Sınıf İçi Eşitsizlikler I: İşçi Aristokrasisi mi Sendika Bürokrasisi mi?

Çok uzun zamandan beri bu sayfalarda yinelenen bir saptama ile başlamak istiyorum: Türkiye’de sosyalistler açısından siyasal gündeme girmek, işçi sınıfıyla kopmuş bağlarını yeniden kurmak ve bunları başarabilmek için gerekli olan politik aracı, yani devrimci sosyalist bir işçi partisini yaratmak bir zorunluluk haline gelmiştir. îçinde bulunulan marjinal konumun aşılması bir gerekirliğin ötesinde ölüm-kalım sorunudur. Daha önce söylenmişti; başarısızlık durumunda sosyalistleri bekleyen, 50’li yılları mumla aratacak bir likidasyondur. Zaman sosyalistleri sıkıştırıyor.

Siyasal gündeme etkin bir özne olarak müdahale edememenin gösterge ve gerekçelerinden birinin solun geneline damgasını vurmuş olan ideolojik üretimsizlik olduğu açık. Bunun iki boyutu var: Birincisi, solun marjinal konumunu sürdürdüğü oranda ideolojik üretime pek fazla ihtiyaç duymaması. Birbirinden oldukça farklı teorik çerçevelere sahip dergilerin, sayfalarında neredeyse aynı denilebilecek “siyasal analiz”lere yer vermeleri düşündürücü olmalı. Üstelik bu analizlerin son derece sığ ve geri -hatta arada sırada burjuva muhalefet partileri tarafından da dile getirilebilen- tez ve saptamalardan oluştuğu, en radikallerinin bile vaat takipçisi olmanın çok ötesine geçemediği de göz önüne alınırsa ortadaki durum düşündürücülüğün ötesinde üzücü oluyor. İdeolojik üretimsizliğin diğer boyutu ise aydınların sol hareketten son derece uzaklaşmış olmaları.

Birkaç istisna dışında aydınların bu tutumunun nedeni açık: Sosyalistlerin siyasal bir cazibe merkezi oluşturamamaları. Bugün gelinen noktada sosyalistler hitap etmeye çalıştıkları sınıfa, müdahale etmek istedikleri nesnelliğe dair yetkin bir ideolojik-teorik bakışa sahip olmaktan uzak görünüyorlar. Bu alanda üretim-araştırma yapmanın akademisyen ve sendikacıların tekeline terk edilmemesi gerekiyor. Şüphesiz burada kastedilen akademisyenlerin işini de yapmak değil. Sosyalistlerin ideolojik alandaki boşlukları siyasal gereksinimlerce tanımlanır, bunların akademik bir kaygıyla doldurulması mümkün değil.

İşçi sınıfı hareketi ile sosyalist hareketin farklı dinamiklere sahip oldukları ve genelde farklı kanallarda devindikleri biliniyor. Tam boy bir çakışma ancak çok özel konjonktürlerde mümkündür. Olağan dönemlerde ise aradaki ilişki sınıfın sürece yayılmış belli hareketlilikleri temelinde kurulabiliyor. Sürece yayılmış hareketliliklerle kastedilen işçi sınıfının devrimci durum öncesi olağan dönemlerde bir bütün olarak hareket etmemesi, yani değişik zamanlarda değişik kesimlerinin hareketlenmesi ve bu hareketlenmelerin zaman içinde kesintili bir yapıya sahip olması. Olağan dönemlerde sosyalistlerin sınıfın bütünüyle birleşmelerinin önündeki engeli, bu nesnellik oluşturur. Bu noktada sınıf içindeki farklı dinamiklere sahip ve farklı dinamiklere yol açan eşitsizliklerin kavranması, sosyalistlerin işçi sınıfı ile ilişki kurabilmesi ve politika üretebilmesi açısından merkezi bir öneme sahip.

