Özyönetimin Güncel Mirası ve Bosna’da Şubat İsyanı

2014 Şubat ayında Bosna’da çıkan isyan süreci içinde karşılaşılan olguları ve sorunları anlamak için tarihsel materyalizm bizleri “Yugoslav Mirası”nı anlamaya davet ediyor. Yugoslav mirası sol içinde çokça sempatiyle anılan, ama bununla ters orantılı bir şekilde hakkında çokça bilgi sahibi olunmayan, en iyi ihtimalle bilgi sahibi olunsa bile eleştiri ve özeleştiri mekanizmalarından muaf tutulan bir mefhumdur. Emperyalizmin kanlı bir satranç tahtası olan Yugoslavya, bizler için emperyalizmin kurbanlarından biridir ve bu “güzel ülke”yi Marksist eleştiri masasına yatırmaya gönlümüz el vermez. Dahası, Yugoslavya hakkındaki yazın o kadar dardır ki, Yugoslav mirasını incelemeye yetecek güncel kaynaklarla ilgili ciddi sıkıntılar yaşarız. Kaynaklarımız 1970’li yıllarda özyönetim güzellemeleriyle sınırlıdır ya da en iyi ihtimalle 1990’larda Doğu Avrupa’daki karşı devrim sürecini “devrim olarak” selamlayan bir çöplükle cebelleşmek durumunda kalırız. 1 Özellikle Bosna, kısmen Kosova ve Makedonya fakat genel olarak Balkanlar ile ilgili yazın ise büyük oranda gerici odakların tahakkümü altındadır ve Balkanlar’da sadece Osmanlı mirasını okumaktan istifra etme noktasına geliriz. 2 Batı yazınında “Yugoslav mirası” kültürler çatışması ile maluldür. Bu bakış açısına göre halkların birbirini boğazlaması ve yaşanan kanlı savaşlar, yüzyıllardan bu yana süre giden bir etnik nefretin sonucudur. Benzer bir bakış açısı Türkiye’de dinci-milliyetçi-muhafazakâr kesimde de alıcısını bulmaktadır. 3 Geçtiğimiz binyılın sonunda Yugoslavya’da yaşananları “medeniyetler çatışması” mefhumu içinde değerlendirmek, buradaki halkların tarihten gelen kültürel çatışmaları toplumsal belleklerinde yaşattıklarını ve Tito’nun ölümüyle bu belleğin birden canlandığını ileri sürmek ve olan biten her şeyi buna bağlamak, ciddi yanılgıları da beraberinde getirir. Yugoslavya’da yaşatılan etnik nefret miti birçok tarihsel olgu ve olayda olumsuzlanabilir. Örneğin, bu bakış açısı Müslüman Boşnaklar ve Arnavutlarla Ortodoks Sırp ve Makedonların, Katolik Hırvatlarla birlikte Osmanlı’ya, ya da daha sonra Nazi işgaline karşı birlikte savaştığı gerçeğini o dönemdeki tekil tarihsel dinamiklere dayanarak açıklamaya çalışır ki, Yugoslavya konusundaki ciddi bilimsel çalışmaların birçoğu bu tezleri mahkûm eder. En basitinden, Birinci Dünya Savaşı’na kadar Yugoslavya’yı oluşturan halkların ufak tefek çatışmalar dışında hiçbir zaman birbirleriyle çatışmadığı gibi bir gerçeklik ortada durmaktadır ve “medeniyetler çatışması” perspektifi bu muazzam gerçekliği görmezden gelmektedir. “Medeniyetler çatışması” perspektifine ağız dolusu söverek, Yugoslavya’daki kanlı savaşlarda milliyetçiliğin rolünü inkâr edecek değiliz, keza ülkenin bölünmesinde emperyalist müdahalenin etkisini de kesinlikle azımsamıyoruz. Fakat milliyetçiliğe küfür etmek, emperyalizmi lanetlemek, ne yazık ki “özyönetim”in kuramsal ve eylemsel hatalarını göz ardı etmemizi sağlamıyor.

 

Özyönetimin anakronikliği

Sağ, muhafazakâr, milliyetçi odakların “özyönetim” tartışmasına dâhil olmaması anlaşılır bir durumdur. Nihayetinde, Yugoslavya belki SSCB’den daha az şeytanidir, ama en nihayetinde kızıl komünisttir. 1970’lerde özyönetim mefhumu ve Yugoslav deneyimi özellikle Avrupa Solu tarafından oldukça ilgi görmekteydi. Özyönetim ve Yugoslavya deneyimi hakkındaki yazının neredeyse tamamına yakını bu dönemde ortaya çıkmıştır. Bugün sadece Kürt Hareketi’nin rağbet ettiği “özyönetim” kavramı, 1970’lerde SSCB’den çok da hoşlanmayan Avrupa Solu için önemli bir “sempati” odağıydı. 4 Bu ilginin 1980’li yıllarda azaldığını görüyoruz. Diana Johnston bu ilginin azalmasını şu şekilde açıklıyor:

Batılı solcular 1980’lerde dikkatlerini işçi sınıfı ve Üçüncü Dünya’dan; silahsızlanma, feminizm, insan hakları ve çevre konularına yöneltti…1980’lerin moda siyasî kavramı “sivil toplum”du. 5

Özyönetim kavramının yarattığı sempatiyi Kadir Cangızbay kavramın büyüleyici niteliğiyle açıklıyor:

Özyönetim, büyüleyici bir kelime. Ama işte, tam tamına bu yüzden de, en akla gelmeyecek türden politik, hatta diplomatik taktiğin, arkasına sığındığı bir göz boyama aracı olarak da kolaylıkla kullanılabiliyor. 6 

Belki Kadir Cangızbay’ın şikâyetçi olduğu düzlemde olmasa bile, “özyönetim” kavramının istismar edilmesinin nedenlerinden birisi de kavramın kuramsal bir açıklığa kavuşturulmamış olmasıdır. SSCB’ye karşı alternatif bir sosyalist model olarak görülen ve alkışlanan özyönetimin metafizik bir kavram olduğunu iddia etmemiz aşırılık sayılmamalıdır ve bilimsel sosyalist düşünce tarafından güçlü bir şekilde eleştirilmesine karşın, “eleştiri ve özeleştiri” mefhumlarına uzak olan çevreler tarafından hala sempatiyle yaklaşılmasının nedenlerinden biri de bu bağnazlıktır. Özyönetim kesinlikle Yugoslavya’ya özgü bir model değildir ve Proudhon, Fourier, Owen, Blanc ve benzeri ütopik sosyalistlerce tartışılmış ve en nihayetinde “bilimsel sosyalizm”le aşılmış “ütopyaların” ciddi bir anakronik kurguyla 20. Yüzyıl’a uyarlanmış halidir. Bu konuda da uyarılmıştık:

