Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Modernleşme: Elitlerin Zorlaması mı?

Önce, yazının ele alacağı temel sorunu ortaya koyalım:

Türkiye’de bir kesim aydın, önce İttihat ve Terakki dönemine, sonra 1923’te başlayıp yaklaşık 20 yıllık bir döneme damgasını vuran Cumhuriyet dönemi “devrimlerine” hayli sert eleştiriler yöneltmektedir. Elbette sorun, İttihat ve Terakki ve Cumhuriyet dönemi uygulamalarının şu veya bu yönleriyle eleştirilmesinden kaynaklanmamaktadır. Bu tür eleştiriler, başta sözü edilen aydın kesimin dışında kalan, hatta onların karşısında yer alan başkaları tarafından da dile getirilmektedir. Ancak, ilk kesim söz konusu olduğunda ortada daha temel bir karşı çıkış vardır. İleri sürüldüğüne göre, önce İttihat ve Terakki, sonra Cumhuriyet “elitleri”, ülke gerçeklerini ve nesnelliklerini hiçe sayarak, başka bir deyişle maddi bir dinamik ve zemin olmadan Türkiye’yi belirli bir mecraya zorla sürüklemişlerdir. Örneğin, özellikle ulus devlet inşası ve laiklik, maddi zeminden yoksun bu tür zorlamalardır.

İddianın, yukarıda özetlenen uç versiyonunun daha inceltilmiş biçimleri de vardır. Bunlara göre de, zamanında Türkiye’de meta ilişkilerinin yaygınlaşması ve ticari kapitalizmin gelişmesi gibi nesnel süreçler (maddi zemin ve dinamik) devreye girmiş olsa bile, bu süreçlerin kendiliğinden getireceği modernleşmenin bir de ulus devlet ve laiklik gibi kurumlarla bütünleştirilmesi ve tahkim edilmesi gerekmiyordu. Türkiye’de kapitalizm bunlar olmadan da pekâlâ gelişebilir, devlet ve toplum modernleşebilirdi.

Bu tür iddialarla “bilimsel” düzeyde tartışmak bir noktada güçleşmektedir. Çünkü bu iddialar olmuş olanı eleştirmekte, ancak olmuş olan olmasaydı sürecin “daha arzu edilir” doğrultuda nasıl yaşanabileceğine ilişkin hiçbir şey söylememektedir. Yapılan, yalnızca, son on yılda ortaya çıkan kimi kavramlar, yaklaşımlar ve modelleri geriye doğru yansıtıp “işte böyle olmalıydı” demekten ibarettir. Daha açık bir deyişle, 1908-1946 döneminde dünyanın hiçbir ülkesinde görülmeyen kimi değerlerin aynı dönemde Türkiye’de neden sahiplenilmediği sorgulanmakta, buna hayıflanılmaktadır.

Bütünlük, eşitsiz ve bileşik gelişme

Bu tür anakronik ve tarihsellik dışı yaklaşımlarla tartışılmasında kimi güçlükler olsa bile, bir deneme için işin yöntemsel yanıyla, bütünlük ve eşitsiz-bileşik gelişme kavramlarıyla başlanabilir.

18. yüzyılda Avrupa’da hız kazanıp 19. yüzyılda temellerine oturan kapitalist gelişme, tarihsel süreçlerde son derece köklü bir değişiklik yaratmıştır. Bir üretim tarzı olarak kapitalizm, kendi içsel dinamikleriyle birlikte 19. yüzyıldan başlayarak tek tek kapitalist ülkeleri ve bu ülkelerdeki yapılanmaları önceleyen bir olgu haline gelmiştir.

Avrupa’da yükselen kapitalizmin tarihin akışında yarattığı farkı anlatmak için basit bir karşılaştırma yeterli olacaktır. Örneğin, 16. yüzyıl Avrupa’sı, doğuda Çarlık Rusya’sı ve Osmanlı İmparatorluğu’ndan batıda Fransa, Almanya ve İngiltere’ye uzanan tek tek krallık, imparatorluk ve devletlerin toplamıdır. Bu toplam, bize kendi özgün dinamikleriyle devinen bir bütünlük vermez. 19. yüzyıl öncesi Avrupa’da tarih, tekil aktörlerin eylemlerinin nihai bileşkesiyle yol almıştır. Buna karşılık 19. yüzyılın, özellikle bu yüzyıl sonlarının Avrupa’sı, parçaların oluşturduğu bir toplam değil, parçaların hepsini kendi dinamikleriyle yeniden belirleyip şekillendiren bir bütündür. Bu bütünün adı kapitalizm, dinamiği sermaye birikimi/ihracı, şekillendiriciliği ulus devlet inşası ve kilisenin (dinin) geri plana itilmesi, etkisi de sınırsız yayılma ve yaygınlaşmadır.

Bütünlük böyle ise, eşitsiz ve bileşik gelişme için de şunlar söylenebilir: Bütünlüğün kendi gelişimi, parçalarına eşitsiz biçimde yansır; ancak eşitsiz gelişen her parça bütünlük içinde yer aldığından ve bütünlüğün etkilerinden bağışık olamayacağından, gelişme aynı zamanda bileşiktir.