İki bölümden oluşan bu yazının ilk bölümünde 1980 yılına dek geçen süre içinde Türkiye işçi sınıfının iç eşitsizliklerinin hangi dinamiklere sahip olduğu, ne anlama geldiği -ve gelmediği- işçi aristokrasisi kavramı etrafında tartışılacak ve sınıf hareketliliğine karşı Türkiye burjuvazisinin kullandığı araç olarak sendika bürokrasisine değinerek bitirilecek. İkinci bölümde ise 1980 yılı sonrası gelişmeler ve nesnelliğin sosyalist politikanın üretimine dönük olarak daha kapsamlı bir analizi hedeflenecek.

İşçi aristokrasisi 19. yüzyıldan beri kullanılagelen bir kavram. Klasiklerdeki kullanımından belli noktalar ayrıştırılabiliyor. Her şeyden önce işçi aristokrasisi işçi sınıfı içinde (son analizde) burjuvazinin çıkarlarım temsil eden ve burjuva ideolojisinin taşıyıcısı bir kesim. İşçi sınıfı hareketini durdurma ya da düzen içinde tutma işlevi görüyor. Bunun başarılabilmesi için sınıf içinde etkin konumdaki kesimler -eğer mümkünse-aristokratlaştırılıyor. İşçi aristokrasisinin bu ideolojik-politik konumunu yeniden üretebilmesi için gerekli olan maddi zemin yüksek ücret, demokratik haklar, iş güvencesi, sosyal güvenlik gibi bir takım ayrıcalıklar olarak burjuvazi tarafından sağlanıyor. Tüm bunların önkoşulu ise burjuvazinin bir işçi aristokrasisi besleyebilecek ekonomik ve siyasal güce sahip olması. İşçi aristokrasilerinin emperyalist ülkelerde oluşmuş olması şüphesiz tesadüf değil. Genelde gösterilen örnek İngiltere oluyor.

Yazının ekseninde yer alan tez burada açıkça belirtilebilir: Türkiye’de klasik anlamıyla bir işçi aristokrasisi yoktur ve olmamıştır. Yukarıdaki tanımlamadan yola çıkılarak, işçi sınıfı içindeki her ayrıcalıklı kesimin işçi aristokrasisi olarak nitelenemeyeceği noktasına dikkat çekmek istiyorum. Kapitalizmin kendini yeniden üretim dinamikleri son derece nesnel olarak işçi sınıfı içinde farklılaşmalar ve eşitsizlikler yaratır. Her eşitsizliğin bir tarafı avantajlı oluyor. İşçi sınıfı içindeki sınıfın geri kalan kısmına göre avantajlı kesimlerine “aristokrat” diyebilmek için, bu avantajların ötesinde ek bir takım özellikler göstermek gerekir. Bu özellikler yukarıda yazıldı.

İşçi sınıfı üzerine yaptığı araştırmalarla tanınan Yıldırım Koç, işçi aristokrasisinin sadece gelişmiş kapitalist ülkelere özgü olmadığını belirtiyor ve azgelişmiş ülkelerde işçi aristokrasinin oluşum nedeni olarak vasıflı işgücü açığı ve mülksüzleştirme düzeyinin dü-şüklüğünü sayıyor. 1 Aynı makalede Koç, işçi aristokrasisinin bir takım özelliklerini ayrıştırıyor. Özetleyerek aktarıyorum:

  1. İşçi aristokratlarının doğrudan artık-değer üretmek zorunda olmamaları artık değer üretilmesinin örgütlenmesi içinde yer alabilmeleri.
  2. İşçi aristokrasisinin başka toplumsal ayrımlara denk düşebilmesi (Örnek olarak Güney Afrika’daki beyaz işçiler).
  3. İşçi aristokrasisinin her zaman pasif olmaması, kendi kesimsel çıkarları için mücadele edebilmesi (yine Güney Afrika’daki beyaz işçilerin bir dönemki mücadelesi örnek veriliyor).
  4. Bir dönem işçi aristokrasisini oluşturan kesimlerin, ayrıcalıklarını yitirdiklerinde sınıf mücadelesinin ön saflarına geçebilmeleri.
  5. İşçi aristokrasisinin kendisini “işçiler”in üzerinde görmesi ve sınıf atlama umudu taşıması.

