Serpil Sancar’ın Kaleminden Türkiye Modernleşmesi ve Kadın: “Şeytan Erkekler, Mağdur Edilen Kadınlar”

Download PDF

Serpil Sancar

Türk Modernleşmesinin Cinsiyeti: Erkekler Devlet, Kadınlar Aile Kurar

İstanbul: İletişim Yayınları, 2012

339 sayfa

Serpil Sancar’ın Türk Modernleşmesinin Cinsiyeti: Erkekler Devlet, Kadınlar Aile Kurar başlıklı kitabı İletişim Yayınları tarafından yayımlandı. Başlığından da anlaşılabileceği gibi, modernleşme sürecinde kadının konumunu Türkiye örneğinde inceleyen kitap, “eril” olarak tanımlanan modernleşmenin bir eleştirisini yapmayı amaçlıyor. Kitaba ilişkin daha ayrıntılı bir değerlendirmeye geçmeden önce modernleşme ve kadın konusunda belli başlı birkaç noktayı belirtmekte fayda var.

Burjuva modernleşmesi, Avrupa’da başta soya dayalı hiyerarşilere; gecikerek geldiği Türkiye’de ise özellikle din, mezhep, cemaat kimliklerine dayalı ayrımcılığa karşı bir “tekleştirme” hamlesidir. Bu tür bir homojenleşme, herkesin devlet karşısında ve hukuk katında eşitlenmesi ideali anlamında olumsuz bir gelişme değildir; tersine kan, din ve cemaat kaynaklı hiyerarşileri ortadan kaldırmayı öngörmesiyle bir ilerlemedir. Ancak bu eşitlik ideali maddi eşitsizlikleri ortadan kaldırmayı öngörmediği için eksiktir. Ayrıca, bilindiği gibi, özellikle burjuva modernleşmesinin geciktiği coğrafyalarda eski yapı varlığını büyük ölçüde korumuş; eski ile yeninin karmaşık biçimde eklenmesi zaten dar tanımlanan eşitlik idealinin gerçekleşmesine yapısal sınırlar koymuştur.

Kadınlar söz konusu olduğunda ise, burjuva modernleşmesinin en ileri noktası kadının hukuksal olarak erkekle eşitlenmesi; bu eşitliği gündelik hayata yansıtacak bilince ulaşmasıdır. Burjuva modernleşmesi bu nedenle kadına hukuksal statü ve eğitim dışında bir vaatte bulunmamıştır. Ancak bu vaatler, burjuva modernleşmesinin ileri örneklerinin gözlemlendiği ülkelerde bile bütünüyle hayata geçirilmemiş; modernin modern-öncesi yapıyla eklemlendiği pek çok toplumsal alanda yapısal olarak imkansız kılınmıştır. Sosyal devlet düzenlemeleri gibi maddi koşulların kısmi olarak iyileşmesini ve, örneğin, kadınların çalışma hayatına katılması için çok önemli olan çocuk bakımı gibi konularda devlete görevler yükleyen uygulamalar ise, sınıflar-arası mücadelelerin yoğunlaştığı bir döneme aittir. Özellikle emekçi kadınların mücadelesi ve solun artan gücü, burjuva modernleşmesinin sınırlarını ihlal eden pek çok hakkın elde edilmesini sağlamıştır.

Böyle bakıldığında modernleşme süreci, sınırlı ama değerli bir deneyimdir. Aynı zamanda emekçi sınıflar için daha ileri olanın hedeflenmesi için kayda değer bir altyapı sağlamıştır.

Bu temel noktaları hatırlattıktan sonra Serpil Sancar’ın kitabına ilişkin olarak öncelikle şunu söyleyelim: Türkiye’de son yıllardaki liberal düşünsel ve akademik üretimle tanışık olanlar, kitabı okumaya başlarken Sancar’ın da yumruklarını 1930’lar üzerinde çalıştıran bir Kemalizm eleştirisi yaptığını varsayacaklardır. Ancak Sancar, kitabın amacını, muhafazakarlıkla modernliğin (ya da milliyetçiliğin) bir senteze ulaştığı 1945-65 dönemini ele almak şeklinde açıklıyor. Halbuki, bu açıklamanın aldatıcılığı kitabı okurken ortaya çıkmaktadır. Sancar’ın açıklamasına dayanarak, Türkiye’de kadınların bugün karşılaştıkları ataerkil-gerici saldırıyı anlamak için büyük önem taşıyan bir dönemin nihayet incelendiğini zannedenleri hayal kırıklığı bekliyor. Çünkü, birincisi, Sancar bu dönemi eleştirmeye 300 küsur sayfalık kitabın ancak son 70 sayfasında gelebiliyor. İkincisi, bu 70 sayfadaki analizini de Türkiye tarihyazımında liberal ezbere kurban ederek, “bir kötülüğü anti-Kemalistler de yapmış olsa Kemalizmle1 süreklilik içinde yapmışlardır” şeklinde basitleştirebileceğimiz bir çerçevenin ötesine geçemiyor. Bu nedenle, baştan söyleyelim ki; Sancar’ın analizinden, dini-geleneksel değerlerin kadın ve aileye ilişkin düzenlemelerde esas alınmaya başlandığı, siyasal dilde taşra değerlerinin kutsandığı bir dönemin kadınların hayatını nasıl etkilediğine ilişkin doyurucu bir değerlendirme çıkmıyor.

Aslında Sancar’ın kitabında eleştirilecek birden fazla başlık olması bu eleştiri yazısının kurgulanmasını zorlaştırdı. Modernleşme ve feminizm tartışmasının iç içe geçtiği kitap, çok sayıda ve birbiriyle ilişkisi iyi kurulmamış alt-tezlere bölünebilir. Bu yazıda, yazarın modernleşme üzerine söyledikleri merkeze alınarak, diğer noktalar ise göz ardı edilmemeye çalışılarak kitabın bir incelemesi yapılıyor. Ancak bu kitap üzerine yazılabilecek eleştirilerin buradakinden daha ayrıntılı olabileceğini de belirtelim.2

Tarihselliğinden Koparılmış Ataerkillik: “Erkeğin Özü”

Cinslerin biyolojik farklılığını bugünkü toplumsal eşitsizliklerin nedeni sayanları ciddiye almayacaksak, insanlık tarihi içerisinde “ataerkilliği” doğuran koşullara ilişkin bugün artık fikir birliğine ulaşılmış olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla, “ataerkillikle” toplumların üretim koşulları arasındaki koşutluk bugün tarihsel verilerle de desteklenmiş tartışmasız kabul gören bir gerçek.

