Solda Tasfiyeler Tarihi

TKP adının siyasi mücadeleye geri döndüğü günlerdeyiz. Türkiye Komünist Partisi bir proje değildir ve sadece bir proje olan partilere siyasette rastlanabiliyor. TKP’nin projeleri olabilir; daha iyi bir ifadeyle açılımları, açılım dönemleri. Ama TKP bir gelenek, köklü bir akım, baypas edilmesi olanaksız bir müktesebattır. 20 Temmuz 2014 ile 22 Ocak 2017 arasındaki süre ismin ötesinde bir tarihsel olgu olarak TKP’nin rafa kalktığı bir ara dönem olmamıştır. 20 Temmuz’da TKP olgusunun geçici bir süre Komünist Parti adıyla yoluna devam etmesine karar verilmişti. KP’nin hedeflediği süreklilik tesis edilmeseydi içinde yaşadığımız gerçeklik de farklı olacaktı.

Kuşkusuz bu bir likidasyon, tasfiye evresidir ve iki buçuk yıllık zaman yalnızca süreklilikle tarif edildiğinde bir yanlışa düşülmesi ve hiçbir şey olmamış gibi davranılması da mümkündür.

Hayır, ciddi şeyler olmuştur.

TKP 2014 itibariyle parti formu açısından hasar aldı ve burada kullanılan form terimi, Türkçede biçimsel olanı çağrıştırsa da komünist partiler söz konusu olduğunda “parti formu” biçimden çok daha fazlasıdır. Komünizm yalnızca özündeki dünya görüşü değildir; veya daha doğru ve pozitif bir ifadeyle komünizm yalnızca parti formuyla birlikte var olabilecek bir dünya görüşüdür. Aynı şeyi modern zamanların diğer başat ideolojik akımları için söylemek durumunda değiliz. Liberalizm, muhafazakarlık, milliyetçilik, sosyal-demokrasi ve bunların çeşitli bileşimleri ille de parti olmak zorunda değiller.

Komünizm partili marksizmdir. Komünist, partili marksistlerin sıfatıdır. Parti ile komünizm arasındaki bağın seyreltilmesi yeni sol tasfiyeciliğin belirtilerinden bir tanesidir.

TKP’nin bu derin anlamıyla parti gibi davranamaması likidasyonun yol açtığı hasarın ta kendisidir. Komünist Parti bu durumun telafi edileceği, bu anlamda geçici olacağı iddiasıydı. Bu iddianın kanıtlanamaması halinde karşımıza kesinti çıkacaktı. Tasfiye gerçekleşmiş olurdu. Sonradan giderilmesi ve “yeniden” yola koyulması mümkün olsa da…

22 Ocak 2017 bu anlamda bir yeniden kurulma değil. Ama geçici olarak geri düşen parti formunun kesinkes restore edildiğinin de ilanı.

Öte yandan “yeniden yola çıkış” gerektiren tasfiyeler sol tarihimizde seçilebilmektedir. “Parti”nin görünür olmaktan çıktığı kesintiler Türkiye sol tarihinin karakteristik özelliği bile sayılabilir. 2014-2017 böyle olmamıştır.

Her olgu benzerleriyle birlikte ele alındığında anlaşılır hale gelir. Bu yazıda da TKP’nin sorununu tarih ve solun bütünü içinde bir yere oturtmaya ve anlaşılmasına katkıda bulunmaya çalışacağım. Bir iç sorun hakkında bu kadar edebiyata değer mi?

Tasfiyecilik denen olgu ve pratikler örgütsel bir iç sorundan ibaret olsaydı bu soru da haklı olurdu. Ama hayır, tasfiyecilik sınıflar mücadelesinin bir parçasıdır.

DIŞARIDAN SALDIRI, İÇERİDEN ÇÖZME

Bu mücadele erken aşamalarında genellikle dışarıdan, cepheden saldırı ve hatta imha biçimini almıştır. Bu opsiyon hiç iptal edilmemekle birlikte, bir de bizim burada daha fazla konumuz olacak olan biçim vardır. Sol hareketin içinden geliştirilen bir proje/açılım egemen güçlerin tamamı veya bir kesimiyle rezonans tutturur. Uyumun temin edilebilmesi elbette bazı somut ilişkilenmeleri de gerektirmiş olabilir. Ancak bu manipülatif ilişkiler işin detayıdır. Söz konusu olan bir “içeriden çözme” durumudur ve basbayağı politik bir süreçtir. Solda tasfiyecilik dendiğinde bunu anlamayı öneriyorum.

Türkiye solunun tarihinde her ikisine rastlıyoruz. Ancak dışarıdan saldırının hayli uzun bir zamana yayılmış olması manipülatif faaliyetlerin, sözcüğün düz anlamıyla ihanetlerin daha fazla konu edilmesine de yol açmıştır.

Solda bölünmelere, ayrışmalara ilişkin tartışmalar bunun gölgesinde kalmış, çoğu zaman içindeki siyasal, toplumsal dinamikler polis suçlamaları tarafından geri plana itilmiştir.

Önce; dışardan saldırı ve imha vardı.

10 Eylül 1920’de kurulan TKF’nin kimliği son derece belirgindir. Bu kimlikle uyumlu bir politik açılım ilk döneme damga vurmuş; Parti, Kurtuluş Savaşında bir sosyalizm cephesi açmak üzere merkezini Ankara’ya taşımayı denemiştir. Bu pozisyon anti-emperyalist yurtseverlik, iktidar perspektifi/devrimcilik, laik cumhuriyetçi ilericilik, Leninizm okuluyla bağı anlamında enternasyonalizm ve hepsini kucaklayan bir sınıf vurgusu, üstüne sınıf uzlaşmazlığı bina edilen bir devrimci ruh tarafından çizilmiştir.

TKP ve solun diğer kesimleri izleyen on yıllar boyunca bu problematiğe sadakat veya bu problematiğin sınırlarını çiğnemek arasında gidip geldiler. Tartıştıkları hep bu çerçeve oldu.

Bu politikanın eleştirisi de vardı TKP’nin içinde. Ancak bu eleştirinin ölüm yolculuğu sırasında ihanet örnekleri yaratmasına karşın ayrı bir projelendirmeye taşındığına rastlanmaz.

İçerden eleştirilerin kimileri de katliamın ağırlığı, yani şehitlik ve kahramanlık nedeniyle sessizliğe çekilmiştir. Şefik Hüsnü’nün ve İstanbul örgütünün Bakü-Ankara yolculuğuna ilişkin ideolojik rezervleri olduğu sezilmiştir. Ama bu bir tartışma veya muhasebeye taşınmamıştır.

Sonra Suphilerin parti merkezini Ankara’ya taşıma kararının Komintern tarafından içselleştirildiğini söylemek de mümkün değildir. Bu açı farkının Komintern’in kendi üyesi bir partinin, kişisel bağlarla da gayet iyi tanıdıkları liderlerinin katledilmesine genel olarak sessiz kalmasını açıkladığını söyleyebiliriz. Komintern, TKP’nin Türkiye politikasını riskli bulmuş, ancak Bolşevik karakteri deneyle sabit kadronun devrimci cesaretini kırma yönünde adım atmamıştır. Hareket başarısız olduktan sonra ise geri kalan TKP kadrolarının benzeri bir ataklıktan uzak oldukları ve zaten ulusal kurtuluş mücadelesinde hegemonya rekabetinin kaderinin belli olduğu görülür.

Ancak bu ortamda TKP için başka bir “proje” çizilmemiştir. Suphi açılımı tarihe alternatifsiz olarak geçmiştir. Karşı sınıfın saldırısına uğramıştır ve bu saldırıya kimi hainlerin yardımcı olduğu yönünde veriler vardır. Bu kadar. Egemen sınıflar da savaşın sıcaklığında daha ince işlerle uğraşmamışlardır. Sınıf mücadeleleri tarafların birbirlerinin içine müdahale ettikleri bir olgunluğa varmış değildir henüz.

1920-21 yükselişine düzenlenen suikastın bakiyesi 1927 Tevkifatı’na kadar sürer. Katliamla bitirilemeyen TKP yıllar boyu egemen sınıflar tarafından kazınıp atılmaya uğraşılmış, 1927 belki de 1921 kadar ağır hasara yol açmıştır.

Aslında spekülatif bir akıl yürütüldüğünde sınıfa karşı sınıf sloganları atan radikal bir Suphi TKP’si yerine kemalizmin müttefiki uslu bir TKP projesi uydurulabilirdi. Uydurulmadı da değil. TKP tarihinde Suphi’yi baş tacı ederken Şefik Hüsnü liderliğini yok sayanlar çıktı. Ama olmadı. Ne kadar radikal veya ne kadar uzlaşmaz olacağını, yani kemalizmle mesafesini tayin etmekte zorlanan Şefik Hüsnü TKP’sinin genç Cumhuriyet idaresinden gördüğü muamelenin Trabzon’daki çetenin tutumundan kategorik bir farkı olmamıştır.

Erken TKP’de “içeriden çözücülüğe” yaklaşan biricik örnek Vedat Nedim Tör – Şevket Süreyya Aydemir kliğidir. Ancak bu ekip de partide düzenle uyumlu yeni bir hattı egemen kılmak, bu anlamda komünizmi başkalaştırmak için fazla uğraş vermemişlerdir. Vedat Nedim kısa yoldan partisini polise gammazlayıp kemalizme iltihak eder. Bu, sonradan Kadro’yu oluşturan eski Marksistlerin kişisel kurtuluş performansları çerçevesinde anlamlandırılabilir, ama Parti siyasetine, kimliğine bir etkileri olmamıştır.

OLGUNLAŞAMAYAN SOL, OLGUNLAŞMAYAN BURJUVAZİ

İşin aslı Türkiye burjuvazisi İkinci Dünya Savaşının çıkışına kadar yukarıda geçerken telaffuz edilen olgunlaşmaya ihtiyaç duymadı. İşçi sınıfını ve temsilcisi örgütü zor yoluyla baskılamak yeterli olur. Bu baskının da sayesinde arada yapılan kadro transferleri de yanlarına kâr kalır…

Cepheden saldırılar dışındaki likidasyonlarda bir çakışma gerekir. Partiyi siyaseten başkalaştırma ve başkalaşmış halinin egemen düzenin yönelimleriyle bir uyum yakalaması…

İşçi sınıfı hareketinin tarihinde en önemli tarihsel örnek 19. yüzyıl sosyal-demokrasisinin kapitalizmi veri alır hale gelmesidir. İngiltere’de Çartist hareketten başlayıp sendikalardan geçip İşçi Partisi’ne demir atan süreç bir diğer klasik örnektir. Bu süreçler hareketin sınıf karakterinin değiştirilmesi anlamına gelen hayli radikal deneylerdir.

Türkiye’de 1946’da TKP’nin legal parti ve kitle sendikaları açılımına düzenin verdiği yanıt bu örneklerden farklıdır. Komünist hareketin içeriden bir başkalaşma eğilimine girip girmeyeceği tamamen spekülatif kalmıştır çünkü burjuvazi sola yasaklama ve imha yöntemiyle yanıt verdikten sonra 1947’de kendi burjuva sendikacılığını örgütlemeye yönelecektir.