Gelişen kapitalizmin (bütünlük) ülkelere (parçalar) önceliği ve gelişmenin bileşik oluşu konusunda Hilferding’e (1910) kulak verelim:

Sermaye ihracı, özellikle bu ihraç sınaî ve mali sermaye ihracı biçimini aldıktan bu yana, eski tüm toplumsal ilişkilerin yıkılmasını ve tüm dünyanın kapitalizm içinde yer almasını büyük ölçüde hızlandırmıştır. Kapitalist gelişme, ülkelerin her birinde bağımsız olarak gerçekleşmemiştir. Bunun yerine, kapitalist üretim ve sömürü ilişkileri dışarıdan gelen sermayeyle birlikte ithal edilmiş, üstelik bu ithal halen en ileri ülkede ulaşılan düzeyde gerçekleşmiştir. Günümüzde yeni kurulan bir sanayi nasıl işe el zanaatları ve tekniklerinden başlayıp ancak bundan sonra çağdaş dev bir işletmeye dönüşmüyorsa, kapitalizm de bugün yeni bir ülkeye en ileri biçimiyle ithal edilmekte, devrimci sonuçlarını da örneğin Hollanda ve İngiltere’de olduğundan daha güçlü biçimde ve çok daha kısa süre içinde ortaya koymaktadır.”1

Bu yazıda ele alınan konu açısından kimi sonuç ve çıkarsamalara yönelmeden önce bir de Trotskiy’i dinleyelim:

İleri ülkelerin yolunu izlemek zorunda kalmış olsa bile geri bir ülke süreçleri aynı sırayla yaşamaz. Tarihsel geriliğin ayrıcalığı –ki böyle bir ayrıcalık vardır- başka yerde hazır ne varsa bunun benimsenmesine izin verir, daha doğrusu bunu zorunlu kılar. Böylece bir dizi ara aşama da atlanmış olur. Yerliler tüfek gördüklerinde oklarını ve yaylarını hemen bir kenara atarlar ve bu iki silah arasındaki uzun yolu en baştan izlemezler. Amerika’daki kolonlar da tarihe en başından başlamamışlardır.”2

Ön sonuç ve çıkarsamalar

Şimdi kimi sonuç ve çıkarsamalara yönelebiliriz.

Başta hemen belirtelim: Hilferding’in çalışması 1910, Trotskiy’ninki ise 1930 yılına aittir. Demek ki, her iki çalışma da kapitalizmin emperyalizm aşamasında gerçekleştirilmiştir. Ne var ki, kapitalizm aslında kendisinde olmayan özellikleri emperyalizm aşamasıyla birden bire kazanmamıştır. Kapitalizm, emperyalizm aşamasına evrilmesini sağlayan temel özellikleri ve dinamikleri baştan bu yana içinde barındırmıştır. 19. yüzyıl bu özelliklerin ve dinamiklerin giderek belirginlik kazandığı dönemdir. Dolayısıyla, az önceki iki alıntıda söylenenlerin, 19. yüzyıl Osmanlı’sının batıdaki kapitalizmle ilişkilenme biçimi açısından geçerlilik taşımayacağı yolundaki bir itiraz kabul edilemez.

O zaman devam edelim.

Önce Osmanlı, sonra genç Türkiye Cumhuriyeti coğrafi olarak dünya kapitalizminin merkezine yakındır. Bu nedenle Osmanlı ve Cumhuriyet, bir üretim tarzı olarak kapitalizmin nüfuz alanını yaygınlaştırmasındaki ilk uğraklardan biri olmuştur. Ayrıca, düşünsel alanda da bu üretim tarzına eşlik eden fikir ve ideolojilerin doğrudan etkisi altında kalmıştır. Dolayısıyla, söz konusu nüfuz iki düzlemde ele alınabilir.

Birinci düzlemde, çok eski çağlardan bu yana geçerliliği olan meta üretiminin, Avrupa kapitalizminin kendi alanının dışına taşmasıyla Osmanlı’da da belirli bir sermaye birikimine dönüştüğü, kapitalizmin ve ticaret burjuvazisinin özellikle İmparatorluğun Avrupa’da kalan bölümü ile Ege ve Akdeniz’e bakan kıyılarında gelişmeye başladığı bir gerçektir.

İkinci düzlemde söylenmesi gereken ise şudur: 19. yüzyıl Avrupa’sındaki Aydınlanma temelli düşünsel birikimin ve siyasal fikirlerin dönemin Osmanlı aydınları tarafından edinilmesi (öğrenilmesi), Avrupa’nın Osmanlı’ya bu anlamda nüfuzu, kapitalizmin kendisinin Osmanlı coğrafyasına nüfuzuna göre daha ileri derecelerde gerçekleşmiştir.

Bunda şaşılacak bir yan da yoktur. Bir ülkede önce Aydınlanma’nın, sonra onun uzantılarından biri olan burjuva düşüncesinin, ancak ve ancak kapitalizmin o ülkedeki gelişmişliği ölçüsünde edinilip benimsenebileceği fikri tastamam indirgemecidir ve hiçbir geçerliliği yoktur. “Düşünümsellik” (reflexivity), daha önce başka yerlerde yaşananların bilgisinin, verili nesnel durum ve koşulların ötesinde bir arayışçılık ve hareketlilik için zemin oluşturması demektir.

Yeniden Hilferding’e ve Trotskiy’e dönecek olursak, karşısında ileri bir örnek dururken nasıl bir girişim işe el zanaatlarıyla başlamak zorunda değilse, yerliler tüfeği görünce ok ve yaylarını nasıl bir kenara bırakıyorsa, bir toplumun aydın sayılan kesimi de düşünsel gelişimde antik Yunan’dan Rönesans’a, oradan Aydınlanma’ya ve 19. yüzyıla uzanan süreçleri çağ çağ yaşamak zorunda değildir.

Bu durumda önümüzde iki kritik çıkarsama durmaktadır.

Birincisi: Eğer 19. yüzyılda dünyaya damgasını vuran, kendi bütünlüğü içindeki devinimiyle yayılan ve yayıldığı yerlerdeki eski yapıları yıkan, dönüştüren veya uyarlayan bir kapitalizmden söz ediyorsak, Osmanlı’nın böyle bir ortamda kendi bağımsız kapitalistleşme süreçlerini yaşaması mümkün değildi. O da, elinde ne varsa onunla, dışarıdan gelenle ve eksik olanların tamamlanmasıyla bu “aileye” (bütüne) dâhil olmak, ayak uydurmak zorundaydı.