Kadın konusunda çalışan Serpil Sancar’ın bu koşutluktan habersiz olduğunu düşünmek doğru olmaz. Ancak, Sancar’ın kitabı, insanlık tarihi üzerinde konuşurken hepimizin üzerinde uzlaşabileceği bir konunun modern dönemin analizinde nasıl tamamen buhar olabileceğinin bir örneği.

Kitapta bu tarihsel bilgiyi açıktan reddetmemekle birlikte Sancar, anlatısını neredeyse bütünüyle kadını köle yapmak isteyen “şeytanlaşmış erkekler” varsayımı üzerine kuruyor. Bu yaklaşım, kendisinin de sahiplendiği feminist analizin, erkek ve kadının konumunu ele alırken “özcülük” yapmaktan kurtulamamasının –buna ilişkin özeleştiri yapılmış olsa bile- bir yansıması olarak kabul edilebilir. Kitabın farklı yerlerinde değişen dozda görülen bu “özcü” yaklaşım nedeniyle, modernleşme ve kadın ilişkisi tarihsel süreç içerisinde kronolojik anlatılmış olmakla birlikte, tarihsel bir yöntemle açıklanmıyor. Bunun göstergelerinden biri, dönem ve mekandan (sömürgeci-sömürge; Osmanlı, erken Cumhuriyet Dönemi, 1945-65 dönemi) bağımsız olarak erkeklerin kadınlara karşı kendi çıkarlarını gözettiklerinin varsayılması. Bu tarih ve mekan dışı önkabul nedeniyle, her türlü sınıf, yaş, statü farkından azade olan erkek varlığına, kadını eve kapatmakta ve ona çocuklarının bakımını yıkmakta çıkar ortaklığı olan bir öz atfediliyor. Halbuki, bilindiği gibi kapitalizm koşullarında birikim modelinin ihtiyacına göre kimi zaman kadınların eve kapatılması kimi zaman ise aktif çalışma yaşamına katılmaları teşvik edilebiliyor. Kapitalizmin ihtiyaçlarının belirleyiciliği göz ardı edildiğinde ise, eve kapatma-işe koşma denkleminde sorumluluk tamamen erkeğe yükleniyor. Bu durumda kadın mücadelesi, temelde erkeklere karşı bir mücadele olacağından erkeklerden bağımsız kılınarak örgütlenmesi gerekiyor. Farklı siyasal ve sosyal olgulardan bahsedildiğinde bile bu erkeklik ve kadınlık tanımı bir altmetin olarak bütün analize sirayet ediyor.

Örneğin; Sancar, ulus-devlet oluşumunda zorunlu askerlik, ilköğretim gibi uygulamalarla hayata geçirilen “vatandaş yetiştirme” projesinin “eril modernliğe” yol açtığını ve böylece “erilliğin” belli bir tarihsel oluşum içerisinde tahkim edildiğini söylese bile bu yeni dönem ile önceki dönemin “erilliği” birbirinden çok farklı olmadığı gibi, her iki dönemde de “erilliğin” nedeni erkeklerin iktidarı. Dolayısıyla, erkeklerin çıkarları, büyük tarihsel çalkantılara, dönüşümlere rağmen değişmeyen bir özden üretilmeyi sürdürüyor.3

Halbuki Sancar’ın özcü bir erillikle tanımlamayı tercih ettiği dönem, aslında büyük bir dönüşüme tanıklık ediyor. Siyasi düzlemde bakacak olursak; burjuvazinin iktidarı ile birlikte yükselen “eşit vatandaşlık” talebi, kadınları başından itibaren dışlasa da, ilk kez kadınlara bu söylemi kendi eşitlik talepleri için kullanma olanağı veriyor. Yeni koşullarda, kendilerinden sakınılan seçimlerde oy kullanma hakkı için -ki bu hak mülksüzlere de tanınmak istenmiyor- mücadele eden kadınların sokağa çıktığını görüyoruz.

Kadınlara örgütlenme ve sokağa çıkma alışkanlığı kazandıran şey ise, Sancar’ın analizinde hiç bahsetmediği kapitalist dönüşüm ve kapitalist dönüşüm sürecinde ortaya çıkan sınıf hareketi. Ulus-inşa sürecini eleştirmek adına, tarih anlatısında yerel etkileri giderek daha fazla ihmal edilen bu dönüşüm, kadınların erkeklerle birlikte ya da ayrı olarak örgütlenmesinin altyapısını sağlıyor. Kadın emeğinin fabrikalarda toplanması, kadınların tarımdan farklı olarak kendi aile fertlerinden oluşmayan erkeklerle bir arada çalışmaya başlaması, tamamen kadın emeğine dayanan üretim mekanlarında kadınların topluca birlikte çalışması, bu emekçi kadınların din-gelenek boyunduruğunun zayıfladığı kentsel mekanlarda yaşaması bugün kadınlar hakkında yaptığımız tartışmaların maddi altyapısını oluşturdu. Dolayısıyla, kadınların hak ve özgürlük talepleri, Sancar’ın kadın mücadelesinin gelişimini atfettiği oldukça dar kapsamlı feminist kadın toplantılarından ziyade, emekçi kadınların sömürüye ve ikinci sınıf insan muamelesine karşı başkaldırısıyla gelişiyor. Buna ek olarak 18. yüzyıl sonundan itibaren önü açılan devrimci süreçlerde kadınların oynadıkları etkin rol, devrimci kadın kuşakları yetiştirdiği gibi, emekçi kadınların öncülük ettiği kadın mücadelesini de besliyor.