Ancak aynı dönemde ve tarih itibariyle bundan bir moment önce geliştirilen ittifak politikasında bir ideolojik tasfiyecilik eğiliminin kendini gösterdiği de not edilmek durumundadır. TKP’nin önce CHP’ye dönük cephe politikasından sonra DP’yi kuracak olan kadrolarla işbirliği deneyiminden söz ediyorum. Bunların ilkinin tasarı düzeyinin ötesine çok fazla geçebildiğini söyleyemeyiz. Örgütsel ağırlıktan yoksun ama tarihsel kimliği güçlü bir komünist öbeğin, bu kimliğin tasfiyesi ve hareketin başkalaşmasıyla noktalanacak bir yola eğilim gösterdiği açıktır.1 Ancak bu eğilimin egemen güçlerde bir rezonans tutturması söz konusu olmamıştır. Olan komünist kimliğini taktik icabı gölgeleyenlere oldu bile diyemiyoruz. Bu kadrolar daha sonraları solda etkin olmaya devam edebileceklerdi. Söyleyebileceğimiz tek şey, adlı adınca oportünizm olan kimlik örtme taktiğinin komünizmin lügatine dahil edilmiş olmasıdır. Bunun vebali ideolojik olarak ağır olmalıdır ama aynı ölçüde pratikte ve kadrolar düzeyinde bir bedel ödenmemiştir. Nedeni açık olsun; karşı sınıf komünist takiyyeciliğe hiç prim vermemiş, dava üstüne dava açmıştır.

Demokrat Parti kadrosuyla girilen ilişkiyi ise düzenin başat yönelimleri arasına koyamıyoruz. Ortak bir muhalefet zemini kurgulama denemelerine egemen güçler Tan Matbaası ile anılan tepkiyi göstereceklerdi. Denemeler işçi sınıfı hareketini başkalaştıran, bu anlamda içeriden müdahale niteliği kazanan bir tasfiyeciliğe evrilmemiştir. Ankara “komünistlerle ilişki el yakar” demiş ve işin içinden çıkmıştır.

Sonra Kıvılcımlı’nın islami açılımı akla gelmektedir. Doktor Hikmet’in Vatan Partisi Müslümanlıkla solculuğu buluşturma yönünde nafile bir çabayı gündemine almıştır. Ama bunun da bir karşılığı olmamıştır. VP de siyasi iktidarın komünistlere reva gördüğü muamelenin pek dışına çıkamaz. Etkili olamaz. Üstelik DP’li yılların İslamcılığı 27 Mayıs ile kesintiye uğradığı için bu sapma da hafızalardan kolaylıkla silinir.

Özetle bir dönem TKP’nin veya TKP içinde yetişmiş kadroların düzen içi yönelimlerle frekans tutturma denemeleri olmuş, ancak bunlar karşılarında “olgun” bir partner değil, bildik devlet şiddetini bulmuşlardır. Komünizmi likide edebilecek eğilimler burjuva dünyasında rezonans tutturamamış, olgun bir burjuvazinin muhatabı olamamışlardır.

Hal böyle olunca doğru yanlış denemelerin de tartışılamadığı, bunların etrafından dolaşılan ve farklılıkların kişiselleştirildiği bir tarih şekillenir. Son derece sağlıklı bir çerçevede yola çıkan Türkiye komünizmi aydınlar üzerinde ve işçi sınıfının içinde yer yer etkili olurken kendi iç formasyonu kadükleşmiştir.

Solun içinde etkili olan ve örgütsel yol ayrımlarına da denk düşen farklılaşmaların tarihi 1960’lardır. Öncesindeki bölünmeler veya iç sorunlar prematüredir.

1960’lar derken TİP’in aşınıp bölüneceği momentlere değil doğrudan doğruya Türkiye İşçi Partisi’ne işaret edeceğim.

TİP, geleneksel TKP’den farklı bir yoldur. Komintern geleneğinden değil 1947 sendikacılığının bölünmesinden türemiştir. TİP kurucuları sarı, devlet kontrollü sendikal yapıya sığmayan bir işçi önderi fraksiyonunu temsil ediyorlardı. TİP 1960’lar boyunca değişim geçirse de legal alanda var olmuş, parlamento ve seçim performansı başlı başına bir kriter sayılmıştır. TİP geleneksel komünist partilerin sınıf ve kadro odaklı yapısı yerine bir kitle partisi olmaya yöneliktir.

Bütün bunların daha sonraları devrimci demokrasinin karalamalarına hak kazandıracak biçimde parlamentarizm ve reformizme demir atmasından ise söz edemeyiz. Zira aynı dönemde TİP daha devrimci ve sınıf esaslı bir alternatif tarafından ötelenmemiştir. Hatta tersine dönemin TKP’si TİP’i fazla sol bulmuştur!2

Sonraları bu tepki geri çekilmiş, TKP legal partinin geliştireceği toplumsallaşma imkânlarına umutla bakmıştır. Hakikaten de bu ortamın TKP’ye on yıllar sonra önemli bir örgütlenme iklimi armağan ettiği açıktır. TKP ancak bu iklimin yararını gördükten, meyvelerini kendi adına toplayabileceğini gördükten sonra TİP’le arasındaki mesafesini açacaktır.3

Türkiye solunda belki de ilk ideoloji ve politika ayrışmaları, TİP’in içinde Aybarcı merkez ile Borancı muhalefet ve SD-MDD eğilimleri arasında gerçekleşecektir.

Bu ayrışmalara eşlik eden politik tartışmalar ciddidir. Süreç içinde Aybarcılığın anti-Sovyetizmle buluşması, MDD’ciliğin ise ordu içinde müttefik araması Türkiye solunda yeni bir olgunlaşmaya vesile olan ayrışmalardır. 1990 ve 2000’lerin Gelenek-TKP kimliği bu zemine referansla kendini kurgulamıştır. Yani tartışmalar daha önce yarım, kadük kalmış başka gündem maddeleri gibi anlaşılmazlığa, kişiselleştirmelere kurban gitmemiş, solun daha ileriki yapılanmasının temel yapı taşlarını üretmiştir.

Türkiye solundaki iç tartışmaların tasfiyecilikle damgalanabilecek kanatlar üretmesi için de bu gerekmiştir. Türkiye komünist hareketinin varlık nedeni 1990’larda sosyalist devrim/iktidar perspektifi, işçi sınıfı esası, aydınlanmacılık, yurtseverlik gibi çizgilerle tanımlanır hale geldikten sonra tasfiyeciliğin neleri başkalaştırması gerektiği de kristalize olur.

Ama elbette bunun öncesinde bazı varyantlar da vardır. Türkiye solunda tasfiyeciliğin tarih yazımının başlatılabilmesi için yeni açılımların, toplumsal meşruiyete sahip bir komünist partiyi önemsizleştiriyor olması ve bunu kapsayan bir proje olarak “sunulmuş” olması gerekirdi.

Bu potansiyel pekâlâ parlamentarist ve anti-Sovyetik yönsemeleri olabilecek Aybar TİP’inde de, askerle işbirliğini ima eden MDD’ci akımlarda da vardı. Ancak ortada toplumsal meşruiyeti haiz bir TKP yoktu.

Lakin Türkiye burjuvazisi sola karşı kategorik davranmayı sürdürdü. Egemen güçler parlamentarist ve anti-Sovyetik bir sola da resmi muhalefet olarak hayırhah bakmıyordu. Ordu dediğin, egemenlerin doğrudan denetimine alınmalıydı…

Solun iç süreçleri ya marksizme referansla yapılan polemiklerle sürdü, ya da kaba ajanlık suçlamalarıyla…

TASFİYE’NİN TARTIŞMALARI

12 Mart dönemecinde partili form hem TİP’in sosyalizmi toplumsallaştırma başarısı, hem de TKP’nin “atılımı”, daha doğrusu atılım hazırlıkları ile hızla önemli bir kriter haline geldi. Giderek nesnel bir çakışma olarak partili solun işçi sınıfı sosyalizmine, partisiz solun ise toplumsal hareketlere denk düştüğünü görüyoruz. Bu ortamda TİP’in bölünmesi ve solun toplumsal inandırıcılığının (yaygınlığının değil) gerilemesi sık sık komplo teorileriyle açıklanmıştır. Hatırlanan kalıp egemenlere atfedilen “böl-yönet” kalıbıdır. Bu kalıbın kimsenin aklına gelmediğini iddia edecek değilim. Ancak kimin kimleri hangi araçlarla böldüğü daha belirginleştirilmiş olmalıdır. Yoksa suçlama mesnetsiz kalacaktır.

Tasfiyecilik için geliştirdiğim tanımı tekrarlarsam, düzenin (veya burjuvazinin) başat bir yönelimiyle sol içindeki bir “proje” arasında uyum söz konusu olmalıdır.

Devrimci gençlik hareketinin silahlı mücadeleye yönelmesinin, gerilla taktiklerinin veya daha sonraları faşizme karşı savunma adı altında sergilediği pratiklerin TİP’in toplumsal inandırıcılık ve meşruiyetinin gerilemesiyle bütünleştiği doğrudur. Ama o kadar…

Tasfiyeciliğin kendisi politik planda kanıtlanamazken bir dizi tasfiye tartışması yapılmıştır. TKP ikinci TİP’in kurulmasına yönelik girişimleri böyle suçlamıştır. Partili sol veya eski tüfekler gençlik hareketlerine karşı çıkmışlardır. Çin Komünist Partisi’nin dünya çapındaki anti-Sovyetik ve peşi sıra ABD yanlısı politik evriminin Türkiye’deki yansıları için aynı paket açılmıştır. PKK hareketinin bölgedeki diğer sol hareketleri tasfiyesinin daha büyük bir politikanın unsuru olduğu ima yoluyla veya açıkça dile getirilmiştir…

Bunların hiçbirine ilişkin yargı belirtmeyeceğim. Zaten politik açılım veya projeyle doğrudan bağlantılı bir kurgunun parçası olarak ortaya “mekanizma” koyamayan suçlamaları, bunların sahipleri de genellikle ciddiye almamışlar ve dün suçladıklarıyla ertesi gün yan yana gelebilmiş veya tersine beraber olduklarını suçlama yoluna gidebilmişlerdir.

Tasfiyecilik tartışmasında somut mekanizmanın kendisi değil içinde anlamlandığı politik kurgu önemlidir. Bu tartışmalarda özne çok önemli bir yer tutar. 1970’lerin sosyalist devrimci ve sınıfçı “partisi” TİP önemsiz kaldığı için, TKP ise politik programı ve stratejisi çok sorunlu olduğu için referans alınabilecek bir ideal özneyi temsil edememektedirler.

Solda tasfiye-tasfiyecilik olgusunun, solun açılma çağı olan 1960-80 aralığında önceki on yıllardan farklı bir zemine kavuştuğunu söyleyebiliyoruz. Ama asıl sözümüzü 1980’den sonrasına saklamak durumundayız.

TBKP: AÇILIM MI TASFİYE Mİ?