Hâlâ toplumsal ütopyalarını deneme yoluyla gerçekleştirme, ayrı “phalanstere”ler oluşturma, “home”-kolonileri kurma ve küçük bir İkarya yaratma hayalleri kuruyorlar ve tüm bu hayali şatoları kurmak için burjuva kalplerinin ve para keselerinin insan severliğine başvurmak zorundalar. 7 

Engels, “Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm”in “Toplum Sözleşmesinden Sosyalizme” başlıklı bölümünde, ütopik sosyalistlerin sınıfsız, sömürüsüz, eşitlikçi bir toplum gayretlerini teslim eder fakat diğer yandan da henüz olgunlaşmamış bir proletaryanın eksikliğinden kaynaklı olarak bu gayretlerin sınıfsal bir zemine oturmadığını ifade eder. 8 Ütopik sosyalistlere saygısını sunduktan sonra, tarihsel gelişimin bilimsel sosyalizm için uygun şartları oluşturduğundan yola çıkar. Özyönetimin anakronik bir öneri olmasının nedeni de burada yatmaktadır.

Belki İkinci Dünya Savaşı sonrasında Yugoslavya’da da demografik anlamda işçi sınıfının ağırlığından bahsetmemiz pek mümkün değildir, fakat toplumsal hareketlere önderlik edecek bir nitelikte bir sınıf hareketinin varlığı da inkar edilemez. Nitekim, ne kadar eleştirirsek eleştirelim özyönetim, işçileri merkeze alan bir siyasî ve iktisadî model üzerine inşa edilmiştir. Bilhassa, toplumsal örgütlenmede kitlelerin örgütlenmesinde işçi sendikalarına özel bir rol verilmiştir. Yugoslav özyönetim modelinde bu sendikaların işlevine aşağıda değineceğiz. Fakat özyönetim modelinde, sendikalara siyasal bir rolden ziyade “toplumsal” bir rol biçildiği dikkate alınmalıdır. Cangızbay özyönetimin gücünü siyasal değil, toplumsal bir örgütlenmeden aldığını öne sürer. 9 Bu ayırım daha çok Gramsci’nin sivil toplum kuramına dayanmaktadır ve siyasal ile toplumsal olan arasındaki sunî ayrımı öne çıkarmaktadır. Bu bağlamda, toplumsal/sivil örgütlenme doğal olarak siyasal alanın dışında tanımlanmaktadır. Yugoslavya’da özyönetim modelinin nasıl şekillendiğini anlamak için ise Yugoslavya’nın geçirdiği tarihsel sürece kısaca değinmek gerekiyor.

 

Kominformdan kopuş sürecinde özyönetimin siyasi dinamikleri

29 Kasım 1945’te kurulan Yugoslavya Federal Halk Cumhuriyeti, kuruluşunun ilk yıllarında diğer Doğu Avrupa ülkeleri gibi Sovyet modelini örnek alan bir kalkınma programını uygulamaya koymuştu. Hatta 1946 Anayasası SSCB’nin 1936 yılında yürürlüğe koyduğu anayasayı örnek alarak hazırlanmıştı. Faşizme karşı savaşta partizan saflarında köylülerin çoğunluğu oluşturması ve dahası Yugoslavya nüfusunun büyük çoğunluğunun hala köylülerden oluşmasından dolayı Yugoslavya Komünist Partisi’nin öncelikli hedefi oluşturulan savaş esnasında kurulan Halk Komiteleri’ni iktidarın asıl siyasî unsuru olarak tanımlayarak, başta köylüler olmak üzere yerel katılımı mümkün olduğunca arttırmaktı. Fakat Halk Komiteleri, yerel düzeyde halkın katılımını ve etkinliğini arttırmaktan çok, merkezi otoriteyi yerel düzeyde hakim kılma işlevini gördü. 10 Öte yandan, siyasî otoritenin Halk Komiteleri’ne verilmesi başta SBKP olmak üzere Kominform tarafından eleştiriliyordu. Yugoslavya’nın özellikle dış politikada süreç içerisinde SSCB aleyhinde konumlanması ve sosyalizmin inşasında Halk Komiteleri’ni öne çıkarmaktaki ısrarı önce Kominform tarafından eleştirildi. Süreç sonunda 28 Haziran 1948’de YKP Kominform’dan ihraç edildi. Ardından, SSCB Yugoslavya’ya gönderdiği teknik yardımı kesti. YKP ise Kominform’un ihraç kararına ve diğer halk cumhuriyetlerinin Yugoslavya’yı dışlamasına tepki olarak çareyi Batı’yla daha fazla yakınlaşmakta buldu. Batı ise bu yakınlaşmayı maddî ve askerî yardımlar ve düşük faizli kredilerle ödüllendirdi.

 

Yugoslavyada özyönetim uygulamaları

Savaşta yıkıma uğramış ve Sovyet desteği olmadan merkezi yönetimi ayakta tutmakta zorlanacak olan Yugoslavya için YKP kurmaylarının çözümü ise Sovyet modelinin yerine merkeziyetçilikten, âdemi merkeziyetçiliğe geçişti. Başta Tito’nun sağ kolu Edvard Kardelj olmak üzere, bu arayış içerisinde ütopyacı sosyalistlerin önerdiğine benzer bir modelin anarko-sendikalist sosla tatlandırılmış hali olan “özyönetim” modelini keşfettiler. “Âdemi merkeziyetçi planlama” gibi oksimoronik bir model ortaya sunuldu. Merkezi planlamanın reddedildiği bir sistemde, elbette ki mülkiyet sisteminde de yeni bir kavramsallaştırma gerekliydi. Kardelj ve arkadaşları bu modeli “toplumsal mülkiyet” olarak tanımladı. Toplumsal mülkiyet, en basit tanımıyla bir fabrikanın, ya da üretim biriminin o fabrikanın çalışanlarının mülkiyetinde olması durumudur. Fakat tarım sektörü toplumsal mülkiyet modeline dâhil edilmemişti. Tarımda kooperatif modeli uygulanıyordu. Zadruga ismi verilen bu kooperatiflere katılım, çiftçilerin kendi rızalarıyla yaptıkları sözleşmeler yoluyla mümkün olabiliyordu. Sovyet “kolhoz” sisteminden farklı olan Zadruga, daha çok kapitalist ülkelerdeki kooperatiflere benziyordu. Zadruga’ya katılan köylüler, sahip oldukları toprak ölçüsünde karda pay sahibi olabiliyorlardı. 11