Sancar bu dönüşümün genel ve yerel etkilerini büyük ölçüde görmezden gelmiş olmakla birlikte, aynı tarihsel kesite erkek patron ile erkek işçinin “aynı özü” taşıdıklarını kanıtlamak için eğiliyor. Kitabın bu bölümünde, erkek işçilerden yeni endüstriyel üretim düzeninin ayrıcalıklıları olarak bahsediliyor. Ayrıca kadınlara kıyasla erkek işçilerin çok avantajlı oldukları, onların da burjuvalar gibi kendilerine hizmet edecek ve çocuklarını yetiştirecek ev kadınları istedikleri iddia ediliyor. Günde 15-16 saat çalıştırılan bu “ayrıcalıklı erkeklere” karşın burjuva kadınları yeni düzenin mağdurları arasında sayılıyor. Kapitalizmin kadın ve erkek işçiler arasında yarattığı ücret farkları, sendikaların yanlış hedefe yönelerek kadınların çalışmasına karşı çıkması, endüstriyel toplumdaki erkek işçi anlatısını haklı çıkarmak için birkaç defa vurgulanıyor. Sonuç olarak, Sancar, emekçi sınıfların mücadelesi açısından olduğu kadar, kadın-erkek eşitliğinin sağlanması için de büyük önem taşıyan ortak mücadeleyi, ortak örgütlenmeyi bazen açık bazen kapalı bir biçimde reddediyor. Kadın mücadelesini çoğunlukla feminist kadın derneklerine indirgeyerek ele alıyor.

Sınıfların kadın sorunu analizine dahil edildiği birkaç sayfadan yapılan şu alıntılar, Sancar’ın endüstriyel toplumun ürettiği yeni ilişkilere yaklaşımını anlamak için oldukça açıklayıcı:

Fabrikadaki endüstriyel makinenin işleyişi ise erkek-kas gücünü kullanır; karşılığında erkeğe para, kendine bağımlı bir kadın ve aile yaşamı, toplumsal hoşgörü ve ayrıcalıklar sunar. Ev kadını kendi adına sosyal güvenlik haklarından bile mahrumken, erkekler, bunlara ilaveten, para kazanıyor olmanın getirdiği serbestlikten de yararlanırlar” (s. 24).

Bu satırlara itibar edilecekse, kapitalizmin bir saadet rejimi sunduğu erkek işçinin cebinde parası, başından beri tanınan (!) sosyal güvenlik hakları, evde kendine bağımlı bir kadın varken neden bir de sınıf mücadelesine soyunduğunu anlamak mümkün olmayacaktır.

Hem sermaye sahibi erkekler hem de fabrika işçisi erkekler kapitalist devletin ve kamusal alanın şekillendiricisi olarak, siyasal rejimin erkek deneyim odaklı yeni kurumlarına imzalarını attılar” (s. 31).

Bu durumda şu soruyu tekrar sormak ve kitaba getirdiğimiz “özcülük” eleştirisini yinelemek gerekiyor: “Nedir bu farklı sınıftan erkekleri ortaklaştıran?” Sorunun “erkek çıkarı” ya da “bu çıkarı besleyen erkek özü”nden başka yanıtı olabilir mi? Böylece, belli sosyal koşullardan üreyen ataerkilliğin, kadını ve erkeği sarmalayan bir toplumsal olgu olarak cinsler-arası eşitsizlikleri ürettiği göz ardı ediliyor. Yerine, temelinde liberalizmin çıkar peşinde koşan birey varsayımının yattığı bir yaklaşım geliştirilmiş oluyor.

Sınıflar analizde böyle yer bulunca, sosyalist bloğun varlığında yükselen sınıf mücadelesine karşı Avrupa kapitalizminin geliştirdiği “sosyal devlet formülü” ve emekçilerin bu süreçte elde ettiği kazanımlar da refah devleti politikalarının kadın mücadelelerinin bir sonucu olduğu (s. 32) basitliğinde “cinsiyetçi” bir yaklaşımla açıklanmaya çalışılıyor.

Türkiye’de Kadın ve Modernleşme:
Kadına Aile Eksenli Yaklaşım

Osmanlı ve Türkiye modernleşme sürecine ilişkin bölümde, Türkiye modernleşme sürecinde kadınların konumlarının aile merkezli bir yaklaşımla belirlendiğini öne süren Sancar, son derece önemli ve kadının konumu açısından oldukça açıklayıcı bir noktaya işaret ediyor. Bilindiği gibi, ailenin özel alan olarak kabulü, emeğin yeniden üretimi anlamında kapitalizmin aileye yüklediği fonksiyonu görünmez kılarken, bu yeniden üretimin keskinleştirdiği cinsiyet eşitsizliğini doğallaştırıyor. Bu nedenle ailenin modernleşme sürecinde nasıl ele alındığı, özellikle kadının konumu açısından son derece belirleyici bir başlık. Ancak Sancar, erken endüstrileşen toplumlarda aile içindeki işbölümüyle birlikte toplumsaldan dışlanan modern aile modelinin ortaya çıktığını belirtse de (s.19), Türkiye modernleşmesinde bu başlığı kapitalistleşme sürecinin etkisini tümüyle göz ardı ederek inceliyor.

Analizinde, ağırlıklı olarak post-yapısalcılıktan etkilenen ikinci dalga feminizmin de benimsediği “söylem eleştirisi” yöntemini kullanan Sancar, farklı söylemleri sosyal-siyasal bağlamda ele almayınca, kadın başlığında farklı dönemlerde öne çıkan ideolojik ögelerin güçlü bir eleştirisini de yapamıyor. Sancar’ın analizini zayıflatan iki nedene daha işaret etmek gerekiyor. Birincisi, tarih çalışmalarında artık fazlasıyla tüketilmiş bir yol olan roman çözümlemesinin analizde fazlaca alan kaplaması. Diğeri ise, eleştirmek için görüşlerinin temsil gücü tartışmalı kişilerin seçilmesi. Örneğin, Cumhuriyet modernleşmesinin eleştirilmesi için görüşlerine geniş yer verilen isim, özgün düşünsel üretimiyle bilinen ve bu anlamda egemen söylemin eleştirisi için uygun olmayan Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu.