İkinci çıkarsama: Birinci çıkarsamada sözü edilen “dâhil olma” ve “ayak uydurma” zorunluluğu, düşünsel yaşam, siyaset ve devlet yönetimi alanlarında “zamanın ruhunu” Osmanlı’ya da taşıyor, bu alanlarda hamleciliği, yenilikçiliği ve köktenciliği davet ediyordu.

Sonuçta, şunu söylemiş oluyoruz: Batıdan gelene kapılarını kapatması zaten mümkün olmayan Osmanlı, daha o dönemde bütünün bir parçası olarak ve onun belirleyiciliğinde kendi kapitalistleşme sürecine girmiştir. Düşünsel yaşam, siyaset ve devlet yönetimi (yeni kurumsallaşmalar dâhil) alanlarındaki gelişmeler ise, kaçınılmaz olarak, bu sürecin içinde bulunduğu evrelerin ötesine geçmiştir. O halde, eğer Cumhuriyet öncesine, 19. yüzyıla bakacak olursak, “modernleşme” denilen süreç Osmanlı’da kendi maddi zeminine ve dinamiklerine sahipti. Ne “yapay”dı, ne basit bir “mukallitlikten” ibaretti ne de tepedeki bir avuç bürokratın özel merakıydı.

Bu noktada, Aydınlanma’nın mekânda yayılmasının eşzamanlı olmadığına dikkat çeken İlhan Tekeli’nin tespiti de isabetlidir:

Dünya bütünlüğü ve aydınlanmanın mekânda yayılma süreci açısından bakıldığında, Batı Avrupa’da gerçekleşen Aydınlanmayı özgün ve doğal bir sürecin sonucu kabul etmek, buna karşılık bu sürecin kaçınılmaz sonucu olan mekânda yayılmasını doğal kabul etmemek, taklit olmak eleştirisiyle dışlamaya çalışmak tutarsızdır.” 3

Ancak, burası teslim edildikten sonra, ele alınması gereken önemli bir başlık daha vardır. Düşünsel-siyasal süreçlerin kendi maddi-nesnel zeminine sahip olduğu nasıl bir gerçekse, ikisi arasında önemli bir açının bulunduğu da bir gerçektir. Esasen, tartışmanın bam teli de buradadır. Düşünsel-siyasal süreçlerin kendi maddi temelini birebir yansıtan, bununla tam tamına uyumlu süreçler olarak görülmesini ilkel bir yaklaşım olarak kenara bırakırsak, karşımıza bir “derece” sorunu çıkıyor: Nesnel zeminle düşünsel-siyasal süreçler arasındaki kaçınılmaz açıda bir “eşik” var mıdır? Bu açının hangi derecesinden sonra düşünsel-siyasal süreçler “maddi zeminden kopuk”, “yapay”, “zorlama”, “aşırı iradeci” vb. sayılabilir?

Gerçi üzerinde duracağız, ama peşin bir yanıt isteniyorsa verelim: Eğer ille “zorlama” denecekse, elbette göreli konuşarak, bunun en az Osmanlı, biraz daha fazla İttihat ve Terakki, en fazla da Cumhuriyet modernleşmesinde görüldüğünü söyleyebiliriz. Dikkat: “Göreli” terimlerle konuşulmaktadır; söylenen, kesinlikle ve kesinlikle, Cumhuriyet modernleşmesinin nesnel-maddi temelinden büsbütün kopuk bir yapaylık taşıdığı anlamına gelmemektedir.

Üç temel olgu

Osmanlı-Cumhuriyet modernleşmesi bağlamında nesnel-maddi zemin ile düşünsel-siyasal süreçler arasındaki açıdan söz ediyorduk. Bu açıyı belirleyen üç temel olguyla devam edelim.

Birinci temel olgu, dünya kapitalizminin üretim alanındaki atılımından yaklaşık yüz yıl sonra toplum ve fen bilimleri alanında gerçekleştirdiği atılımlardır. Gareth Stedman Jones, bu atılımların 1890’dan başlayarak 1910’a uzanan görece kısa bir tarih diliminde gerçekleştiğini belirtmektedir. Marx’tan sonra toplumbilim alanındaki atılımların öne çıkan isimleri arasında Pareto, Durkheim, Croce, Weber, Sorel, Michels ve Sombart vardır.4 J.D. Bernal ise, gene aynı döneme rastlamak üzere modern fizik alanındaki atılımlardan söz ediyor:

“1895-1916 yıllarını kapsayan birinci aşama, modern fizikte destansı, heroic veya bir başka açıdan amatör aşama sayılabilir. Bunda, eski Ondokuzuncu Yüzyılın teknik ve entelektüel araçlarıyla yeni dünyalar keşfediliyor ve düşünceler yaratılıyordu. Daha çok bireysel başarılar dönemi idi; Curie’lerin ve Rutherford’un, Planck ve Einstein’ın, Bragg’ların ve Bohr’un çağıydı.”5

Şimdi, çıkarılacak sonuç şu olmalıdır: Osmanlı’nın son dönemi ile Cumhuriyetin ilk dönemlerine düşünsel ve siyasal planda damga vuran önemli figürlerin hepsi böyle özel bir tarihsel kesitin hamleciliğini, tutkularını ve aranışçılığını yansıtan, en azından “zamanın ruhunun” etkisi altında kalan insanlardır. Aydınlanma’nın ikinci tarihsel atılımı olarak nitelenebilecek bu dönemde öne çıkan, “toplum mühendisliği” dâhil bilimci-pozitivist, düzenlemeci-düzeltici entelektüel ortamın bizdekilere hiç uzanmaması mümkün değildi. O zaman, az önceki Tekeli alıntısında da vurgulandığı gibi, “iradecilik”, “elitlik”, “tepedencilik” gibi kestirip atıcı adlandırmalardan önce işin bu yanının da düşünülmesinde yarar vardır.

***

İkinci temel olgu, bir kez daha, belirli bir tarihsel kaçınılmazlıkla ilgilidir.

