Sınıfı Kavramak II: Sınıfın İleri Kesimlerinden Ne Anlamalıyız?

Sınıfın içerisinde kök salmak, partinin toplumsallaşması, iktidara giden yolda manivela olabilecek süreçlerin, olanakların değerlendirilmesi… Hepsi bir bütün olarak öncülüğün mantığı içerisinde ele alınmalı.

Peki, öncülük meselesini düşünürken, işçi sınıfının ileri kesimlerine dair anladığımız nedir ve “orta sınıf” etiketi vurulmak istenen kentli, eğitimli emekçi kesim bunun neresindedir?

Proleterleşmenin, işçi sınıfını bir homojenliğe itmediğinden ve siyasal ideolojik uzanımlarıyla işleyen bir süreç olduğundan bahsetmiştik. İleri kesimden en kaba olarak anlaşılan şey, iktidara giden yolda işçi sınıfının göreli olarak daha dışta bulunan halkalarına oranla sınıfı ileriye taşımakta daha avantajlı olan kesimleridir. İleri kesimler taşıdıkları kimi özellikler nedeniyle böyle bir niteliğe sahipler.1 Bu özellikler ne tek başına üretim sürecinde edinilen yerden, ne yalnızca bağlantı kurdukları ideolojik öğelerden, ne de dar ve fotoğraf kareleri kıvamında algılanacak, durağanlık içeren bir zamansallık – siyasallık ekseninden yola çıkılarak anlaşılabilir. Anlamak için bunları kapsayan, belli bir ülkenin özgüllüğünün de bir şekilde ele alındığı bir soyutlama düzeyi gerekir.

Sınıfı ileriye çekmekte avantajlı olan kesim hakkında konuşmak, somutluğa ve değişebilirliğe oldukça yaklaşmayı ve tartışılabilir gözlemlere yer vermeyi gerektirdiğinden büyük zorluklar barındırıyor. Bu durum, ileri kesimlerin tasvir edilebileceği özellikleri incelerken dört başı mamur tanımlamaların yapılmasını, zamansal olarak kalıcılıkların atanmasını ve eşitliklerin kurulmasını imkansız (ve gereksiz) hale getiriyor. Ancak salt gözlemler etrafında dolanmak da ortaya konması gereken yol gösterici kuramsallığın içini boşaltacaktır. Bu yüzden, meselemiz de sınıfın hareketini incelemek olduğundan, kimi özelliklerden yola çıkarak bu özelliklerin oturduğu daha genel çerçeveyle, bir iç örgüyle teması sağlamak gerekiyor. İç örgüyü, ilk bakışta dağınık gibi gözüken özellikleri birbirine bağlayan sınıf antagonizması, iktidar mücadelesi ve Türkiye’nin özgüllükleri ile birlikte düşünerek kafamızda canlandırmamız yerinde olacaktır. Bu iç örgünün, sınıfın ele alınışındaki teorik konumlanış ve “ileri kesim”den anlaşılan doğrultusunda, güncellikle devamlı temas kurarak canlı kalabilmesi ve her bir özgüllükte var edilebilmesi için de buna uygun açıklıklar barındırması gerekir.

Peki, hangi özellikler harekete bakarken işimizi kolaylaştırabilir?

Sınıfın ileri kesimleri, karşıt sınıfla girilen mücadelede ortaya çıkan değerlerle teması daha fazla olan, bilinçliliği yüksek veya yükselmeye aday, bu bilinçlilik ve düzen dışına çıkma halini süreklileştirebilmeye, bu doğrultuda bir direnç oluşturmaya ve bu direnç etrafında diğer halkaları kendiyle birlikte sürükleyebilmeye daha yatkın olan işçi sınıfı kesimleridir.