Öte yandan, söylem analizin göz ardı ettiği sosyal düzlem dışarıda tutulacak olsa bile, bu analizin kendi içinde de gölgede bıraktığı çok önemli noktalar bulunuyor. Sancar, haklı olarak, modernleşme sürecinde kadının üstlendiği rolün aile üzerinden tanımlandığını söylese de, eleştirilen ulus devlet değerleri ve bu değerlerin milliyetçi düşünceye yansıyan söylemsel karşılığı oluyor. Ancak kadının, burjuva modernleşmesinin vaadi olan “eşit vatandaşlığa” ulaşmasının önünde Baltacıoğlu’nun görüşlerinden daha güçlü bir engel oluşturan gelenek ve din kökenli değerler ancak birkaç cümlede bahis konusu ediliyor. Halbuki, Sancar’ın Füsun Üstel’e gönderme yaparak belirttiği gibi, özellikle 1950’lerden itibaren vatandaşlık ile kadınlık arasındaki ilişkinin kopuşunda bu değerlerin makbul ilan edilmesinin önemli payı var. “Cennet anaların ayağı altındadır” sözünün kadına verilen değeri anlatmak için sağcı politikacılar tarafından sık sık kullanılması, kadının ancak anne olarak ve annelik dince kutsal sayıldığı için değerli olarak görüldüğünü açık biçimde ifade ediyor.

Sancar’a göre kadının bugün gözlemlenen olumsuz koşullarla yüz yüze olmasının diğer bir temel nedeni, erken Cumhuriyet döneminde iddia edildiği gibi bir “kadın devrimi” yaşanmaması. “Kadın devrimi” söyleminin gerçeği yansıtmadığını düşünen Sancar, buna kanıt olarak 1924 Anayasası’nda kadınlara seçme-seçilme hakkının verilmemesini ve bu hakkın tanınması için otoriter tek parti yönetiminin yerleştiği 1930’lara kadar beklenmesini gösteriyor. Diğer bir deyişle, Sancar, Türkiye’de kadının konumunun seçme-seçilme hakkının 10 yıl önce tanınmasıyla köklü olarak farklılaşabileceği inancı taşıyor. Ek olarak, Sancar’a göre Türk Kadınlar Birliği (TKB) gibi ayrı kadın örgütlenmelerine izin verilmiş olması durumunda bugün kadın için başka bir tarih yazılabilecekti. Neden 10 yıl beklendiğini ve ayrı kadın örgütlerine neden izin verilmediğini uzun uzun tartışan Sancar’ın öne sürdüğü iddialardan biri, bu kez “kurucu” sıfatı taşıyan erkeklerin çıkarlarıyla ilgili:

Cumhuriyet’in kurucu erkekleri karşılarında ‘kadın haklarını savunan aydınlanmış kadınlar’la kadın hakları konularını açıkça tartışmak durumundaydılar ve bu erkekler, açıkça erkek olarak bazı ayrıcalıklarının tehlikeye gireceğini görmüşlerdi” (s. 211).

Cumhuriyet tarihine yönelik bu eleştirilerin altında “bağımsız” –ayrı örgütlenme siyasal-ideolojik bağımsızlık anlamına gelmeyebiliyor – feminist örgütlenmelerin ortaya çıkması için 1980’lere kadar beklenmiş olmasına bir tepki de görüyoruz. Sancar, bu nedenle TKB’nin mücadelesine ve kapatılma kararına geniş yer ayırıyor.

Bir başka tepki ise, Cumhuriyet’in, özellikle İslam dininin yaygın olduğu ülkelere kıyasla kadın hakları konusunda çağın ilerisinde adımlar atması nedeniyle “kadın devrimi” olarak nitelenmesine gösteriliyor. Halbuki, tüm eksiklerine rağmen tek başına medeni kanunun değiştirilmesi bile, kadınların, kendilerini ikinci sınıf kabul eden yasal–idari düzenlemelere ve bunlara dayanan gerici uygumalara karşı toplumsal ağırlık kazanmaları açısından bir dönüm noktası. Ancak kadının toplumsal rolünü, en az seçme-seçilme hakkı kadar, belki ondan daha fazla etkileyecek düzenlemeler, Sancar tarafından “medeni haklar mı, siyasal haklar mı” başlığı altında uzun uzadıya önemsizleştirilmeye çalışılıyor. Bu çözümlemeler sırasında Cumhuriyetin kurucu kuşağı içerisinde yer alan ya da bu kuşağa destek veren kadınlara da eleştiri yöneltiliyor:

Bu söylemin içinden konuşan kadın hakları savunucusu milliyetçi kadınlar kadın sorununun ‘Sufrajetlikle değil maarifle çözülecek kadınlık sorunu’ olduğuna inanmışlar” (s. 187).

Erken Cumhuriyet döneminde sadece kadın sorununun değil, her türlü toplumsal sorunun, söz konusu sorunların maddi-toplumsal kökenlerine yönelik devrimci müdahalelerle değil, bir evrimsel süreç öngören eğitim yoluyla çözülebileceğine dair modernleşmeci bir yaklaşımın egemen olduğu biliniyor. Ancak bu yaklaşım ne kadar sorunluysa kadın sorununun “maarifle değil sufrajetlikle çözülebileceği” yaklaşımı da o kadar eksik ve sorunlu. Öte yandan, şunu da belirtmekte yarar var: “Eğitimci” kadınların görüşlerindeki eksiklik, kadınların toplumsal konumlarının iyileşmesi açısından modern eğitime ulaşabilmelerinin önemini küçümsemeyi gerektirmiyor.

