Reel Sosyalizm Ulusal Sorunu Çözmüştü… Sovyet Deneyi ve Ulusal Sorun

Reel sosyalizm deneyimi içinde ulusal sorun politikaları kritik bir önem taşır. Bunu herkes kabul edecektir. Büyük olasılıkla da çoğunluk, 1988’de patlak veren ve sonuçta Sovyetler Birliği’ni dağılmasına varan, ama bunun ötesinde tüm dünyada ulusal-etnik mücadelelere start veren “felaket” manzarasında reel sosyalizm deneyimine ne fatura çıkartılması gerektiği sorusunu ilk satıra yazacaktır.

Bu çalışmaya, son yılların milli kargaşasından reel sosyalizm deneyine çıkartılacak bir fatura olduğunu kabul ederek başlayacağım. Ama çoğunluğun anlayacağı anlamda bir fatura olmayacak bu yazıda çizilen.

Baştan söylüyorum: Reel sosyalizm, özel olarak Sovyetler Birliği’nde, ulusal soruna insanlık tarihinin bugüne kadar gördüğü en ileri çözümü getirmiştir. SSCB’nin ve sosyalizmin çözülmesi ile şekillenen yeni panoramanın faturası ise esas olarak karşıdevrime yazılmalıdır. Reel sosyalizm deneyinin payına düşen ise, karşı-devrimin söz konusu kazanımları kısa sürede yok etmekte gösterdiği başarıya olanak sunan eksiklikleridir.

Şöyle düşünelim: Sosyalist toplum ulusal soruna, kendi verili yapısı dâhilinde çözüm üretti. Bu çözümün geçerlilik koşulları zaman ve mekândan bağımsız değil, bütünüyle tarihseldir. Sosyalizmin ortadan silinmeye başladığı yeni koşullarda, yani bu tarihsel çerçevenin tüm altyapısı yok olurken, ulusal sorun başlığı altındaki çözümün ayakta kalmaması kimseyi şaşırtmamalı. Tam tersine; bütünlük silinirken, onun bir tekil parçasının sağlam kalması sürpriz olurdu.

Böylesi bir sonuç olanaksızdı ve sosyalizmle birlikte ulusal sorunun sosyalist çözümü de tasfiye oldu.

Bu sonuçlara gelebilmek için önce tarihsel ve teorik bir arka plana geri dönmemiz gerekiyor.

MARX ve LENİN’İ BİRLEŞTİREN HAT: ULUSAL SORUN SİYASAL BİR SORUNDUR

“Ulusal sorun üzerine yazılarımda, genel olarak milliyetçiliğin soyut bir sunumunun hiçbir işe yaramayacağını söylemiştim… Proleter dayanışmanın ve sonuç olarak proleter sınıf mücadelesinin temel çıkarı, ulusal sorun karşısında biçimsel bir tutumu asla benimsemememizi gerektirir.” 1

Gelenek’te çok sayıda çalışmada Leninist ulusal sorun perspektifinin bütünüyle geçerli bu ifadelendirilişi ayrıntılı olarak ele alınmış bulunuyor. Buralara geri dönmeyeceğim; yalnızca yine Lenin’den tek bir örnek vererek devam ediyorum:

“1848’de devrimci uluslar, temel düşmanı Çarlık olan özgürlük için mücadele ettiler; oysa Çekler ve diğerleri gerici uluslardı ve Çarlığın ileri karakollarını oluşturuyorlardı.” 2

Marx ve Engels’in ulusal soruna ilişkin değerlendirmelerinin ardından sosyalist hareket, başka boyutların yanı sıra bu başlık altında da bölündü: II. Enternasyonal’in sağcıları Avusturya Marksistleri ekolü, Polonya sapması denilen Luxemburg ile Pannekoek ve Lenin-Stalin çizgisi belli başlı kanatları oluşturdu.

Marx-Engels ile Lenin-Stalin’i birleştiren ana halka yukarıdaki alıntılarda dışa vurulan yöntemdir. Tekil değerlendirmelerin, somut tartışma ve tavır alışların karşılaştırılması ve tartışılması ayrı bir çalışmanın konusu olabilir. Şimdilik yalnızca bu bağlantıdan söz etmek istiyorum.

Marx ve Engels, Avrupa’yı saran devrim dalgalarında karşılarında proleter mücadeleler değil, ideolojik ve sınıfsal içerikleri açısından kaotik yanlar barındıran bir mücadeleler bütünü buldular. Tutumları, proleter ve sosyalist tarafların billurlaşmadığı bu arenaya soğuk gözlerle dışarıdan bakmak değil, tablonun içerdiği siyasal dinamizmi yakalayıp proleter ve sosyalist yönelimlerin önünü açacak biçimde yorumlamak ve müdahale etmek oldu. Avrupa’nın bütününe mal olmuş kimi “ilerici” değerler kendi yöntemleri ve beklentileri ile yakaladılar. Nasıl mı?

(1) Yükselen burjuva devrim dalgası eşitlik, kardeşlik, özgürlük düşüncelerini de zirveye taşıyordu. Ulusal bağımsızlık, ulusun kendi kimliğini edinmesi, burjuva devriminin tüm insanlığa hitap eden idealleri çakışıyor ve ortaya aydınlanmacı, ilerici bir atmosfer çıkıyordu. Devrim dalgasının asli olarak burjuvaziye ait olmasının yanında proletaryayı da kapsayan bir “insanlığın kurtuluşu” ideolojisiydi yükselen.

(2) Bu dalga, ülkelere eşitsiz olarak dağılmış biçimde, proletaryanın önünü açacak dinamikler barındırıyordu. Ulusal kimlik kazanma süreci ile proletaryanın sınıf kimliği kazanması arasındaki mesafe devrim dalgasının içerisinde ve güncelliğinde kısalıyordu.

(3) Marx’ın “tarihsel uluslar” dediği kategori proletaryanın sınıflar dengesinde ağırlık kazanması açısından en elverişli zemini sunan ülkeleri kapsıyordu.

(4) Proletaryanın öne çıkacağı kuşak aynı zamanda Avrupa’nın siyasal haritasında mücadele ve eşitsizliklerin en fazla yoğunlaştığı yerler olmalıydı. Bu da, Çarlık gericiliğinin tehdidini en fazla hisseden coğrafyalar olacaktı. Yukarıda değindiğim genel ilericilik atmosferinin emekçi sınıf kimliğini beslemesi için çatışmanın keskin olarak yaşanıyor olması gerekiyordu. Aydınlanma düşünce ve mücadelesi, hedefin ilerilere taşınabildiği yerlerde düşmanını somut olarak karşısında görmeliydi. Örneğin Polonya’nın ulusal kurtuluşu teması böyle bir yoğunlaşma başlığını oluşturuyordu. 3

Tüm bunlardan yöntemsel olarak ne çıkıyor?

Marksizmin ulusal sorun başlığına ulusallık problematiğinin ötesinde sınıfsal ve siyasal kavrayışla yaklaştığı görülüyor. Proletaryanın, ve onun içinden çıkacağı havuzu anlatan aydınlanmacı hareketin önünü kesen ulusal süreçler gericidir; tersi işlev görenler ise ilerici. Bu kadar yalın…

Marx ve Engels’in sonrasında Avusturya Marksistleri ekolü, sosyal-demokrat hareketin içine burjuvazinin sömürge politikasının siyasal olarak desteklenebileceği fikrini sokmaya çalıştı. Bu yönüyle, 1914 ihanetinin ilk formülasyonunu da yapmış oldular. Marksist araştırmacı ve yorumcular genellikle Otto Bauer, Rudolf Springer ve diğerlerinin bu sosyal-şoven yanını deşifre etmekle yetinirler. Bu argüman doğru olmakla birlikte eksiktir. Eksiktir, çünkü tartışmanın “marksizmin bir iç tartışması olarak yürütülebilir” kalmasına kapıyı aralık bırakır. Çünkü bir dizi araştırmacı da, bizzat Marx ve Engels’in yazılarında benzeri şoven ya da Avrupa-merkezci tutumu arayıp bulabilmektedir. Gerçekten Marx ve Engels, çeşitli geri toplumlarda sömürgeciliğin toplumsal ilişkileri dönüştürerek ilerici bir rol oynadığını saptamış ve yazmışlardı.

Marx ve Engels’i II. Enternasyonal’in sosyal-şovenlerine hediye etmemek için elimizdeki ilk dayanak şudur: Bilimsel sosyalizmin iki kurucusu sömürgeciliğin ilerici misyonunu bir nesnellik olarak saptarlarken, Bauer’ler burjuvaziye siyasal destek sunuyorlardı. 4

Ancak bunun ötesinde daha köklü bir dayanağımız daha var: Avusturya Marksizmi sapması Marksist siyasetten yöntemsel olarak kopmuştur.