Yoksa bir tasfiye projesinin devrimci bir açılım olarak sunulması işin kuralı mıdır?4

Solda bir açılımın düzen içi ve egemen güçlerin başat bir eğilimiyle rezonansa girmesi anlamında Türkiye solunun has tasfiyecilik örneği Türkiye Birleşik Komünist Partisi’nde yaşanmıştır. Orada başlamamış ve bitmemiştir…

İçerdiği çizgileri sıralamaya ve bu görüşümü desteklemeye çalışacağım. Birincisi, 12 Eylül 1980 darbesi sol harekete yönelik şiddet ve bastırma açısından görülmemiş bir hamleydi. Mesele müdahalenin içerdiği vahşet dozajının da ötesinde topluma format atma iddiasını taşımasındadır. Kitlesel olarak vatandaşlıktan çıkarmalar, kitlesel işkence, büyük davalar, idamlar, önceki yirmi yıl boyunca topluma mal olan dernek, sendika gibi yapıların yasaklanması, toplumda olağanlaşan davranış ve algılarla oynanması… 12 Eylül örgütlü solun sadece kendisini değil toplumsal kaynaklarını, içinde yeşerdiği ideolojik, psikolojik, kültürel iklimini de kurutmaya dönük bir rejimdi. Askeri müdahalenin bu hedefi göz ardı edildiğinde faşizmin görece kısa sürdüğünü düşünmek mümkündür. Sonuçta 1983, kısıtlı da olsa seçimlerin yapıldığı yıldı. Oysa hedefin genişliği gözetildiğinde fiziki şiddet darlığında faşizmin onu izleyen liberalizmle bir bütün oluşturduğu anlaşılacaktır. 12 Eylül’ün toplumsal dokuya müdahalesi ANAP iktidarlarıyla sürdürülmüştür. Ve sonuç alınmıştır! Solda “özeleştiri” modası, birkaç yıl öncesinin devrimci umutlarının temelsiz olduğu kanısı yayılmıştır. İktidar, örgütlülüğün güvenliksiz olduğunu uygulamalarıyla kanıtlarken, solda da örgütlerin güvenilmez olduğu tartışılıyordu. Sonuç solda sivil toplumculuk ve örgüt düşmanlığıdır! Sivil toplumculuk dönemin Birikim çevresine indirgenemez, fatura sol-liberalizme çılgınca kaynak aktaran Perinçek hareketiyle sınırlanamaz. Sivil toplumculuk egemen sınıfın başat politikasıyla mükemmel biçimde rezonansa giren bir sol açılım görünümündeydi.

İkinci olarak; saldırı altındakilerin birleşmesi gerektiği yolundaki basit hayat dersinin siyasal stratejilerde bire bir karşılık bulmasına inanılmıştır. Birlikçilik solda ideolojinin, teorinin önemini yerli yerine oturtamayan alışkanlıklarla beslenmiştir. Düz örgüt düşmanlığına çok itiraz edilebilir. Ama kendisini yeni “birlik platformlarında yok eden örgüt” anlayışına övgü bu itirazları boşa düşürmeye yarar.

Üçüncü olarak; geçmişi bir başarısızlık öyküsü olarak betimlemek ve giderek mahkûm etmek ihmal edilmemiştir. 12 Eylül darbesi karşısında solun bir bütün olarak başarısız olduğu ayrıca kanıt gerektirmez. Ama herhangi bir veya en ağır yenilgiden çıkartılacak dersin solun yenilmeye mahkûmiyeti olması saçmadır.

Dört; başarısızlık öykülerinin önünü açtığı yenilenmecilik ille sivil toplumcu/liberal çıplaklığıyla boy vermemiştir. Troçkizmin popülaritesi, içerdiği radikal varyantlar, hatta yerinde sivil toplumculuk eleştirilerine karşın bu noktada işlev kazanmıştır. Yani düzenle rezonansa giren sol projenin kendi içinde eleştirmen koltukları da sanki önceden rezerve edilmişti.

Beşinci olarak; dönem, dünya ölçeğinde de liberal saldırının solda gedikler açtığı dönemdi. Proletaryaya elveda denmesi, emperyalizm teorisinin eskidiği, kapitalizmin sosyalizmle yakınsayabileceği, sosyalizme piyasa aşısı yapılması… Henüz emperyalizmin saldırdığı ülkelere bakıp “ulus-devletlerin miadı doldu” deme arsızlığına erişilmemişti, ama yola girilmişti. Türkiye solunun teoriyi hafife alma zaafına hızla yeni sol akmaya başladı. Onunla beraber yukarıdaki maddelerde değindiğim devreler kapanıyordu.

Ama en son devreyi kapatan 1985’te açılışı yapılan Sovyet glasnost ve perestroykası olmuştur. Ekim Devriminin ülkesinde bile aynı tezler rağbet buluyorsa, sol şapkayı önüne koyup düşünmek durumundaydı!

Bu tablonun üstüne dört başı mamur bir likidasyon projesini inşa etmek TBKP’ye nasip olmuştur. İnşaatın TKP ve TİP’in birlik süreci olarak başlatılması da tasfiyeciliğin bir parçası mıdır?

Burada uyumsuz öğeler olduğu açık. İki geleneksel komünist partinin birleşmeye karar vermelerinde kendinde negatif bir öz aramak saçma olur. O dönem birlik bir tarihsel arızanın giderilmesi olarak tarif ediliyordu. Buna nasıl itiraz edilebilir?

Üstelik 1985’de atılan ilk adımlarda mevcut konumlardan daha sağa kayıldığına dair güçlü bir işaret de yoktur. Hatta tersine özel olarak TİP’in 12 Eylül sonrasını bir karşı hamleyle karşıladığı hatırlanmalıdır. Dönemin etkili yayınları olarak Bilim ve Sanat ile Yarın dergilerinin arkasında TİP vardır. 80 öncesinin “marjinal” Genç Öncü örgütlenmesi gitmiş, yerini üniversite gençliğindeki aktivasyona imza atan bir yenisi almıştır. TKP ise zaten adı üstünde TKP’dir. Dolayısıyla bu iki partinin birlik süreci umut vericidir.

Zorunlu bir parantezle bu umudu zamanında (o sırada henüz Gelenek çıkmıyorsa da bu adı kullanırsak) Gelenek hareketinin paylaşmadığını geçerken hatırlatmak durumundayım. Bizim yaklaşımımıza göre Türkiye’de sol, yenilenmeci demagojiyle değil, Leninist gelenek üzerinde yeniden inşa edilmeliydi. Bu noktaya değmeyen güncel denemelerin en azından patinaj yapacaklarını düşünüyor ve umudu çok daha tarihsel bir zemine dayandırıyorduk…

Burada önem taşıyan, TBKP’nin 1985 sonbaharında ilan edilmesinin kendinde olumlu olup olmadığı veya kimlerin bu gelişmeye ne değer verdiği değil. Kuşkusuz Gelenek hareketinin dışında olup da farklı saiklerle olumsuz bakanlar olmuştur, veya TİP ve TKP tabanındaki olumlu atmosferde devrimci duygular belirleyicilik taşımıştır… Olabilir.

Asıl önemli olan TBKP’nin içine doğduğu ve içinde anlam kazanacağı tasfiyeci çerçevedir. Bu çerçevenin bileşenleri yukarıda sıralandı. 1985’e kim ne anlam vermiş olursa olsun, tarihsel olarak şekillenen sonuç bellidir.

TBKP uluslararası komünist harekette SBKP likidasyonunun en hızlı takipçilerinden biri oldu. Ülke içinde ise TBKP, ANAP’ın liberal karşı-devrimciliğine eklemeyi arzuladığı demokratikleşme yanılsaması/makyajına denk düşmüştür. TBKP yöneticilerinin Özal’ın elçileriyle temas kurduğu, pazarlık yaptığı bilinmektedir.

Nabi Yağcı ve Nihat Sargın’ın Türkiye’ye dönüşlerinde işkenceye alınmaları, düşmanın saldırısı nedeniyle yanlış yoldakileri eleştiriden kurtarmaz. Tersine bu olumsuz sonuç başka bir yanlışın parçasıdır. İki liderin zindan direnişlerine duyulması gereken saygıyı ve o dönem örgütlenen dayanışma kampanyalarını burada eleştiri üstü tuttuğumu da not etmek durumundayım; ama herhangi bir kahramanlık ANAP döneminde komünizmi içeren bir demokratikleşmenin yaşanacağı yolundaki beklentinin ve buna dayandırılan politikanın aklayıcısı olamaz. Demokratikleşme beklentisinin makul olabilmesi için ANAP’ın ve temsil ettiği liberalizmin 12 Eylül faşizminin tamamlayıcısı olmaması gerekirdi. Özal’ın hakikaten faşizmle hesaplaşan bir demokrat olması gerekirdi. Dahası gerçekten kapitalizmle sosyalizmin bir yakınsama içine girmiş olmaları gerekirdi!

Benzer biçimde komünist adıyla parti kurma yasağına karşı bayrak açılması da eleştiriye tabi tutulamaz. Ancak sorun TBKP’nin kapatılacağının aşikâr hale geldiği koşullarda çoğu parti liderinin komünizmin zaten demode olduğunu düşünüyor olmalarıdır.

Ya komplo teorileri? Acaba bu süreçte ajanların rolü olmuş mudur?

Yukarıdaki çerçeve içinde bu soruların yanıtları önemsizdir ve aynı anlama gelmek üzere komplolar siyasi dinamiklerde zaten içkindirler.5

ÖDP VE İKİNCİ TASFİYE

TBKP örneğinde olduğu gibi ÖDP’nin de dinamiklerinde devrimci niyetlerin, yeniden güçlü bir yürüyüşü örgütleme arzusunun olduğunu belirtmeye gerek var mı? Zaten bunu temin etmeyen bir likidasyon açılımından söz etmeye gerek kalmazdı.

ÖDP, 12 Eylül sonrası şekillenen özeleştirici (Yalçın Küçük’e göre tövbekâr!), birlikçi, yenilenmeci zeminle 1970’lerin devrimci demokrasisini harmanlamıştır. İki örgütsel unsurunsa çok da önemli olmadıkları uzun olmayan bir sürede ortaya çıkacaktı. Birincisi solda en önemli geçmiş birikimlerden ikisinin Kurtuluş ve Devrimci Yol hareketlerinin buluşturulmasıydı. Belli bir sürenin sonunda Kurtuluş ÖDP’den kopmuş ve Kürt hareketinin çevresinde dağınık bir öbekler toplamına dönüşmüştür. Diğeri de TBKP’den gelen koldur. Bu damar SBP-BSP süreçlerinde geleneksel sol karakterini yitirmişti. Partili gelenekten arta kalanların “parti olmayan parti” şampiyonu olmaları başka türlü yorumlanabilir mi? Hal böyle olunca TİP, TKP (ve TSİP, hatta TKEP) kökenli birikimler bireyselleşmiş ve yeni (parti olmayan!) partileşmeye özel bir karakteristik taşımamışlardır. Bu amorf, gevşek örgütlenmeci, sivil toplumcu-sol liberal birikinti süreç içinde önemsizleşmiş, bir kısmı Kurtuluş bölünmesi, bir kısmı da Özgürlükçü Sol’un nihai olarak tasfiye edildiği 2009 kongresiyle partiyi terk etmiş olmakla birlikte ÖDP’yi içerden ve dışardan baskılamaya hep devam etmiştir.6

Likidasyon bunun tamamındadır. Son birkaç yılın ÖDP’si ise Dev-Yol’un kendisini yeniden kurgulaması yönünde bir egzersizdir ve kuşkusuz buradaki değerlendirmenin konusu değildir.