Sancar bir yandan “ilköğretimi” ulus inşasının bir parçası olarak ele alarak olumsuzlarken, öte yandan kadınların okullaşmasını sadece “kız enstitüleri” üzerinden değerlendirerek modernleşme sürecinde kadınların farklı alanlarda eğitim alabilme olanaklarına kavuşmaları gibi önemli gelişmeleri ve örneğin, yüksek öğrenimde yıldan yıla artan kadın öğrenci sayısı gibi göstergeleri tamamen göz ardı ediyor. Bu devrimci adımlar, toplumsal eşitsizlikleri gidermediği gibi, uzun süre özellikle yoksul ve emekçi kadınları eğitim sürecine dahil etmiyor. Ancak Sancar, eleştirisini, eğitim olanaklarının yeterince genişletilmediği ya da kapsayıcı olmadığı üzerinden değil, zaten eğitimin “vatandaş yaratmak” için kullanıldığı ve kadını “ev kadını” olarak yetiştirmeyi öngördüğü üzerinden sürdürüyor.

Sancar, kadınların önündeki eğitim olanaklarından olumsuz bir dille bahsetmesini nedenini, “Cumhuriyet’in ‘kadın devrimi’ olarak kabul edilmesinin arkasında (…) yeni eğitim olanaklarının sunduğu güçlenme fırsatları olduğu kanaatindeyim” şeklinde açıklıyor (s.217).

Sancar’ın erken Cumhuriyet tarihine ilişkin eleştirilerinde dikkati çeken bir diğer nokta ise, kadın devriminde, diğer konularda olduğu gibi, bir tür “aşırılıktan kaçınma” ya da “dengecilik” gözetilmesine yönelik. Gerçekten de 1920’lerde yoğunlaşan devrimci dönüşümler, 1930’ların ortasına gelindiğinde daha fazla radikalleştirilmeyerek frenleniyor ve bir süre sonra da geriye çekiliş başlıyor. Kemalist rejim, bundan sonra önce otoriter bir yönelimle hakimiyetini sağlamlaştıracak, daha sonra ise taşra değerleriyle barışarak ve devrimleri törpüleyerek halk arasında taban bulunmaya çalışacağı bir döneme girecek.

Kadın başlığına da etki eden bu “denge arayışı,” Sancar tarafından peş peşe verilen şu iki paragrafta açıkça eleştiriliyor:

Bu bakışa göre kadınlar hem iffet ve faziletlerini koruyacak hem de kamusal alana çıkışın getireceği ‘toplumsal bozulmanın’ önüne geçilecektir. Nitekim 1925 tarihli Kılık Kıyafet Kanunu’na bakıldığında erkekler için geleneksel kıyafetlerin yasaklandığını ama kadınlar için peçe ve çarşafla ilgili yasak getirilmediğini görürüz; kadınlar için geleneksel, milli ve modern olan iç içedir” (s. 107).

Batıcılığın kadın hakları ve özgürlükleri konusunda görünüşleri kurucu erkeklere tehlikeli geliyor; referanslar, dönemin milliyetçi ruhuna uygun biçimde eski Türk tarihi ve geçmişinden, yeniden tanımlanan geleneklerden üretiliyor. Burada yeni toplumun nasıl bir ‘uzlaşma’ ile doğduğunu görebiliyoruz: Örtünmeme hakkının sağlanması ama örtünmenin de yasaklanmaması, tek eşliliğin kabulü ama dini nikâha da –resmi nikâhla birlikte yapılma koşuluyla- itiraz etmeme ve kadının geniş kapsamlı boşanma hakkının kabulü, kadınların eğitim hakkı ve çalışma hakkının ‘kadınlığa uygun meslekler’e yönlendirilmesi, eşit siyasal katılımın hiç uygun görülmemesi, zaman içinde Türkçüler, modernist İslamcılar, muhafazakârlar ve milliyetçilerin üzerinde anlaşma sağladıkları temel uzlaşma hattı olduğu söylenebilir ” (s. 120).

Yukarıdaki alıntılardan Sancar’ın dini nikahın yasaklanması, Kılık Kıyafet Kanunu’nda kadınların kıyafetlerinin de düzenlenmesinden yana olduğunu mu çıkarmalıyız? Cumhuriyet kurucularını bu konuda yeterince radikal davranmamakla suçlayan Sancar’ın ne kadar ileriye gidilmesini istediğini bilmiyoruz. Çünkü bu “dengeci” haliyle bile, söz konusu devrimlerin baskıcı, tek tipleştirici, tepeden inmeci olduğu öne sürülerek eleştirildiklerini biliyoruz. Örnek olarak, erkeklerin kılık-kıyafetleriyle ilgili düzenlemelerin nasıl eleştirildiğine bakılabilir. Öte yandan, kitabının güncel durumu da değerlendirdiği son bölümünde gelişmekte olan İslamcı feminizmin yeni imkanlar yarattığını söyleyen Sancar’ın, Cumhuriyet modernleşmesinin daha radikal adımlar atamamasını eleştirmesi büyük bir çelişki. Üstelik, türban başlığında yapılan tartışmaları kadınları böldüğü gerekçesiyle eleştiren Sancar’ın Cumhuriyet döneminde “çarşaf”ı yasaklayan bir düzenleme yapılmış olsaydı, bugün böyle bir düzenlemeyi İslamcı feministlere karşı nasıl savunacağı merak konusu.