Marksizm uluslaşma ve burjuva ulusal devrim süreçlerine emekçi sınıflara sunduğu olanaklar açısından bakar. Marksizmin siyaset yönteminde ideolojik ve siyasal süreçlerde üzeri örtülü duran devrimci dinamikleri açığa çıkartmaya dönük bir arayış vardır. Avusturya Marksistleri başta buna ihanet etmişlerdir.

Ulusal azınlıklara kültürel özerklik verilmesi talebi, bir ulusal sorunun burjuva dünyada çözümü için geliştirilmiş bir öneridir. Oysa Marksizm ulusal soruna çözüm aramaz; ulusal sorunun açığa çıkartacağı devrimci dinamiklere gözünü diker.

Rosa Luxemburg ve onunla birlikte en fazla Anton Pannekoek’in adlarıyla anılan Polonya Sapmasının zaafı da benzeri bir noktada patlak veriyor.

Luxemburg’a göre, ulusal sorun kapitalizm koşullarında çözülebileceği kadar çözülmüştür. Ulusal mücadele burjuva devrimlerinin gündem maddesidir ve proletarya için hiçbir anlam taşımaz…

Luxemburg proletaryayı burjuva gericiliğine ya da demokrasisine eklemleme türü bir ihanete düşmez, tersine kendi perspektifini tam da bu politikanın karşı kutbu olarak kurgular. Ama emperyalist çağda ulusal kurtuluş ve kendi kaderini tayin hakkının olanaksız olduğu yolundaki genel ve doğru saptama, ulusal sorunun iç dinamizmini bir kenara koymasına yol açar. Oysa Marksizmin problematiğinin emperyalist çağda ulusal sorunlara çözüm bulmak ile hiçbir ilintisi yoktur. Ulusal sorun, tam da kapitalizm koşullarında çözümsüzlüğe mahkûm olduğu için, proletaryaya devrimci imkânlar sunar. Bu durum, burjuvazinin aydınlanmacılığı eşitlik-özgürlük-kardeşlik düşüncelerini, adalet fikrini taşımaya gücü olmamasıyla bir ve aynı olguyu anlatıyor.

“Rosa ile Lenin arasındaki ayrılığı yaratan ikisinin de neredeyse özdeş olduğu çözümleme yöntemi veya başlama noktası değil, somut durumun çözümlemesiydi.” 5 Bu satırların yazarı Davis’in, ne Luxemburg’u ne de Lenin’i anladığına inanmıyorum. İkisi arasındaki ayrım, somut durum çözümlemelerinde değil tam da çözümleme yönteminde ortaya çıkar. Luxemburg, Avrupa ilericiliğinin mihenk taşı olan Polonya sorununda kendi kaderini tayin hakkı savunusunu burjuvaziye mal edip reddederken, devrimcidir, çünkü burjuvaziyle aynı odaya girmeye tepki duymaktadır.

Ama aynı Luxemburg bu yaklaşımıyla Marksist değildir, çünkü Polonya’nın özgürlüğü talebinin Avrupa ilericiliğinin ensesindeki Çarlık ve işbirlikçilerine karşı bir alâmetifarika olmasında yatan ve proletaryayı ileri taşıyacak potansiyelleri görmemektedir. Luxemburg, siyasal dinamikleri uluslararası kapitalist işleyişin yasalarına bağımlı görmesiyle ekonomisttir. Lenin ise gözünü eşitsiz gelişmeye diker.

İkisi arasında somut durum çözümlemelerine ilişkin sorunlar ise dönem dönem önemsizleşmiştir. Emperyalist savaşa karşı tavır, bunun bir örneği. Daha çarpıcı örnek ise bence şu: Lenin ile Luxemburg’un tartışmaları, bir teorik anlaşmazlık olarak yıllarca sürer, ama acil bir siyasi sorun haline geldiği evre Bolşevikler için 1917 Ekimi ile başlar.

İKTİDAR KENDİ VURGUSUNU KOYAR

Bolşevik yazında öne çıkan iki isim Lenin ve Stalin, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesini başından itibaren ciddi bir teorik bütünlük içinde formüle ettiler. Bugünün Marksistlerini rahatlatmak ve her türden sapmalara karşı silahlandırmak açısından son derece güçlü ve dengeli bir yapı sundular. Lenin ve Stalin için, ulusun bilimsel tanımının yanında ulusun mücadelesi, kimliği, içerdiği devrimci potansiyeller gibi bir dizi öğe de vardır ve siyasal tavır alışlarda belirleyici olanlar tam da bu siyasal parametrelerdir.

Bu Rus Marksistleri için kendi kaderini tayin hakkı hiçbir zaman sınıflar mücadelesinden, proletaryanın çıkarlarından bağımsız bir ilkesellik kazanmadı. Batılı yazarların, kabalığını dillerinden düşürmedikleri Stalin, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını siyasal mücadeleye endeksli bir ilke olarak formüle ederken, keyfiliğe hiçbir şekilde düşmeksizin “bu ilkenin, kullanımının proletaryanın çıkarlarına uyumlu olması halinde anlam taşıyacağını” da ortaya koyabiliyordu:

“Ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı için savaşım veren sosyal-demokrasinin amacı, ulusun ezilmesi siyasetine bir son verme, bu siyaseti olanaksız kılma ve böylece ulusların savaşımını ortadan kaldırmaya, köreltmeye en aza indirmeye çalışmadır.” 6

Stalin’in 1913 broşürünün, Lenin ile birlikte Avusturya sapmasına Yahudi Bundculara ve Kafkas ayrılıkçı akımlarına karşı giriştikleri ideolojik mücadelenin esas vurgusu, ulusların kaderlerinin proletaryanın kaderine paralel olarak tayin edilmesi üzerinedir.

İktidar mücadelesi veren devrimcilerin proletaryanın öz çıkarlarının örgütlü olarak ifade edilmesinin önünü açmaya çalışmaları işin doğrusudur, yapılması gerekendir. Vurgunun bu yönde olduğu dönem, 1917 devrim dalgasında son bulacaktır. Bu kez öne çıkan, proleter olmayan toplumsal dinamikleri ulusal sorun başlığında gösterilecek performans ile devrime kazanma çabasıdır.

Davis’in Lenin ve Luxemburg arasındaki farklılığı somut durum çözümlemelerine indirgeyen yorumuna geri dönüyorum. Bu farklılıklar vardır, ama örneğin Rusya söz konusu olduğunda proleter çıkarların altını çizen tutum pratikte, ulusların kendi kaderini tayin hakkının geri plana çekilmesi anlamına gelecekse, 1917’ye kadar somut durum çözümlemesi açısından Polonya ve Rus Marksistlerinin karşı karşıya gelmeleri söz konusu olmayacaktır. Dönem, Luxemburg’un “ulusal kurtuluş temasını terk edelim”, Lenin ve Stalin’in ise “proleter kurtuluşun altını çizelim” tutumlarının her ikisini pratikte kucaklayabilen bir dönemdir. 7

Oysa Devrim işin rengini değiştirir.

E.H.Carr, araştırmasında bu değişimin ipuçlarını yakalamış; uzun da olsa aktarıyorum:

“…Rus İmparatorluğu’nun eski topraklarında milli tayin hakkı ilkesinin ortaya atılması, çok geçmeden can sıkıcı sorunların doğmasına yol açacaktı. Bu konulardan bazıları -özellikle Stalin tarafından- önceden tahmin edilmişti. Nisan 1917’de Stalin, milli tayin hakkıyla ilgili burjuva taleplerin geçerliliğine işaret ederken, burjuva bir rejimin kurulmasına bile yol açacak olsa, Transkafkasya’nın ayrılmasına bir itirazda bulunulamayacağını açıkça kabul etmiş görünüyordu:

‘Şahsen, Transkafkasya ve Rusya’daki gelişme düzeyini, proletaryanın mücadele şartlarını vb. göz önünde tutarak, Transkafkasya’nın ayrılmasına karşı çıkardım. Bununla beraber, eğer Transkafkasya halkları ayrılmayı istiyorlarsa, şüphesiz ayrılabilirler ve biz buna hiçbir biçimde muhalefet etmeyiz.’

“Bununla beraber Stalin daha 1913’te tamamen buna benzer bir durumda, müdahale etmenin partinin görevi ya da hakkı olduğunu vurgulayan nazik sorunu ortaya atmıştı:

‘Transkafkasya’daki Tatarlar millet olarak, diyelim Kurultayları çevresinde birleşebilirler ve beylerinin, mollalarının etkisine kapılarak eski düzeni kurmaya ve devletten ayrılmaya karar verebilirler… Sosyal demokratların bu meseleye müdahale edip millet iradesini belli bir yönde etkilemeleri gerekmez mi? Bu meselenin halledilmesinde Tatar kitleleri için en yararlı olacak kesin bir plan önermeleri gerekmez mi?’