TBKP tasfiyeciliğinde geçerli tüm ideolojik temalar ÖDP kuruluşunda da geçerliydi. “20. yüzyıl sosyalizmi” toptan başarısızlık olarak reddediliyordu. TBKP nasıl ANAP’lı demokrasi hayalinin içinde kendine bir yer arıyor idiyse, ÖDP de kuruluş döneminde Gelenek’in restorasyon adını verdiği konjonktüre denk düşmüştür. 1990’larda bir taraftan Kürt hareketine karşı devletin bütün araçlarıyla harekete geçirilmesinin, diğer taraftan da burjuva siyasetinde yeni gereksinimleri karşılayamayan merkez partilerin boşluğuna dinci gericiliğin akmasının ürünü olarak karşı-devrimci bir ağırlık oluşmuştu.

Öte yandan Sovyetler Birliği’nin çözülmesi emperyalist-kapitalist dünyada Soğuk Savaş’ın karşı-devrim örgütlenmelerini yük haline getiriyor ve “Temiz Eller” havası Batıda esmeye başlıyordu. Türkiye’de restorasyon denemesi böyle bir uluslararası ortamdan da etkilenmiş olmalıdır. Solun payına düşen yeni bir demokratikleşme dalgasını umut etmek olmuştur. Susurluk “kazası” sivil toplumun uyanışı olarak lanse edilen toplumsal bir kampanyaya ÖDP tarafından taşındı. Parti olmayan ve 20. yüzyıl sosyalizminden, bu anlamda sınıf darlığından da uzaklaşan bir yeni siyaset anlayışı vardı artık. Bu projenin solda bir tasfiyecilik anlamına geldiği söylenebilir.

Ancak Türkiye’de sol liberalizmin burjuvazinin demokratikleşme dalgalarında yükselmesinde bir zayıflık, oturmamışlık olduğu görülmelidir. Türkiye’de demokratikleşmeye angaje, politize bir orta sınıfın kapasitesini abartmak sol liberallerin sivil toplumun gelişmesine ilişkin teorisini zımnen kabul etmek anlamına gelecektir. Bu kaynaktan bir ideolojik-siyasi akımı var edecek ve üstelik bir örgütsel yapıyı besleyecek bir dinamizm türetilemez. Kuşkusuz sözcüğün liberal anlamıyla bir sivil toplumdan veya orta sınıf kitleden söz etmek mümkündür. Ama yetmez. Bu kesim toplumsal rüzgârlara tabidir ve kendisi bir rüzgâr jeneratörü olamaz.

Üstelik ANAP demokrasisinin koca bir yalan olduğu nasıl ortaya çıkmış ve bu parti Özal sonrasında DP-AP geleneğinin sıradan bir mirasçı adayına indirgenmişse, benzer bir kader 1990’ların ikinci yarısındaki restorasyonu da bekliyordu. Restorasyon süreci bir “sivilleşme”, demokratikleşme, “temizlik” olarak değil, askeri bürokrasinin politize olması ve dinci gericiliği hedefe oturtmasıyla devam etti. “Asker Partisi” öne çıktıkça, hareketlenme eğilimine girmiş orta sınıf geri çekilecekti.7

Genel olarak Türkiye’de orta sınıflar yeterli bir enerji kaynağını temsil etmiyorlarsa ve özel olarak da 1990’ların ikinci yarısında restorasyonun “sivil” evresi kısa ömürlü olmuşsa… Bu durumda sol liberalizmin başka bir kaynağa ihtiyacı olduğu açıktır. Bu gereksinim Kürt hareketi tarafından karşılanmıştır.

TBKP tasfiyeciliği içerde önce ANAP ardından DYP-SHP demokratikleşmesine bel bağlıyor, uluslararası düzlemde ise Sovyet glasnost-perestroykasıyla bütünleşiyordu. ÖDP tasfiyeciliği ise kısa ömürlü “temiz eller” havasıyla yola koyulmuş, restorasyonun militer bir alana demir atmasıyla birlikte o da Kürt özgürlükçülüğüyle hayatını sürdürmüştür. Uluslararası düzlemde ise Türkiye’nin Avrupa Birliği üyelik tartışmalarının oluşturduğu süreç ile ABD’nin Ortadoğu haritasına müdahaleleri bir üst belirleyen olarak karşımıza çıkmaktadır.

ÖDP Genel Başkanı Ufuk Uras’ı 2007’de TBMM üyeliğine taşıyan sol liberalizmle Kürt dinamiğinin bu yeni eklemlenmesidir. Bu eklemlenmenin tasfiyeci bir karakter kazanması Uras’ın milletvekilliği üzerinden ÖDP’ye yapılmak istenen müdahalede gözlemlenebilir.

Uras’ın öncüsü olduğu ama kendisinin bizzat yetişemediği kanal HDP’nin doğrudan doğruya sola dönük bir proje olarak şekillendirilmesine varacaktı.8 HDP solda üçüncü tasfiye dalgasının öznesi olmuştur.

HAZİRAN DİRENİŞİ’NİN TASFİYESİ

2015 Haziran’ından itibaren HDP’nin kendisinin bir tasfiyenin konusu olduğu doğrudur, ancak bu gerçeklik başka gerçekliklerin üstünü örtmemeli, unutturmamalıdır. Yine de madem konu bu noktaya geldi, Kürt siyasetinin, daha doğrusu AKP’li yılların muhayyel Kürt reformunun bugünkü durumuna dair bir özete de ihtiyacımız var. Konumuz bu olmadığı için yalnızca özet olarak, ama bir dipnota sığmayacağı için de birkaç paragraflık yer ayırarak…

Bir: AKP’nin içsel ve temel angajmanı 1923 Cumhuriyetinin tasfiyesidir. Bir siyasi hareket olarak dinci gericiliği anlamlandıran ve motive eden program budur. Nihai noktasına götüreceksek Osmanlı’nın ve -Osmanlı döneminde rastlanması güç bir- İslamcılığın ihyası.

İki: Bu angajmanın siyasi programa dönüşmesi için Türkiye toplumunda ne özne, ne kitle, ne ihtiyaç vardı. İslami bir Osmanlı restorasyonu tarih dışı ve meczup bir gericilik halidir. “Aşırı uç” tabiri bilimsel açıdan çok sorunlu olmakla birlikte burada betimleme amacıyla pekâlâ kullanılabilir.

Üç: Dolayısıyla bir eklemlenme gerekiyordu. Üst bağlamını emperyalizmin küreselleşme programıyla ulusal sınır ve hukuk sistemlerini zayıflatması oluşturdu. Birinci Cumhuriyetin yıkılması bu çerçevede küresel emperyalist karşı-devrimin içine oturmuştur.

Dört: Sermaye sınıfı açısından gerilimli bir eklemlenme yaşanmıştır. Sadece AKP döneminin gözdesi, beslenen sermaye gruplarının değil bir bütün olarak büyük sermayenin AKP’li yıllardan bir şikâyeti olmamıştır. İşçi sınıfının ve halk kitlelerinin neo-liberal saldırı tarafından teslim alınmalarında herhangi bir “olağan” düzen partisinin kapasitesini çok aşan adımlar dinci AKP tarafından hayata geçirilebilmiştir.

Beş: Ne İslami bir rejim kurmak ne de liberal saldırı çıplaklaştırılamaz. İslami örtünün sınıfa saldırıyı örtmesi yukarıda söylendiği gibi mümkün olmuşsa da, bu ikili birlikte de yeterli değillerdir. Türkiye toplumunun dinselleşmeyi ve yoksullaşmayı tolere edebilmesi için bir başka taşıyıcı öğeye gereksinim vardı. İslam yalnızca dar bir karşı-devrimci unsuru motive edebilir, liberal saldırı ise hakikaten bir avuç patronu heyecanlandırabilirdi. Türkiye’de kamunun tasfiyesinin ve özelleştirmelerin verimlilik diye pazarlanması, üzerinde 1980 ve 90’larda çok tepinilmiş ve tüketilmiş bir temaydı. Buradan bir başarı öyküsü yeniden türetilemezdi, çünkü tersine toplum liberal aşırılıkların dengeleneceği bir restorasyona ihtiyaç duyar hale gelmişti. Bu ihtiyaç 99 krizi ve Kemal Derviş reformlarıyla liberal saldırıya yeniden kanalize edilmiş ve sonra AKP’nin uluslararası konjonktüre bağlı para akışı ve dinselleştirme politikalarıyla takviye edilmiştir. Lakin bütün bunlar yine de yetmezdi. AKP bir toplumsal yenilenmeyi temsil etmeli, daha iyi bir Türkiye’ye doğru gidildiği yönünde bir imaj pompalanmalıydı.

Altı: Bir üst paragraftaki gereksinim, başka aksesuarları da yanına alarak bir Kürt reformu, Kürt sorununun çözüleceği taahhüdü ile karşılanmıştır.

Yedi: Öcalan’ın 1999’da hapse girmesiyle bekleme odasına alınan Kürt dinamiği bu dört dörtlük programla yaşama geri dönmüştür. Öcalan’ın tarihsel rolü, Kürt dinamiğini, emperyalizm-sermaye düzeni-dinci gericilik-Cumhuriyetin tasfiyesi-liberal saldırı öğeleriyle stratejik bir uyuma yerleştirmektir artık.

Sekiz: Bir dipnot düşmek veya parantez açmak yerine 8.maddeyi yazmayı tercih edeceğim: Öcalan’ın siyasi yaşamında başından beri bu misyonla hareket ettiği iddiası tamamen karşılıksızdır. Bir köylü önderi olarak özgürlük mücadelesi vermemiş ve bu çerçevede geniş kitleleri hareketlendirmemiş bir Öcalan, ikinci misyonu da üstlenemezdi. Tam da siyasi kariyeri en az iki bölmeye ayrıştırılabileceği için Öcalan çizgisi tasfiyeci rol üstlenebilmiştir.

Dokuz: Kürt sorununa odaklanırsak, AKP döneminin başat projesi Kürt coğrafyasının bölgedeki ulus-devletlerin önemsizleşmesinde kaldıraç görevini üstlenmesi ve bunun için Kürt statükosunun kesinlikle Kürt ulusal çıkarlarını gözetecek biçimde dönüştürülmesiydi. Yukarıda çizilen AKP resminin uluslararası ve sınıfsal tutarlılığı ancak bu öğeyle temin edilebilirdi.

On: Sürecin tıkandığı nokta AKP projesinin mantıksal tutarlılık içinde dinci faşist bir rejime yönelmesidir. Böyle bir rejimde alternatif güç odaklarının varlığı başlı başına bir çelişkidir. Erdoğan bir dediği diğerini tutmayan, herkesi kandıran, kişisel ihtirasları tarafından belirlenen bir çılgına indirgenemez. Doğrusu şudur: Türkiye’nin bir dinci faşizme teslim edilmesi için tam da böyle bir liderliğe ihtiyaç vardır. Başka bir lider ve siyaset, projesinin başat öğelerinden biri olan Kürt reformunu bu şekilde düşman ilan edemezdi.