Yugoslav Komünist Partisi’nin uygulamaları özellikle Avro-komünizmin sempatisini kazanmıştı. Sovyet modeline “alternatif ” olarak tanımlanan bu sistem, sadece Avro-komünist partilerin değil, Avro-komünist partilerle “karşılıklı düzeyli bir ilişkisi” olan Batı Avrupa ve ABD’nin de sempatisini kazanmış durumdaydı. Özellikle, emperyalizm karşıtı cephenin “Bağlantısızlar Hareketi” tarzı bir oluşumla bölünmesi, bu sempatiyi daha da arttırmıştı. SSCB ile ilişkilerin kopması ve Batı’ya yaklaşma ülke içindeki siyasette de yansımalarını buldu. 1948-51 yılları arasında Yugoslavya’da “Stalinist Avı” başlatıldı ve özyönetim modeline itiraz eden 8400 komünist “Stalinist ve Kominform yandaşı” oldukları savıyla tutuklandı ve çeşitli hapis cezalarına çarptırıldı. 12

Sırbistan’daki “Yeni Komünist Parti” lideri Branko Kitanoviç 1948 Haziran’ını takip eden süreç içerisinde Tito’ya muhalefet eden komünistlerin Goli Otok (Goli Adası) kampına hapsedildiğini, muhalif komünistlerin birçoğunun öldürüldüğünü ve ailelerine yönelik de ayrımcı politikaların uygulandığını belirtmektedir. 13 Stalin’in reddi, süreç içerisinde Lenin’in ve dolayısıyla Leninist parti modelinin de reddi anlamına geliyordu. 14 Nitekim 1952 yılında Yugoslav Komünist Partisi’nin Altıncı Kongresi’nde partinin ismi “Yugoslav Komünistler Birliği” olarak değiştirildi.

Merkezi ekonominin reddi özellikle bilimsel ve teknolojik ilerlemenin sağlanması konusunda bir takım sıkıntıların ortaya çıkmasına neden oluyordu. YKB’nin 1965 reformları ile buna getirdiği çözüm ise yeniden merkezi bir siyasî ve iktisadî yapıya geri dönüş yerine, yanlışta ısrar etmek, âdemi merkeziyetçi yapıyı daha da güçlendirmek ve bu yapıyı piyasanın taleplerine daha duyarlı hale getirmekti. Bu süreçte, yeni ileri teknolojilerin ve yöntemlerin getirilmesi, ileri teknik ve iş örgütlenmesinin sağlanması, verimliliğin artması, üretkenlik ve ihracat artışı sağlanmasının formülü ise yabancı yatırımların teşvikinden geçmekteydi. Özyönetim, doğası gereği bu eksiklikleri tamamlayacak güce ve yapıya sahip değildi. 1965 Reformları işletmelerin gelirlerinin dağılımında da değişikliğe gitti. Bu reformların uygulanması çok da kolay olmadı.

 

Pazar sosyalizmi: Yugoslavya refahı mı, sonun başlangıcı mı?

1965 reformları öncesi bu reformları tasarlayan Kardelj ve reformlara karşı olan Rankoviç arasında bir ölüm-kalım mücadelesi geçti. 1964 yılındaki YKB Sekizinci Kongresi özyönetimi ve âdemi merkeziyetçiliği savunan Kardelj Raporu ile merkeziyetçiliği savunan Rankoviç Raporu arasındaki mücadeleye sahne oldu. Savaş öncesi 3000 üyeye sahip olan YKP kadrolarında yer alan Aleksandar Rankoviç savaşta karısı ve annesini kaybetmişti ve kendisi de Gestapo zindanlarında işkence görmüştü. Sekizinci kongre sırasında gizli polis teşkilatının şefi olan Rankoviç “Sırp milliyetçisi” olmakla ve bundan dolayı, Yugoslavya’daki siyasî ve iktisadî gücü Belgrad’da Sırpların elinde toplamaya çalışmakla suçlanmıştı. Rankoviç’in Sırp milliyetçiliğiyle suçlanması, özyönetime karşı muhalif bir hareketin sesinin de en baştan kesilmesi sonucunu doğuruyordu. Tito’nun da Kardelj Raporu lehine tavır göstermesi ile 1965 Reformlarının uygulanmasının önünde bir engel kalmamıştı. Bir sene sonra YKB merkez komitesi Rankoviç’i üyelikten çıkardı ve sürgüne gönderdi. Bunu da “Büyük Sırbistan Şovenizmine karşı savaş” örtüsü altında gerçekleştirdi. Bu söylem ise 1945’te yenilgiye uğrayan diğer milliyetçiliklerin, özellikle de Hırvat milliyetçiliğinin elinde önemli bir koz haline dönüşüyordu. Uçak düşürmekten bombalama eylemlerine kadar varan terörist etkinliklerle savaştan 25 yıl sonra yeniden etkin hale gelen Hırvat milliyetçiliği kendisine yeniden siyaset alanı bulmuş oluyordu ve bu etkinliğini “Büyük Sırbistan”a karşı yürütüyordu.

1965 reformları merkezi yönetimin etkinliğini daha da kırmıştı. Daha önce işletmelerin gelirlerinin %60’ı devlete aktarılırken, %40’ının kullanımı ise işletmenin kendi inisiyatifine bırakılıyordu. Reformlarla birlikte, devlete aktarılan pay %30’a çekilmişti. 15 Merkezi yönetime aktarılan payın azaltılması ve bununla birlikte piyasa mekanizmasının rolünün de artması beraberinde bölgesel rekabeti ve dolayısıyla da bölgesel eşitsizliklerin ve anlaşmazlıkların da artması sonucunu doğruyordu. 16 Örneğin, özyönetim en gelişkin ve sistematik biçimiyle 1950’lerden sonra Slovenya’da uygulanabilmişti. 17 Bu ise bir sürpriz değildi. Nitekim kar marjı en yüksek, ihracata yönelik üretim yapan piyasa şartlarında avantajlı konumda olan sektörler Slovenya’da etkinlik gösteriyordu ve Slovenya’nın Yugoslavya içinde en zengin ülke olması şaşırtıcı değildi. 18 Sektörler ve üretim kolları arasındaki eşitsiz dağılım sadece cumhuriyetler arasındaki eşitsizlikte değil Yugoslavya genelinde işçi ücretlerindeki gelir adaletsizliğinde de kendi gösteriyor, aynı emeğe aynı ücret prensibi bu anlamda çiğnenmiş oluyordu. Örneğin, kar marjı daha yüksek olan petrol sanayinde çalışan bir işçinin maaşı, tekstil sanayinde çalışan bir işçinin tam iki katıydı. Fabrikalarının sahibi olan işçilerin siyasal katılımı ise bir mitten öte anlam taşımıyordu.