Bu temel özellikler güncel olarak sürekli yeniden üretilir ve hatta devrimci durumda proletarya hareketindeki farklılaşmaların, geçişmelerin, konumlanışların hızı çok artar. Daha iyi açıklamak için bir örnek verelim: Devrimin Rusya’sında Petrograd proletaryasındaki tüm yeniden eklemlenme ve geçişmelere rağmen sınıfın ileri kesimlerinin bu vasfı koruyabilmesinin en önemli dayanağı, bağlanmalarında bir sürekliliğin, tutarlılığın bulunması ve “gelecek” ile devamlı bir temas halinde bulunabilmeleriydi.2

Türkiye’de bu özelliklere yerleşebilecek bir kitleyi en yakından “Haziran” gösterdi. Direnişin emekçi karakteri içerisinde kentli, eğitimli ve ağırlıklı olarak hizmet alanında çalışan bir kesim belirgindi, direnişe kendi rengini çaldı. Şüphesiz, bu kesim de kendi içerisinde farklılıklar barındırıyor. Kabaca değerlendirildiğinde, görece daha yüksek değer üreten ve daha yüksek gelire ve yaşam standartlarına sahip, yaşam tarzı “kapitalizmin dünyadaki merkezleri”ndeki “işçi aristokrasileri”ne benzetilen, daha çok donanım gerektiren meslekleri icra eden, “kafa emeği” ağırlıklı emekçi kesimler ile “kol emeği”ne yakınsayan ve fazla donanım gerektirmeyen meslekleri icra eden, daha düşük gelirli ve daha düşük yaşam standartlarına sahip, sıklıkla enformel de çalışabilen ve çok sık işyeri değiştirebilen bir toplamdan oluşan kesimler şeklinde bir gruplamaya gidebiliriz.

Bu farklılıklar, kesimlerin ve özelliklerinin birbirleri içinde geçişken olmadığı anlamına gelmiyor. Bu bağlamda, proleterleşmenin yarattığı farklılaşmaları atlamamak; ancak farklılaşmaları sınıfı bütünleştirme perspektifinin içerisinde ele almak temel hareket noktası olmalıdır.

Anılan kesimler, kendilerine özgü gündemlere elbette sahiptirler, ancak sıklıkla aynı mekanlarda bulunurlar. Bu mekan ortaklığında kent ile kurulan ilişki oldukça önemli. Kent başlığı yumuşak karın üretmeye çok elverişli dinamikleri barındırıyor. İktidara karşı verilen mücadelede kent mekanı üzerinden türeyecek simgeler ve bu simgelerin kavganın orta yerindeki değerler ve ideolojik öğelerle birlikte salınıma girmesi yaşanan deneyimlerin de gösterdiği üzere oldukça mümkündür. Kent, işçi sınıfının hem üretim hem kendini yeniden üretme anlamında yaşam alanıdır. Sınıf mücadeleleri bu yaşam alanının ortasında cereyan etmektedir. Proletarya yalnızca “işyerleri” üzerinden yola çıkılarak anlaşılamaz; çünkü hem emekçilerin kendini yeniden ürettikleri ve kolektifleştikleri bir alandır kent, hem de sermaye, birikiminin devamı için kentleri dönüştürmekten geri durmamakta, hatta içinden geçtiğimiz dönemde bunun hızını daha da artırmış bulunmaktadır.

Kent, sınıfın aynı gündemde ortaklaşması için basılacak zeminler yaratıyor. Bu zeminlere yön verebilmek de sınıfı sürükleyebilmek için önemli rol oynuyor. Kent üzerinden en gelişkin bağları eğitimli emekçi kesimin kurabileceğini düşünüyorum. Sınıfa ilişkin atlanılmaması gereken parametrelerden birisi kendini yeniden üretmek ise bu yeniden üretim sürecini içinde bulunulan mekandan, mekanla birlikte var olan kültürel birikimden ve deneyimler silsilesinden ayrı düşünemeyiz. Bu bağları güçlü bir şekilde kurabilmek ve kalıcılaştırabilmek için kentliliğin oluşum ve yeniden oluşum süreçlerinin ortaya çıkardığı değerleri deneyimlemek, içselleştirebilmek gerekiyor. Proleterleşmenin kentlerde sınıf oluşumuna etkisine baktığımızda halihazırda kentli olan insanların bu oluşuma damga vurduğunu görürüz. Türkiye’de en fazla değişim değerinin üretildiği büyük şehirlerdeki, anılan niteliklere sahip emekçi kesimler, eğitimlerini ve yaşamlarının bütününü kentlerde gerçekleştirmiş, kentli emekçi ailelerin çocuklarıdır.