On bir: Kürt hareketi çözüm sürecinde, parçası olduğu büyük projeyi zora koşacak ölçülerde güç kazandı ve AKP, kuşkusuz Erdoğan sayesinde son derece riskli ve cesur bir hamle yaparak Kürt çözümü olmaksızın projeyi devam ettirmeye karar verdi. Aşağıda kısaca geleceğim, ama burada söyleyeyim. 2015’de çözüm süreci Erdoğan AKP’sini kenara ittirecek bir “restorasyon” momentine evrilmiştir.

On iki: Bu ara sonuç, Gelenek hareketinin tarihsel Kürt tezinin acıklı biçimde doğrulanmasıdır aynı zamanda. Kürt sorununun geniş emekçi kitlelerin özgürlük taleplerinin gerçekleşmesini de içerecek biçimde bir çözümü için ön koşul sosyalist devrimdir. Kapitalizm içi çözümler sahte kalmaya mahkûmdur.

On üç: Kürt siyaseti, AKP rejiminin meşrulaştırıcı yüzünü oluşturmak üzere eninde sonunda ana projeye dönüleceğini düşünmekte büsbütün haksız değildir. Gelenek’in beklentisi de uzunca bir süre “kanın çözümü suladığını” temel almıştır. Bu yoldan devam edilmesi her zaman mümkündür. Ancak 2015-2016 sonrasında iki değerlendirme daha eklenmelidir bu bakış açısına. Birincisi ana yola geri dönüşün öznesi artık Erdoğan olamayacaktır. Kürt hareketi “başkanlık sistemini kabul edebiliriz” mesajlarıyla uzun zaman bu dönüşü beklemiş ama yüz bulamamıştır. Artık kapandığını varsayabiliriz. Diğeri de, Ortadoğu’nun bir Amerikan proje mezarlığına dönüşmüş olması ve bunca başarısızlıkla birlikte ABD’nin de bir açılım merkezi olmaktan çıkıp kendisinin siyasi krize yuvarlanmasıdır. Trump dönemi bu krizin ilanına vesile oldu. AKP açısından, Amerikan üst-belirleniminin ortadan kalkması, elini güçlendirmek, yani diğer tarafları mümkün olduğunca önemsizleştirmek için bulunmaz fırsat olmuştur.

On dört: Emperyalist ve diğer güçlerin Ortadoğu’da Kürt faktörünü gözden çıkartmaları için herhangi bir neden yoktur. Kürt siyaseti de kendisine küresel bağlam aramaya devam etmektedir.

Bu özet Kürt hareketinin, özellikle HDP’nin sola yönelik bir tasfiyecilik momenti olarak yargılanmasını aslında açıklıyor.

Çok ilginçtir. EMEP kurulmadan hemen önce bu hareketin 1994 Aralık seçimlerinde HADEP listelerinde oluşan Emek Barış Özgürlük Blokunu desteklemeyi hiç düşünmediğini ve seçimlerde bağımsız adaylar çıkarttığını hatırlamak gerekir.9 Blok son günlerini yaşayan BSP’yi bölmüş, geleneksel sol kökenliler Kürt ittifakına karşı çıkarken özellikle Kurtuluş grubu aktif pozisyon almıştı. ÖDP 1995’de sahne aldığında ve Susurluk-temizlik kampanyaları boyunca Kürt hareketine mesafesini korumuş, “demokrasi cephesi”nin temsilciliğini üstlenmeye çalışmıştı. Süreç içinde Kürt partilerinin merkezinde durduğu bir ittifak sistemine meyleden devrimci demokrat hareketler her biri benzeri çelişik uğraklardan geçmişlerdir.

Sonuç Türkiye solunun Kürt şemsiyesi altında görünmez olması veya önemsizleşmesidir.10 Türkiye solunun temsilcileri sendikalistçe de olsa “sınıf vurgusu”ndan Kürt dayanışmasına kaymışlardır ve yalnızca Kürt ulusalcılarıyla değil, devletin içindeki “reformcu” gericilerle birlikte dünyadaki çözüm süreçlerini (conflict resolution) yerinde incelemek üzere gezilere çıkmışlardır. Türkiye devriminin yolunun silahlı mücadeleden geçtiğini savunan bir hareketin temsilcisi TÜSİAD başkanıyla fotoğraf çektirmekte sakınca görmez hale gelmiştir. Türkiye solcusu Diyarbakır’da, Cizre’de, Yüksekova’da ve tabii ki Rojova’da kurulan komün masallarını dinlemeye koyulmuştur.11 Aynı solun Kürt belediyeleri ilk kez şekillendiğinde taşeronlaştırma-özelleştirme süreçlerine ilişkin eleştirel notlar düştüğünü, Kürt belediyeciliğinin ise özürcü açıklamalar ürettiğini hatırlamayacak mıyız?

HDP kendisinden önceki Kürt legal partilerinden farklı olarak bütünüyle sola dönük bir projedir. HDP’ye HDK’nın ve daha sonra Demokratik Bölgeler Partisi adlı bir diğer partinin eşlik etmesi tercih edildi. Bu oluşumların varlığı HDP’nin solculuğunu belirginleştirmeye yaramıştır. Tasarlananın da tam tamına bu olduğunu düşünüyorum. Bu projelendirmenin İmralı’daki görüşmeler sırasında devlet yetkililerinin gözetiminde yapıldığını not etmek durumundayım. Buradan hareketle HDP’yi devletin kurdurduğunu söylemek abartılı olur. Kürt hareketinin Türkiye soluna ihtiyacı hep vardı ve bu doğrultuda liberal temelli ilişkilerin tarihi eskiydi. Ufuk Uras’ın Meclis’e taşınmasının tarihi 2007’dir…

2000’lerde Türkiye’de sol, Kürt merkezli bir özgürlükçülük ile CHP merkezli bir ulusalcılığa ayrışmıştı ve bunun ısrarlı tutarlı tek bir istisnası olmuştur. 2001 sonlarında Türkiye Komünist Partisi adını alarak hamle yapan Gelenek hareketi, soyut bir işçi sınıfı sosyalizmiyle yetinmemiş, marksizm-leninizmi solda üçüncü bir siyasal seçenek olarak somutlamayı başarmıştır.

2014’te yara alan TKP, Türkiye solunda ulusalcı-Kürtçü veya CHP-HDP ikiliğinin dışında bir tezi, çizgiyi, sürekliliği ve bunları önemli hale getiren örgütsel gövdeyi temsil ediyordu. Üstelik bu üçüncü seçeneğin,TKP’de vücut bulan boyutlarının çok ötesinde bir toplumsal objektiviteye denk düştüğü 2013 Haziran direnişinde görünür hale gelmişti. Haziran direnişinin özgürlükçülüğü, Kürt dayanışmasına ve liberalizme sığmıyordu. Haziran direnişinin yurtseverliği de ulusalcılığa sığmıyordu.

Mesele yalnızca 2013 yaz aylarında açığa çıkan halk hareketi değildir. Türkiye egemen güçleri ekonomik krizin toplumda tetikleyebileceği siyasal arayışlardan da endişe etmiş olmalılar. 2013 hareketi de yalnızca AKP’nin laik kesimleri fazla kışkırtmasından doğmamış, diğer yandan da 2008 krizini takip etmiştir.

AKP’nin siyasi hayatı üç evreye ayrılabiliyor. Birincisi 2002 Kasım seçimlerinden 2007 Mayıs Dolmabahçe görüşmesine (Genelkurmay başkanı Büyükanıt ile Erdoğan) kadarki süreçtir. Uluslararası para akışıyla sağlanan hormonlu büyüme ve ilk birikim dönemidir bu.

Cumhuriyetin yıkılmasına hızla geçilen ikinci dönem, 2013 Haziran direnişine doğru tıkanma emareleri gösterdiyse bunun dünya ekonomik kriziyle bağı olmalıdır ve Erdoğan’ın, kurduğu ittifak sisteminin sürdürülemez olduğu noktasına evrildiği seçilebilmektedir. Ancak bu evrenin kapanması çok sancılı olmuştur. İçinde 2009 Habur şovu, 2011 Oslo tapeleri, ama bunların ardından “2015 üçlemesi”12 vardır.

Ne AKP ne de PKK süreci ilk tökezlemede satmış falan değillerdir. Örneğin Öcalan, süreci kurtarmak için Erdoğan-Gülen çatışmasında erkenden taraf olmuştur.13 HDP 2013 Haziran direnişini meşru AKP iktidarına karşı bir komplo olarak görmüştü. Ancak hemen ardından direnişin yurtsever, cumhuriyetçi ve sola dönük niteliklerini geri plana itmeye dönük, bir “orta sınıf” ve özgürlükçülük propagandasının yükseltilmesi rastlantı değildir. Akademide yaygın biçimde yer bulan sol liberal birikim rolünü oynamıştır.14 Haziran direnişinin pozitif bir unsur olarak içerdiği “birlik ve dayanışma ruhu” bu çerçevede bir hesaplaşmanın imkanlarını daraltmıştır. Kürt hareketinin tedirgin yaklaştığı bir direnişten sonra “sol Kürtçülüğün” yükselmesi organik değil, zorlama bir gelişme olmuştur.

Ancak bir noktada Erdoğan barış sürecinin kendisini aşan bir güç birikimine neden olduğunu görmüş ve tutumunu kesinkes değiştirmiştir. Bu moment 2015 seçimlerinin arifesi olmalıdır. Daha önceki yıllar boyunca iktidarın Kürt “reformunda” sürekli iki adım ileri bir adım geri biçiminde yol almasıyla artık yeni durum karıştırılmamalıdır. O süreç boyunca AKP iktidarı tehdit altında değil, yükselişteydi. 2013’den itibarense siyasi kriz neredeyse süreklileşmiştir. 2015’de büyük sermaye, ona bağlı merkez medya, Batılı merkezler, HDP ve CHP’nin ürettikleri veya birlikte tutundukları dalga AKP’nin en azından parçalanmasını gündeme getiriyordu. Dalganın kabarması AKP’nin Suriye’de, yolsuzluklarda, İran’da biriken hesaplarını da kapsayacak bir hesaplaşmayı gündeme zorunlu olarak taşıyacaktı.

TKP bu çerçevenin kararlı ve sistematik biçimde dışında duran biricik ve en önemli siyasal odaktır. TKP bu anlamda “fazla gelmiş” ve ağır bir basınç altında kalmıştır. Partinin iç dokusundaki zayıflama bu basıncın etkide bulunmasına izin vermiş ve kimi hücrelerindeki çürüme bu basınç tarafından ele geçirilmiştir. 2014’e bu siyasal düzlemde bakılması gerekir.

Konu yalnızca TKP de değildir. Haziran direnişinde TGB, İşçi Partisi’nin milliyetçi çizgisinin bire bir izdüşümü olmaktan çıkmıştı. TGB halk direnişinin, ortalamadan biraz daha milliyetçi bir parçasıydı. Parti merkezinin hiç zaman yitirmeden TGB’yi önemsizleştirmesi rastlantı değildir. Operasyon daha yaz ayları bitmeden başlamıştır. Bugün artık Vatan Partisi gençliği Ülkü Ocaklarına bitişiktir.