“Stalin’in 1913’te, sadece parti propagandasının ve parti çizgisinin gereklerini düşündüğü, oysa 1917’de devlet icraatını göz önünde tutarak düşündüğü bir gerçektir…” 8

Carr’ın Stalin’in tutumlarına ilişkin başka değerlendirmeleri de var; beni burada bu kadarı ilgilendiriyor.

1917, Bolşeviklerin iktidarın sıcaklığını hissettikleri ve artık “biz iktidarda olursak, nasıl yapardık” sorusunu birinci satıra yazdıkları yıldır. Ve artık şu manzara kendisini dayatır:

Rusya’da gelişmişlik düzeyleri ve sosyal yapıları sonsuz çeşitlilik arz eden 200 halk vardı. Büyük Ruslar 1897’de nüfusun %43’ünü, devrim sonrasında batılı ülkelerden bazılarının ayrılmasıyla beraber %52’sini oluşturuyordu. Slav olmayan topluluklar nüfusun %22’si idi.

Sayı ve oranlardan daha önemlisi ise şudur: Çarlık, mutlakıyetçi ve tanrısal hükümdar kimliği, Ortodoksluk ve Slavlık motifleriyle, bunların olmadığı yerde, gerektiğinde baskı gerektiğinde uygarlık tekelini elinde bulundurmanın gücüyle bu halkları bir arada tutuyordu. Çarlığın yıkılması Baltık’tan Sibirya’ya, Kafkaslar’dan Asya’nın derinliklerine kadar uzanan devasa bir coğrafyada büyük bir boşluk yaratmıştır. Çarlık’ın bıraktığı boşluğu devrimin doldurması gerekiyordu.

Bolşeviklere bu yeteneği kazandıran, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı politikasının yolunu açtığı özgürlük, barış, kardeşlik ve sömürücü sınıflara karşı kin duygularıyla, bir kez daha “uygarlığın taşıyıcısı merkezi iktidar” işlevinin birlikte yoğrulduğu bir ideolojik yapılanma olacaktı. 9

Burada dikkat edilmesi gereken birkaç önemli nokta var:

Birincisi; halkların özgürlüğü ve eski düzene kin motifleri bir sosyalist deneyimin her evresinde vazgeçilmez yeri olan öğelerdir. Sovyet sosyalizminin ilk adımlarından itibaren enternasyonalizm, barışçılık ve sömürü düşmanlığı gibi ideolojik temalar etrafında kendisini kurmasının değeri verilmelidir.

İkincisi; kendi kaderini tayin hakkı ilkesinin altının çizilmesi, bu hakkın burjuvazi lehine kullanılmasına sessiz kalma anlamına gelmemiştir. Sovyet yönetimi askeri müdahale dâhil devreye girmiştir Ancak burada batılı uluslarla doğu halkları arasındaki farkın uygulamaya da yansıdığını saptamak gerek. Rus olmayan bir ulusun kaderini belirlemeye yönelik olarak askeri müdahaleye başvurulan örnekler Rusya’nın batısındadır. Finlandiya, Baltık ülkeleri, Ukrayna… Batılı sayılamayacak Gürcistan ise yeni Sovyet devletinin emperyalizme karşı güvence altına alması gereken Kafkas cephesinin güvenliği açısından kritik önem taşıyordu.

Bu ülkeler, içyapılarında burjuva sınıfının gelişmişliği, kapitalist dünya ile kültürel ve ideolojik etkileşim içinde olmaları, coğrafi konumları gibi nedenlerle, kapitalizm karşısında sosyalist devletin yumuşak karnını oluşturuyordu.

Ama doğu halklarının devrime kazanılması sürecinde farklı bir rota izlendi. Sovyet iktidarı, doğuda “risk almayı” seçti: Komünizmle İslam arasında köprüler kuran bir akımın önü açıldı. Kapitalizm öncesi toplumsal ilişki biçimlerinden sosyalist bir iktidara sıçratılan Asya’nın Müslüman toplumlarına, bir tür erken doğan Üçüncü Dünyacılık üzerinden yeni iktidara bağlılık duygusu kazandırıldı.

BOLŞEVİZMİN BİR ÜLKESİ VAR

Yukarıda Bolşevik kendi kaderini tayin hakkına devrim öncesinde proleter, iktidarın alınmasından sonra ise devleti korumaya yönelik vurgular konulduğunu anlattım. Söz konusu değişim Bolşevik kadrolar açısından belli sıkıntıları da içinde taşıdı.

Neydi bu sıkıntılar?

Lenin’i 1922’de hasta yatağından kalktığı sıralar hiddetlendiren ve Ruslara özgü sert polemik dilinin pervasızca kullanılmasına varan sorun, bir kısım Bolşevik yöneticinin Lenin’in kişiliğinde kristalize olan esnek politikalara Ortodoksça direnmelerinden kaynaklandı: Stalin, Orjonikidze, Dzerjinski… İki Gürcü ve bir Polonyalı.

Bir diğer direnç odağını Buharin 1919 Kongresinde temsil etmişti ve mutlak bir çoğunluğu kapsamına alıyordu. Buharin’in yaklaşımında Luxemburgcu izler bulmak mümkündür. Buharin ulusların değil “işçilerin kendi kaderlerini tayin hakkı”ndan söz edilmesini savunur. Lenin’e göre ise, bu tez ulusal sorun başlığını yok saymaktır, çünkü Buharin’in formülü zaten proleter devrim sorunuyla çakışmaktadır.

Bu teorik tartışmanın Bolşevik kadrolar arasında tutmasının nedeni, elbette Luxemburgculuk değildi. Bolşevik kadrolar ulusal dinamikleri kapsamak adına proleter hedeflerden sapma göstermeye rezerv koyuyorlardı. Bu rezerv partide bir sağlık işaretidir.

Diğer direnç odağına dönersek, karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor: Gürcü, Polonyalı, Ukraynalı bir dizi Bolşevik yönetici karşılarına milli bariyerler çıkma ihtimali karşısında, azınlık halkların özgün duyarlılıklarına özen göstermeyi reddediyorlar.

Lenin bu eğilimi karikatürize ederek, Stalin’i “Büyük Rus şoveni Gürcü” sözleriyle alaya alıyor 10 . Bu Bolşevik yöneticilerin Rus şoveni olmak diye bir konumları elbette yok; ama ortada başka bir sorun var:

Bolşevik iktidar Rusya dışında hiçbir Sovyet ülkesinde güçlü yerel sosyalist hareketlerle buluşamamıştır. Bolşevik partinin merkez komitesi üyelerinin Ukrayna’da, Gürcistan’da, Ermenistan’da, Azerbaycan’da, kimi zaman Orta Asya Türk bölgelerinde devlet yöneticiliği yapmak üzere adeta rotasyona çıktıklarını görürüz. Açıkçası, Bolşevizm doğduğu toprakların en gelişkin kültürel ve siyasal mirasına sahip ulusuyla özdeşleşmişti. Başka türlüsü de mümkün değildi.

Sovyet Rusya’da ulusal soruna çözüm arayan siyasal öznenin kendisinin ulusal bir kökeni vardı; kadro yapısının içinde Rus olmayan çok sayıda unsur bulunsa da bu böyleydi. Ve Sovyet iktidarının Rus olmayan topraklarda sosyalist inşa girişimleri, önünde sonunda belirli ölçülerde “dışarıdan müdahale” anlamı taşıyacaktı. Lenin’in özelliği, bu durumun yaratacağı komplikasyonlara karşı son derece uyanık olması, yerel yönetsel görevlerle donatılan kadroların ise doğdukları ülkelerde yabancı kalmalarıdır. Bu yabancılığın kendisinde kaçınılmaz bir yan vardır, çünkü sosyalist devrimin iç dinamiği bu coğrafyalarda oldukça eşitsiz ve birçok yerde de pek güçsüzdür.

Partinin Ekim Devrimi arifesini yansıtan ama oranlar itibariyle çok köklü değişimler geçirmeyen şu bileşimine göz atmak yeterli: Partinin Rusya’da üye sayısı 200.000, Moldavya-Ukrayna savaş cephesinde 60.000, Kafkasya’da 20.000, Orta Asya’nın bütününde 10.000…

Lenin’in uyarıları bir kuruluş döneminde atılacak ilk tohumların önemsenmesine denk geliyordu, bir. İkincisi, dünya savaşı sonrasında uluslararası haritanın kararsızlığını hâlâ koruduğu koşullarda kimi halkların emperyalizmin kucağına itilmesi ciddi bir olasılıktı. Lenin, her yolu kullanarak bu ihtimalin sıfırlanmasını savunuyordu. Lenin’in uyarıları çoğunlukla yerini buldu. Devrim kendisini ısrarla batı kapitalizminin parçası olarak görenler dışında hiçbir halkı dıştalamadan varlığını korudu.