Bunun yanında, kent ile gelişkin bağlar kurabilmenin kendini yeniden üretme dışında da temelleri bulunuyor. Ağırlıkla eğitimli, kalifiye emekçi kitlesinin artı-değer ürettiği alanlar olarak kent merkezlerini, bu merkezlerin yakınlarındaki birbirine yakın konumlanmış plazaları, ofisleri ya da merkezden daha uzak, ancak yine de çok sayıda emekçinin birarada çalıştığı kampüsleri görmekteyiz. Birarada bulunmanın ve kolektifliğin bir diğer besleyeni de bu “havza”larda çalışmak, kentin ana akslarında bulunmak ve kent merkezleriyle devamlı temas halinde olmaktır. Kent merkezleri, eğitimli emekçi kesimin hem üretim hem yerleşim açısından ağırlıklı olarak bulunduğu; aynı zamanda işçi sınıfından farklı kesimlerin, küçük burjuva ve diğer ara öğelerin de eğitimli emekçi kesimlerle birlikte var olabildiği yoğunlaşma merkezleridir. Bu küçük burjuva ve ara öğeler, yoğunlaşma merkezlerine yapılabilecek sınıf eksenli müdahale ile şekil kazanabilecektir.

Kolektif davranabilmenin sınıf bilinciyle oldukça yakın bir ilişkisi olduğunu düşünüyorum. Marx, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i eserinde, bu ortaklık ve kolektiflik halinin olmadığı köylüleri tek tek patateslerin doldurduğu bir patates çuvalına benzetmiştir.3 Kolektif şekilde davranmanın, üretim sürecinin kendisi (ve mekanları) ile önemli bir ilişkisi var. Öyle ki çok sık iş değiştiren ve sürekli farklı işyerlerinde geçici olarak bulunan, bu anlamda emek sürecinin kendi parçalayıcılığının üzerine, bağ kurmayı zorlaştıran bir negatif hareketliliğe de sahip kitlenin kolektif hareketlilik ve birlikte davranma, gündem oluşturma kabiliyetinin az olması beklenir. Böylesi bir kitlenin ortak gündemlerle bağ kurabilme zaman ve enerjisinin de genel olarak az olacağını düşünebiliriz. Örneğin tekstil ve hizmet alanının kimi bölmeleri böyle bir emekçi kitlesinden oluşmaktadır. Diğer yandan, örneğin bankacılık, bilişim, haberleşme, medya, sağlık, eğitim, havacılık, vb. gibi alanlarda çalışan emekçiler, bahsettiğimiz parametre üzerinden konuşursak, bahse konu şekildeki bir kolektifliğe daha yatkındır.4

Bu noktada, prekarya üzerinden bir karşı girişim deneniyor. Proleterleşmenin bir çıktısı olan ve daha dolayımsız olarak üretim sürecinden uç veren güvencesizleşme hali “prekaryalaşma” olarak proletaryadan ayrıksılaştırılıyor, proletarya bu statüye daraltılıyor ve daha sonra güvencesizlik kollektivitenin karşısına koyulup, ideoloji ve siyasetle kestirme bağlantılar da kurularak “indirgenmiş proletarya”nın kimyası bozuluyor. Öyleki kimyası bozulmuş proletarya bir kolektif hareket etme yeteneğine sahip bulunmuyor ve örgütlülük “imkansız” hale geliyor. “Proletaryaya elveda” gibi çeşitli ifadelerle yenilenen, “orta sınıfa merhaba” demenin bir başka yolu da böyle sağlanıyor. Liberalizmin örgütsüzlük üzerinden gerçekleştirdiği saldırının “prekarya” ve “orta sınıf” mefhumlarıyla birleştiği yer burası oluyor.