Halkevleri 2011-2012 yıllarında önemli sayılacak gelişme kaydeden bir siyasi hareketti. Haziran direnişinde Türk bayrağından irite olan bir sol çocukluğu temsil eden hareket 2015’e gelindiğinde HDP’nin ittifak sistemine dahil olmuştu bile. Oysa HE hareketinin ittifak politikaları önceki yıllarda CHP ile girilen pragmatik ilişkilerle anılıyordu.15

Bu bahiste son olarak 12 Eylül 2010 referandumunu hatırlatacağım. 2015 yılında -arada yaşanan 2013 Haziran direnişini reddeden- Kürt hareketiyle saf tutan sol, 2010’da kısmi anayasa değişikliği oylamasında hayır cephesinin politik adresi olmuştur. O gün dönemin Kürt partisi BDP boykot tutumuyla AKP’ye kolaylaştırıcı bir servis sunmuştu. Solun boykot tavrı alan kesimlerinin listesi uzun olmakla birlikte ağırlıklarının “hayır cephesi” ile karşılaştırılması imkansızdı.16

“Solculuğun tasfiyesinde” 2013’den bu yana ciddi bir yol kat edilmiştir. Sadece sol örgütlerden de söz etmek yetmez. 2015’de TBMM’ye HDP üstünden giren Alevi “temsilcileri”nin Kasım seçimleri öncesinde AKP’nin seçim hükümetine iki üye vermesi, son olarak 2013 Haziran direnişinde kendini gösteren Alevi dinamiğinin tasfiyesi değilse nedir? DİSK Genel Merkezinde CHP bağlarının yerini HDP almıştır.

Nakaratımızı hatırlatalım. Bütün bu olup bitenler komplo teorileriyle açıklanmaya kalkışılmamalıdır. Toplumsal ve politik bir olayı üç beş manipülasyona, mühendisliğe sığdıramazsınız. Öte yandan gerçek siyasi süreçlerde öznelerin bir yandan da komplolar düzenlemeleri eşyanın tabiatına son derece uygundur.

TASFİYECİ SAFLIĞI: SYRİZA YARIŞI, UMUT HAKKI

Hal bir üst paragrafta tekrar edildiği gibiyse tasfiyeciliğe taban kuran psikolojinin samimi, siyasal bakışların da saf olarak nitelenmesi mümkündür. Birlikten kuvvet doğar sözünün siyasette değil fizikte karşılığı olabilir ancak. Ama buna inanan militanların devrimci duygularla ve iyi niyetle hareket etmeleri normal durumdur.

Bu insanlar AKP’yi yıkmak için oyları birleştirmeyi samimiyetle dilemişlerdir. Devrimci ve gerçekçi tutumun AKP’nin halkı çekmekte olduğu seçim minderini sorgulamak olduğunu anlayanlar bile bu seçeneğin hayli güç olduğunu düşünmüşler ve kolay yolun gerçek olmasına dua etmişlerdir. Seçimde sandıklara sahip çıkmak elbette gerekir. Lakin Türkiye ölçeğinde bir ülkede bütün sandıklara sahip çıkabilen, bütün oyları belgeleyen, dinamik biçimde basit sahtekârlıkları püskürten, komplike sahtekârlıkları ise devletinkine alternatif bir örgütlenmeyle açığa çıkartan bir yapı oluşturmak kolay iş midir? Amatör gönüllüleri çevresinde toplayan sivil girişimlerin boyu böyle bir yapıya erişebilir mi?

Aslında böylesi bir güce sahip bir muhalefet, daha seçim sandığına sıra gelmeden iktidarı ürkütecek, egemenler blokunu parçalayacaktır. Peki bu örgütlülük varsa neden bunu seçim için kullanmak zorundayız?

Ve böyle bir örgütlülüğün olmadığının açık olduğu Türkiye’de, seçim-sandık güvenliği için girişilen sivil organizasyonların ne sonuç verdiği artık itiraf edilmelidir. Bu çalışmalar birkaç sahtekârlığı açığa çıkartmak yoluyla seçim sonuçlarının genelde güvenilirliğini teyit etmeye yaramıştır!

Elbette seçim sisteminin para-medya-ideoloji-teknik sistem-polisiye önlem-yandaş hukuk dizgesini deşifre etmek ve seçime bel bağlamamak daha güçtür. Güç olmasına güçtür de, diğeri tamamen sonuçsuzdur. Seçim ve sandık güvenliği için örgütlenmek sistemi değiştirmek için değil, işçi sınıfı partisinin örgütlenme çalışması olarak anlam ve değer taşır.

Bu çizginin tutturulamadığı noktada tasfiyeciliğin tabanı iyi niyetlerle örülmüş demektir!

Soldaki Syrizacılık yarışı da böyledir. 2015’de Yunanistan’da geleneksel sosyal-demokrasi PASOK’un yerini alan yeni sosyal-demokrat partinin birinci çıktığı iki seçim yapıldı. Türkiye’de buna “komşuda devrim” dendi. Syriza’nın Yunanistan’da söylediklerinden fazlası Türkiye solunda konuşuluyordu. Yunan sosyalizmi rivayetleri Diyarbakır’ın mahallelerindeki komün efsanelerini sollamıştı.

Aynı insanlar Syriza’nın krizin devrimci yükselişle derinleşmesi anlamına değil, tam tersine emekçi sınıfların düzenden kopma sürecini durdurarak kapitalizmi koruma anlamına geldiğini düşünenleri aforoz edeceklerdi. Düzenin değişmesini arzulamadıkları için değil, kendi ifadeleriyle “umut etme hakları” adına!

Oportünizm ve tasfiyecilik ilerici insanlığın umutsuzluğunun istismarına dayanır.

Syrizacılık yarışında başı HDP çekmiş17, ÖDP ikinci alternatif olarak katılmış, CHP içinde de sahayı boş bırakmamak adına kimi mesajlar verilmiştir.

Syriza hükümet olmaya devam ediyor. Yunanistan’da krizin faturasının emekçi halkın üstüne yıkılmasına aracılık eden de, iki yıldır halkın umudunu siyasete ve sandığa taşıdığı düşünülen bu partidir. Komşu ülkede sistemin daha güçlü olduğunu ve krizin atlatıldığını söyleyebilecek durumda değiliz. Dünya kapitalizminin bu ölçekteki bir krizi geride bırakmak için dokuz yıl çok yetersiz bir süredir. Üstelik emperyalist rekabette işler hiç de yolunda gitmemiş, rekabet şiddetlenir ve istikrarsızlık derinleşirken, hegemonya krizi de yeniden gündeme girmeye başlamıştır. Hegemon ülkenin kendi içinde bir yönetim krizinin işaretleriyle birlikte… Kapitalizmin açıkça zayıf halkası konumundaki Yunanistan’da Syriza krizi devrimci bir atılıma taşımanın değil, istikrara dönüşün aracısıdır. Geriye Syrizacılık yarışında yorulanlar, umut etme hakkını kullanayım derken mevcut enerjilerinin bir kısmını da bu son hayal kırıklığında yitirenler kalmıştır.

Türkiye ise Syriza modeli açısından verimli bir ülke değildir.

Türkiye’de düzenin egemen güçlerinin hiç değilse anlamlı bir bölmesiyle rezonans tutturacak bir “proje”nin kitle hareketi biçimini almasına dönük tarihsel ve hatta ilkesel rezervler vardır. Düzen içi veya düzenle pazarlıkçı bir hareketten istenecek ilk güvence kitleleri evlerine sokacağına ilişkin olmaktadır. Düzenin sahipleri kitle hareketinin kontrolden çıkmasından, yani sola yönelmesinden endişe duyarlar.

Bu endişe tarihen doğrulanmış ve Türkiye böyle devrimci süreçlere sahne olmuş bir ülke değildir. Lakin sorun diğer cepheden kaynaklanmaktadır. Türkiye’de düzenin egemenlik mekanizmaları pek titrek, dayanıksızdır ve yönetenler bu durumun farkındadır.

Bu durumun kitle psikolojisi ve popüler ideolojideki karşılığı istikrar teriminin tılsımlı hale gelmesidir. Türkiye’de kimsenin “neyin korunmasını istersin” sorusuna doğru düzgün yanıt veremeyeceği koşullarda bile altüst oluş olasılığı korkutucu gelmektedir.

Bu çizginin aşıldığı anda ise sokak sola çeker. Türk Syrizası üretmekte birinci kısıt budur.

İkinci kısıt Kürt hareketinden Türk Syrizası çıkartmanın yapısal zorluklarında düğümlenmektedir. 2015 Haziran seçimlerinde HDP’nin Batıdaki ilerici-demokrat kamuoyuna hakiki bir seçenek olarak sunulmasında kat edilebilecek en uzun mesafe kanımca kat edilmiş, belki fazlası bile yapılmıştır. Konunun “beyaz Türklük”le, Türk milliyetçiliğinin etkisiyle açıklanması yeterli fikir vermeyecektir. Toplumsal olguların açıklaması yalnızca üstyapıda tamamlanamaz çünkü.

Konu stratejik, tarihsel ve sınıfsaldır.

Türkiye’de 1923 Cumhuriyetini ve onun kazanımlarını temel almayan bir ilericilik olabilir mi? Kürt ulusalcılığının paylaştığı teze göre tam tersi geçerlidir ve ilerleme Cumhuriyeti geriletmekle mümkündür. Türkiye’nin seküler, cumhuriyetçi, modern duyularının bu şekilde tepetaklak edilmeleri imkansızdır. Bu duyuların başta gelen sahibi, bir süredir aradaki bağlantı kopartılmaya uğraşılsa da, toplumdaki maddi karşılığı kentli işçi sınıfıdır. Mustafa Suphi’nin bakış açısı ve çizdiği kırmızı çizgiler geçerlidir.

Dayanışma olur, mevcut alternatifler içinde Kürt partisi ehveni şer olarak görülebilir, ama Türkiye ilericiliğinin bir Kürt Syrizasını bağrına basması hayali tek kelimeyle saçmadır.

Bu saçmalığın gerçekleşmesi için büyük emek verildiğini biliyoruz. Sırrı Süreyya Önder’in tarihsel bir rolü varsa bu olsa gerektir. Selahattin Demirtaş’ın 2015 seçim kampanyası bu gerçeği tersyüz edebilmek üzere tasarlanmıştır. Referandumda evet sırasına giren CNN Türk kadrosu bir ekip çalışması yürütmüştür.

Ancak sonuç AKP’nin baskı ve terör politikalarından daha fazla, maddi-toplumsal bir duvara çarparak belirlenmiştir.

HDP “Türkiye’nin Batısında” veya genel olarak Kürdistan’ın dışında ikamet eden Kürt toplumuna dayanmakla yetinemez. Bu kesim sınıfsal ayrışmaların etkisine “memleketinde” olduğundan çok daha açıktır. Bölgede ağaların ve şeyhlerin sözü geçmeye devam edebilmektedir. Metropolde inşaatta, konfeksiyon atölyesinde patronun, mahallede muhtarın sözü o anlamda geçmez. Öte yandan sınıfsallık ulusal bütünlüğün parçalanmasıdır da. Kürt ulusal hareketinin bu kitlenin sınıfsal duyularını göz ardı ederek Kürtlük üstünden yol almasının sınırı vardır. Kaldı ki sınıfsal demagoji burjuva siyasetine içseldir. Üstelik merkezi veya yerel iktidarı tutan burjuva partilerinin yoksullara uzatacağı el çok daha somut olacaktır.