Bu çerçeveyle yola çıkan Koç, Türkiye’de işçi aristokrasisini 1920-40 yılları arasında memurların oluşturduğunu ileri sürüyor. 2 50’li yıllardan itibaren bu kesimlerin ayrıcalıklarını yitirmeleriyle birlikte teknik elemanlar hariç işçi aristokrasisinin silindiğini, mühendis-teknik elemanların ayrıcalıklarının da zaman içinde sınıfa yaygınlaşmasıyla birlikte ayrıcalık olmaktan çıktığını ve bu kesimlerin de aristokratlıklarım yitirdiklerini belirtiyor. Bugün içinse özel sektördeki ustabaşıları ve idari teknik personelin üst kısmını işçi aristokrasisi olarak saptıyor.

Aslında “işçi aristokrasisi” yerine “ayrıcalıklı kesimler” denilse, yukarıdaki saptamaların çoğunluğuna katılmak mümkün olacaktır. Kendi kesimsel çıkarları için mücadele konusuna gelince, bunu henüz sınıf bilincinin kazanılmamış olduğu bir dönemde sınıfın tümüne yönelik bir nesnellik olarak ele almak gerekiyor. Artık bu ayrıcalıklı kesimlere daha yakından bakabiliriz.

Osmanlı döneminden sonra ilk ayrıcalık kazanan kesimlerden birisi Zonguldak ve Ereğli kömür ocaklarında çalışan işçiler olmuştur. 3 1921 yılında, savaşın sürdüğü ve işçi sınıfının çok yoğun sömürü koşullarında yaşadığı bir dönemde, maden işçilerine önemli sayılabilecek haklar veriliyor: İşgünü 8 saat olarak düzenleniyor, zorunlu çalışma kaldırılıyor, yer altında asgari çalışma yaşı 18 olarak saptanıyor, asgari ücretlerin üçlü bir komisyonda belirlenmesi kararlaştırılıyor, konut sorununa değiniliyor ve henüz nüve halinde olsa da bir sosyal güvenlik sisteminden (kaza, hastalık, ihtiyarlık vs. sigortaları) bahsediliyor. Bu ayrıcalıkların verilmesinin ardında burjuvazinin iki gereksinimini -ya da sorununu- görmek mümkün. Birincisi Cahit Talas’ın da değindiği gibi savaş sırasında ve sonrasında Türkiye’de başka enerji kaynağının bulunmaması nedeniyle kömür üretimine önem verilmesi. Burjuvazinin kendisi açısından yüksek öneme sahip olan sektörlerde çalışanların hoşnutsuzluklarını elinden geldiğince aza indirmek için sürekli olarak çaba gösterdiği bilinir.

İkinci “sorun” ise, Yıldırım Koç’un bahsettiği mülksüzleşme düzeyinin geriliği. Düşük düzeyde mülksüzleşme, yeni sanayileşmekte olan ülkelerin burjuvazileri açısından gerçek bir sorun oluşturur. Bir dönem Rusya’da isimlendirildikleri gibi, “işçi tulumu giymiş köylüler” iş disiplinine sahip olmamaları, düşük verimle çalışmaları ve sürekli iş değiştirmeleri nedeniyle sermaye birikim sürecini yavaşlatıcı bir etkiye sahipler. Burjuvazi, özellikle merkezi işletme ve sektörlerde sürekli işgücü sağlayabilmek için birtakım önlemler almak, buralarda çalışan işçilere bazı ayrıcalıklar vermek zorunda kalıyor.