Diğer yandan, kolektif davranabilme parametresini üretim sürecinde içinde bulunulan mekana doğru daraltmak oldukça eksikli olacaktır. Kent yaşamının ayrıştırıcı yanı yalnız kentteki farklı sınıflar arasında değil, sınıfın kendi içerisinde de işlemektedir. Bu atomizasyonu yumuşaklaştırma çabaları “mahalleleşme-gettolaşma” üzerinden etnik köken, göç edilen yer, din, cemaat, vb. ile gerçekleştirilmektedir. Bunlar, emekçilerin sınıf ekseninde buluşabilmelerinin önüne fazladan engel çıkartmakta ve hatta çoğunlukla kendi içinde yozlaştırıcı, gericilik üreten özelliklerin devirdaim ettiği birliktelikler olmaktadır. Atomizasyondan aldıkları paya rağmen “mahallelilik” değil, “kentlilik üzerinden kolektifleşme” ilişkisi itibariyle sınıfın ve kentin “bireyler” olarak parçası olmaya yatkın eğitimli işçi sınıfı kesimleri sosyalizmin öncelikle ulaşabileceği kesimlerdir. Üstelik bu eğitimli emekçiler, direngenliğini Haziran’da ispatlamış dinamik kadın emekçilerin çoğunluğunu da kapsamaktadır. Diğer yandan, bilinmelidir ki insanların atomizasyon neticesinde oluşturdukları bireysel “koruma duvarları”, onların kolektif hareketliliğe dahil olabilmesi için törpülenmek ve dönüştürülmek zorunda olan engeller de içermektedir.

Sermaye ile kurulan ilişki bağlamında, eğitimli, kalifiye kafa emekçilerinin, sermayenin birikimine en yüksek miktarda değer üreterek ve daha “kritik” emek süreçlerinde bulunarak katkı koyduğunu söyleyebiliriz. Bu, elbette kendi başına hiçbir anlam ifade etmiyor; ancak bunun ülke gündemine etki edebilme kabiliyeti açısından taşıdığı potansiyelleri düşündüğümüzde, siyasi-ideolojik bağını kurmak suretiyle bu duruma ilişkin sağlıklı yaklaşımlar geliştirebilme imkanına kavuşuyoruz. Yani, söz konusu alanlarda çalışan emekçi kitlelerin örgütlü bir eyleminin burjuvazinin ve siyasi iktidarın canını oldukça acıtabileceğini söyleyebiliriz. Kentle kurdukları bağı ve aydınlanma gibi sınıflar mücadelesinin yoğunlaştığı başlıklarla temaslarının kuvvetli oluşunu göz önüne alırsak, bu kesimlerin, öncünün müdahalesiyle sistemin istikrarsızlığını tetiklerken, kitleleri ortak bir gündem etrafında birleştirebilmek adına önemli bir yeri tuttuklarını görebiliriz.