Öte yandan kurulmakta olan yeni düzen ise farklı ulusların varlığı üzerinde yükselecekti ve Sovyet iktidarının önünde bu kaotik topluluğu bir arada tutacak çimentoyu üretme sorununu da dayatıyordu.

SOVYET SOSYALİZMİ-RUS SOSYALİZMİ

İç savaşın son bulması, bunu takiben emperyalizmin yeni Sovyet haritasını kabul etmek zorunda kalması, sınırlarda istikrar sağlanması, Orta Asya’daki Müslüman komünizm varyantından başarıyla geçilmesi ve bu dönemin dinci kadrolarının tasfiyesi (Sultan Galiyev 1923’te etkisizleştirildi)… Bolşevik iktidar 6-7 yıllık sürede siyasi iktidarını oluşturmuş oluyordu.

Siyasi iktidarın oluşmasının kendisi, başlarda değindiğimiz ideolojik yapılanma sorununa, Çarlığın gerisinde bırakacağı boşluğun nasıl doldurulacağına ilişkin olarak da adımlar atılması anlamına elbette gelir. Ama kaba bir dönemleme yapılması gerekirse, yeni iktidarın kendisini ideolojik olarak yapılandırma dönemi bundan sonra başlatılmalıdır. Bu dönem Sovyet deneyiminin ulusal politikaları açısından yeni bir evredir aynı zamanda.

Devrim döneminde ulusların eşitliği temasının öne çıkması, duyarlılığın azınlık halklara haksızlık yapılmaması üzerinde odaklanması ne kadar doğruysa, düzenin kuruluş ya da yapılanma döneminde en gelişkin ve en kapsayıcı olan öğelerin “eşitlikçiliği” biraz ihmal etmek pahasına öne çıkmaları da o denli doğal ve doğrudur.

1920’lerin ikinci yarısından başlayarak, ama esas itibariyle 1930’lar boyunca Sovyet ülkesinde oluşturulan yeni ideolojik yapıda Rus kültür ve geleneklerinin belirgin bir ağırlığı vardır. Muhalif, anti-Stalinist yorumculardan bu dönemin Rus milliyetçiliği olarak adlandırılmasına çokça rastladık. En sık verilen örneklerin de Çarlık generallerinin heykellerinin dikilmesi olduğunu hatırlarız.

Doğrudur, Çar generallerinin heykelleri dikilmiştir ama bunlar arasında örneğin Napolyon karşısında halk kahramanı kimliği kazanmış olan bir Kutuzov’un varlığı, seçimin belirli kıstaslarla yapıldığını gösterir.

1925 -1950 yıllarını kapsayan dönemde Sovyet iktidarına yöneltilen Rus milliyetçiliği eleştirisi, eleştirinin sahipleri tarafından örneklendirilebilir. Ama eleştiricilerin yanıtlamaları gereken kimi sorular da var:

-Çarlıktan kalan ideolojik boşluk nasıl doldurulacaktı? NEP döneminin nasıl bir kaç yıl içinde pro-kapitalist bir sınıf ve ona uygun ideolojileri yeniden ürettiğini gördükten sonra bu soruya gerçekten ciddi bir yanıt verilmelidir. Ciddi yanıtlar arasında proleter enternasyonalizminin bir toplumsal ideoloji olarak Sovyet halklarını sarmalayacağı türünden örnekler bulunursa, bunlar yalnızca hepimize “hoş” gelecektir.

-Sosyalizmin ortaya yeni bir kültür çıkartması kaçınılmaz olarak uzun bir sürecin işi olacaksa ve bu süreç boyunca siyasi ve ideolojik öncülük gibi bir işlev de mevcutsa, siyasal iktidar/öncü belirli tercihler, girdiler yapmak durumundadır. Bu girdilerin en ileri kültürel kaynakları kendisine temel alması sosyalizmin doğal tercihi değil midir? Halkların eşitliği ve kardeşliği adına dinsel önyargıların beslenmesi ya da gelişkin kültürlerle eşit görülmesi mümkün müdür?

-Öyle ya da böyle, Sovyet toplumu, dünya kapitalizminin yeni bir kriz ve savaş konjonktürüne kendi içinde derinlikli bir konsolidasyonla girmiştir. Bu konsolidasyonun Rus kültürünün öne çıktığı ve baskın olduğu bir iç yapılanma üzerinden gerçekleştirildiği doğrudur. Bunu beğenmeyenlerin mümkün gördükleri alternatifin aynı konsolidasyon sonucunu vermesi gerekir… Başka yolu var mıydı?

-Bu konsolidasyonu, hele savaş koşullarında şiddetle zedeleyen ve emperyalist saldırganla işbirliğine giren topluluklar, Stalin önderliği tarafından şiddetle ve toplu sürgünle cezalandırıldı. İnsanların yurtlarından edilmesi gibi, genelde insani tepki çekmeye açık bu müdahale tarzı, 20 milyon insanını savaşta yitirmiş bir ülke tarafından hayata geçirildiğinde “anlaşılır” hale gelmez mi? “Hayır” diyenlerin o günün yaralı ve yorgun Sovyet toplumunun koşullarını ne kadar ciddiye aldıkları kuşkuludur.

Sovyetler Birliğinde dönemsel ve ilkesel gerekçelerin tümü sosyalist ideolojik yapılanmada Rus unsurunun ağırlık kazanmasını teşvik ediyordu. Her şey bir yana, Sovyet halkından talep ettiği fedakarlık, dahası “kendini ateşe atma” düzeyi olağanüstü boyutlarda olan II. Dünya Savaşı’nın zaferle sonuçlanması için, adının “Büyük Anayurt Savaşı” konulması gerekirdi. Savaş ve zafer, yeni iktidarın Sovyet toplumuna 1925-39 döneminde giydirdiği giysilerin doğru seçildiğini yeterince kanıtlamaktadır.

Bu dönem boyunca Sovyetler Birliği’nin yakıcı bir ulusal sorunu da yoktur. Ama ulusal sorun, merkezi politikaların önemli bir parametresi olmaya devam etmiştir.

ULUSUN SONU-ULUSAL SORUNUN SONU: YÖNTEME DAİR BİR PARANTEZ

Yukarıda “ulusal sorun” kategorisinin bir niteliğini vurgulamak istemiştim: Ulusal sorun siyasal bir sorundur. Bu nitelemeden bir tanıma doğru ilerlemek istiyorum.

Sınıflı toplumlar var oldukça, insanlar arası ilişkiler sömürü mekanizmaları tarafından belirlenmeye devam ettikçe, ulus bir sorun kaynağı olmaya mahkûmdur.

Birincisi, sömürücü her sistem, çağımızda kapitalizm, kendisini ayrı bölmeler halinde tanımlama eğilimi taşır. Tarihsel koşulların bir araya getirdiği ve belli bir coğrafyada egemenliğini kurmuş olan her burjuva sınıfı kendi sömürü alanını tanımlamak ve diğer burjuvazilere karşı genişletmek güdüsü tarafından yönlendirilecektir. Ulusal devletlerin bugünkü iktisadi altyapısı, egemen burjuva sınıflarının varlığında vücut buluyor. Milliyetçilik belirli coğrafyalarda egemenliğini sürdüren burjuva sınıflarının rekabetine indirgenir kapitalizmde.

İkincisi, kapitalizmde, sermayenin uluslararasılaşması ile ulusal burjuvazilerin rekabeti birbirini koşullayan iki karşıt dinamiktir.

Üçüncüsü, her sömürücü sistem sömürülenleri kendi içlerinde ayrımcılığa tabi tutar. Kapitalizmde ezilen uluslar, her zaman daha düşük ücretle çalıştırılan, yedek sanayi ordusunun ana kaynağını oluşturan nüfus katmanlarıdır aynı zamanda.

Marksizm, tüm bunlardan kalkarak kapitalizm koşullarında ulusal sorunun kesin bir çözüme kavuşturulma olasılığını, aynı anlama gelmek üzere ulusal ayrımların silindiği, halkların barış ve dostluk içinde yaşayabilecekleri bir dünyanın kurulabileceğini reddeder. Ulusların varlığının bir sorun kaynağı olmaktan çıkmasının önkoşulu, sömürü ilişkilerinin dünya üzerinden silinmesinden başka bir şey olamaz.

Bu tarihsel çerçeve ulus kategorisinin maddi bir tanımının getirilmesini de olanaksız kılıyor. Örnek olsun, ABD Marksistleri zenci sorununu bir dönem ulusal sorun başlığı altında tartıştılar, ve doğru yaptılar. Kapitalizm altında bir ulusal sorundan söz etmek de, herhangi bir etnik grubun ulus olup olmadığını tartışmak da akademik bir analizin değil, siyasal bir değerlendirmenin sonucu olarak mümkündür. Kapitalizm koşullarında ulusal kimliğini siyasal dinamizmiyle sergileyen, mücadele eden her topluluk için bir ulusal sorun, bir ulusal kurtuluş sorunu mevcuttur.