Avrupa’da, 18. yüzyıl ve 19. yüzyılın ilk yarısındaki burjuva devrimlerin daha sonrakilerden farklı yaşandığı açıktır. İlk dönem burjuva devrimler, farklı toplumsal sınıfların en geniş anlamda toplum (sivil toplum) katındaki ilişkileri, etkileşimleri, dengeleri, ittifakları ve mücadeleleriyle ve kendilerini önceleyen bir mehaz (kaynak, ön deneyim) olmaksızın yaşanmıştır. Başka bir deyişle, ilk dönem burjuva devrimlerde, gelişmekte olan kapitalizmin oluşturduğu, güçlendirdiği, çözdüğü, ayrıştırdığı ve saflaştırdığı sınıflar ve sınıf kesimleri, ellerinde bir ön model olmadan, süreçleri deyim yerindeyse bir tür “doğaçlama” zenginliği ve çeşitliliğiyle yaşamışlardır. Sonuç olarak ortaya çıkan çeşitlilik ve çoğulluk da, ilk dönem burjuva devrimlerin bu karmaşık ve bir noktada denge arayan dinamiklerinin sonucudur.

İkinci döneme rastlayan ve “gecikmişlik” dereceleri giderek artan burjuva devrimlerinde ise aynısının olması beklenemezdi. Bu gecikmiş burjuva devrimlerinde öne çıkan, ilk dönemdekilerin tersine, standartlaştırma ve kolektivizm olmak zorundaydı. Çünkü ilk dönem burjuva devrimlerinde ulus devlet genişçe bir tarihsel kesite yayılan süreçlerin sonucu olarak ortaya çıkmışken, gecikenler daha fazla geride kalmamak için bu kurumu hemen “inşa etmek” durumundaydılar.

Gecikmişlik algısının ve bunun sonucu olan “acil” inşa hamlelerinin, farklı toplumsal sınıfları “ortak” bir projede buluşturması gerekiyordu. Standartlaştırma ve kolektiflik de bu “ortak projenin” zorunlu araçlarıydı. Geçenlerde yitirdiğimiz tarihçi Hobsbawm yukarıda sözü edilen ayrımı “liberal burjuva devrimler” ve “post-liberal burjuva devrimler” şeklinde yapmaktadır. Hobsbawm’a göre, ilk dönem burjuva devrimlerden farklı olarak “post-liberal” burjuva devrimler kamu kurumları, kamu yönetimi, planlama ve kalkınma gibi alanlarda daha karmaşık yapılanmalara yönelmişlerdir.6

Her ikisi de sınıfsal olarak burjuva devrimidir. Her ikisinde de amaç, daha doğrusu itici güç aynıdır: kapitalistleşme ve modernleşme. Sadece, tarih bunların gerçekleşmesi için farklı yolları ve araçları zorunlu kılmıştır, o kadar…

***

Üçüncü temel olgu, “modernleşme” ve “burjuva devrimi” kavramlarının içinin doldurulmasına ilişkindir.

Aslında modernleşme, kapitalistleşme ve burjuvalaşma sürecinin devlet örgütlenmesine ve toplumsal yaşama dönük bir yansıması olarak alındığı sürece kullanılmasında sakınca olmayan bir kavramdır. Ne var ki, burjuva sosyolojisi ve siyaset bilimi, üretim tarzı ve bunun getirdiği sınıf ilişkileri gibi kavramlara alerjisinden olsa gerek, modernleşmeyi hep başka bir bağlama yerleştirmiştir. Şöyle bir bağlam: Batıda özgün süreçler sonucu ortaya çıkan bir durumun, daha sonra batılı olmayan toplumlarca batıya benzemek adına kopyalanması, taklit edilmesi, tepeden dayatılması…

Bu zorlamaya verilecek kestirme ve basit gibi görünen, ancak doğru bir yanıt vardır: 19. yüzyıl sonlarından başlayarak 20. yüzyılı da içine almak üzere tarihte, temeldeki sermaye birikim ve kapitalistleşme süreçlerinden büsbütün bağımsız, salt “elitlerin” tepeden zorlamasıyla yaşanmış hiçbir modernleşme deneyimi yoktur. Dahası, Osmanlı söz konusu olduğunda bu genellemeye 19. yüzyılın tamamının katılması yerinde olacaktır. Özetle, her modernleşme sürecinin temelinde mutlaka bir burjuvalaşma vardır ve kapitalist gelişme de her yerde mutlaka ve mutlaka modernleşmeyi getirir.

Peki, bu çerçevede “burjuva devrim” nedir, nereye oturur?

Marx ve Engels’in burjuva devrimlere ilişkin değerlendirmeleri, 18. yüzyıl sonları Amerikan ve Fransız devrimleriyle 19. yüzyılın ilk yarısındaki devrimlere ilişkindir. Bunların, “ilk dönem” burjuva devrimler kategorisine yerleştirilmesi yerinde olacaktır. Daha açık söylersek, 1850-51 yılları burjuva devrimlerin ilk döneminin kapandığı noktaya işaret eder.

Bundan sonrası ayrı bir hikâyedir.

Bu ayrı hikâyede kritik nokta ise, bir yanda sermaye sahibi sınıfın kendi soluğu, siyasal kararlılığı, cüreti ve kültürü ile diğer yanda başka yerlerde yaşanmış olanın bilgisiyle (düşünümsellik) donanmış, gecikmişlik-geride kalmışlık kaygılarının daha da aktifleştirdiği devlet-siyaset kadroları arasındaki açının büyümesidir. İkincisi öne çıkıp ilkinin önünü açma misyonunu üstlenmiştir. Bir sınıf olarak sermaye, yaşadığı süreç içinde kendisini tehdit eden, artık nicel ve nitel anlamda daha gelişmiş gücü (işçi sınıfı) sezip frene basarken, onu temsil eden devlet-siyaset kadroları sermaye sınıfının kendi ufkunu aşan hamlelere girişme zorunluluğunu duymuştur.