Özyönetimin ortaya çıkardığı karma karışık iş örgütlenmesi bu alanda bir uzmanlaşmayı gerekli kılıyor ve YKB’nin görevini yerelliklere devrettiği özyönetim modelinde yeni bir “uzman/teknokratik” sınıf ortaya çıkıyordu. İşçilerin yöneticileri seçme, beğenmedikleri durumda değiştirme hakkına sahip oldukları gibi bir naif düşüncenin işlevsel sonucu ise yönetimde söz hakkı olduğuna inanan işçilerin sisteme bağlılıklarını sağlamaktan öteye gidemiyordu. 19 Bu bağlamda, özyönetim Batı’daki “refah devleti”nde olduğu gibi işçi sınıfının sisteme entegrasyonundan başka bir işleve sahip değildi. 20 Bu koşularda sendikalar toplumsal muhalefetin aracı olamadı. İşçi sınıfı dayanışması ise Yugoslavya’da maddi zeminini ve ideolojik zeminini yitirtmeye başlamıştı. 21 1980’lerin sonunda yaşanan sendikal hareketlenme ise sınıfsal içerikten soyutlanmış, salt iktisadî çıkarlara yönelik ve dahası milliyetçi söylemle yan yana duran bir dinamiğe sahipti. 22 

Kimi zaman işin durdurulması teknisyenlerle işçiler arasındaki bir çatışmadan doğmaktadır, ama çoğu kez işçileri de birbirine düşürmektedir. İşçi hareketlerinin çoğunun temelinde ücret sorunu vardır. 23 

“Pazar sosyalizmi” olarak adlandırılan politikalar, reformların ilk yıllarında önemli başarılar sağladı. Ülkeye akan krediler ve dış yardımla birlikte toplumsal refahta da önemli gelişmeler göze çarpıyordu.

“Refah” etiği Yugoslav halkının kolektif bilincine yerleşti. Komünist alt-kültürünün ötesinde halkın gündelik bilincine damgasını vurduğunu söylediğimiz, yoksulluğu, dünya nimetlerinden uzaklığı, eşitlikçi paylaşımcılığı güzelleyen ahlaki etmenlerin yerini, tüketimcilik kültürü almaya başlamıştı. bazı Yugoslav Marksistlerine göre “vulger” (belki ayrıca “görmemiş”), “hedonist” (hazcı), her türlü toplumsal kolektiflik, hatta beraberlik duygusunu aşındıracak fevri hatlar taşıyan bir yönelimdi bu.

Kuzmaniç rock müzik, caz alt-kültürü, edebiyat, sinema ve özellikle spor gibi yarı-kapitalist kültürel alanlarda yaşanan eğlence kültürünün gelişkinliğine dikkat çekmektedir. 1960’lı yılların sonlarını takip eden süreçte makro ölçekte eğlence kültürü toplumsal yaşamın önemli bir parçası olmuştu ve “iyi yaşam” kurgusu sosyal güvenlik ve eğlence kültürünün birleştiği bir zeminde ifadesini bulmaktaydı. 24 Günümüzde o eski ve güzel Yugoslavya nostaljisi, yani bilindik adıyla “Yugonostalji” daha çok bu dönemde oluşan toplumsal bellek tarafından kurgulanan bir imgeleme sahiptir.

1967-69 yılları arasında ciddi bir üretim artışı ve bununla birlikte ulusal refahta önemli bir iyileşme sağlanan Yugoslavya’da, Pazar ekonomisinin piyasa dinamiklerinin tatsız sonuçları 1969-70 yıllarında kendisini göstermeye başladı. 25 Bu dönemde, 1970 yılında CIA uzmanları tarafından yazılan, 2007 Mayıs ayında dolaşıma açılan bir rapor Yugoslavya’nın Tito sonrası dönemde ayakta kalma şansının çok düşük olduğunu bir felaketin yaşanması için ciddi bir potansiyelin var olduğunu öngörüyordu. 26 CIA uzmanları henüz 1970 yılında Hırvat ayrılıkçılığı, Sırp askeri yönetimi ve yaşanacak bir iç savaş sırasında gerçekleşecek bir Sovyet müdahalesi konusunda ABD hükümetini uyarıyordu. Bu raporun sunulmasından 20 yıl sonra Sovyet müdahalesi dışında diğerlerinin gerçekleştiğini belirtmemiz yanlış olmayacaktır. CIA uzmanlarının öngördüğünü YKB yönetimi göremiyordu.

1968 yılında Belgrad’da başlayan, daha sonra Zagreb, Lübliyana ve Saraybosna’da da yankısını bulan anti-kapitalist ve aynı zamanda anti-bürokratik ve anti-teknokratik nitelikli öğrenci isyanlarının ideolojik kaynağı ise kendilerini “Yeni Sol” olarak tanımlayan bir grup aydının yayınladığı Praksis dergisiydi. “Sol” bir ivmeyle ortaya çıkan öğrenci hareketinin “Yeni Sol”dan beslenmesi, hareketin kendi kendisini eritmesi sonucunu doğruyordu. Nitekim bir müddet sonra Yeni Sol hareketi de Yugoslav yönetimi tarafından tasfiye edilmiştir.

1965 reformlarıyla bataklığa daha fazla sürüklenen Yugoslavya’da 1974 Anayasası ise sonun başlangıcını işaret etmekteydi. Yeni anayasa ile özyönetimsel işletmelerin gücü devletin aleyhine arttırıldı. 27 1974 Anayasası ile Yugoslavya federasyonundan çok Yugoslavya konfederasyonundan bahsetmek daha da doğru olacaktır. Merkezi yönetimin iyice zayıfladığı, bölgesel eşitsizliklerin de iyice arttığı bu yapıda eşitsiz gelişimin bir sonucu olarak zenginleşen cumhuriyetler zenginliklerini fakirleşen cumhuriyetlerle paylaşmak istemiyordu. Fakirleşen cumhuriyetler ise zenginleşen cumhuriyetler tarafından sömürülmekten şikâyetçiydi. Sırplara göre Sırpların, Hırvatlara göre Hırvatların, Slovenlere göre Slovenlerin hakkı yeniliyordu. Siyasî karmaşanın faturası ise “Yeni Sınıf ”a çıkarıldı. Bürokrasi ve teknokrasi siyasî ve iktisadî yapıda ortaya çıkan “Yeni Sınıf ”ı oluşturuyordu. Ekonomideki sıkıntılar teknokratlara, siyasetteki tıkanıklık ise bürokratlara yıkılıyor, bu tıkanıklığın sonucunda milliyetçiliğin ve liberalizmin Yugoslavya’yı bir açmaza sürüklediği düşünülüyordu. Özyönetim modelinin, âdemi merkeziyetçiliğin ve Leninist parti modelinin reddinin doğal bir sonucu ortaya çıkan “Yeni Sınıf ”ın ortaya çıkış nedeni, özyönetimin kendi iç dinamiklerinden çok, kötü niyetli bireylerin varlığına dayandırılıyordu. İşçi sınıfının siyasal yönden işe karışamamasından ötürü, özyönetim denemesi, genel olarak “yeni sınıf ”ın koruyucu kanatları altında girişilmiş bir özgürleştirme girişiminden öteye geçemedi. 28 