Sancar’ın bu çelişkili tutumu, asrilikle modernleşmeci muhafazakarlığı karşı karşıya koyduğu bölümlerde de ortaya çıkıyor. Sancar’a göre Osmanlı Batıcıları kadının “asri” olmasını savunurken milliyetçiler Batı’ya karşı korumacı bir refleksle kadını, milli kültürün sürdürücüsü, ulusun özgünlüğünün ve manevi gücünün göstereni (s. 207-8) ilan ettiler. Asrilik ise aynı kesim tarafından olumsuz kadın modelinin niteliği olarak resmedildi. Ancak Sancar’ın fikirlerini beğenerek naklettiği Abdullah Cevdet gibi Batıcıların (s. 87, 89) hedefinde, İslam dini ve dinin kadınların yaşamına ilişkin düzenlemeleri bulunuyordu. Bugün İslam dinine dayanarak savunulan değerlerin kadın üzerindeki baskıcılığı bu kadar aşikarken bunu eleştirmeyen, üstelik bu tür eleştirilerin “bölücü” olduğunu savunarak kadınların erkekler için örtünmesini tartışmaya bile yanaşmayan bir kalemin, Abdullah Cevdet’i milli kültürcülere tercih etmesi; Batıcıların kadın konusundaki anti-İslam yaklaşımlarının benimsenmediğini, hatta kurucuların Batıcıların görüşlerinden ürktüğünü iddia etmesi, en hafif deyimle ironi olarak yorumlanabilir.

Üstelik aynı kalem, özellikle okullarda verilen eğitimin kuşaktan kuşağa aktarılan kadınlık bilgilerini yok ettiğini,4 “gelenek-modern karşıtlığı” ile kadınlar arasında hiyerarşiler oluşturulduğunu söylerken bir yandan da milliyetçilerin geri adım atarak muhafazakarlıkla barışmasını, yani ikilikten bir tür senteze ulaşılmasını eleştirebiliyor. Kitabın okurlarının, Sancar’ın bugün durduğunu belli ettiği pozisyonla Cumhuriyet tarihini yorumlarken geliştirdiği yaklaşım arasındaki bu çelişkiyi nasıl yorumlamaları bekleniyor? Burjuva modernleşmesinin yeterince radikal olmadığı, bir süre sonra muhafazakar/gerici düşünceyle bazı konularda uzlaşmaya gittiği doğru olmakla birlikte, bu eleştiriden, Sancar’ın muhafazakarlar ve İslamcılarla her türlü uzlaşmayı reddeden bir Cumhuriyet devrimi özleminde olduğunu mu çıkarmamız gerekiyor?

1945-65 Dönemi Eleştirisine Eleştiri:
Taşra Değerleri Kadın Haklarını Genişletir Mi?

Buradan Sancar’ın milliyetçi muhafazakar sentezin iktidara geldiği 1950’lere ilişkin yaklaşımına geçebiliriz. Sancar bu dönemi analiz ederken önemi aşikar bir uzlaşmaya dikkat çekiyor:

Cumhuriyetçi modernleşme anlayışında aile ideolojisi, inşacı ve düzenleyici biçimde, modernliği toplumun içine gömme ve yerleştirme aracı olmuş. Ama bu durum zaman zaman tepkisel bir muhafazakârlık ile karşılanmış. Bu muhafazakârlık kadınların, dinin kurullarına göre yaşaması, annelikten başka bir şeyle ilgilenmemesi, erkeklere itaat ve hizmet etme zorunluluğu, örtünme gibi konularda dayatan ve direten bir muhafazakârlık (…) Muhafazakâr modernlik dönemi (1945-65) muhafazakâr ve inkılapçı normların çarpışması yerine bir senteze ya da başka bir deyişle bir uzlaşmaya ulaştığı bir dönem” (s. 233-234).

Kitabın bir önceki bölümlerinde Cumhuriyetçi modernleşme anlayışının eleştirisi uzun uzadıya yapılmakla birlikte, 1945-65 dönemine kadın başlığında özgünlük kazandıran din-gelenek eksenli muhafazarlık anlayışı Sancar’ın eleştirilerinden yeterince pay almıyor.

Sancar, dönemi, döneme damgasını vuran sentez üzerinden değil, yine modernleşmecilerin yaratmaya çalıştıkları kadın modeli üzerinden tartışıyor. Bu tartışmanın kullandığı malzeme ise, dönemin gazetelerindeki kadın temsili ve kentsel suç haberleri. Sancar, bu bölümde gazeteleri incelerken güzellik yarışmalarına ne kadar geniş yer verildiğini; kadını ev dekorasyonu, giyim kuşam gibi konularda Batılı orta sınıf kadın olarak eğitmeyi amaçlayan yayınlar yapıldığını; kadınlara örnek olarak kraliçelerin, Hollywood yıldızlarının gösterildiğini anlatıyor. Gazete haberlerinden yapılan bir başka çıkarım ise, yoğunlaşan iç göçle birlikte kentlerde yaşanan suç olaylarına ilişkin haberler üzerinden, işlenen suçların ve bu suçları işleyen taşralıların modern orta sınıf aile için bir tehlike olarak yansıtıldığı.

Cumhuriyet’e sıkça atfedilen “taşralıların ve taşralılığın dışlandığı” yönündeki eleştiri, Sancar’ın döneme ilişkin analizinin özünü oluşturuyor. Dolayısıyla, Sancar, modern-taşra ikiliğini merkeze yerleştirerek 1945-65 dönemine damgasını vuran sentezin muhafazakar ayağını hatta sentezin kendisini es geçiyor; hedefe bir kez daha Cumhuriyetçi modernleşmeyi koyuyor:

1950’lerin modernleşme stratejisi erken Cumhuriyet döneminin ‘seçkin vatandaşlar’ı tarafından kurulmakta olan ‘modern yaşam tarzı’nın, şimdi toplumsal olarak yüz yüze geldiği, taşradan büyük kentlere göçmüş ‘sıradan insanlara’ da benimsetilmesi, belletilmesi üzerine kuruludur” (s.236).

Sancar bu yılları, “Cumhuriyet seçkinleri”nin “modern orta sınıf aile”sini toplumsal yaşamda gündelik yaşam pratiklerinde var ettiği, kadının yeniden “eril göze seslenen ideal kadın” olarak tanımlandığı ve taşradan gelenlerin cinsel davranışlılarının suç söylemi içerisine sokularak orta sınıf aileye tehdit olarak yansıtıldığı bir dönem olarak tarif ediyor.

