biçimler de iletişim kurma, kendini ifade etme ve tartışmada özürlü bir toplumun bazı kesimlerini büyük bir hızla eğitmektedir.

Peki buradan alternatif bir iktidar arayışı, hatta iktidar modeli çıkmaz mı?

Bugünkü haliyle asla çıkmaz. Toplumsal örgütlenmeler, kendilerini önceleyen hareket tarafından belirlenir. Haziran Direnişi’nin halkın iktidar arayışını değil, iktidara dönük tepkisini yansıttığını söyledik. Daha ötesi için hem nesnelliği beklemek, hem de halkın iradesini güçlendirip, onun ufkunu geliştirecek siyasal örgütlenmeye odaklanmak gerekir.

Hareketten geriye düşmemek için ise, şu anda seçenek olmamasından korkmayarak, “Hükümet İstifa” sloganını yaymak, bunun gereğini yerine getirmek zorunludur. Devrimci bir enerji ve belki devrimci bir yükseliş ancak bu cesaretle mümkündür. Oysa park forumları hâlâ “AKP karşıtı” bir karakter, bu iktidarı alt etmeye dönük, toplumu örgütleyici bir karakter kazanabilmiş değil, kazanacağa da benzemiyor.

Bu bir veridir.

Bir de bunu özellikle isteyenler ve bir model olarak savunanlar var.

İşte Haziran Direnişi’nin en önemli unsuru olan AKP karşıtlığını geriye düşürüp, ondan devrimci modeller türetmeye kalkanların bilerek ya da bilmeyerek yol açtığı tahribat tam da budur: Siyaset alanını terk etmek ya da bugünkü belli başlı aktörlerin tekeline bırakmak (Barış Süreci’ndeki Kürt siyaseti olabilir, CHP, hatta AKP olabilir).

Devrim dönemlerinin özgün toplumsal örgütlenmeler yarattığı bilinir. Sovyet tipi örgütlenme, konsey, şûralar; 1919-23 arasında bazı ülkelerde ortaya çıkan işyeri komiteleri, emekçi halkın, işçilerin örgütlü hareket etme ihtiyacının ötesine geçen, birer iktidar organı işlevi gören örneklerdi.

Devrim, egemen sınıfın meşruiyetini olduğu kadar yönetme yeteneğini ve otoritesini de aşağıya çeker. Bir noktada, ülkede, en azından belli bölgelerde iktidar boşluğu ortaya çıkar ve halk bu boşluğu kendi öz örgütlenmeleriyle doldurmaya başlar. Muzaffer bir devrim, bu yeni iktidar odağını siyasi otorite haline getirir, iktidar tekleşir.

Paris Komünü, 1905 ve 1917 Rus Devrimleri, Bavyera Sovyeti…

Peki burada önemli olan nedir?

Kimileri, bu örgütlenmelerin yeni bir yaşamın kurulması açısından taşıdığı değeri öne çıkarır. Halkın karar alması, kendi temsilcilerini seçmesi, üretim sürecine müdahale etmesi, hatta el koyması… Gelecekteki eşitlikçi düzenin nüveleridir bunlar ve buralardaki pratik mutlaka ve mutlaka sosyalist kuruluş sürecine zengin bir deney olarak yansıyacaktır.

Ancak bu örgütlenmelerin “iktidar” olgusu etrafında dönen hesaplaşmadaki yeri küçümsenirse, başka bir sorunla karşılaşılır. Eninde sonunda halk, bir iktidara karşı ve iktidar boşluğu nedeniyle kendi iktidar odağını yaratmıştır ve bu odağın diğer iktidar odağını, sömürücü sınıfların temsil ettiği iktidar odağını bertaraf etmesi gerekir. Zaten emekçi halk, mevcut düzeni temsil eden iktidara karşı harekete geçmiştir, yarattığı örgütsel modeller de, o iktidarı ortadan kaldırmaya hizmet ettiği ölçüde işlevlidir.

Bu bağlamda Gramsci’nin “sosyalist devlet, sömürülen işçi sınıfının kendine özgü toplumsal yaşam kurumlarında zaten potansiyel olarak vardır.” 6 önermesine ihtiyatla yaklaşılmalıdır.

Demek ki, devrimci yükseliş dönemlerinde ortaya çıkan özgün örgütlenmelerin toplumsal ve siyasal rolleri var ve hiçbir biçimde toplumsal roller siyasi rollerin önüne konamaz.

Çünkü, sosyalist devrim için ilk gereksinilen siyasal devrimdir!

Bizim geleneğimizde çok eleştirilse de, bir zamanların ünlü devrimcisi Régis Debray’ın bir sözünü anmadan yapamayacağım: İktidarı hedeflemeyen her hareket “israf edilmiş kahramanlık”tır. 7

Dipnotlar

  1.  Friedrich Engels; Fransa’da Sınıf Mücadeleleri’ne Önsöz, Yazılama Yayınları, 2009, çeviren: Erkin Özalp, s. 148.
  2.  Engels, a.g.e., s. 144.
  3.  Friedrich Engels; Neue Rheinische Zeitung Articles, Progress Publishers, 1977, s. 138.
  4. Roger Price; 1848 Devrimleri, Babil Yayınevi, 2000, çeviren: Nail Kantemir, s. 29.
  5.  Haziran Direnişi’nin “orta sınıf” damgası taşıdığı iddiasının yanlış olduğunu bir kez daha hatırlatmak isterim. Her büyük toplumsal harekette olduğu gibi, orta sınıf mensupları yerlerini aldı ama bu, kentli emekçi sınıflara kestirmeden orta sınıf damgası vurmayı hiç de haklı çıkarmıyor.
  6. Antonio Gramsci, İtalya’da İşçi Konseyleri Deneyimi, Belge Yayınları, 1989, çeviren: Yusuf Alp, s. 9.
  7.  Régis Debray, Devrimde Devrim, Toplum Yayınevi, 1967, çevrien: R. Güngör, s. 25.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×