Sorunlar, içeride “bürokrasi” ve “teknokrasi”ye yıkılırken, 1970’li yıllarda yaşanan uluslararası iktisadî kriz de Yugoslavya’daki sorunların önemli bir kaynağı olarak görülüyordu. Bu dönemde YKB sosyalist bir ülkede uluslararası kapitalist krizin etkili olmasının saçmalığını açıklama zahmetine girmiyordu bile. Krizdeki birçok ülke gibi Yugoslavya da çözüm için IMF ve Dünya Bankası’nın kapısını çalmaya başladı ve Latin Amerika ülkelerini darboğaza sokan “borç tuzağına” düşmüş oldu. 29 Ülke kendi yerli endüstrisi için bile ithalata bağımlı olduğundan, politikaları belirleyenlerin öncelikleri arasında dış borç ödemelerini sekteye uğratmamak gerekiyordu. IMF ‘nin dayattığı neoliberal reformlar ise bölgeler arasındaki eşitsizlikleri daha da perçinleştirdi ve bunun da doğal sonucu bölgesel milliyetçiliğin artışında ifadesini buldu.  30 1980’li yıllarda çok büyük iktisadî krizlerle boğuşan Yugoslavya’nın önünde duran önemli bir sorun da SSCB’nin Batı için bir “tehdit” olmaktan çıkmasıydı. Görünürde SSCB’nin zayıflaması Yugoslavya’nın lehine bir durum olarak algılanabilir. Fakat SSCB’ye karşı tampon ülke görevi biçilen Yugoslavya, SSCB’nin “tehdit” olmaktan çıkmasıyla bu niteliğini de yitirmiş oluyordu. Batı’nın artık Yugoslavya’ya ihtiyacı kalmamıştı. Dahası, Avrupa’nın göbeğinde bu büyüklükte bir askerî ve siyasî gücün varlığını sürdürmesine de gerek yoktu. En hayırlısı, bu gücün parçalara bölünmesiydi. Başta Almanya olmak üzere, Yugoslavya’daki her türlü ayrılıkçılığın Batı’dan destek gördüğünü söylemek yanlış olmaz. Fakat, “emparyalist komplo” söyleminin özyönetimin kendi hatalarının üstünü örtmek için gereğinden fazla ön planda tutulduğunu iddia etmek de yanlış olmaz. Özyönetim savunucuları bile Yugoslavya’ya yönelik dış tehdit mitinin gereğinden fazla abartıldığını düşünmektedirler. Örneğin Samary 1989’a dek Yugoslav bunalımının öncelikle kendi iç çelişkilerinin ürünü olduğunu öne sürmektedir. 31 Yeni Sınıf kuramını ortaya atan en önemli aydınlardan Djilas, 1985 yılında Amerikalı gazeteci Robert Kaplan’a verdiği bir röportajda Kaplan’ın “Ya Yugoslavya ne olacak?” sorusuna şu yanıtı veriyordu: “Lübnan gibi, bekle ve gör.” 32 Yirminci yüzyılın son on yılında Yugoslavya neredeyse Lübnan’ı bile geride bırakan bir şiddet silsilesi ile anılmaktadır. Yugoslavya’nın dağılmasının üzerinden neredeyse bir çeyrek yüzyıl geçmesine rağmen bölgedeki siyasî ve iktisadî istikrarsızlık devam etmekte ve yakın gelecekte olumlu bir gelişmenin yaşanması beklenmemektedir. Bosna-Hersek ise bu dinamiklerin hem en yoğun, hem de en tipik tecrübelerinin yaşandığı bir eski Yugoslav ülkesi olarak göze çarpmaktadır.

 

Bosnada Şubat isyanı

7 Şubat 2014 tarihinde Bosna’nın birçok kent ve kasabasında düzenlenen gösterilerde Saraybosna, Tuzla, Mostar ve Zenica’daki kanton parlamentolarının ateşe verilmesiyle, savaştan 19 sene sonra Bosna-Hersek bir anda yeniden haber merkezlerinin gündem sıralamasında üst sıralara çıkmıştı. 33 Öncelikle sorulması gereken soru, eski Yugoslav coğrafyasında Yugoslavya’nın dağılmasından bu yana en sert halk hareketinin neden Bosna’da meydana geldiğidir. Kuşkusuz bunun en önemli nedenlerinden biri, 1992-95 savaşına son veren Dayton Barış Anlaşması’nın Bosna-Hersek’in altından kalkamayacağı kadar ağır ve karmaşık bir siyasî ve iktisadî yapıyı kurumsallaştırmış olmasıdır. Bunun bedeli ise elbette ki çalışanların omuzlarına yüklenmiştir. Fiili işsizliğin

%45 olduğu da hesaba katıldığı zaman, Bosna-Hersek’i diğer eski Yugoslav cumhuriyetlerinden ayıran en önemli özellik Yugoslavya sonrası sendromonun diğer cumhuriyetlere göre daha ağır yaşanıyor olması ve ülkenin hala istikrarlı bir siyasî ve iktisadî yapıya kavuşamamış olmasıdır. Hatta son on yılda, ülkenin daha da istikrarlı olma yönünde ilerlemesi şöyle dursun, iktisadî ve siyasî koşullar daha da kötüleşmiştir. Dayton Barışı’nın dünyanın diğer bölgelerindeki çatışmalar için “model” olacağını ve sivil toplum ağıyla inşa edilecek demokrasinin ülkeyi ve ülkedeki halkları hep birlikte demokratik bir refah ortamına götüreceğini düşünen Batı bu büyük yanılgısını son yıllarda fark etti. Elbette ki Bosna’nın günümüzdeki iktisadî ve siyasî koşullarının nedeni Batı’ya göre “lanet olası Balkanların akıllanmayan milliyetçi liderleridir”, ki buna kimse itiraz da edemez. Ülke iktisadî krize ek olarak ciddi bir siyasî yolsuzluk batağındadır ve milliyetçi siyasetçiler yolsuzlukların üzerini milliyetçi-dinci söylemle oldukça başarılı bir şekilde örtebilmektedirler. Fakat, Batı’nın görmezden geldiği olgu, Dayton Barış Anlaşması ile milliyetçilik üzerinden şekillenen siyasetin kurumsallaştırılmış ve yapısallaştırılmış olması ve sistemin kendisinin siyasetin etnik-dini ayrımların dışında yapılmasına müsaade etmemesidir.