1950 öncesinde burjuvazinin ve siyasal temsilcilerinin bu konuda sık sık yakındıkları görülüyor. Yakınmakla kalmayıp gerekenleri de yapıyorlar. II. Dünya Savaşı sırasında, savaşın yarattığı olumsuz ekonomik etkiler nedeniyle (ve de savaştan istifade ile) işçi sınıfı üzerindeki sömürü yoğunlaştırılıyor. Bu dönemde sürekli işgücü gereksinimi kendini daha fazla hissettiriyor. 1940 yılında işçilerin işyerinden izinsiz ayrılmaları yasaklanıyor. Fakat bu yasağın etkisi sınırlı kalıyor. Sürekli çalışmayı özendirmek için yeni formüller bulmak zorunda kalınıyor. 1943 yılında Sümerbank ile ilgili olarak Yüksek Murakebe Kurulu’nda hazırlanan bir raporda yazılanlar son derece ilginç: “Mesken vererek işçiyi topraktan ayırmak lazım; işçi tarla sahibi değil, fabrika civarında ev sahibi olmalı; meskenleri fabrika yapıp, işçiyi parasız iskan etmeli; sigorta işçiyi bağlayacaktır, hemen sigorta teşkilatı kurulmalı; az iş olan vilayetlerden çok iş olan yerlere işçi getirip iskan etmeli; iki öğün yemeğe geçilmeli, işçiyi iyi yemeye alıştırmalı; konferanslar verilmeli; musiki, plak ile yemek yedirilmeli.” 4

İşçilerin damak ve kulak zevklerinin bu kadar dert edildiği bir ülkede yaşadığımız için ne kadar sevinsek azdır herhalde. Diğer yandan sopa da ihmal edilmiyor: 1944 yılında işyerini izinsiz terk edenlerin zorla geri getirilmeleri karara bağlanıyor. 1960’ların sonlarına dek süren sürekli işgücü açığı nedeniyle belli yerlerde çalışan işçilere tanınan hak ve ayrıcalıklara başka örnekler de bulunabilir.

Sürekli işgücünün bile tam olarak karşılanamadığı bu dönemde vasıflı işgücü ihtiyacı da önemini hissettiriyor. Birinci Beş Yıllık Sanayileşme Planı döneminde (1934-38) açılmış olan teknik okullar açığı kapatamıyor. Bu durum ücretlere doğal olarak yansıyor ve taban ile tavan ücretler arasındaki açı oldukça büyüyor. Örneğin 1954’te İstanbul’da mensucat sanayiinde asgari ücret 209, azami ücret 3227 kuruş. 5 Ücret farklılığı vasıflı işgücü açığının kapanmasıyla birlikte azalıyor.

Diğer yandan bu dönemde ayrıcalıkların özellikle kamu sektöründe çalışan işçilere tanınması dikkate değer bir olgu. DPT istatistiklerine göre, örneğin 1955-65 arası kamuda çalışanlara verilen ortalama ücret (fazla mesai, sosyal yardım dahil) özel sektörde çalışanlara verilenin 1.7 katı. 6

Bu farklılığın 1929 yılından 70’lere dek sürdüğü rahatlıkla saptanabilir. Bu durumun nedenlerinden biri yukarıda değinilen mülksüzleşmenin azlığıdır. Özel sektöre göre daha yüksek bir işbölümü ile ve daha büyük işletmelerde üretim yapan kamu sektöründe sürekli işgücü gereksinimi daha fazla. Ayrıca kamu işletmeleri daha verimli çalışıyor. Ek olarak KİT’lerin Türkiye kapitalizmi açısından yaşamsal sektörlerde üretim yaptığı hatırlanmalı; buralarda “sorun” istenmiyor.

Son olarak da özel sektöre yapılan bir “iyilik” söz konusu. Cumhuriyetin başından beri özel sermayenin birikimi gündemin ilk maddeleri arasında yer alıyor. Çıkan iş kanunları, eğer işçi lehineyse, 60’lara dek özel sektörde pek uygulanamıyor. İşgünü uzunluğu, işyeri sağlık koşulları, sosyal haklar vs. denetlenemiyor ve özel sektörde çok daha yoğun bir emek sömürüsü yaşanıyor.