Tarih ileriye doğru yol aldıkça aradaki açı daha da büyümüştür. Öyle ki, ilk dönem burjuva devrimlerine göre farklı bir burjuva devrim tanımı mümkün hale gelmiştir. Örneğin aşağıdaki gibi:

Burjuvazinin zaferi, ayrı ve tutarlı bir dünya görüşüne sahip bir sınıf öznenin bilinçli zaferi olarak değil, mülkiyet ilişkilerinin belirli bir biçiminin ve üretim araçları üzerindeki belirli bir denetim biçiminin küresel zaferi olarak görülmelidir… Burjuva devriminin tanımı kapitalist mülkiyet ilişkilerinin serbestçe gelişiminin güvence altına alındığı hukuksal ve siyasal çerçevenin başarıyla kurulmasıyla sınırlanırsa, bir ‘burjuva devriminin’ doğrudan burjuvazinin kendi işi olması gibi bir gereklilikten de söz edilemez.” 7

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e

Buraya kadar, Osmanlı’daki modernleşme süreçlerinin kapitalistleşme-burjuvalaşma zeminindeki tarihsel gerçekliği, başka bir deyişle “taklit”, “zorlama”, “yapaylık” ve benzeri tanımlamalarla es geçilemeyecek nesnelliği hakkında bir fikir vermeye çalıştık.

Bir kez daha hatırlatırsak, bu anlatımdaki önemli bir vurgu, sürecin maddi zemini (kapitalistleşme) ile onun üzerindeki düşünsel-siyasal süreçler ve yapılanmalar arasındaki açıyla ilgiliydi. Bu açının küçük veya büyük olabileceği, ancak açı ne kadar büyük olursa olsun “bundan sonrası maddi zeminden kopuk zorlamalardır” saptamasını haklı kılacak bir eşikten söz edilemeyeceği söylendi.

Şimdi, Osmanlı reformculuğundan Jön-Türkler ve İttihat ve Terakki’ye, oradan da Cumhuriyet’e uzanan bir çizgiden söz ediyorsak, bu çizgideki en radikal ve kopuşçu dönemi 1923 Cumhuriyet’i ve onun ilk iki on yılı oluşturmaktadır. Bu durumda, şöyle bir soru ortaya atılabilir: Eğer Cumhuriyet kendisini önceleyen reform anlayışlarından gerçekten radikal bir kopuşu temsil ediyorsa, bu durum aynı zamanda onun, altında olması gereken maddi zeminden de koptuğunu ima etmez mi?

Bu sorunun yanıtı için önce “süreklilik” ve “kopuş” kavramlarına açıklık getirmek gerekiyor.

Bir kere, kendi içinde kopuş nüveleri, ana çizgiye göre sapmalar barındırmayan bir süreklilik düşünülemez. Her süreklilik, aynı zamanda kopuş uğrağı için gerekenleri kendi içinde biriktirir. İkincisi, her kopuş, gerçek anlamda kopuş da olsa, sonuçta görelidir; yani o da geçmişten kimi öğeler devralır, bunları az ya da çok değiştirerek yeni bir bütünlüğe aktarır.

Bir yanıyla bakıldığında, Cumhuriyet’in gerçekleştirdikleri arasında, daha önceleri Yeni Osmanlılar, Jön Türkler ve İttihat ve Terakki dönemlerinde hiç düşünülmemiş, dillendirilmemiş ve gündeme getirilmemiş hemen hemen tek bir reform ya da “devrim” başlığı yoktur.

Öte yandan Cumhuriyet gene de kendi öncesinden radikal bir kopuşu temsil etmektedir.

Neden?

Birincisi: Cumhuriyet, kendisinden önce reform ya da devrim adına ne düşünülmüşse bunların hepsini zamana yayarak ve ilgili taraflarla uzlaşma arayarak değil, görece dar bir tarih kesitinde ve muhataplarını bastırıp sindirerek gerçekleştirmiştir.

İkincisi: Önce İttihat ve Terakki’nin belirli bir dönemi, ama daha çok 1923 Cumhuriyet’i, serbest girişimciliğin, sermaye birikiminin, ticari ve sınaî faaliyetlerin önünü açıcı adımları, Batılı merkezlerin müdahalelerinden çok kendi tercihi ve kararlılığıyla atmıştır (Cumhuriyet’in Osmanlı reformculuğuna yönelttiği “idare-i maslahatçılık” eleştirisinin temelinde bu vardır).

Üçüncüsü: Cumhuriyet, sermaye birikiminin ve kapitalist gelişmenin hemen ilk ağızda gerektirdiklerinin hayli ötesine geçen kapsamlı üstyapısal düzenlemelere yönelmiştir. Şöyle de denebilir: Tevhid-i Tedrisat’tan Soyadı Kanunu’na, Hafta Tatili Kanunu’ndan Latin alfabesine geçişe kadar ne varsa istisnasız hepsinde mevcut sınıf temelini, burjuvalaşma ve modernleşme özlemlerini yansıtan yönler bulunmakla birlikte, atılan adımlar bu açıdan gerekli olanın ötesinde ve radikaldir.

Dördüncüsü: Osmanlı’da bir yanda devlet ve bürokrasi ile diğer yanda toplumsal sınıflar arasındaki ilişkilerin, elde edilen artığın bölüşümü temeline oturduğu söylenebilir Cumhuriyet’in ve bürokrasisinin dürtüsü ve misyonu ise bu anlamda bir bölüşüm değil, yeri geldiğinde mesafe de açarak sınıf yönetmek, yönlendirmek ve yaratmak yönünde olmuştur.8 Cumhuriyet ve bürokrasisi, Avrupa’da ikinci dönem burjuva devrimlere özgü “dar ufuklu sermaye-geniş ufuklu bürokrasi” açısını, 19. yüzyılın tamamının ve 20. yüzyılın ilk çeyreğinin bilgisiyle (1917 dâhil) daha da açmıştır.