Ulusların ortadan kalkması ve türdeş bir insanlığın oluşması komünizmle birlikte anılan bir ütopya . Bu hedefin bir ütopya olarak korunmasına hiçbir itiraz olamaz, olmamalı. Ancak bugünün mücadelesi, analizlerimiz ve somut perspektifler ile uzun erimli hedefler arasında bir alışveriş kurulabilmesi için, çoğunlukla ütopyanın bilimsel bir zemine çekilmesi, ya da ayaklarının bilime, nesnelliğe “erdirilmesi” gerekir.

Bağlamak istediğim ara sonuç şu:

Türdeş insanlık ütopyası, bugünün terimleri ile “gerçekçi” hale getirilmeye ihtiyaç duyuyor. Benim önerim, eşitlik, sömürünün sıfırlanması, her tür ayrımcılığın yok olması gibi bugünün terimleri ile anlaşılır bir çerçeve çizilmesi olacak.

Uluslara ilişkin “yok olma” ütopyamızı, ayrımcılığın yok olması ve eşitlik olarak günümüz diline çevirdiğimizde, vardığımız nokta şudur: Komünizm, insanların ve insan gruplarım birbirlerinden farklılaştıran ulusal özelliklerin bir siyasi sorun olmaktan çıkmasını sağlar… Ulusların yok olması ütopyası bir yana, sosyalist toplumun insana vaat edeceği, düşünülebilir ve anlaşılabilir gelecek yani gerçekçi hedef budur.

Ulusal farklılaşmanın bir siyasi sorun olmaktan çıkmasının ise iki boyutu var:

Bir, bu temanın üzerinde yükselen bir siyasi mücadele olmamalıdır.

İki, ulusal farklılaşma çıplak siyasetin değil başka mekanizmaların, örneğin kültür ya da eğitim politikasının, ya da doğa ve çevre koşullarına indirgenebilen müdahalelerin konusu olabilmelidir.

Marx ve Lenin’i birbirlerine bağlayan halka ulusal sorunu bir siyasal sorun olarak kavramalarıydı. Bu zeminin üzerinde “ulusal sorunun bitmesi ne anlama gelir” sorusunu koyuyorum; verdiğim yanıt şu oluyor:

Ulusal sorun, ulus olgusu çıplak siyasetin konusu olmaktan çıktığında biter.

Sovyet sosyalizmi bu anlamda ulusal sorunu çözmüştü. Çağımızda sosyalizmin başka tür bir çözüm keşfedebileceğini zannetmiyorum.

OLGUN SOVYET TOPLUMU ve ULUSAL SORUNUN SİLİNİŞİ

Yukarıdaki yöntem paranteziyle açılan alan dan Sovyetler Birliği’ne geri dönüyorum.

Emperyalist dünyanın sosyalizme karşı silahlı haçlı seferlerinin yerine soğuk savaşı tercih ettiği döneme girilmesi Sovyet düzeninin zaferidir. SBKP bu yeni dönemde, siyasal iktidar açısından sorunu olmayan, sosyalizmin iktisadi temelleri anlamında ciddi mesafe katetmiş olan, ideolojik biçimlenişinin ana direklerini de dikmiş bulunan sosyalist topluma olgunluk aşısı yapmak için ilk kez fırsat buluyordu. Bu politikanın Stalin’in adıyla anılmasına genel sekreterin zamanı yetmedi; sonrasında Hruşçov’un destalinizasyonu virajda savrulma tehlikesi anlamına gelecek, nihayet bir oturmuşluk, çözülmemiş birçok sorunun kendisine sinsice üretmesiyle birlikte, ancak 1960’lar ve 70’lerde sağlanacaktı.

“Olgun sosyalist toplum” devrimi yapan kuşağın ve sosyalist iktidarı sağlamlaştıran Stalin önderliğinin değil, başka kuşakların elinden çıkmıştır. Ancak Stalin önderliğinin, yeni dönemin ihtiyaçlarını gördüğü ve belirli girdilere yöneldiğini düşünüyorum. Burada, bu düşüncemi yalnızca bir bölme, ulusal sorun başlığı açısından örneklendireceğim.

Pravda gazetesi 1950’de dil sorunu üzerine bir tartışma açtı. Merkezi olarak açılan bu tartışmada Sovyet bilimcilerinin yaklaşımlar yelpazesi sergilendi ve esas olarak Stalin’in girdileri ile yeni bir çerçeveye oturtuldu.

Sonuç bir önceki dönemin “Rus kimliği” vurgusuna bir düzeltme getirilmesi olmuştur. Sergilenen yaklaşımlar arasında sosyalist toplumun yeni bir “insanlık dili” oluşturacağı biçiminde uç ya da ütopik görüşler de yer aldı. Stalin dengeyi şöyle sağladı:

“…sosyalizmin dünya çapındaki zaferinden önceki dönem… bu koşullar altında, ancak zafere ulaşan diller ile yenik diller bulunabilir.

“…sosyalizmin dünya çapındaki zaferinden sonraki dönem… Anlaşılır ki, bu koşullar altında birinin yenik çıkacağı ve ötekinin savaşımda zafere ulaşacağı iki dil bulunmayacaktır; ama ulusların uzun bir iktisadi, siyasal ve kültürel işbirliği sonucunda, karşı karşıya bulunan yüzlerce ulusal dil arasından önce en zenginleşmiş tek bölgesel diller ayrılacaktır, sonra da bölgesel diller bir tek ortak enternasyonal dil halinde birleşecektir, kuşkusuz, bu dil elbette ne Almanca, ne Rusça, ne İngilizce olacak, ama bölgesel ve ulusal dillerin en iyi ögelerini içeren yeni bir dil olacaktır.” 11 Kurulan bu dengede 1920’lerden başlayarak gelen Rus belirlenimli ideolojik yapılanmanın izini bulmak mümkün değildir. Üstelik bu denge, o günkü Sovyet tartışmacıları arasında kurulan bir pragmatizme değil, içinde bulunulan tarihsel koşullar ile komünist ütopya arasındaki bağları oluşturmaktadır. Sovyet önderliğinin ulusal sorunu kavrayışının bu ifadesi 1950’lerin başında bir olgunlaşmanın habercisidir.

Sovyet sosyalizmi kuruluş döneminde Rus, olgunlaşma döneminde enternasyonal kimliğin altını çizmiştir.

30 yılı aşkın bir süreye yayılan, ama daraltılmış haliyle 1970’ler için geçerliliği kesin olan bu yeni ideolojik yapılanmanın temel çizgileri şunlardır: Barışçılık, enternasyonalizm, halkların kardeşliği, farklı uluslar arasında fırsat eşitliği… Rus kimliği meşru sınırlarına çekilir; halkların kendi kültürel gelişimlerinin ve kültürler arası etkileşimin önü açılır.

Birkaç noktayı küçük parantezlerle beslemekte yarar var.

Bir; Rus kimliğinin geri çekildiği meşru hat, Rus ulusunun kültürel birikim başta olmak üzere tarihsel kimliği en gelişkin unsur olmasıyla belirlenir. Bu nesnel görece üstünlük durumu, ulusların arasındaki doğal bir asimilasyon sürecinde kime ne rol düştüğünün ipuçlarını da verir. Burası başlarken yaptığım bir vurguyu hatırlatmanın tam yeri: Bir ulusun diğer uluslar karşısında görece üstünlüğü altında yaşanan gelişim süreci, yalnızca sosyalizmin sağladığı altyapı mevcut ise, sorunsuz olabilir. Sosyalizm bu göreli eşitsizlik halinin siyasal sorunlara dönüşmesi için herhangi bir neden içermez. Ama bu çerçevenin kırıldığı noktada, eşitsizlik hallerinin çatışma nedenlerine dönüşmemesi için hiçbir neden kalmayacaktır.

İki; barışçılık ve halkların kardeşliği gibi motifler sosyalist bir toplum için üzerine basılabilecek en anlamlı ideolojik altyapıyı oluşturur.

Üç; ancak Sovyet sosyalizmi kapitalist bir dünya ile rekabet ve mücadele içinde yaşamaktadır ve “reel” sıfatı iç süreçleri de mutlaka etkiler.

Konumuz açısından bu etkiyi tek bir saptamayla sınırlandırmak istiyorum:

Kapitalizmle bir arada yaşamak bir mücadele anlamına gelir ve reel sosyalist toplumların iç ideolojik yapılanmasında bu mücadele nesnelliğinin üzerinde üreyecek ve aynı zamanda bu mücadeleyi besleyecek olan “kavgacı” bir kültüre de ihtiyaç vardır. Sovyet toplumunun kendi içinde egemen olan barışçılık, kardeşlik ve kültürlerin birlikte gelişimi gibi sosyalist öğeler, kapitalizm düşmanı bir kavgacılıkla desteklenmediğinde depolitizasyon dönüşür. Sovyet örneğinde özel olarak 1970’lerde ortaya çıkan tablo tam da budur.