Kamu sektörü-özel sektör dengesi 1963 yılından itibaren değişmeye başlıyor. Burada, ithal ikameci sermaye birikim modeli göz önünde tutulması gereken temel parametreyi oluşturuyor. Gümrük duvarlarının yükseltilerek iç pazarın genişletildiği bu modelde işçilerin reel gelirlerinin artırılması düzen açısından rasyonel hale geliyor. Fakat ücretler her yerde aynı oranda artmıyor. Ücret artışlarında iki ayrı düzeyde eşitsizlik söz konusu. Birincisi, özel sektördeki artışlar kamu sektörüne oranla daha fazla. Bu eşitsizliğin bir nedeni, sanayiye girdi oluşturan hammadde ve yarı mamul üreten işletmelerin ve enerji ve ulaşım gibi altyapı sektörlerinin ağırlıklı olarak kamu sektöründe bulunması ve bu alanda maliyetin düşük tutulmasıdır. (Bir diğer gerekçe olarak, özellikle vasıflı işgücünün kamu sektöründen özel sektöre transfer edilebilmesi için yaratılması gereken ücret farklılaşması gösterilebilir.)

İkinci eşitsizlik düzeyini, özel sektörün kendi içindeki farklılaşmalar oluşturuyor. Burada, iki temel farklılaşmadan söz edilebilir. İlki, kabaca, yüksek kâr oranlarıyla çalışan ve tekelleşme eğilimi gösteren büyük işletmeler ile yan sanayi, kitle tüketimine dönük üretim yapan küçük işletmeler vb. arasında. İkinci kesim birincisi yine ucuz sınai girdi, ikincisi, işgücünün yeniden üretim maliyetini de düşürmek üzere ucuz tüketim malları üretme işlevlerini yüklenirken, düşük kâr oranlarıyla çalıştığı için sömürü oranını yüksek tutmak zorunda. Diğer yandan, aynı zamanda ihracata dönük üretim yapan sektörler ile yalnızca iç pazara dönük üretim yapanlar arasında bir farklılaşma mevcut. Rekabet gücüne daha fazla ihtiyaç duyan birincilerde de işgücü maliyetlerinin düşük tutulması söz konusu. Genel olarak gıda, tütün, dokuma, mobilya gibi sektörlerdeki ücret artışlarının oto lastiği, kimya, makina, elektrikli aletler, taşıma araçları gibi sektörlerdeki ücret artışlarının altında tutulması yukarıdaki çerçeve içinde açıklanabilir.

Belirli nesnel sınırlar içinde gerçekleşse de sendikal mücadelelerin de ücret farklılaşmalarını zorlayan önemli bir parametre olarak değerlendirilmesi gerekli. İthal ikameci model genişleyen bir iç pazarı ve dolayısıyla yüksek ücretleri gerektirmekle birlikte, tekil kapitalist açısından kendi işletmesinde yüksek ücret politikası uygulamak hiç bir zaman istenir olmaz. Özel kesime ait tekelleşme eğilimi gösteren sektörlerde kâr oranının yüksek olması yüksek ücretleri de mümkün kılmıştır; ancak ücret artışlarının bir mücadele sonunda elde edilebilmiş olması ek bir önem taşımaktadır. Türk-İş’in belirli bir ücret artışını hükümetlerle “yakın ilişkiler” içinde ve “mücadeleye gerek bırakmadan” sağlamasının aksine özel sektörde örgütlü DİSK’in şiddetli mücadeleler içinde “hak alması” DİSK çatısı altındaki işçilerde sınıf bilincinin gelişmesini mümkün kılmıştır.