***

Cumhuriyet’in ilk döneminden söz ediyorsak, 1923-30 ile 1930 sonrası arasındaki kimi önemli farklılıklara değinmeden olmaz.

Meselenin biraz daha temeline inelim.

Geriden gelen toplumlar için, belirli bir tarihsel dönemde, bu dönemin koşullarında özgün dinamikler sonucunda oluşmuş bir kültürü (en genel anlamda kültür) kendi bütünlüğü ve iç bağlantılarıyla aynen edinme olanağı yoktur.

İki nedenle. Birincisi, eğer Aydınlanma’dan ve onu izleyen şekillenmelerden söz ediyorsak, bir kere bu kültür kendi asıl kaynağında ayrışmıştır. Avrupa’da 19. yüzyılın ikinci yarısını, Aydınlanma tayfının ayrışıp bu ayrışmayla ortaya çıkan parçaların farklı toplumsal-siyasal taraflarca sahiplenildiği dönem olarak gösterebiliriz. İkincisi: “Mekânda yayılan” Aydınlanma, bir de yayıldığı mekânda, uzandığı yerlerde yeniden ayrışacak, ayrıştırılacaktır. Her iki ayrışmada da, ayrıştırıcı bağlam mevcut egemenlik ilişkileri, ayrıştırıcı özneler de toplumsal sınıflar ve onların aydınları/siyasetçileridir.

Avrupa’da, Aydınlanma tayfının felsefe, tarih, toplumbilim ve siyasal iktisat bileşeni Marksizm ve Marksizm dışı öğretiler olarak ayrışmıştır. Bu ayrışmadaki Marksizm dışı öğretiler ise son dönem Osmanlı’da, 1908-1923 döneminde ve Cumhuriyet’te bir kez daha ayrıştırılmış, elde kalan pozitivizm, Comte ve Durkheim olmuştur.

Ancak iş burada kalmamıştır.

Kalmamasının başlıca nedeni de kapitalizmin 1930’daki büyük küresel krizi ve onun ardından yükselen otoriter-totaliter rejimlerdir.

Kapitalizmin büyük bunalımı, liberal ekonomi anlayışının inandırıcılığını dünyanın hemen her yerinde yıktığı gibi, aslında pek doğru olmayan biçimde onunla eşleştirilen siyasal liberalizme de ciddi bir darbe vurmuştur. Böylece, Avrupa’nın birçok ülkesiyle birlikte Türkiye’de de Aydınlanma tayfı bir kez daha ayrıştırılmış, bu kez elde kalan korporatizm olmuştur.

Özetle: Türkiye’de (önce Osmanlı) 19. yüzyılın ilk yarısında başlayıp 1908’le ve Cumhuriyet’le devam eden, sonra 1930’larda korporatist özellikler kazanan reform-devrim-kuruluş süreçleri, dünya kapitalizminin ekonomik ve düşünsel-siyasal yönelimlerinin doğrudan etkisi altında yaşanmıştır. Üstyapısal süreçlerle temeldeki maddi dinamik arasındaki açı da herhangi bir “yapaylığın”, “taklidin” ve “zorlamanın” değil, bütünlüğün eşitsiz ve bileşik gelişmesinin ve bunun beraberinde getirdiği “ileri sıçrama” çabalarının sonucudur. Örneğin, Cumhuriyet’in kuruluşundan başlayarak yönetimde hep sermaye kesimini temsil eden, palazlanmakta olan sermaye kesimlerine “güvence vermek” için öne çıkartılan Celal Bayar’ın 1930’dan sonra “liberalizm bitmiştir, bununla oyalanmayalım” demesi rastlantı değildir.

Asıl zorlama: “Özelleştirilmiş” tarih yorumları

Neoliberal dönemin belirleyicilerinden olan kamu kuruluşlarının özelleştirilmesi, aynı dönemde ve özellikle Türkiye’de bu kuruluşlarla sınırlı kalmamış, tarih de “özelleştirilmiştir.”

Tarihin özelleştirilmesinden kastedilen, “resmi tarihin” eleştirisi adına, özellikle 1908’den bu yana yaşananların farklı biçimde, kişiye-gruba göre seçilen tekil bir eksenden okunması ve yorumlanmasıdır. Bu özelleştirilmiş okuma ve yorumlama sonucunda reddedilen yalnızca “resmi tarih” değildir. Amaç bu olsun olmasın, Cumhuriyet, ulus devlet inşası ve modernleşme süreçlerinin temelindeki kapitalistleşme-burjuvalaşma dinamikleri de hemen hemen tamamen bir kenara bırakılmaktadır.

Tarihin özelleştirilmesi girişimlerinde asıl ilgi çekici olan, bu girişimlerin güncel siyasal sorunlardan hareketle, bunların tetikleyiciliğinde gerçekleştirilmesidir. Örnekler şunlardır: 1919-1922 Kurtuluş Savaşı’nın Ermeni sorunu eksen alınarak yorumlanması ve anlamlandırılması; 1923 sonrası Cumhuriyet reformlarının ve devrimlerinin ise Kürt sorunu ve/veya İslami köklerden kopuş merceğinden değerlendirilmesi.

Küçük bir “metodolojik” nottan sonra devam edeceğiz.

Bu yazı boyunca anlatılmaya çalışılan temel dinamik (dünya sisteminin şöyle veya böyle bir parçası olarak kapitalistleşme ve modernleşme), üzerine kimi spesifik sorunların da oturtulup yorumlanabileceği kucaklayıcı-kapsayıcı bir zemindir. Bu tür sorunlar kuşkusuz kapitalistleşme-modernleşme dinamiklerinin bire bir yansımaları olarak ele alınamaz; bunu önceleyen ya da bundan görece bağımsız yanları vardır. Ancak, sonuçta bu tür sorunlara fiilen nasıl yaklaşıldığını, çözüm (ya da çözümsüzlük) adına nelerin dayatıldığını belirleyen, temeldeki dinamiklerdir. Tersi ise doğru değildir: Türkiye’de yaşanan modernleşme süreçlerini, bu süreçlerin beraberinde getirdiği siyaset ve ideoloji pratiklerini, tek başına Kürtlerin asimilasyonu ya da İslami köklerden kopma niyet ve çabalarıyla açıklayamazsınız.