Halbuki, bu dönem, özellikle siyasal İslam’ın yükselişi ve siyasi iktidar düzeyinde din-gelenek kaynaklı taşra değerlerinin yüceltilmesi nedeniyle, kadın haklarının gelişimine hiç de elverişli olmayan, tersine, kadının artan toplumsal rolünü geriletmeyi öngören bir ideolojik iklim oluşuyor. Kadının yerinin aile olduğu; kadının dışarı çıkmasının ya da çalışmasının ahlak yoksunluğu ile özdeşleştirildiği bir söylem bu iklimden beslenerek gittikçe güç kazanıyor.

Sancar, bu söylemi inceleme konusu yapmayarak kadın için oluşan yeni gerçekliği göz ardı etmekle kalmıyor; kendi savlarıyla da çelişen bir tablo sunuyor. Bu çelişki şöyle açıklanabilir: Kadın konusunda önemli devrimlere imza atılan erken Cumhuriyet dönemini, asri kadın modeli yerine milli-manevi değerleri temsil eden kadın modelinin konması üzerinden tartışan Sancar, modern-muhafazakar sentezin belirlediği 1945-65 dönemini modern orta sınıf kadın modeli üzerinden tartışıyor. Bu çelişkinin nedeni ise, her iki dönemde de kadının konumu açısından önemli gelişmelerden bağımsız olarak Cumhuriyetçi modernleşmecilerin hedef tahtasına konulması. Dolayısıyla, birinci dönemde bu kesimin Osmanlı Batıcılarına karşı kadının “milliliğini” vurguladığı, ikinci dönemde ise taşralılara karşı “Batılı, orta sınıf, tüketici kadını modelini” sunduğu iddia ediliyor.

Üstelik ikinci dönemin, yani 1945-65 yıllarının, gerici ideolojik örüntüsü bir tarafa bırakılsa bile, Sancar’ın analizi önemli boşluklardan muaf kalmıyor. Cumhuriyetçi modernleşmeyi eleştirmeyi öncelik sayan bu söylem analizi nedeniyle toplumun geçirdiği dönüşüm, değişen sosyal koşullar tamamen analiz dışı kalıyor. Halbuki, orta sınıf ailenin ve tüketici kadın temsilinin gazetelerde yer bulması -taşralıları dışlamaya çalışan iradenin tasarrufu olmaktan önce- uygulanan liberal ekonomik politikalar sonucu yerli ve ithal ürünlerle genişleyen tüketim ürünleri pazarı ve bu pazarın etkisiyle gelişmeye başlayan tüketim kültürü ile ilişkili. Bu ilişkinin göz ardı edildiği benzer analizlerde olduğu gibi, Sancar’ın analizinde de, herhangi bir toplumsal olgunun öznesi açıklanmak istendiği zaman gözler birilerinin zihinlerine ya da moda tabiriyle “tahayyülleri”ne dikiliyor.

Moda niyetine: Serpil Sancar’ın unutulan reformları
ve suskun kadınları

Türkiye modernleşme sürecini kadının konumu üzerinden inceleyen bir kitabın bu başlıktaki her ayrıntıyı içermesi beklenemez. Ama Serpil Sancar’ın hiç değinmeden geçtiği bazı başlıkların ya da gelişmelerin ayrıntı olamayacak kadar önemli olduğunu belirtmemiz lazım. Sancar’ın bunları marjinal önemde gördüğü için mi kapsam dışında bıraktığı sorusuna yanıt vermemiz mümkün değil. Öte yandan, buna ihtimal vermek de, bu başlıkların ve gelişmelerin önemi düşünüldüğünde, bir o kadar zor. Sancar’ın “suskun” kıldığı kadınlara, kadınları yakından ilgilendiren ama dile getirmediği konulara çok kısaca değinerek bu analizin gölgede bıraktıklarına dair bir fikir verebiliriz.

Öncelikle şunu belirtelim: Türkiye modernleşmesinin kadına bakan yüzünün ele alındığı bu 300 küsur sayfalık kitapta bir kez olsun Tevhid-i Tedrisat gibi kadın eğitimi için olduğu kadar kadın-erkek sosyalleşmesi açısından da oldukça önemli bir adımdan bahsedilmiyor oluşu dikkat çekici. Yukarıda da belirtildiği gibi, 1920’leri uzun uzadıya tartışan Sancar, “kadın devrimi”ni “medeni haklar”a daraltarak tanımlamayı ve eleştirisini bu tanımlama üzerine kurmayı tercih ediyor. “Kadın devrimi” ile bağlantısı kabul edilen eğitim alanına gelindiğinde ise, kadının erkekle aynı eğitimi alabileceği düşüncesinin önemine hiç değinmeden, sadece kadınlara yönelik eğitim veren “kız enstitüleri” modeli eleştiriliyor. Halbuki Sancar’ın da bir cümleyle belirterek geçtiği gibi 1930’lara gelindiğinde “(…) kadınların erkekler gibi okutulması konusunda geniş bir görüş birliğine varılmış görünüyor” (s. 118). Böyle bir görüş birliğinin ve kadının erkeklerle aynı mekanda ve aynı eğitimi almasına yönelik bir düzenlemenin marjinal önemde olduğu öne sürülebilir mi?

Sancar, kadınların okutulması konusundaki görüş birliğine değindikten hemen sonra, eğitim konusundaki görüş birliğine rağmen kadınların erkekler gibi çalışabilmesine gelince sınırlar, engeller tanımlanmaya başlandığını ekliyor. Aslında kitapta sık sık kadınların “kadınlara uygun meslekler”e yönlendirildiği vurgulanıyor. Kadınların önemli bir bölümünün bu tür mesleklere girerek dahil oldukları ulus inşa süreçleri Sancar tarafından “dişil ulus inşası” olarak nitelendiriliyor (s. 307-8).