Şimdi memurların durumuna bakılabilir. Yıldırım Koç, 1920-40 arası işçi aristokrasisi olarak nitelediği memur kesiminde öğretmenler, teknik-idari personel, usta-ustabaşıların bulunduğunu söylüyor. 7 Memurlar arasında üretken faaliyet içinde bulunanlar ile diğerleri arasında bir ayrım yapmanın işlevsel olduğunu düşünüyorum. Üretken faaliyet içinde bulunan ustabaşılar ve teknik personelin bir kısmı, her ne kadar memur statüsünde istihdam edilmiş olsalar da klasik anlamıyla proleterdirler ve kamuda çalışan işçilerle birlikte değerlendirilmelidir. Geriye kalan öğretmen, idari personel gibi memurlara gelince, bu kesimlerin yüksek ücretin yanısıra toplumsal itibara sahip olmaları ve devletle özdeşleştirilmelerini oldukça doğal buluyorum. Eğitim düzeyinin çok düşük ve “devlet baba” ideolojisinin yaygın olduğu bir toplumda “okumuş” insanların itibar görmesi, halka karşı devleti temsil eden kişilerin kendilerini devletle özdeş görmeleri olağan karşılanmalıdır. Bu kesime üretim içindeki konumları işçi sınıfı ile olan ilişkileri gibi açılardan bakıldığında ise, bir işçi aristokrasisi oluşturmaktan son derece uzak oldukları görülecektir. Zaten, söz konusu ayrıcalıklılık da süreç içinde giderek zayıflayarak önemli oranda ortadan kalkıyor. 60’lar sonrasında, “işçi” olma statüsünün kendisi bir ayrıcalık haline geliyor.

Şu ana dek değinilen tüm ayrımlar kapitalizm kendini yeniden üretim dinamikleriyle doğrudan ilintili sınıf içi nesnel farklılaşmalar. Bunların sonucu açığa çıkan görece avantajlı kesimlerin işçi aristokrasisi olarak nitelenebilmesi için gösterilmesi gereken, ayrıcalıklar dışında, burjuva ideolojisini taşıma, işçi sınıfı hareketliliğini engelleme, sınıf içinde burjuvazinin truva atı rolünü oynama özellikleridir ve kabaca ele alınmış olan hiçbir kesim bu özellikleri taşımıyor. Ampirik gözlemlerin yanısıra teorik düzeyde de Türkiye’de kalıcı bir işçi aristokrasisinin olanaksızlığı söz konusu. Güçlü bir işçi aristokrasisine sahip olmak, ülke dışından da düzenli olarak kaynak transfer edebilen bir burjuvazinin harcı. Ancak böylesi bir durum işçi sınıfının bir kesimiyle burjuvazinin çıkarlarını ortaklaştırabiliyor. Örneğin İngiliz emperyalizminin yayılmasıyla İngiliz işçi sınıfının önemli bir kesiminin çıkarları çakışabiliyor ve bu kesimin siyasi örgütlenmeleri hiç bir dönem emperyalizme karşı ciddi bir tavır almıyor. 8 Türkiye kapitalizmi ise belirli ayrıcalılıkları süreklileştirebilecek bir istikrarı hiç bir dönemde yakalayamıyor. Burjuvazi, sınıfın belirli kesimlerini kalıcı biçimde kendisine bağlayamıyor. Türkiye zayıf halka olmaktan çıkmadığı sürece de bunu başarması olanaksız görünüyor.

Nesnellik Türkiye’de bir işçi aristokrasisinin oluşumuna izin vermiyor. Ancak bunun yerine, son derece elverişli ve ucuz, hatta giderlerinin çoğu doğrudan işçi sınıfına finanse ettirilen bir araç, sendika bürokrasisi kullanılıyor. Sendika bürokrasisinin burjuvaziye çıkardığı fatura ise oldukça düşüktür. Örneğin, onbinlerce öfkeli işçiyi Ankara yolundan geri çevirmeyi becerebilen “yetenekli” bir sendikacıya milletvekilliği adaylığı, işçi ödentileriyle Sarıyer’de villa kurma izni, çokdolaştığı için “sağlığı açısından” Mercedes marka otomobil, hizmetleri karşılığında da bir miktar “cep harçlığı” yüksek bir meblağ sayılmamalı…