HDP Batıda Kürt yoksullarının öfkesini harekete geçirmekten, yani ulusalcılığına plebyen bir taban inşa etmekten sistematik olarak kaçınmıştır. Kürt kitle eylemleri Batı illerinde Newroz günüyle ve dikkatle tasarlanmış seçim mitingleriyle sınırlandırılır. Bu koşullarda sıradan Kürtlerin kendilerini güçlü bir ulusal bütünün parçası olarak hissetmeleri de mümkün olmamaktadır. Giderek Kürtlük acıların paylaşılmasına dönüşmüştür.

Kürt partilerinin kendi organik tabanlarının ötesine seslenmeleri hem bir oy hesabına dayanmakta, hem de bir meşruiyet sınavını temsil etmektedir. Artık kullanılmaz hale gelen “Türkiye partisi” olma hedefi tam da bu değil miydi?

HDP bu alanda sınıfsal bir karmaşa yaratmaya ısrarla devam etmiştir. Birincisi Batıya Türkiye solu aracılığıyla hitap etmek HDP’nin stratejik likidasyon projesidir. Ancak bu solun kitlesel bir karşılığı ve ikna gücü yoktur! Solun sendikal alandaki mevzilerinin çözülmesinde tek neden olmasa da Kürt ittifakının parçası olarak verdiği görüntünün payı açıktır. Sol ittifak sola kaybettirmekte, Kürt partisine pek de “somut bir şey” kazandırmamaktadır.

Ancak bu durum yıllar boyu Kürt sağı tarafından şiddetle eleştirilse de bir cayma nedeni oluşturmamıştır. Çünkü sol kitlesellikle ve başka somut kriterlerle ölçülemez bir meşruiyet ve vicdan testidir Türkiye’de. AKP projelerinin sola onaylattırılması, Birikim çevresine ve DSİP adlı marjinal topluluğa misyon biçilmesi bundandır. Aynı ihtiyaç Kürt legalitesi için de başından beri geçerli olmuştur.

Lakin HDP solu çantada keklik hale getirdikten sonra Batıda da gericiliğin tabanına oynamaya kalkmıştır. Ve yine HDP kapsadığı solcuları TÜSİAD’la el sıkışmaya ittirmiştir… Oysa daha önceki bir saptamaya dönersek TÜSİAD “kitlesiz siyaset” ilkesinin önde gelen temsilcisidir.

Bütün bunlar dönüp dolaşıp Türkiye ilericiliğinin tarihsel müktesebatının duvarlarında tükenmektedir.

Kürt hareketinden Türk Syrizası türetmek son derece talihsiz bir deneme olmuştur. Öcalan’ın neden görüşmecilerine Türkiye solunun halini sorup durduğu bu noktada anlaşılmış olmalıdır.18

2014 Ağustos sonlarında kuruluş çalışmalarına bir ÖDP inisiyatifi olarak başlanan Birleşik Haziran Hareketi zorunlu olarak akla geliyor. BHH hakkında etkisiz ve etkili olma iddiası da taşımayan bir yazarın şu satırları bana açıklayıcı geliyor: “7 Şubat 2015 tarihinde, Büyükada’da bir grup arkadaş, bir akşam sohbetinin ardından bir kampanya başlatmaya karar verdik. Hemen oracıkta kısa bir metin kalem aldık. Orada imzalarını verenler 10 kişiydi. Kampanyanın başlığı: AKP diktatörlüğüne ‘dur’ demek için seçimlerde HDP-CHP-BHH Bloku.”19

Sonra internet üstünden imza kampanyası açmışlar ve anlaşılan birkaç günde 500 destekçiye ulaşmışlar. Gün Zileli son derece tipik satır başlarıyla devam ediyor: “Oyla ve parlamentoyla elbette hiçbir şey değişmez.” Ama “bu seçim bir tür ölüm kalım mücadelesidir.” Neymiş? Demek ki oy ve parlamento olağan durumda bir şeyi değiştirmese de, en kritik anlarda ölüme kalıma karar verecek kadar etkinmiş!

Zileli projenin gerçekleşebileceğine inancı olmadığını açıkça belirtmektedir. Ama ısrarlıdır: “biliyoruz ki, CHP tabanında da HDP tabanında da faşizme karşı ortak direnme bilincinde olan çok sayıda insan var. Biliyoruz ki, CHP tabanı nasıl batıda sekülarizmin savunma barajıysa, ayrıca batıda bu insanlar yanlarında yine HDP’li Kürtleri buluyorlarsa; doğuda da aynı işlevi HDP’nin tabanı yerine getirmektedir.”

HDP’nin sekülarizmi hakkında BHH kuruluş çalışmalarında çok laf sarf edildi. Teze göre PKK Kobane’de İslamcılara karşı barikat örmesiyle bölgenin biricik seküler hareketi olduğunu göstermiş oluyordu. “Öcalan” diyecek ve geçeceğim: “Bundan sonra Kutlu Doğum Haftasını biz organize edeceğiz. Cuma namazı ekibimiz bunu yapabilir.”20

Daha önemlisi Zileli’den örneklediğim tezin sınıf kavramından arındırılmış olmasıdır.

Son bir aktarımla kapatayım: “Bu bir seçim ittifakı önerisi değil, bir devrimci toplumsal blok önerisidir. (…) Ancak böyle bir bloklaşmanın yaratacağı sinerji, Türkiye’nin Syriza dalgasını yaratır.”

Yazarımızın BHH’nin genel ruh halini temsil ettiğini düşünüyorum. Bu yaklaşım BHH’nin tasfiye trenine yetişmesi basıncının ta kendisidir.

Gelelim nakaratımıza! Ama bu kez somut olsun. Solun HDP’nin peşine takılması ve sınıf ve sosyalizm gibi temel kavramların güncel değer taşımadığının ilanı tasfiyeciliğin görüngüsü ve özüdür. Peki bu herhangi bir manipülasyonun yapay kurgusu mudur, yoksa tersine manipülatif bir girdiye ihtiyaç olmaksızın yaşanan organik, kendiliğinden bir süreç midir? Konunun seçim olduğu yerde tasfiyeciliğin koltuk pazarlığı biçimini aldığını söylemek durumundayız. Solda bu tongaya basanların çoğalmasına Komünist Parti’nin engel olduğunu da…

SONUÇ VEYA DEVAM

30 Mart 2014 yerel yönetim seçimlerinin hemen ardından Türkiye Komünist Partisi’nde ayrışma açığa çıktı. Ayrışmanın bir yüzü çözülmeydi ve TKP’nin örgütsel dokusundaki, Kemal Okuyan’ın başlangıç noktasını 2007’ye tarihlediği seyrelmeyle bağlantılıydı.21 Partinin kadro dinamikleri zayıf, örgütsel birliği sallantılıydı.

İkincisi TKP’nin tarihsel kimlik kartında yazılı başlıca öğeler hakkında tereddütlerin ortaya çıkmasıydı. Birlikçiliği solda likidasyonun örtüsü olarak mahkûm eden bir gelenekte birlikçilik yüzeye çıkıyordu. Kürt siyasetini sınıf ekseninden eleştirmekten hiç geri durmamış bir harekette dayanışmacılık rağbet buluyordu. Solu geleneksel sol ve devrimci demokrasi olarak tasnif eden ve kendisini bu tasnife göre konumlandıran bir yapıda tipik devrimci demokrat bir tarz itibar görüyor, dahası merkez kadrolar tarafından körükleniyordu. Öncü partinin rolünü teorik temellerine benzersiz biçimde çakmış bir partide kendiliğindenliğe övgü yükseliyordu. Marksist-leninist kimliğin “büyük siyaset” ve “kitlelere hitap edebilmenin” önünde engel sayılmasını başlı başına bir sapma sayan bir harekette kitleselleşme için gevşemek savunulmuyor, bazı parti örgütlerinde hayata geçiriliyordu.22 Kentli karakterini sınıfsal karakterinin ayrılmaz parçası olarak görmüş bir partide geri kültür örnekleri ve yozluğun kitleselleşme ve normalleşme adına aklanması karşımıza çıkıyordu. Sınıf kimliğinin birleştiriciliğini vurgu yapan bir formasyon kesimlere ayrıştırılıyor ve partinin içinde alan korumacılık artık “toplumsal hareketlere yaslanan parti modeli”ne taşınmak isteniyordu.23 Kolektif çalışma ve kolektif önderlik açısından solda benzersiz bir örneği şekillendiren partide kişi kültü inşa ediliyordu…

Bunca başlığın bir çırpıda alt alta yazılabilmesi ve sorunun temel görüşlerde “tereddüt” olarak sunulması TKP krizinin üçüncü özelliğidir. Tablo açıkça bir liberal sapmanın partiyi ele geçirme girişimiydi. Bu doğrultuda oluşan hizip Gelenek müktesebatının açıktan reddi halinde izole olacağını bilerek davranmış ve görüşlerini gizlemiştir! Bu durumda Partinin krize sürüklenmesinin açıklanması için elde “örgütsel sorunlar” başlığı kalıyordu. Lakin siyaset ve ideolojiden bağımsızlaştırılmış bir örgütsellik yalnızca kişisellik olabilirdi. Hizip bu yoldan kolaylıkla kişi karalamasına, bilinçli dedikodu üretimine yönelmiştir.

Dördüncü olarak kültürel erozyonu hatırlatmak durumundayız. Yalan ve karalama bu erozyonun sıradan çıktılarıdır. Asıl mesele mağdurluk imajının ve güç ideolojisinin bir komünist partinin içinde yeniden üretilebilmesidir. Bu ikilinin 2000’ler Türkiye’sinde neyi hatırlattığı açık olmalıdır!

Bu toplam resmin altyazısı oportünizmdir. Bu faaliyet bir tasfiyecilik harekâtıdır.

Genel olarak sol Türkiye’nin Haziran Direnişi sonrasına fazla gelmiştir ve budanması yönünde bir basınç ortaya çıkmıştır.

TKP içinde bu basıncı tasfiyeci-liberal bir hizip örgütlenmesine dönüştürenler olmuştur.

TKP’nin bu basınca direnecek sağlamlıkta olmadığı anlaşılmıştır.

Komünist Parti hem geleneğin sürekliliğidir, hem de partinin yeniden kurulması. O halde “devam” demeye hakkımız var. Kuşkusuz kaldığımız yerden değil. 2017’de görev tarihsel birikimimizden hareketle kurabileceğimiz en gelişkin zemini kurmak ve oradan devam etmektir. Yitirilen zemini ve zamanı geri kazanabilmek ancak böyle mümkün olur.