Örneklerle devam edelim.

Bir yoruma göre, Kurtuluş Savaşı, Birinci Dünya Savaşı’ndan galip çıkan İtilaf Devletlerinin başta Ermeni katliamı nedeniyle “Türkleri cezalandırma” niyetlerine karşı yükselen tepkinin ürünüdür.9 Dahası, bu tarih yorumunda İtilaf Devletlerinin niyetleri asıl olarak “Türklerin işledikleri insanlık suçlarına” bağlanmakta, emperyalist amaçlar ise geri planda kalmaktadır. Durum böyleyken, Anadolu’nun “özellikle Yunanistan tarafından işgali macerası ve taksim planları” bozucu bir etki yaratmış, tarih bir başka mecrada yol almıştır.10

Gelgelelim, Birinci Dünya Savaşı yıllarında İtilaf Devletleri arasında, ilk ikisi Ermeni tehcirinin kırım haline dönüşmesinden önce olmak üzere, Osmanlı İmparatorluğu’nun paylaşılmasına yönelik dört gizli anlaşma yapılmıştır. Bu anlaşmaların kırım sonrası gerçekleşen son ikisi de “Türklerin işledikleri insanlık suçlarının cezalandırılmasına” değil bambaşka niyetlere işaret etmektedir.11

“Ermeni ekseni” bu kadar…

“Kürt eksenine” göre ise, 1923 sonrası hamlelerin büyük bölümü ile birlikte “Kemalizm” ve “resmi ideoloji” başka her şeyden önce Kürt varlığının inkârı ve Kürtlerin asimilasyonu odaklıdır.

Kürt varlığının inkârı ve Kürtlere yönelik asimilasyon çabaları, Cumhuriyet dönemi reform ve devrimlerinde olmasa bile geliştirilen resmi ideolojide ve içi her nasıl dolduruluyorsa “Kemalizm” denilen şeyde elbette önemli bir paya sahiptir. Ancak, Ziya Gökalp’tan Mahmut Esat Bozkurt’a, oradan başkalarına ve 1930’ların Kadrocularına uzanan aydın ve ideologların dürtülerini ve ortaya koydukları ürünleri salt Kürt varlığının inkârı ve asimilasyonu çıkışlı görmek aşırı “etnik merkezli” bir yaklaşımdır ve bu yanıyla ciddiye alınır bir yanı yoktur.

***

“İslami eksen” için şu sözlere kulak verelim:

1922’den sonra Türkiye’nin yönetimindeki yüksek düzeyli seçkinler, büyük ölçüde, Türkiye’yi yok olmanın eşiğine getiren ve doğudaki Arap topraklarında Fransız ve İngiliz manda yönetimleriyle sonuçlanan rastlantısal bir dizi gelişmeyi başlatan 1916 Ayaklanması için Arapları affetmeyen ve ayaklanmayı hiç unutmayan subaylar tarafından oluşturuldu. Milliyetçilik, izleyen yıllarda da bölgede mücadele ve acı tohumları ekmeye devam etti. Cumhuriyetçi Türk önderleri tarafından ulusal ve laik bir çağdaşlaşma politikası adına girişilen Şeriat mahkemelerinin kapatılması, Arap alfabesi yerine Latin alfabesinin konulması, Türkçenin Arapça sözcüklerden temizlenmesi, 1924’te halifeliğin kaldırılması Araplarda önemli bir güvensizliğe neden oldu. Pek çok Arap bütün bu önlemleri, açık bir şekilde Türkiye’nin İslam’ı terk etme ya da en azından İslam’la olan bağlarını zayıflatma ve yalnızca dış görünüş açısından değil, aynı zamanda tinsel olarak da Avrupa’ya katılma çabaları sandı. Türkler de kendi çağdaşlaşmacı kurtuluşlarının en önemli engelleri olarak İslam’ı ve Arap kültürel etkilerini suçlamaktan çekinmediler.”12

Karpat bunları 1975 yılında yazdığına göre, AKP’nin bugünkü dış politika çizgisinden, Graham E. Fuller’in “Yeni Türkiye Cumhuriyeti”nden (2007) ve Davutoğlu’nun “stratejik derinliğinden” (2001) etkilendiğini söylemek mümkün görünmüyor.

Ortada, kökleri daha eskilere, Cumhuriyet’e yönelik ilk tepkilere dayanan bir “düşünce çizgisi” olduğu açık…

Karpat’tan yapılan alıntının ilk üç cümlesi çıkartılıp alıntı “Cumhuriyetçi Türk önderleri tarafından…” diye başlayan bölümle birlikte okunduğunda, “sorunun”, Cumhuriyet reformlarının Arap dünyası tarafından “yanlış anlaşılmasından” kaynaklandığı sonucuna varılabilir. Bu kadarında bile, 1920’lerin ve 30’ların Arap dünyasının Türkiye’de olup bitenleri “yanlış anlamamasını” sağlamak için nelerin yapılması ya da yapılmaması gerektiği meçhuldür. Burasını geçersek, ilk üç cümleyle birlikte Karpat’ın değerlendirmesi, Cumhuriyet reformlarını, 1916 ayaklanması dolayısıyla Araplara ve İslam’a yönelik “rövanş” tutkusuna bağlamaktadır ki ancak bir “yan öğe” sayılabilecek böyle bir faktöre belirleyici yer tanınması, yapan kim olursa olsun, zorlama bir tarih yorumunu yansıtmaktadır.