Bosna-Hersek’i diğer eski Yugoslav cumhuriyetlerinden ve daha geniş bir anlamda diğer Doğu Avrupa ülkelerinden ayıran bir diğer etken de, neoliberal iktisadî uygulamaların ülkeye görece daha geç girmiş olmasıdır. Eski Yugoslavya döneminde demir-çelik, otomotiv ve uçak gibi önemli ağır sanayi işkollarına sahip olan Bosna-Hersek’te özelleştirmeler ancak 2000’li yıllarda başlayabilmiştir. 2000 yılına kadar devletin elindeki üretim araçlarının ancak %1,4’ü özelleştirilebilen Bosna-Hersek’te bu süreçten en çok faydalanan kesim eski dönemin yöneticileri ve savaş döneminin karaborsacıları olmuştur. 34

Özelleştirmelerin Bosna-Hersek’te görece daha geç uygulanabilmesinin nedeni yaşanan savaş ve savaşta birçok sanayi tesisinin ağır hasar görmüş olmasıdır. Ülkenin istikrarsız siyasî yapısından dolayı, özelleştirmeler Batı’yı “canından bezdiren” bir yavaşlıkta uygulanabilmekte ve özelleştirmelerde çok ciddi yolsuzluklar yapılmaktadır. Sonuç ise hali hazırda savaşta ciddi bir yıkım gören ülke kaynaklarının emperyalizme ve yerli işbirlikçilere peşkeş çekilmesidir. Bu tesislerdeki işçileri ise bekleyen son bellidir: İşsizlik! İşsizliğin yoğun olarak yaşandığı ülkede reel gelirler de sürekli olarak düşmektedir.

5 Şubat 2014’te Tuzla’da başlayan gösteriler özelleştirmeler sonucu işlerinden olan ve sosyal haklarını alamayan işçilere halkın da destek vermesiyle meydana gelmiş ve iki gün içinde bütün ülkeyi sarmıştır. 35 Bosna’daki krizi “liberal” bir gözle değerlendiren Liotta bile Bosna’dan umudunu kesmiş durumdadır ve Bosna’nın, ayakta kalabilse bile, çok zayıf, kırılgan ve istikrarsız bir ulus olarak varlığını sürdürmek zorunda kalacağını teslim etmektedir. 36 

Bu görüş Batı tarafından da, açık açık ifade edilmese bile, paylaşılmaktadır. Bosna’dan umudunu kesen Batı, savaştan bu yana özellikle sivil toplum örgütlerine akıttıkları parada ciddi kesintilere gitmeye başlamıştır. Bu durum, Bosna halkı için daha fazla işsizlik ve reel ücretlerin daha da düşmesi anlamına gelmektedir. Daha da önemlisi, Bosnalılar içinde yaşadıkları vahametin farkına gün geçtikçe daha açık bir biçimde varmaktadırlar.

Tuzla’da başlayan gösterilerin Bosna çapında bir isyana dönüşmesinin altında yeten neden de bu farkındalık ve bu farkındalık sonucunda, halkın işini ve sosyal haklarını kaybeden işçilere verdikleri destektir. Her ne kadar Batı’daki bir çok maymun iştahlı entelektüel tarafından isyan acele ile “Bosna Baharı” olarak nitelendirilse de, isyanın sınıfsal bir vurguya sahiptir. . Çok açık bir biçimde, isyan “Arap Baharı” veya “Turuncu Devrimler” gibi liberal taleplerle değil, tam tersine daha radikal taleplerle ortaya çıkmıştır. 37

Sonuç: Sınıf var sendikası yok, solcu var partisi yok

Bosna’daki Şubat İsyanı ciddi bir sınıf ivmesine sahip olmasına rağmen, sınıfın öncülüğünde mücadeleye devam etme iradesine sahip değildir. Kuşkusuz ki bu durumun ilk elden sorumlusu sendikaları sınıfsal niteliğinden soyutlayan özyönetim modelidir. Yukarıda da değinildiği gibi, işçi sınıfının sendikal mücadelesini siyasî niteliğinden arındıran özyönetim modeli, sınıfın kendi siyasî çıkarlarını koruma araçlarını da elinden almıştır ve bu miras günümüzde sadece siyasetten değil, sendikal mücadeleden de kopuk bir sınıf profili ortaya çıkarmaktadır. Şu ya da bu şekilde “sosyalist” bir ülkede yaşamış ve bir şekilde sosyalist bir toplum modelinin bazı kazanımlarını tecrübe etmiş olan Bosna emekçi halkı sınıf siyasetine en azından söylemsel düzeyde uzak değildir. Öte yandan sınıf mücadelesini yürütebilecek bir örgütlenme yoktur. Özyönetimin işçileri siyasal alandan dışlayan modeli, güncel durumda karşımıza “sarı sendika” olarak çıkmaktadır. Nitekim Yugoslavya döneminden miras kalan sendikal yapı olduğu gibi varlığına devam ettirmektedir. Yugoslavya döneminde teknokrasinin ve bürokrasinin sultasındaki sendikacılık bu niteliğinden öz olarak fazla bir şey kaybetmemiştir ve günümüz Bosnasında sendikacılık sağ-muhafazakâr ideolojinin egemenliğindeki siyaset içinde kariyer yapabilmek, ya da en azından “cebini doldurabilmek” için kullanılan bir araçtan başka bir şey değildir.