Sovyet önderliğinin siyasal erke ve toplumun oturmuşluğuna fazlaca güven beslediği düşünülebilir. Çoğu zaman sanıldığının tersine Sovyet sosyalizminin yanılgısı, sosyalizme aykırı uygulamaların biriktirilmesinde değil, sosyalizmin geri dönülmez bir zafer kazandığına aşırı güven durularak, mücadeleci bir kültüre değil “oturmuşluğa”, buradan da toplumun depolitizasyonuna oynanmasındadır.12 Elbette bu tür bir yapılanmanın sorunlu yanlarını göremeyen siyasal öncü kadroların ideolojik önderlik görevlerini yerine getiremedikleri, üstelik getirebilecek bir ideolojik formasyonu da yitirmiş oldukları söylenmelidir.

ULUSALLIK: DEVRİM DİNAMİĞİNDEN GERİCİ KAOSA

Sovyetler Birliği’nde restorasyoncu dinamiklerin ortaya çıkartılmasından çözülüşün egemenliğini kurmasına topu topu üç yılda gelindi. Bu baş döndürücü sürecin ulusal sorun ayağına daha yakından bakmadan önce, bir kaç noktayı vurgulamak istiyorum.

İnsanlık tarihinde ulusal yükseliş burjuva devrimi ile çakıştığında gerçekten ilerici işlev üstlendi. Ancak aydınlanmanın ütopyalarına yakınlaşmak ya da kendi içinde proleter mücadelelerin zeminini güçlendirmek anlamında daha ileri çıkmış burjuva devrimlerine rakip olan uluslaşmalar gerici konumlar aldı. Ulusal oluşumun, ulusal hareketin evrensel olarak demokratik ve ilerici anlam taşıdığı görüşü doğru değildir.

Ulusal dinamiğin proleter devrimle ittifaka sokulduğu ikinci bir konjonktür ulusal harekete ikinci kez ilerici içerik kazandırdı. Ekim Devriminin kendi kaderini tayin hakkını esas alan politikasının hanesine yazılmalıdır bu gelişme.

Bu durumda bile ulusallık kendi içinde gerici bir yan taşımaksızın edememiştir. Bolşevizm’le ittifak kuran Orta Asya İslamcı-Türkçü akımları bunun bir örneğini oluşturur.

Sosyalist toplumların bu tabloya yaptıkları önemli bir ek daha var. Dünya devrim süreci uzun yıllar sacayağı üzerinden tarif edildi: Sosyalist ülkeler, kapitalist ülkelerdeki proleter mücadeleler ve bağımlı ülkelerin anti-emperyalist ulusal kurtuluş hareketleri.

Tablonun üçüncü ögesini var eden koşul, sosyalist ülkeler topluluğunun dünya üzerinde birincil önemde bir siyasal güç oluşturmalarından başka bir şey değildi. Bağımlı ülkeler ve bu ülkelerin gecikmiş uluslaşma dinamiklerinin kendinde bir devrimci nitelik taşıdıklarını iddia etmenin Marksizm açısından iler tutar bir yanı olamaz. Eğer Maoizmin ve ortodoksi karşıtlığını uçlara taşıyan batı yeni solunun zaman zaman yaptığı gibi, sınıf mücadelelerini eksen almayan ve proletarya sınıfı üzerinden kendi konumlanışını tarif etmeyen bir Marksizmden söz etmeyeceksek…

Uluslaşma süreçlerini 20. yüzyılın ortalarında yaşayan bir dizi Afrika ve Asya toplumunun sömürgeci-emperyalist batının dışında bir gelecek tasavvuruna sahip olmasının mümessili yalnızca Sovyet sosyalizmi olmuştur. Üstelik açık ve doğrudan kanallarla: uluslararası ilişkilerde verilen siyasi destekle, askeri yardımla, karşılıksız ekonomik yardımlarla, özgürlükçü, sömürü karşıtı, eşitlikçi ideolojisiyle…

20.yüzyıl tarihini sosyalizmin bu girdilerinden ayırırsak, “ulusal olmayan mücadeleler, ulusal mücadelelerden daha fazla anti-emperyalist olabilirler” 13 soyutlaması genel olarak gözlem sonuçlarını anlatıyor olurdu.

Ulusal dinamiklerin kendinde ilerici olmadıklarını son yılların gelişmeleri kanıtladı. Burada bir teorik belirlemenin daha yapılması yerinde olacak: Siyasal içeriği bütünüyle içinde yeraldığı tarihsel koşullara göre belirlenen bir kategori olarak ulusal sorunlar, “ulusal çözümler”e sahip olamazlar. Ulusal soruna, kendi alanının dışında belirlenimlere sahip olan parametrelere göre ve siyasal çözümler bulunur. Ulusal sorunun tanımdan kalkılarak uzanılacak bir ilkesel çözümü mevcut değildir.

SOSYALİZMİN ÇÖZÜLÜŞÜ ULUSLARIN KEŞFİ

Sovyetler Birliği’nde milliyetçiliğin sosyalizmin çözülüşünü hızlandıran etkisi değerlendirilirken, söz konusu hareketler için iki sıfat arasında bir tereddüt yaşanıyor: Etnik mi ulusal mı?

Ulusal kurtuluş hareketine kendinde ilericilik atfeden eski sol yaklaşım için bu elbette bir handikap oluşturuyordu. Sol söylemde, bu herhangi bir ilericilik içermeyen milli yükseliş için “etnik” sıfatının tercih edilmesinin böyle bir rasyonalitesi var. Bu rasyonaliteye bilimsel kıstaslar da eklenebilir. Örneğin anlamlı bir nüfus niceliğinden uzak olan ya da kültürel gelişimleri, birikimleri bir ortaklık zemini oluşturmaya elvermeyecek ölçüde cılız kalmış topluluklara bilimsel olarak “ulus” diyebilmek pek de kolay değildir. Ancak ortada, ulusal temalarla kendisini ve mücadelesini tanımlayan bir topluluk mevcutken, bu tartışma politik değil akademik bir sorun olarak kalacaktır. Oysa konumuz bütünüyle politiktir, çünkü Osetler ya da Misketler gibi küçük etnik grupların yanı sıra Ermeni, Azeri gibi milyonluk ve kendince kültürlü topluluklar da aynı gerici sürecin parçası olmuştur.

Dolayısıyla kendi payıma bu sorunu fazla ciddiye almamak yanlısıyım. Eğer istenirse, bir sürü batılı ve üçüncü dünyalı yorumcunun beğenmediği, Marx’a Avrupa-merkezcilik ya da keyfilik eleştirisi getirmenin vesilesi saydıkları şu eski “tarihsel olmayan” (nonhistoric) ulus kavramlaştırmasının tam da yeri olduğunu söyleyebilirim.

Davis’in Ermeni örneğinden kalkarak yaptığı şu saptama gerçeği anlatıyor: “Ulusçu propagandanın demokratik ve liberal bir yönü yoktu… Aynı biçimde Litvanya’daki ulusçu hareketin önderliğini de katolik Roma kilisesi yürütmektedir.” 14

Şubat 1988’de Karabağ’da Azerilerin gerçekleştirdiği Ermeni katliamı, aynı yıl Baltık Cumhuriyetlerinde Stalin dönemine ilişkin tarih çarpıtmalarının batı desteğiyle kitlesel muhalefeti ateşlemesi ve ekonomik bağımsızlık talepleri, 1989 Tiflis olayları, Haziran ’89 Özbek-Miskit çatışması, 1990’da Gorbaçov ihanetinin dağılma startı anlamına gelen KP’nin iktidar tekeli maddesinin 28. Kongre ile Anayasa’dan çıkartılması, ’91 Ağustosu’na kadar Litvanya, Türkmenistan, Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan’ın bağımsızlıklarını ilan etmeleri, Aralık ayında dağılmayı engellemek üzere Alma Ata Deklarasyonu ile yeni “birliğin” oluşturulması…

Bu süreci söz konusu ulusal toplulukların ulusal dinamiklerinin belirlediğini düşünmek büyük bir yanılgıdır. Kendilerini her zaman batıya yakın hissetmiş olan Baltık ülkeleri dışta tutulursa, dikkati çekmesi gereken bir öge Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecinde anti-Rus bir hareketten ziyade, komşu halklar arasında çatışmaların ön planda olduğudur.