Sınıfın hareketinin ve sınıf bilincinin karşıt sınıfa karşı mücadele ile birlikte kavranabileceğini söyledik ve bu mücadelenin her düzlemde sürdüğünden, dolayımların hesaba katılmasının gerekliliğinden bahsettik. Kitlelerin hareketi, Haziran’da farklı bağlanmalarla direnişe ortak olan tekil bireylerin her birinin kendi psikolojisi üzerine odaklanılarak anlaşılamaz. Öyle ki kitleleri, üzerilerinde çalışma yapılacak sosyolojik araştırma nesneleri olarak gören ve çeşitli anket yöntemleri ile bireylerin birbirlerinden kopuk düşünceleri arasında korelasyon bulma (ya da uydurma) peşinde koşan akademisyenler burjuva sosyolojisinin sınırları içerisinde enerji tüketmekteler. Halbuki, kolektiflik ancak bu kolektif hareketin ortak salınımı tutturduğu ideolojik öğeler ve ortaklaşmış istekler üzerinden anlaşılabilir. Aydınlanma ve özgürlük bu öğelerin ön planda olanlarıydı. İşçi sınıfının ileri kesimlerine yaklaşımda, sınıflar mücadelesinin ortaya çıkardığı değerlerle temasın ve bu temasın sürekliliğini sağlayabilme kabiliyetinin önemli olduğunu da daha önce belirtmiştik. Proleterleşmede olmadığı gibi bunun da basit şemaları, sınıf bilinciyle ve düzenden kopmayla doğrusal bağlantıları bulunmuyor. Bu ilişki oldukça kompleks ve sıçramalı gelişiyor. Betimlemeye çalışırsak, bu kabiliyeti edinebilmenin, insanlığın ilerici birikimiyle sürekli bağlar kurulması, ussallaştırma (rasyonalizasyon) süreçlerinin düzen içine savrulmayı kolaylaştırmaması gibi düşünsel zenginlikleri gerektirdiğini pekala söyleyebiliriz.

Bu düşünsel zenginlik maddi yapıdan bağımsız düşünülemez. Kapitalizm gelişirken üretim sürecine yönelik bir işbölümünü ve standardizasyonu beraberinde getirir; fakat bu eğilim hiçbir zaman üretim sürecinin homojenleşmesi ve mutlak “düşük beceri” sınırına ulaşması olarak algılanmamalıdır. Proleterleşmenin çelişkili ve eşitsiz yapısı gereği sistem her daim kompleks meseleleri çözüme bağlayabilecek, ileri tasarımsal yetilere sahip çeşitli düzeylerde kalifiye olan ve zihinsel becerikliliğe sahip emekçilere ihtiyaç duyar. Zihinsel gelişkinlik salt üretim sürecinde emek gücü metası olarak kullanılan ve onun dışında çöpe atılan bir şey değildir, nihayetinde yaşamın tamamının anlamlandırılması sürecinde kullanımdadır. Zihinsel gelişkinlik aynı zamanda ussallaştırma süreçlerinde mantıksal tutarlılığın kaynağıdır. Böylesi zihinsel kaynaklara ve insanlığın ilerici birikimiyle güçlü bağlara sahip emekçi kesimin toplumsal ve siyasal olan ile daha güçlü ve zengin bağlar kurabileceğini söylersek yanılmayız sanıyorum.5

Bunun en somut örneklerini hem genel olarak AKP dönemindeki gericileşme saldırılarına karşı dirence, hem de Haziran Direnişi’nin kitlesine bakarken görebiliyoruz. Diğer yandan, eğitimlilik, kalifiye olma özelliklerinin siyasal bağlanma için kendinde bir avantajı bulunmuyor. Böylesi, kitlelerin egemen ideolojiyle bağlarını küçümsemek anlamına gelirdi. Türkiye’deki kentli, eğitimli emekçiler için eğitimliliğin ve kalifiye olmanın ifade ettiklerini düşünürken bu kitlelerin insanlığın ilerici birikimiyle, egemen ideolojiden savrulma eğilimindeki aydınlanmayla kurdukları güçlü bağları merkeze almalıyız. Bu bağlar, sosyalist ideolojinin aydınlanmaya müdahaleleri ile bu kitleleri düzen dışında tutabilmek ve bunun sürekliliğini sağlayabilmek anlamında değerlidir ve önemli bir yer teşkil eder.