Benzer bir şekilde “komünist” hareket de yapısal ve siyasî anlamda Yugoslavya Komünistler Birliği’nin olumsuz mirasından nasibini almaktadır. Tito döneminin muhasebesin, özyönetim sürecinin özeleştirisini yapamamış bir komünist siyaset, sınıfsal nitelikli Şubat İsyanı’na önderlik etmek bir yana, bu hareket içinde bir özne olmaktan bile uzak bir durumdadır. Yukarıda da değinildiği gibi, Yugonostalji siyasî arenada apolitik ve yüzeysel bir kurgudan başka bir şey değildir ve bu anlamda ihtiyaç duyulan şey Yugonostaljik bir hayıflanmadan çok Yugoslavya’daki koşulların ve iktisadî ilişkilerin anlaşılmasıdır. 38 Bu bağlamda, , eski Yugoslavya coğrafyasının tamamından farklı olmayan bu biçimde, Bosna-Hersekli komünistler de özyönetim modelinin özeleştirisini yapamadıkları gibi, bilâkis Yugosnostaljik patolojiden kurtulabilmiş değildir. Yugonostaljinin simgeselliğinden kendini uzak tutmaya çalışan sol öznelerden de bahsetmemiz gerekiyor. Fakat bu öznelerin de Avrokomünizmden beslendiklerini, “Kuzey Afrika Devrimleri”ni selamladıklarını, “Facebook” üzerinden “occupy Sarajevo” tarzı eylemler peşinde olduklarını söylersek, Şubat İsyanı’nda bu kesimin de etkili olamadıkları söylememiz sürpriz olmayacaktır. 39İsyanın hemen ertesinde toplanan forumlar ise ilk haftalarda umutları yeşertmişti. Plenum adı verilen forumlara katılan Saraybosna Üniversitesi öğretim görevlilerinden Siyaset Bilimci Asım Mujkiç, plenumların ilk günlerinde Saraybonsa Radyosu’na verdiği demeçte, plenumların bir demokrasi şöleni olduğunu, vatandaşlar tarafından dile getirilen taleplerin çok gerçekçi olduğunu vurgulamış, işin önemli kısmının bu taleplerin hayata geçirilmesi olduğuna dikkat çekmişti. 40 Sendikaların, sol örgüt ve partilerin boş bıraktığı siyasal alanı doldurma işlevi gören plenumlara katılım ilk günlerde oldukça yoğundu. Her ne kadar plenumların örgütlenmesi daha çok aydınlar tarafından gerçekleştirilmiş olsa da, aydınların plenumlardaki tartışmalarda kendilerini geriye çektikleri ve tartışmaların sınıfsal bir zeminde yürümesine gayret ettikleri dikkate değerdir. Fakat ne yazık ki süreç içerisinde umut yerini umutsuzluğa bıraktı. Oldukça siyasî bir söylemle ortaya çıkan plenumlar da özyönetim mirasının olumsuzluklarından muaf değildi. Her ne kadar plenumlar STÖ’lere ve sistem içinde yer alan siyasilere kapalı olsa da, özyönetimin siyasallığa karşı koyduğu mesafe bir süre sonra plenumda da kendini göstermeye başladı ve ilk başta dile getirilen radikal talepler, zaman içinde daha reformist bir çizgiye evrilmeye başladı. 41 Plenumlara katılımın da düşmesi daha önce plenumlarda dile getirilen sorunlarla ilgili görünen kanton hükümetlerinin “eski tas eski hamam”a yavaş yavaş meyletmelerine neden oldu. Bu durumu gören plenuma önderlik eden aydınlar ise 26 Mart 2014 tarihinde yöneticileri bu konuda uyaran, halkı ve aydınları da taleplerin takipçisi olmalarına davet eden bir dilekçeyi imzaya açtılar.

Dergimizin bu sayısının düzenlemeleri yapılırken, bu sene Saraybosna’da Bir Mayıs kutlamasının yine yapılmayacağı bilgisine ulaştık. Sadece Saraybosna’da değil, eski Yugoslavya’nın tamamında Bir Mayıs “piknik” günüdür. Hafta sonu tatiliyle birleştirilen Bir Mayıs’ta, insanlar ya deniz kenarına akın ederler, gelir durumları el vermiyorsa en yakın piknik alanında ya da olmadı evlerinin bahçelerinde mangal yaparlar, eğlenirler. İşsizliğin bu kadar yüksek olduğu, reel ücretlerin bu kadar düşük olduğu, dahası yolsuzluk batağına saplanmış hükümetler tarafından yönetilen eski Yugoslav cumhuriyetlerinde, ilk bakışta böylesi bir Bir Mayıs betimlemesi oldukça sempatik gelebilir ve aslında bu sempatinin “özyönetim” sözcüğünün yarattığı sempatiden pek de bir farkı yoktur. İkisinde de “işçi” vardır ve ikisinin de özünde “sınıf ”a dair hiçbir şey yoktur.

Yazımıza “Bosna’yı Yugoslavya”dan okuyarak girmiştik, yazının sonunu ise tam tersini yaparak kapatalım. Bilindiği gibi Bosna-Hersek, Yugoslavya döneminde başlı başına bir Yugoslav realitesini temsil ediyordu. Günümüzde de öyle. Plenum pratiği de, söylemeye dilimiz varmıyor ama, bu realitenin, özyönetim tecrübesinin kuramsal pratiklerini özeleştiri sürecinden geçirmeden, hatta bu pratiği “mahkum” etmeden iktidar perspektifine sahip olmak şöyle dursun, donanımlı ve inançlı bir sınıf hareketini, devrimci bir dinamiği oluşturma potansiyeline sahip değildir. Bu koşullarda, sadece Bosna-Hersek’te değil, Yugoslavya’da ortaya çıkan herhangi bir isyan ya da ayaklanma kendi kendine alevlenip yavaş yavaş sönümlenmeye mahkûmdur ve Bosna isyanı da bu güzergâhı takip etmektedir. Devlet aygıtının bu kadar zayıf olduğu bir coğrafyada iktidarı isteyen bir sınıf hareketinin, bir sınıf partinsin olmaması çok acı bir deneyimdir ve ne yazık ki bu acı deneyim özyönetim mirasının doğal bir sonucudur.

Kanımızca, 7 Şubat tarihinde Bosna’nın dört bir yanında patlak veren isyanın sönümlendiği nokta Bir Mayıs piknik alanlarındaki mangallardır. Bu ise çok açık bir yenilgiyi ifade etmektedir. Yenilgiyi aşmak ise ancak yeni bir komünist yapılanma ile mümkündür ve yeni bir yapılanma ise ancak ve ancak “özyönetim” pratiğinin özeleştirisi, Yugoslav mirasının masaya yatırılmasıyla mümkün görünmektedir. Böylesi bir acı bilançoya girişilmeden, Bosna’da işçi sınıfının kazanımıyla sonuçlanacak bir isyan ya da halk hareketinin sonucu ancak bir hayal kırıklığı ile sonuçlanır. 

 

 

 

 