Bir dizi ülkede, örneğin Orta Asya Cumhuriyetleri’nde sosyalist birliğin çözülmesi ile ortaya çıkan boşluğun dar, ulusal ölçekte doldurulması kaygusu bağımsızlık kararlarında belirleyici olmuştur. Sorun bir ulusal ezilmişlikten kurtuluş olarak değil, siyasal iktidarın likide edilmesi karşısında yeni iktidar alanları tanımlayarak toplumu konsolide etme gereği biçimini almıştır.

Toplumun barış ve enternasyonalizm ideolojilerinin temelini oluşturan sosyalist devletin ve düzenin tartışılmaz ilkelerinin likide edilmesi, bir yanda siyasal ve ideolojik içeriğin önemsizleştiği bir boşluk doldurma ihtiyacını dayatmış, öte tarafta ise emperyalizmin direkt olarak manipüle ettiği batıcı, prokapitalist hareketlerin önünü açmıştır. Ulus motifi, olsa olsa sosyalist ideolojik yapının yerine geçmek üzere arkadan gelen bir ögedir. Öne çıkan öğenin ulus ve ulusçuluk olması ise, Sovyet toplumunda Rus olmayan halkların ezilmiş ve yıllarca asimile edilmiş olduklarını değil tam tersine kimliklerini koruduklarını gösterir.

Sorunun ulusal ezikliklerden kaynaklandığı fikrinin karşısına sosyalizmin halklara sunduğu şu tablo çıkıyor:

Orta Asya Cumhuriyetlerinde aktif nüfusun eğitim düzeyi

15

Sovyet toplumundaki bu en geri halkların eğitim ortalaması “ulusal baskı” tezini saf dışı etmeye yeterlidir.

Özet olarak Sovyet topraklarında ulusların ya da kabilelerin keşfi sosyalizmin çözülüşünün doğurduğu boşluğun ürünüdür. Bu gelişmenin kökenini reel sosyalizmin bir tür ilk günahında aramanın hiçbir ciddi gerekçesi bulunmuyor. İlle de sosyalizme bir fatura çıkartılacaksa, 1991 yazı gibi çözülüş sürecinin aşağı yukarı tamamlandığı, sosyalizmin yenilgisinin örneğin ücretli emek sömürüsüne dönüş, işsizlik, dünya kapitalizminin sömürü çarkına katılma gibi alanlarda tescillendiği bir tarihe kadar komünist bir direncin ortaya çıkmamasına bakılmalıdır.

Kaldı ki, bir direnç ’91 darbe girişimiyle ilk kez ciddi biçimde ortaya çıktığında bile, komünistler yukarıdaki sosyalist ilkesel başlıkları değil, devletin bütünlüğü gibi sosyalizmin bağımlı bir değişkenini esas alıyorlardı.

SINIFIN ULUS ÜZERİNDE ZAFERİ

Sovyetler Birliği’nin çözülüşü ve sosyalist sistem olgusunun ortadan kalkması dünya devrim sürecini alt üst etti. Burada özel olarak ulusal kurtuluş hareketleridir konumu ve tanımı değişen.

Kendinde ilerici ya da devrimci bir kimlik taşımayan ulusal kurtuluş hareketleri kapitalizm ile sosyalizmin arasındaki mücadelenin belirlediği tabloda hem sıkışmış hem de geniş bir alan kazanmışlardı. Ulusal mücadele sırtını reel sosyalizme dayayarak bağımsızlaşmasının ertesinde, kimi örneklerde on yıllara varan bir özerkliğe sahip olabildi. Çoğu durumda yerel burjuvazilerin gecikmiş serpilişleri, uluslararası konjonktürün kapitalizm lehine döndüğü momentlerde bu ülkeleri batıya taşıdı. Pek az örnekte bağımsızlık hareketinin devrimci dinamikleri proletarya ve sosyalizmle buluştu. Burada önemli olan ulusal kurtuluşun sınıfsal tercihinin uzunca bir süreliğine belirsiz kalabilme olanağıydı. Bunu sağlayan tek faktör sosyalizm ile kapitalizm arasındaki mücadeleydi.

Bu durum bitti. Bağımsızlık hareketlerinin özerklik lüksü kalmadı. Tercih süresi daralmaktan öte, hareketin gelişme evrelerinde de kendini dayatmaya başladı. Ulusal mücadelenin sosyalizm alternatifinin zayıflaması karşısında kapitalizme çark etmesi ile mülk sahibi sınıfların sürece ağırlıklarını koymaları aynı sürecin paralel yönleridir. Bu dönüşüm, hiç zaman yitirmeksizin, örneğin İrlanda’da 1988’de, Güney Afrika’da 1989’da başlar, bunları önderliğinin sınıfsal yapısı 20 yıla yakın süredir belirginleşmiş durumdaki Filistin izler. Artık sosyalizm-kapitalizm kavgasında nefes alanı bulan ulusal kurtuluşçuluğun yerini, kapitalist dünya içi güç dengelerine endekslenen bir hareket vardır.

Sosyalizmin çözülüşünün sonrasında ulusal bağımsızlık hareketlerinin dünya devrimci sürecinin bir parçası olmaları da kesinlikle son bulmuştur. Ulusal hareket artık kendi içindeki sınıfsal ayrışmaya, kendi içindeki sınıf mücadelelerine göre proleter ve devrimcidir, ya da burjuva ve gericidir.

Anti-emperyalizm mi? Ulusal bir hareketin antiemperyalist sıfatını kendiliğinden hak etmesi diye bir şey zaten teorik değil olgusal ve dönemsel bir durumdu. Ulusal kurtuluşçuluk ve anti-emperyalizm kategorileri arasındaki mesafe artık açılmıştır, ikisi birbirlerini koşullayan nitelikler olmaktan çıkmıştır. Bugün emperyalizmle tam anlamıyla iç içe onlarca ulusal hareket Balkanlardan Kafkaslara, Britanya adalarından Afrika’nın uçlarına kadar hüküm sürüyor.

Sovyet deneyinin uluslararası ilişkilere sunduğu devrimci ama sosyalist olmayan bir hediyeydi bu. Dünyamızda burjuvaziler, orta sınıflar, bir yandan kendi toplumlarındaki proleter gelişimin yollarını tıkamaya uğraşırken, uluslararası arenada devrimci bir rol üstlenebilmişlerdi. Dünya ölçeğinde her şeyi belirleyen sınıflar mücadelesinin belirli ölçeklerde siyaseti belirleyemez hale gelmesidir bu durumun adı.

Geleneksel solu kimi açılardan dejenere eden öğeler arasında bir dönem, bu da işlev gördü. Kapitalist olmayan yol politikasının “global sorunlar” ideolojisine evirilmesi ne temelsizdir ne de rastlantı.

Şimdi reel sosyalizmin dünyaya sunduğu bu girdiler bitti, ve bir Marksist saptamanın önü sonsuz olarak açıldı: Sınıfsal eksen, sınıf mücadelesi, sınıf kimliği öteki her şeyi belirleyecek. Ulusal bağımsızlık, ulusal kurtuluş kategorilerine reel sosyalizmin lütfettiği devrimci kimlik, eğer bu hareketlerin proletaryaları sahiplenirse var olacak…

Sovyet deneyimi 200 halka kurtuluş yolu gösterdi. Sosyalizme her açıdan bağlayarak, en ileri en gelişkin öğelere yaslanarak… Kaçınılmaz biçimde, geri öğelerin pahasına. Bu süreç kendi içinde özgür dinamizmini yaşamaya devam edebilseydi, kurtuluş yolunun doğru olduğu tarih tarafından da kanıtlanacaktı. Sürecin zedelendiği nokta burasıdır.

Sovyet deneyimi, kapitalizme karşı kavgacı halklar değil, barışçı ve sinik, birbirleriyle barışık toplumlar üretti. Bu durumun reel sosyalizm açısından içerdiği zaafı saptayalım. Ama ulusal sorun söz konusu olduğunda, sosyalizmin bu konuyu “sorun” olmaktan çıkartabildiği gerçeğini de görelim. Üstelik Marksistlerin ve sonra Bolşeviklerin yıllar boyu koydukları, ulusal çözümün proletaryanın çıkarlarına ters düşmemesi rezervine de uygun olarak…