Psikanalitik bir terim olarak kullanılmaya alışılmış ussallaştırma kavramını ise ideolojiyle ilişkisi bağlamında ele alıyorum; çünkü ancak bu şekilde, tek tek bireylerde gerçekleşen bir süreçten ziyade kolektif olarak bir şeyler yapmakta, bir toplumsallığın içerisinde var olmakta olan bireylerin benzer anlamlandırma biçimleriyle ilgilenmiş oluyoruz. Yalnız, kitlelerin benzer anlamlandırma biçimlerini “veri alarak” siyaset yapmak ile bu anlamlandırma biçimlerini “dikkate alarak” siyaset yapmak arasında fark bulunuyor. Öyle ki kitlelerle kurulan temas yüzeyini genişletmeye ve derinleştirmeye çalışırken kitlelerin zaaflarına müdahale etme perspektifinin ortadan kaybolması bir tür pragmatizme kapı aralayacaktır.

Kitlelerin belli bir uğrakta düzen cephesine kayma eğiliminin altında, o uğraktaki siyasal konumlanışları anlamlandırıp, eyleme geçerken işleyen ussallaştırma süreçlerinin, engebeleri problem yaratan bir arazide gerçekleşiyor olması bulunuyor. Mesele, dümdüz bir arazi olarak algılanabilecek ideolojik bir zeminin oluşturulması gerektiği değildir; zeminin, üzerine, şimdi ve ihtiyaç halinde hızlı ve ani bir şekilde de siyaset inşa edilmeyi kolaylaştırabilecek denli elverişli bir hale kavuşturulmasıdır. Buradan ideolojinin siyasetten kronolojik olarak önce geldiği, bu ikisinin birbirinden ayrı olabileceği, mücadelenin de bir sıralamayla yürütülmesi gerektiği ya da iktidarı ele geçirmenin öncesinde bir hegemonya tahsisinin gerektiği anlamı asla çıkmamalıdır. Ancak, ideolojilerin ve kitlelerin ideolojik bağlanmalarının siyasetteki hızlı akışkanlıklara nazaran daha bir katı olduğunu unutmamak gerekli. Bu yüzden ideolojik zaaflarına müdahale edilememiş kitleler, sıçrama momentlerinin siyasal olarak hızlı yer değiştirmelere sahne olduğu zamanlarında, eklemlenme olanaklarındaki zenginliğe rağmen, öncünün işaretlerine toparlanması güç bir dağınıklıkla bakacaklardır.

Düşünsel gelişkinlikten, kalifiye olmaktan bahsederken ileri olarak kodladığımız kesimin egemen ideoloji ile olan bağlarını küçümsememek gerektiğini de belirtmiştik. Bu bağlar, diyalektik bir şekilde, onları düzen dışına çıkarma eğilimine sokan aydınlanma ve özgürlük öğelerinin liberal tahribatıyla gerçekleşmektedir. Düzen ile bağlarının devamlılığını sağlayan ana kaynak sınıf ekseninin budanmasıdır. Bu, emek-sermaye temel çelişkisinin flulaştırılması yoluyla elde edilmektedir. Laikliğin piyasa ile bağlantılandırılarak düzen içine doğru çekilmesi tam da böylesi bir tahribatı anlatmaktadır. Kitlelerin acil çözüm arayışlarına Ekmeleddin gibi bir aday çıkartarak karşılık vermek aydınlanma başlığında açılmış bir gedik, kitleleri düzen içine çeken bir bağlantı noktası olmuştur. Aynı şekilde, kriz dönemlerinin ayaklanan kitlelerini “bölme”nin en iyi yolu da onları, sınıf eksenini ortadan kaldıran tutkallar ile “birleştirmek”ten geçmektedir. Bu, toplumun bütününün bir ortak çıkara sahip olduğu yanılsamasının çeşitli yollardan üretilmesiyle, sivil toplumculuğun türlü mekanizmasının işletilmesiyle gerçekleştirilebilmektedir. Kitleleri ortak hedeften uzaklaştırmanın yolu sınıf ekseni ve iktidar hedefini baltalayacak ve odaklanmayı engelleyecek mikro hedeflerin pompalanmasıyla gerçekleştiriliyor. Özgürlük de bu tahribattan payını almaktadır. Öyle ki bir yandan örgütsüzlük bir “özgürlük biçimi” olarak propaganda edilirken, diğer yandan kitlelere, mücadelenin bir yöntemi olarak din çemberi içerisinde devinmek sunuluyor, dinin siyasallaşmasına özgürlük üzerinden prim verilebiliyor.