Ermeni tehcirini, Kürtlerin inkârı ve asimilasyon çabalarını, Araplarla açılan mesafeyi, bunların hepsini kapitalistleşme-modernleşme bağlamında genel bir çerçeveye oturtup öyle değerlendirmek varken, bunları ayrı ayrı belirleyici etmenler saymak ne derece sağlıklıdır?

İşin kötüsü, işin içinde Ermenilerin, Kürtlerin ve Arapların kendi aralarında “hayır asıl belirleyici biziz” didişmesine kapılması gibi bir olasılık bile vardır…

Sonuç ve toparlama

19. yüzyıldan günümüze uzanan tarihin liberal mercekten okunması ve yorumlanması, sözü edilen yöntemsel yanlışların yanı sıra iki özel zaafla daha maluldür.

Bu zaaflardan biri, kapitalist gelişme ile liberalizm ve demokrasi arasındaki ilişkinin kuruluş biçiminden kaynaklanmaktadır. Bir kere, kapitalizmin kendisiyle birlikte gelen, demokrasi değil liberalizmdir. Demokrasi, kapitalist gelişimin doğrudan sonucu değil, bu gelişme üzerine oturan sınıf mücadelelerinin ürünüdür. Ayrıca, kapitalizmin getirdiği liberallik, bu üretim tarzının kendini sürdürmesi için mutlaka gerekli düzenlemelerle sınırlıdır. Özel mülkiyetin ve girişim serbestîsinin güvence altına alınması; emek gücünün herhangi bir sınırlama olmaksızın piyasada serbestçe alınıp satılan bir meta olması gibi…

Dolayısıyla, demokrasi, katılım, çok partililik, serbest seçimler, parlamenter rejim, çoğulculuk, hoşgörü vb. kapitalist üretim tarzıyla doğrudan ilişkilendirilemez, araya sınıf mücadelelerini koymadan neden-sonuç ilişkisine yerleştirilemez.

Bu önemli nokta gözden kaçırıldığında, yukarıda sıralanan “demokrasi uygulamalarının” belirli bir tarih kesitinde olmayışı, ya “kapitalizmin henüz belirleyici dinamik haline gelmemesiyle” açıklanmakta ya da kapitalizmin kendisine rağmen ortaya çıkan bir “anomali” sayılmaktadır.

İkinci zaaf ise “iç dinamik-dış dinamik” diyalektiğinin, “diyalektik olma” özelliği büsbütün es geçilerek mutlak ağırlık kaydırmalarıyla kurulmasıdır.

Oysa dış dinamik mutlaka ve her durumda yöneldiği mekânın iç dinamiğiyle eklemlenir; iç dinamik de gene mutlaka ve her durumda dış dinamikle buluşup oradaki yerini alır. Dolayısıyla, Türkiye’nin en içe kapanık göründüğü, korumacı ve kendi kendine yeterlilik politikalarının en belirgin biçimde izlendiği 1930’larda bile dış dinamiğin, yani dünyanın o dönemdeki genel yönelimlerinin izi vardır. Benzer biçimde, Türkiye’nin ekonomisini dışa en fazla açtığı, “küresel sistem içinde yerini aldığı” son dönemler de, ülkedeki iç dinamiğin dayatmalarıyla gelmiştir.

Cumhuriyet’in kuruluş döneminin hamleleri de, AKP’nin bugünkü “ileri” demokrasisi de, sonuçta iç dinamik-dış dinamik eklemlenmesinin ürünüdür.

Dipnotlar

  1.  Rudolf Hilferding, Finans Kapital, Bölüm 22, Sermaye İhracı ve Ekonomik Alan için Mücadele http://www.marxists.org/archive/hilferding/1910/finkap/ch22.htm erişim: 16 Ekim 2012.
  2.  Rus Devriminin Tarihi, Bölüm 1: Rus Devriminin Özgüllükleri, http://www.marxists.org/ebooks/trotsky/history-of-the-russian-revolution/ebook-history-of-the-russian-revolution-v1.pdf erişim: 16 Ekim 2012.
  3.  İlhan Tekeli, “Geç Aydınlanan bir Ülkede Erken Aydınlananların İkilemi ve Popülizm”, Türk Aydını ve Kimlik Sorunu içinde, der: Sabahattin Şen, Bağlam Yayıncılık 1995, s. 401
  4.  G.S. Jones, Tarih: Ampirizmin Sefaleti, Tarih ve Tarihçi içinde, derleyen: Ali Boratav, Alan Yayınları, 1985, s.183.
  5.  Aktaran, Yalçın Küçük, Aydın Üzerine Tezler 5, Tekin Yayınevi 1988, s. 45 dn.
  6.  “Revolution”, Revolution in History içinde, der: Roy Porter ve Mikulas Teich, Cambridge, 1980, s.30.
  7.  Gareth Stedman Jones’dan aktaran Alex Callinicos, Making History, Polity, 1995, s. 229.
  8.  Bu konuda bir tartışma için bkz. Korkut Boratav, Emperyalizm, Sosyalizm ve Türkiye, Yordam Kitap, 2010, s. 185-186.
  9.  Bkz. Taner Akçam. “Sevr ve Lozan’ın Başka Tarihi”, Erik Jan Zürcher (derleyen), İmparatorluktan Cumhuriyete Türkiye’de Etnik Çatışma, İletişim Yayınları, 2011, s. 51-87.
  10.  A.g.e. s.83.
  11.  İstanbul, Londra, Sykes-Picot ve St. Jean de Maurienne anlaşmaları için bkz. Arnold J. Toynbee, Türkiye: Bir Devletin Yeniden Doğuşu I, çeviren: Kasım Yargıcı, Cumhuriyet, 1999, s.81-82.
  12.  Kemal Karpat, Türk Dış Politikası Tarihi, Timas Yayınları, 2012, s.196.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×