Dipnotlar

  1. Lenin; “Milliyetler Sorunu ya da Özerkleştirme”, 1922; Doğu’da Ulusal Kurtuluş Hareketleri, Ant yay., Çev: T.Ağaoğlu, İst 1970; içinde; s.380;(düzeltilmiş çeviri).
  2. Lenin; Collected Works, c.22, Progress Pub., Moskova; ss. 340-1.
  3. Tüm burjuva demokratik devrim süreçleri kendi içinde proleter bir ağırlığın açığa çıktığı moment ya da kesitleri de içerir. Bu momentler çoğunlukla mülk sahibi sınıfların ulusun çıkarlarının taşıyıcısı olamadıkları konjonktürlerle çakışmıştır. Jakobenlerden, İtalyan devrimci demokratlarına, Orta Avrupa’daki örneklere, hatta 20.yüzyılın, sonu ister sosyalist devrime isterse bir dönem adı “kapitalist olmayan yol”a çıkmış devrimci demokrat iktidarlara açılsın, bir dizi devrim deneyine kadar bu özellik saptanabilir.
  4. Avusturya Marksistlerinin kültürel özerklik sloganları Lenin ve Stalin tarafından işçileri yapay olarak bölme sonucu itibariyle de eleştirildi.
  5. Davis, Horace B., Sosyalizm ve Ulusallık, çev: Kudret Emiroğlu, Belge yay. îst., Ekim 1991, s. 82.
  6. Stalin; Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, Sol yay., çev: Muzaffer Ardos, İst., Kasım 1977; s. 27.
  7. Stalin’in Polonya sorunu üzerine söylediklerini hatırlayalım: “19. yüzyıl ortalarında, Marx, Rus Polonyası’nın ayrılmasından yana çıktı, ve o sıralarda, üstün bir kültürü, onu yıkan aşağı bir kültürden kurtarmak söz konusu olduğu için, haklıydı da… “19. yüzyıl sonlarında, Polonyayı Marksistler, daha o zamandan Polonya’nın ayrılmasına karsı çıktılar, ve son elli yıl boyunca, Rusya ile Polonya’nın iktisadi ve kültürel bir yaklaşması yönünde derin değişiklikler ortaya çıkmış bulunduğuna göre, onlar da haklıydılar… Ama bu, Polonya’nın ayrılma sorununun yeniden gündeme girebileceği bazı iç ve dış konjonktürler olanağını elbette dıştalamaz.” (Stalin; a.g.e., s.29) Luxemburg’da bir iktisadi tahlil ve bundan çıkarsanan ilke tavrı belirler; Stalin, bir dizi parametreyi devreye sokarak somut durum çözümlemesi yapar.
  8. Carr, E.H.; Bolşevik Devrimi 1, Metis yay., çev: Orhan Suda, İst., Kasım 1989; ss. 244-245.
  9. Davis ile Carr, İç Savaş döneminde Bolşevik iktidarın ulus politikasının değeri konusunda anlaşamıyorlar: Carr: “…1918’de, eski bağımlı halklarda eski sadakat kalmamış gibiydi. Milliyetçilik dalgası yükseliyordu. Ama Lenin, milliyetçiliğin devrimci yanlarını çoktan fark etmişti ve en sağlam hareketin, seli karşılamak ve belirli bir yöne sevk etmek olacağını düşünmüştü. İç savaş bu tezi parlak bir biçimde doğruladı. Ayrılma hakkının kayıtsız şartsız tanınmış olması sadece Sovyet rejiminin azgın bir milliyetçilik selini önlemesini sağlamakla kalmadı başka hiç bir şey bunu gerçekleştiremezdi fakat, rejimin itibarını, bağımlı milliyetlere hiçbir ayrıcalık tanımayan çarların Pan-Rusya geleneğine göre yetişmiş ‘beyaz’ generallerin itibarından çok daha üstün kıldı; Ruslar ya da Büyük Ruslar dısında kalan unsurların hakim olduğu, iç savaşın kesin muharebelerinin verildiği sınır bölgelerinde bu faktör, Sovyet davası lehinde son derece büyük bir rol oynadı” (Carr, a.g.e., ss. 238-9)Resmi bolşevik tezini benimseyen Carr, bu değerlendirmesini Stalin’den bir alıntıyla destekliyor: “Rus proletaryasına besledikleri sessiz duyudaşlıktan ötürü bu generallerin kuyusunu kazan eskinin ezilen halkları olmasaydı… bu generallerin bir tekini bile yenemezdik” (Stalin’den aktaran Carr; a.g.e., s. 239) Davis: “Sovyetler Birliği’nin varlığını sürdürmesinde Bolşeviklerin uluslara karşı siyasetinin önemini abartmak söz konusu olamaz…” (Davis, Horace B.; Sosyalizm ve Ulusallık, Belge yay., çev: Kudret Emiroğlu, İst., Ekim 1991; s. 117) Yazar, önemli bir bölümünün ulusal duyguları gelişmemiş olan azınlık halkların Sovyet iktidarından yana olmalarını, beyaz generallerin eski baskı düzeninin temsilcisi olarak tanınmalarına bağlıyor. Bolşevik politikanın etkisiz eleman sayılması anlasılır gibi değil. Bu yazıyı kaleme alırken Davis’in, Mart 1919 8.Parti Kongresinde ulusların kendi kaderini tayin hakkının programdan çıkartıldığını yazdığı dikkatimi çekti. (Davis; a.g.e., s. 118) Elimin altındaki kaynaklarda böyle bir kararın alındığına dair veri bulamadım. Yalnız Kongrede Buharin’in sözcülüğünü yaptığı ve geniş kabul gören tezin ulusların kendi kaderini tayin hakkının programdan çıkartılmasını öngördüğü biliniyor. Carr, Lenin’in yalnız kaldığını ancak sonunda görüşünü kabul ettirdiğini yazıyor. (Giliov’un, yalnız kalanın Buharin olduğunu ima ederken gereksiz bir abartma yaptığı ise açık: S. Giliov; Lenin’in Ulusal Sorun’u Üzerine, Amaç yay., Çev: Gül Aysu, İst., Haziran 1989; s.9l-92) Lenin’in formüle ettiği karar maddelerinde kendi kaderini tayin hakkı ifadesi kullanılmıyor, ama daha net bir tanım olarak “sömürgelerin ve bağımlı milliyetlerin ayrılma hakkı” kabul ediliyor. (Carr; a.g.e., s.249) Lenin’in Kongreye sunduğu raporu Türkçede bir diğer kaynakta bulmak mümkün(Lenin; Doğu’da Ulusal Kurtuluş Hareketleri, ss. 277-283). Bu durumda Davis’in kitabını basan yayınevinin çevirisinden kuşku duymaya başlıyorum. Kongre kararına ilişkin kitapta bir çeviri hatası varsa buna fazla şaşırmayacağımı söylemeliyim; “tek ülkede sosyalizm”i “bir ülkede sosyalizm”, “toplumsal işbölümü”nü “emeğin toplumsal bölünmesi” diye yazan bir çeviriden böyle bir hatayı da beklemek gerek!
  10. Lenin; Doğu’da Ulusal… ; ss.380-386. Lenin, Stalin’de gördüğü yanlışı şöyle açıklıyor: “Bana kalırsa Stalin’in aceleciliği ve kendini salt yönetime kaptırıp gitmesi, ünlü ‘milliyetçi sosyalizm’e duyduğu garazla birleşince olan oldu.” (a.g.e. ss.381-2) Sorun, Kafkasyalı milliyetçi-sosyalist yerel yöneticiler karşısında Stalin ve diğerlerinin, Lenin’inyorumuna göre, özensiz davranmaları.
  11. Stalin; Son Yasalar 1950-1953 içinde, “A.Holopov Yoldaşa Mektup” (28 Temmuz 1950); Sol yay., çev: M.Gaziturhan, Ankara 1977; ss. 56-57.
  12. Türkiye’de birkaç kez gösterime giren Nikita Mihalkov’un “Beş Akşam” adlı eserini izleyenler filmin orta yaşlı kadın tipini hatırlayacaklardır. 1960’lı yıllarda kadın, geçmişte korkunç bir çabayla çalıştıklarına, büyük zorluk ve özverilere katlandıklarına değinir ve bitirir: “Yeter ki savaş olmasın” Bu sözler, bir yanıyla Sovyet insanının mevcut düzenin savaş üretmeyeceğine duyduğu güveni, bir başka taraftan beklentinin çekildiği geri/savunmacı hattı, son olarak da söz konusu kuşağın sosyalist düzenle kendi arasında kurduğu güçlü bağı anlatıyordu. Yine bu sözler, kadının gençlerle kendi kuşağını ve mevcut konumu ile duyuramadığı özlemlerini nasıl karşılaştırdığını da yansıtıyordu. Gençlerin sosyalist düzenle kurdukları böylesine bir bağ yoktu! “Beş Akşam” yalnızca bir örnek. 70’li yılların Sovyet sineması, her biri partili ama durağan yaşamında anlam yitimine uğramış “aydın” ya da sosyalist düzenle barışık ama bütünüyle depolitize “sıradan insan” tiplemeleriyle dolup taşar.
  13. Gibbon, Peter; “Imperialism and the national question: Some errors and sone theses”, Journal of the Faculty of Arts and Social sciences, University of Dar es Salaam, c.IV, no.2, 1979, s. 240.
  14. Davis; a.g.e., s. 152.
  15. Chauvier, Jean-Marie; Sovyetler Birliği: Ekonomik ve Siyasi Gelişmeler (1917/1988); çev: Temel Kesoğlu; BDS yay., 1990; s. 213.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×