Bireyleri örgütsüzlük üzerinden bölmenin yanında, onların “koruma duvarları”nı beslemek de özgürlük ile sınıf ekseni tahribatının birleştiği bir nokta oluyor. Emek-sermaye çelişkisinin flulaştırılması, kendisini, sömürünün gerçekleştiği emek sürecinin süslenerek yaşamın tümünü istila etmesi ile gerçekleşiyor. Kendini yeniden üretme sürecinde bu parçalama işlemi, bireylere çeşitli türleriyle medya üzerinden, düzene karşı gelişen bilinçli ya da bilinçsiz tepkilerini ve enerjilerini soğuracak mikro alanlar sunulması ve kültürel değerlerin düzen içine uzanan ideolojik çerçevelere oturtulması vasıtasıyla gerçekleştirilmeye çalışılıyor. Bireyler, izole ve “korunaklı” alanlarını devam ettirebileceği düşüncesine ittiriliyor. Bu doğrultuda sınıf içi ayrımlar da kullanılıyor. Düzenle kurulan bağlar, sistem sıkıştıkça geriliyor ve kopma eğilimine giriyor; ancak bu bağlar, kendilerine düzen dışı bir özne tarafından vurulmadığı müddetçe kendilerini onarma yoluna gidiyor.

Bir ileri kesim tayin etmenin, çalkantılı dönemlerdeki değişkenliği göz ardı etmesi de gerekmiyor. Bolşevikler savaş karşıtı propagandayı çoğunluğu köylü olan cephedeki askerler içerisinde de örgütlenerek yaptığında bunun çıktısı netleşmiş siyasal hedefin kentlerde ve bütün ülkede konsolidasyonu olmuştu; ama bu, Bolşeviklerin yalnızca cephede örgütlenme faaliyetinde bulunduğu anlamına gelmiyordu. Mesele, Bolşeviklerin, düzenin zayıf karnı ve kitlelerin rahatsızlığı olan savaşı en etkili şekilde, ortaklaştırıcı bir başlık haline getirebilecek, örgütleyebilecek çevikliği gösterebiliyor olmasıydı. Cepheden kentlere akın eden askerlerin etkisi büyük olmakla birlikte belirleyici olan genel olarak Bolşeviklerin kentleri tutabilmesidir.

Sınıfın tamamında yaşanan sıkışma konuştuğumuz kesimlerin dışından da patlamalar üretebilir, fakat bu patlamaların mercekten geçerek satha yayılabilmesi, kentlerin ve ülkenin gündemini belirleyebilmesi farklı kesimlerin siyasal olarak ilişkilendirilebilmesiyle mümkün olacaktır. Bu ilişkinin tek garantörü olan öncü parti, bahse konu bağı farklı kesimleri salt fiziksel olarak yan yana getirmek üzerinden kuramaz. Metropolün periferisinde bulunan bir fabrika işgalinin kendi halinde metropole olan etkisinin düşük olacağını düşünmek zor değildir.

Sınıf içerisindeki değişimleri, sınıfın farklı bölmelerinin yoğunlaşma mekanizmalarına etkilerini ve siyasallığa açılan bağları güncel olarak değerlendirip, buralarda kök salabilecek niteliklere sahip Bolşevikler, Menşevikler sendikalı ağır sanayi işçileri arasında örgütlüyken, sokağın ve devrimin nabzını tutan fırın işçileri ve ülkenin dört bir yanına devrimci düşünce ve eylemi ulaştıran demiryolu işçileri arasında örgütleniyordu.6

Peki tüm bunları söylerken kentli, eğitimli emekçilerin düzen içinde konumlanmayacağı gibi bir önsel bilgiden mi hareket ediyoruz?