Dipnotlar

  1. İleri Gençler Birliği davasında Mihri Belli komünist olmadığı, hatta “bazı sola kaymış talebe”yi kemalizme çekmiş olmaktan mutlu olduğunu anlatır savunmasında. Partinin gençlik çalışmasının komünist olmaktan çıkartılması ve bunun ötesinde Parti yöneticilerinin siyasi kimliklerini örtmeleri anlamına gelen bu tarz, kuşkusuz Komintern partilerinin çizgisine aykırıdır. (aktaran ve tartışan Rasih Nuri İleri, Kırklı Yıllar – 3, 1945 İGB Davası, Tüstav yayınları, İstanbul, Eylül 2003, s. 177-178.)
  2. Yakup Demir’den aktaran İşçi-Demokrasi Hareketi ve TİP, derleyen Erden Akbulut, Tüstav yay. İstanbul, Ekim 2003, s. 21-22.
  3. Doğan Özgüden Mustafa Suphi ve Yoldaşları (Çevrimyazı: Burhan Tuğsavul, dördüncü basım Tüstav yay. İstanbul, Kasım 2004) kitabına yazdığı önsözde 1974 itibariyle ortaya çıkan bu gerilimi örneklemektedir. (s.17-18)
  4. Fransız Komünist Partisi’nin bugün sosyal-demokrat bir partiye dönüştüğünü görebiliyoruz. Bu partinin tarihindeki daha eski momentler bir yana Sosyalist Parti ile yakınlaşma sürecinden küçülerek çıktığını da. Sürecin burjuva mimarı olarak François Mitterand, komünist partiye tuzak kurduklarını açık etmiştir. Peki FKP’nin o dönemki önderliği? Onlar Fransa’da sosyalizmin kuruluşunu başlatacaklardı! SBKP’nin tasfiyeci genel sekreteri Gorbaçov, iktidarının erken evresinde kendisine ülkesindeki insan hakları ihlallerini sormaya yeltenen Batılı gazetecileri masaya yumruğunu vurarak azarlıyordu. O komünist partinin sekreteriydi ve glasnost ve perestroyka bir devrimci atılımdı. Tasfiyeciliğin sol göstermesi bir kuraldır.
  5. TBKP likidasyonunu o dönemin sıcaklığı içinde eleştiren biricik yayın organ Gelenek değildi. Devrimci demokrat tepkileri bir yana bırakırsam, Yalçın Küçük Toplumsal Kurtuluş dergisi aracılığıyla “tövbekâr” sözcüğünü siyasi dile sokacaktı. TSİP’in Görüş dergisi, TKEP’in Emek dergisi de geleneksel sol bir zeminde TBKP’ye dönük eleştirilerde bulunmuşlardır.
  6. Kuşkusuz ÖDP kongresi bu partinin üye ve kadro dinamikleri tarafından belirlenmiş, liberalizmi silkelemek partinin iradesi olarak ortaya çıkmıştır. Ancak solda öteden beri liberalizme karşı nitelikli ve ısrarlı bir direncin varlığının önemli olduğu da açıktır. Bu direncin kaynağı TKP’ydi. TKP solun genelini etkilemiş, yer yer biçimlendirmiştir.
  7. Asker Partisi Ne istiyor? (Okuyan – Güler, 1998) ve Son kriz (Güler, 1999) kitap çalışmaları bu dönem Gelenek hareketinin analiz ve pozisyonlarının hatırlanması için önemli kaynaklardır.
  8. Öcalan’la “heyetlerin” cezaevinde yaptıkları görüşme tutanaklarının bir araya getirildiği İmralı notları 2013 itibariyle Barış sürecinde sola nasıl bir yer tanındığına ilişkin hayli malzeme sunuyor: “Türkiye solu için bu bir fırsat. Üç blok var: AKP bir blok, MHP-CHP bir blok, emekçiler-sosyalistler bir blok. Bunu hedefleyin, biçimlendirin. Heyetle görüştüm, sol olmadan bu iş olmaz. Onlar da ikna olmuş durumdalar. Yani ben burada onların güvenliğini de düşünüyorum, ben sağlıyorum.” (Demokratik Kurtuluş ve özgür yaşamı inşa -İmralı notları, Almanya, Kasım 2015, s.66)
  9. Sosyalist İktidar Partisi HADEP, BSP ve BDP (dönemin Burkay çizgisindeki partisi) ile birlikte blokta yer almıştı. Emek Barış Özgürlük Bloku bir iç tartışma yaşamaksızın kapandı. Bana sorarsanız Kürt ulusal hareketi daha o zamandan sola baktığında daha az işçi sınıfı, daha az sosyalizm duymak istediğine karar vermişti.
  10. Haziran 2015’de oluşan HDP cephesi için şu linke bakılabilir: http://sendika14.org/2015/06/genis-yelpazenin-ortak-akli-kimler-hdpye-oy-cagrisi-yapti/
  11. En nitelikli örnek J. Jongerden ve A. H. Akkaya’nın PKK üzerine yazılar çalışmasıdır. (Vate yayınları, İstanbul, 2015)
  12. Üçlemenin öğeleri olarak, PKK desteğiyle ve HDP koordinasyonuyla TSK’nın icra ettiği Şah Fırat (22 Şubat- Süleyman Şah türbesinin nakli) operasyonu, Dolmabahçe görüşmesi (28 Şubat) ve Öcalan’ın Newroz mesajı (bu mesajda Şah Fırat operasyonu için “Eşme ruhu” ifadesi geçer) sayılabilir.
  13. “Sayın Başbakan’ı buna inandıran ekip, 2011’de ‘PKK’yi bitireceğiz’ dedi. On bin kişiyi (KCK) içeriye aldılar. Bu güç MİT’e de darbe planladı. Ben hemen devreye girdim, bu bir darbedir dedim. Ergenekon’dan farkı yok.” (İmralı Notları, s.19)
  14. 2013 yılının Aralık ayında toplanan Sosyal Bilimler Kongresinin sol-liberal entelijansiyanın bu yönelimin parçası oluşuna tanıklık ettiğini düşünüyorum.
  15. Halkevleri yöneticilerinin 11 Mart 2015’de yaptıkları basın toplantısında sunulan metinden iki pasaja dikkat çekmek istiyorum: “Ayrıca bugün AKP’nin seçim hileleriyle ve barajıyla sandıktan çıkartmayı istediği meşruiyeti sarsmanın ve ‘kurucu irade’ olma hevesini engellemenin halkın direnişinin yanı sıra HDP’nin barajı aşmasının kritik bir rol oynayabileceği bir durumla karşı karşıyayız. Bu tutum aynı zamanda Kürt halkının demokratik taleplerinin desteklemesi açısından da önemlidir.” Birincisi budur ve “halk direnişi”, kendi dilime tercüme edersem “Türkiye solu” HDP’nin arkasında saf tutmaya çağrılmaktadır. “Son olarak bir kez daha hatırlatırız ki temsili seçimin/sandığın mantığı ortalamalara/oranlara, sokağınki ise ortaklıklara/kolektiflere dayanır; unutulmamalıdır ki tarihi, ortalamalar değil ortaklıklar yapar.” Bu da ikinci pasajdır ve bu kez HDP ve seçim solun arkasına çağrılmaktadır. (http://bianet.org/bianet/siyaset/162939-halkevleri-nden-hdp-ye-oy-cagrisi) Bu tür örnekler bütünlüklü bir siyasetin değil dengeci bir oportünizmin belirtisi sayılmalıdır.
  16. Şu sol gruplar BDP ile birlikte boykot tutumunu benimsemişlerdi: “Toplumsal Özgürlük Platformu (TÖP), Sosyalist Demokrasi Partisi (SDP), Ezilenlerin Sosyalist Partisi (ESP), Partizan, Demokratik Haklar Federasyonu (DHF), Emekçi Hareket Partisi (EHP), Sosyalist Gelecek Parti Hareketi (SPGH), Sosyalist Birlik Hareketi, Devrimci İşçi Partisi Girişimi (DİP-G), Demokrasi ve Özgürlük Hareketi (DÖH), Sosyalist Dayanışma Platformu (SODAP), Köz, Türkiye Gerçeği, Sosyalist Devrim Parti Girişimi.” Solda hayır çalışması yürütenler TKP, ÖDP,EMEP, Halkevleri ve Sosyalist Parti idi. (bak: http://bianet.org/bianet/siyaset/124119-referandumda-her-evet-her-hayir-ayni-degil) Daha sonraki süreçte HDP içinde EMEP’in yerini ESP’ye bırakması rastlantı sayılabilir mi?
  17. Öcalan bir görüşmede “Syriza olalım” derken şöyle söylüyor: “İtalya’da bunun benzeri hareket yüzde 25, Yunanistan’da yüzde 27 aldı. Türkiye’de yüzde 30 alabilir. Örgüt bağnazlığı yapmamalı kimse. Benim durumuma baksınlar, sosyalistler enternasyonalisttir, kolektivisttir.” (s.97) Kastedilenin tam olarak anlaşılmasını istedim. Öcalan Türk (Kürt ?) Syriza’sının iktidarına işaret ederken solun bu iktidardan fazla bir pay alamayacağını ima etmekte ve bunu dert etmemeyi öğütlemektedir. Bakın, demektedir, ben hapiste olmama rağmen bu iktidar yolculuğundan heyecanlanıyorum.
  18. Öcalan Nisan 2013’de ziyaretçilerine solu sorar. Kimdir “temkinli olanlar?” Yanıt olarak Oğuzhan Müftüoğlu ve Melih Pekdemir isimlerini verir HDP heyetinden Önder: “TKP vb. çevreleri daha vahim yaklaştılar.” (İmralı Notları, s.50)
  19. http://www.gunzileli.com/2015/02/12/hdp-chp-bhh-bloku-turkiyenin-syrizasidir/#ixzz4YYU4rnsW
  20. İmralı Notları, s. 72
  21. “Yıllar sonra, 2014’te yaşanan kriz, TKP’nin 2007’den itibaren birikmeye başlayan sorunlarının TKP’nin varlığını tehdit eder noktaya gelmesidir.” Kemal Okuyan’ın bu sayıdaki söyleşisinden…
  22. Kanımca Marksizm-leninizmin teorik olarak doğru ama büyük siyasette farklı parametrelerin belirleyici olduğu yolunda bir değerlendirme Metin Çulhaoğlu’nun çoğunlukla örtük bıraktığı ama hep koruduğu tezidir. 1993’te SİP’den ayrılış günlerinde belirginleşen bu tez oportünizme temel oluşturmuştur. 2014’te teori ile siyaset arasındaki bağın bu biçimde kesilmesi FKF’yi de “özgürleştirmiştir”, TKP’nin “Sosyalist Türkiye” sloganı, FKF eylemlerinde “Bağımsız Türkiye”ye dönüşüvermiştir.
  23. 2014 ayrışmasında bir tarafın “toplumsal hareketlere dayanan parti” tercihinde bulunması, bizim tarafımızdan atfedilen bir şey, bir yorum değildir. Hizip liderleri ayrışmayı kesinleştirecek olan Temmuz kongrelerinden önce bu formülasyonu telaffuz etmişlerdir. Buna göre Alevi hareketi, kadın örgütlenmesi, gençlik hareketi vb partinin bileşenleri olarak görülecekti. Yaklaşım bu olunca Parti merkezinin rolünün “bu bileşenlerden gelen katkıları sentezleyip örgüte geri döndürmek” olarak yorumlanması da tutarlı olmaktadır. Bunun Leninist öncülük teorisiyle bir alakasının olmadığı açıktır.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×