Dipnotlar

  1. “Özyönetim ve Yugoslavya deneyimi” hakkında Noam Chomsky’nin 2012 yılında “İşçilerin Özyönetimi Gelecektir” başlıklı, özyönetimi kutsayan röportajı ise bu bağlamda “ibretlik” bir vesikadır. (Röportajın Sırpça metni için bkz. Noam omski: Samoupravljanje je Budu nost, http://www.vestinet.rs/video-2/noam-comski-radnicko-samoupravljanje-je-buducnost)
  2.  “Doğu Avrupa devrimleri”ni selamlayan siyasî öznelerle, Balkanlar’da Osmanlı mirasına methiyeler düzenleyenlerin “yetmez ama evet” çizgisinde buluşmaları, bu anlamda bir rastlantı değil, olsa olsa “ideolojik” bir çakışmaya ve tarihsel bir sürekliliğe işaret etmektedir.
  3.  Caner Sancaktar; Yugoslavya’da Sosyalizmden Kapitalizme Geçiş: Özyönetim Uygulaması, Yayınlanmamaış Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı, 2009, s.107.
  4. Kürt hareketinin “özyönetim” kavramına ilgisi hakkında Sol Portal’da 29 Aralık 2013 tarihinde yayınlanan “Özyönetimle Özgürlüğe” başlıklı yazı için bkz. http://haber.sol.org.tr/yazarlar/ozgur-dirim-ozkan/ozyetimle-ozgurluge-85075
  5.   Diana Johnstone; Ahmakların Seferi: Yugoslavya, NATO ve Batının Aldatmacaları, Bağlam Yayınları, 2004, çev.: Emre Ergüven ve Ergin Bulut, s.181.
  6.   Kadir Cangızbay; Sosyalizm ve Özyönetim: Reel Sosyalizmden Sosyalist Realiteye, Ütopya Yayınları, 2003, s. 119-120.
  7.   Karl Marx ve Friedrich Engels; Komünist Parti Manifestosu, Yazılama Yayınları, 2009, çev.: Erkin Özalp, s. 41.
  8.  Friedrich Engels; Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm, Sol yayınları, 2004, çev.: Sol Yayınları Yayın Kurulu, s.43-45.
  9. Cangızbay, a.g.e., s. 171.
  10. Sancaktar, a.g.e., s. 97.
  11.   A.g.e., s. 114.
  12.  McCellan’dan aktaran Sancaktar, a.g.e., s.107.
  13.      Söyleşi; Yugoslavya Yeni Komünist Partisi Genel Sekreteri Branko Kitanoviç: “Uluslar arası Komünist Hareketin Desteğine İhtiyacımız Var”, Gelenek, Sayı: 96, Nisan 2007, s. 113-116
  14. Worker’s Self Management in Communist Yugoslavia, Beastrabban’s weblog, http:// beastrabban.wordpress.com/2014/02/21/workers-self-management-in-communist-yugoslavia/, erişim tarihi: 2 Nisan 2014.
  15. Sancaktar, a.g.e., s. 127.
  16.  A.g.e., s. 259.
  17. Ton i A. Kuzmani ; Managerial Revolution Discourse: From Self-Management to Management, yayınlanmamış makale, Koper Üniversitesi, İşletme Bölümü, Slovenya.
  18.  Kadir Cangızbay’ın (a.g.e., s.277) Yugoslavya içindeki sanayiinin örgütlenmesi aşamasında “çok uluslu Yugoslavya’da cumhuriyetlerin birbirlerinden uzaklığı”ndan hayıflanması, bu bağlamda ilgi çekicidir. 22 milyon kilometrekarelik bir coğrafya üzerinde örgütlenen SSCB’nin merkezi yönetiminin yaşamadığı bir sorunun, bu coğrafyanın %1’’inden biraz fazla büyüklükteki bir ülkede, üstelik de “ademi merkeziyetçi” bir yapıda yaşanmış olmasından hayıflanılıyor oluşu ibretliktir.
  19.  P. H. Liotta; Paradigm Lost: Yugoslav Self-Management and the Economic Disaster, Balkanologie, sayı: 1-2, Aralık 2001, s. 5.
  20. Juraj Katalenac; Yugoslav Self-Management: Capitalism Under Red Banner, Insurgent Notes, http://insurgentnotes.com/2013/10/yugoslav-self-management-capitalism-underthe-red-banner/, erişim tarihi: 2 Nisan 2014.
  21.  Sancaktar, a.g.e., s. 276.
  22.   Liotta, a.g.e., s. 6.
  23.   Gilles Martinet; Beş Komünizm, Bilgi Yayınevi, 1975, çev.: Bertan Onaran, s. 143.
  24.   Kuzmani , a.g.e., s. 6.
  25.  Bora, a.g.e., s. 79.
  26.   CIA Intelligence Report; Yugoslavia: The Outworn Structure (Reference Title: ESAU XLVII), 1970.
  27.   Sancaktar, a.g.e., s. 134.
  28.     Martinet, a.g.e., s. 149.
  29.     Johnstone, a.g.e., s. 34-35.
  30.  Burada, NATO bombardımanı sırasında ve sonrasında ABD ile yaşanan çatışmanın “antiemperyalist” ve hatta “anti-kapitalist” bir duruşla bütünleştirdiği yanılgasıyla değerlendirilen Slobodan Miloseviç’in söz konusu neo-liberal politikalarla hiç bir zaman ters düşmediğini de belirtmemiz gerekiyor.
  31.  Catherine Samary; Parçalanan Yugoslavya: Bosna’da Etnik Savaş, Yazın Yayıncılık, 1995, çev.: Bülent Tanatar, s. 36.
  32. Robert Kaplan; Balkanlarda Kaynayan Kazan, Yayınevi Yayıncılık, 1995, s. 108.
  33. Dayton Anlaşmasına göre Bosna-Hersek, Bosna-Hersek Federasyonu ve ve Republika Srpska (Srpska Cumhuriyeti) olmak üzere iki ayrı entiteden oluşmaktadır. Bosna-Hersek Federasyonu ise beşi Boşnak, üçü Hırvat, ikisi de Boşnak-Hırvat karma yönetiminde olmak üzere on ayrı kantona bölünmüştür.
  34.   Sancaktar, a.g.e., s. 330.
  35. Gösterilerin isyana dönüşmesi ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Özgür Dirim Özkan; Bosna Hersek’te İsyan III: İsyan Nasıl Patlak Verdi, Sol: Günlük Gazete, 24 Şubat 2014. (internet baskısı için bkz.: http://haber.sol.org.tr/dunyadan/bosna-hersekte-isyan-iii-isyan-nasil-patlak-verdi-haberi-91349)
  36.  Liotta, a.g.e., s. 14.
  37.  Bosna İsyanı’nın Batı’daki yansıması ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Özgür Dirim Özkan; Bosna Hersek’te İsyan IV: Batı Bu “Bahar”ı Sevmedi, Sol: Günlük Gazete, 25 Şubat 2014. (internet baskısı için bkz.: http://haber.sol.org.tr/dunyadan/bosna-hersekte-isyan-iv-bati-bubahari-sevmedi-haberi-88464)
  38. Katalenac, a.g.e., s. 19.
  39.  Bahsi geçen eylemler ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Özgür Dirim Özkan; Kuzey Afrika Devrimleri ve Balkanlı Solcular, Sol Portal, 26 Şubat 2011 (http://haber.sol.org.tr/yazarlar/ozgurdirim-ozkan/kuzey-afrika-devrimleri-ve-balkanli-solcular-39683) ve Ö. D. Özkan; Bosna Solundaki Troller, Sol Portal, 28 Ocak 2012 (http://haber.sol.org.tr/yazarlar/ozgur-dirim-ozkan/ bosna-solundaki-troller-51002).
  40. Röportajın metni için bkz.: Asim Mujki o Plenumu: Prisistvovao sam Prazniku Demokratije (http://radiosarajevo.ba/novost/141521). (Boşnakça)
  41. Plenumlarla ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Özgür Dirim Özkan; Bosna Hersek’te İsyan V: Bosna’yı Bekleyen Gelecek, Sol: Günlük Gazete, 26 Şubat 2014. (internet baskısı için bkz.: http://haber.sol.org.tr/dunyadan/bosna-hersekte-isyan-v-bosnayi-bekleyen-gelecek-haberi-91350)
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×