Türkiye burjuvazisi, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın deyişiyle, geç gelmenin faziletleriyle geç kalmanın rezaletlerini bir arada yaşıyor. Eşitsiz gelişme yasasının Ürünü geç gelmenin faziletleri arasında dünya sınıf mücadelelerinden çıkarılan dersler ve yüksek bir sınıf bilinçliliği var. Türkiye burjuvazisi, işçi sınıfı hareketliliğe geçip kendi örgütlenmelerini yaratarak “başa bela” olmadan çok önce kendi eliyle işçi örgütlenmeleri kuruyor. 1934’te her meslek veya işkolundaki işçiler için tek dernek/birlikler kuruluyor. İşçilerin çıkarları ile oldukça meşgul olan CHP haksızlık olmaması için bu derneklere üye olmayı mecburi kılıyor ve aidatlar doğrudan ücretlerden kesiliyor. Bu birlikler yoksul çocukların giydirilmesi ve sünnet ettirilmesi gibi işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda son derece önemli kamu hizmetleri görüyor CHP bu birliklerden yakın ilgisini esirgemiyor ve bir tür “yan kuruluş” olarak çalışmalarına izin veriyor.

1938 yılında getirilen sınıf esası temelinde cemiyet kurma yasağından sonra ancak 1945’te II. Dünya Savaşı’nın bitmesiyle işçi yardımlaşma ve emekli sandıkları kuruluyor. Yaşama koşulu, tahmin edilebileceği üzere, CHP ile iyi ilişkilere sahip olmak. 1946’da sendika kurma yasağı kaldırıldıktan sonra, 1947’de bu kez sendikalara siyaset yasağı ve milliyetçi olma zorunluluğu getiriliyor. TSP ve TSEKP’nin kurduğu sendikalar uzun süre yaşatılmıyor. CHP ise, kendisine bağlı sendikaların özellikle KİT’lerde örgütlenmesini teşvik ediyor. Bu sendikaların önemli icraatları arasında komünizmi tel’in mitingleri yer alıyor. 1950’lere doğru grev hakkını savunan DP de kendi sendikalarını kurar. DP iktidarıyla birlikte CHP’li sendikalar içinde değişimler gözleniyor; ya sendika bürokratları birdenbire DP’lileşiyor ya da yerlerini DP’li sendikacılara bırakıyorlar. 1952’de bu sendikalar biraraya getirilip Türk-İş kuruluyor. ABD ve CIA’nın Türk-İş’e sıcak ilgi ve yardımları biliniyor. Türk-İş’in bilinen niteliği günümüze dek sürüyor; tabi bir takım iç değişmelerle: örneğin 1960’larla birlikte DP’liler temizleniyor, 64’le birlikte bu sefer AP’li sendikacılar yeniden etkinlik kazanıyorlar.

Bir devlet kurumu gibi çalışan ve dolayısıyla da işverenlerle iyi ilişkilere sahip sendikacılık anlayışına göre, 1967’de TİPİi sendikacılar tarafından kurulan DİSK farklı bir yönelimi ifade etmiştir. Temel olarak son derece sendikal(ist) bir çıkış yapan DİSK, kendi alanını ancak mücadele içinde açabildiğinden dolayı ilk dönemlerinde giderek radikalleşmiştir. Ancak, söz konusu radikalleşme, işçi sınıfı ile bağlarını kurmuş sosyalist bir siyasal öznenin yokluğu koşullarında kalıcılaşamıyor. DİSK, ücret sendikacılığını gerçek anlamda aşamadı; bir dönemin “sınıf sendikacılığı” daha çok söylem düzeyinde kaldı. Bu durum özellikle DİSK’in mücadelesiyle elde ettiklerinin yarattığı prestij sonucu Türk-İş’ten çeşitli sendikaların DİSK’e katılmasıyla birlikte sendika bürokrasisinin yükselmesine, sonunda da DİSK’i ele geçirebilmesine olanak sağlamıştır. “Demokrasiden yana tek iktidar alternatifi” CHP’ye oy çağrılarıyla başlayan bu süreç sosyalistlerin bütünüyle DİSK dışına düşmesiyle son buluyor.