Sancar’ın bu eleştirilerinde haklı olduğu noktalar var. Ama bu yaklaşımla Cumhuriyet’in inşa sürecine canla başla katılan kadınların, o güne kadar kadınların yapamayacağı düşünülen alanlara artan bir özgüvenle el atmaları nasıl açıklanabilir? “Kadınlara uygun meslek” denilerek küçümsenmeye çalışılan öğretmenlik için Anadolu’nun en ücra noktalarına kadar giden ve buralarda ataerkilliğin, gericiliğin baskılarına rağmen yaşamaya çalışan kadınların gözü karalığı “Cumhuriyet ideolojisinin taşıyıcısı oldukları” gerekçesiyle önemsizleştirilebilir mi?

Oysa ki; Çiğdem Kağıtçıbaşı, bugünün Türkiyesinde kadınların içinde bulundukları olumsuz tabloyu anlattığı çalışmasında5 mesleki konumlarına ilişkin çarpıcı veriler veriyor:

Örneğin, kırk yıla yakın bir süre önce global bir ölçekte yapılan bir araştırmada doktorlar, diş doktorları, mimarlar, mühendisler ve hukukçular arasında kadınların oranı çok sayıda ülkede saptanmıştı. Bu araştırmada kullanılan bir toplu endeksle bu saygın ‘erkek’ mesleklerindeki kadın oranları çok düşük bulunmuştu (%2,3, Kanada’da %2,6, İngiltere’de %4,3, Almanya’da %8,5). Gelişmiş/sanayileşmiş on altı ülkenin ortalaması %5,71’di. Bunların içinde en yüksek oranlar %13 ile İsveç ve İsrail’de görülüyordu. Aynı araştırmada Türkiye için bulunan oran ise %25 idi ve bu dünyadaki en yüksek orandı!” (s. 9-10).

Sancar’ın yaklaşımına geri dönecek olursak; kadınların, devletin stratejik kurumlarından dışlanarak sosyal inşaya (eğitim, sağlık ve sosyal hizmetler)6 yönelmeleri eleştirilse bile, üstlenilen yeni rollerin, toplumun kadına ve de kadının kendisine bakışını köklü biçimde dönüştürmediği söylenebilir mi? Kadınlara bu cesareti tek başına Cumhuriyet’in kurucularının verdiğini söylemek doğru olmaz. Ancak Osmanlı’dan başlayan Cumhuriyet’in erken döneminde hız kazanan modernleşme süreci ve yol açtığı dönüşümler, her zaman “tahayyül”ün sınırlarına riayet etmiyor. Eski yapı çözüldüğü, kadınlara kamusal alanı yasaklayan din-gelenek boyunduruğu aynı süreç içerisinde zayıfladığı oranda kadınların önüne hareket edebilecekleri yeni alanlar açılıyor. Bu nedenle, bugünden bakıldığında, modernleşme sürecinin neredeyse her köşe taşında kadınların izlerine rastlanıyor.

Siyaset alanı kadına uzun süre kapalı kalmış olsa da, özellikle işçi ve solcu kadınların bu alanda var olmayı, hatta bu alanda söz söylemeyi başardığı görmezden gelinebilir mi? Sancar, Cumhuriyet tarihine bakarken ortaya çıkan yeni olanaklara ve mücadelelelere rağmen sadece kadının mağdurluğuna vurgu yaparak, tam da eleştirdiği şeyi yapıyor: Türkiye tarihine yöne vermiş üretken ve mücadeleci pek çok kadını görünmez kılıyor.

Dipnotlar

  1.  Sancar, Kemalizm kavramını kullanmaktan kaçınmıştır. Ancak bazı yerlerde modernleşmeci bazı yerlerde ise ulusalcı yerine kullandığı “milliyetçi” kavramı, Cumhuriyet döneminde Kemalizm’e de karşılık gelmektedir.
  2.  Bir örnek vermek gerekirse, Sancar, Aydınlanma düşüncesine ilişkin fikirlerini çelişkili biçimde ifade ediyor. Aydınlanma, liberal perspektif gereği kıyasıya eleştirilse bile, Aydınlanma’nın “aklı” merkeze alan insan yaklaşımının kadın-erkek eşitliği açısından büyük önem taşıdığı açıkça inkar edilemiyor. Sancar’ın tutarsızlığı bu açmaza bağlanabilir. Sancar’ın bu konudaki görüşleri için bkz. s. 26 ve s. 33.
  3.  Sancar istisnai olarak farklı erkeklerin varlığından ve onların da ezilen kesimlere dahil olabileceğinden bahsediyor. Bu erkekler, Sancar’ın kitabındaki varlıklarını bugünkü liberal yaklaşımın kimlikler siyasetine ve Cumhuriyet eleştirisine borçlular. Bkz., s. 26 ve ayrıca “taşralıların ötekileştirilmesi”nden bahsedilen son bölüm.
  4.  Sancar, modernleşme ile kadınlık bilgilerinin yok edildiğini söylerken şöyle bir cümle kuruyor: “Modernleşme ile birlikte kadınlık bilgilerinin kuşaktan kuşağa gerekli dönüşümü yaşamadan yok olmasının bugününü kadın kuşaklarına ödettiği bedelleri üzerinde düşünmek gerek. Örneğin ebelik bir kadın işi iken ve çoğu yerde Yahudi kadınlar ebelik yaparken ebelik doktorun yanında bir aksesuara dönüşmüştür.” (Cümle bozukluğu Sancar’a ait). Doğumda çocuk ve kadın ölümlerinin hala yeterince geriletilemediği bir ülkede kadınların en son ihtiyacı olan şey, herhalde, ebelik geleneğidir. Bu bir yana, bir zamanlar ebelerin çoğunlukla Yahudi olması, ebeliğe ayrı bir önem vermeyi mi gerektiriyor?
  5.  Çiğdem Kağıtçıbaşı, “Giriş: Türkiye’de Kadın ve Eğitim,” Hülya Durudoğan, Fatoş Gökşen, Bertil Emrah Oder, Deniz Yükseker (derl.) Türkiye’de Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları, İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları, 2010.
  6.  Sancar kadınların bu alanlarda görev üstlenmesini “dişil ulus inşası” olarak tanılmıyor. Bkz., s. 307.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×