Bir mücadelenin de ürünü olduğunda, tek başına yüksek ücretlerin elde edilmiş olması sınıfı hareketsizlik noktasına götürmez. Tam tersine, Türkiye’de işçi sınıfı, daha fazla hak ve nitelikli yaşama kavuşacağı umudunu taşıdığı sürece hareket edebiliyor. Baskıyla birlikte gelen gerileme dönemlerinde ise, tek tek işçiler, kendilerini ve ailelerini ayakta tutmak için bireysel savunma refleksleri gösterirler. Asıl işin yanında marjinal işlerde çalışma, aile bireylerinin daha büyük bölümünün çalışmaya başlaması, tüketim normlarının değiştirilmesi vb. sınıfın bu dönemlerdeki varoluş biçimini oluşturuyor. 12 Eylül’le birlikte, DİSK geçirdiği tüm iç dönüşümlere karşın, en azından ismiyle bile beklentilerin ifadesi olduğu için kapatılmıştır. Yaygın bir zor kullanımı eşliğinde işçi sınıfı umutsuzlaştırılıyor ve hareketsizleştiriliyor. Bu operasyonun içinde Türk-İş’in de azımsanmayacak katkıları var; göstermelik de olsa ses çıkarmak bir yana, 12 Eylül hükümetine bakan veriyor.

Son olarak Yıldırım Koç’un sendikaların politik bilinç ve hareketliliğini doğrudan yansıttığı ve sınıftaki değişikliklerin kısa süre içinde sendikalarda ifadesini bulduğu şeklindeki yaklaşımına değinmek istiyorum. 9 Bu yaklaşım belli (ama işlevsiz) bir soyutlama düzeyinde geçerli olsa da işçi sınıfına karşı son derece “bilinçli” ve aktif olan sendika bürokrasisinin üstlendiği işlevleri perdeleyici bir rol oynuyor. Akla ilk gelen bir örnek olarak 3 Ocak genel grevi verilebilir. Önemli oranda taban baskısıyla ilan edilen genel grev zaten üretimin durmuş olduğu tamamıyla apolitik bir gündeme sahip olunan dolayısıyla da genel grevin etkisinin hiç hissedilmeyeceği yılbaşının ertesi günü yapılmıştı. Türk-İş’in bu tarihi seçmiş olmasının tesadüf olmadığı açıktı.

80 sonrası gelişmeler sendika bürokrasisinin analizi açısından temel bir önem taşıyor. Ancak bundan sonrası ikinci yazının konusunu oluşturuyor. 

Dipnotlar

  1. Koç Yıldırım, “İşçi Aristokrasisi ve Türkiye”; İşçi Sınıfı ve Sendikacılık Hareketinin Güncel Sorunları içinde, Ataol Yay., İst., 1991.
  2. Koç, “Memurlar Hangi Sınıftan?”; a.g.e. içinde.
  3. Talas Cahit, “Türkiye’de Sosyal Politika Meseleleri”, 1920-60 AÜSBF yayını, 1960.
  4. Koç, “İşçi Hakları ve Sendikacılık”, 11. Tez, no. 5, s. 45.
  5. Talas, “Sosyal Ekonomi”, AÜSBF yayını, 1972.
  6. Talas, “Türkiye’de…”
  7. Bu konuda bkz. Nurcan Süzal, “Türkiye’de Ücretler: 1963-1983” ve Yalçın Küçük, “Quo Vadimus” içinde, Tekin Yay., Ankara, 1985.
  8. Koç, “İşçi Aristokrasisi…”
  9. Koç, “Türk-İş Çok Değişti”, a.g.e. içinde.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×