Böyle bir soru etrafında tartışmak sorunludur. Çünkü sınıfa müdahale basit bir tür “yatırım” problemine indirgenemez. İndirgeme, devrimci duruma dair sipariş “senaryo yazımı” gibi tuhaflıkları da getirebilir üstelik. Halbuki, devrimci öncünün kritik noktada çekip sürüklediği kitlelerin kalıcı bir “sınıf çıkarı-mutlu gelecek” harcıyla yürüyeceklerini düşünmek saflık olur.7

Buradan hareketle, devrimci durum öncesinde sınıfa dair elde edilen bilgilerin ve etkinin buharlaştığı gibi bir değerlendirmede bulunmak da yanıltıcı olur elbette. Böyle bir kitleyi sürükleyebilmek sınıfın kesimleri arasındaki farklılıklara, öne çıkan kesimlerin değişen ve süreklilik arz eden hallerine vakıf olabilmeyi gerektirir. Öncü, sınıfı “sınıf” yapan müdahaleleri devrimci durumdaki manipülasyonlar ile sınırlayamaz ise müdahale, sınıfa dair geçmişten bugüne güncellenen bilgilerle bugünden yarına yapılan bir sürekliliği barındırır. Öncünün sınıfın ileri kesimleriyle kurduğu ilişki böylesi bir sürekliliğe oturur.

Enerjinin açığa çıkması ile enerjinin sınıfta anlamlı bir sürekliliğe kavuşması da aynı şeyler değildir. Dengelerin değiştiği dönemlerde proletaryanın lümpen tabakaları da gayet patlamaların kaynağı ya da hızla etkilediği kesimler olabilirler, fakat bunun düzen içine kanalize olmasını engelleyecek olan, öncünün müdahalesiyle, enerjinin manipülasyonunu sağlamada stratejik önemi olan kentli, eğitimli emekçi kitlelerinin sınıfsal bir aydınlanma dinamizminin taşıyıcıları haline getirilmesidir.

Sınıfa dair geçmişten bugüne güncellenen bilgiler demişken, Türkiye işçi sınıfının yapısındaki değişime dair değerlendirmelerde kapitalizmin merkezlerindeki koşulların farklı oluşunun atlanılması, bu koşulların sanki her yerde öyleymiş, dünya-tarihselmiş gibi sunulması, ülkelerin özgüllüklerinin peşinen değerlendirme dışı bırakılmasını beraberinde getiriyor. Öyle ki, işçi sınıfının görece yüksek gelir ve yaşam standardına sahip olan kesimleri, ayrışmada bu özelliklerinden dolayı zorunlu olarak burjuvazinin saflarına düşecek değildir. Türkiye’nin eğitimli, kalifiye kafa emekçileri, çevre ülkelerden çektikleri artı-değerden kendi işçi sınıfına güvence ve yüksek yaşam standartları sağlayabilen emperyalistler ve işçi aristokrasilerinden farklı koşullarda bulunmaktadır. Bunu yalnızca bu kesimlerin yüksek borçlanmalarını düşünerek değil, aynı zamanda kriz sonrası gerçekleşen işten atılmalarında da görebiliriz. Türkiye’de proleterleşme nitelikli kafa emekçilerini yaygın bir güvencesizliğe terk etmiştir. Proleterleşmenin bir sonucu olan sınıfı içi ücret farklılaşmasının bir yerine denk düşebilmek, Türkiye’de işçi aristokrasisinin var olduğu anlamına gelmemektedir.

Kapitalizm, dünyanın her yerinde büyük bir yıkıcılığa aydınlanmanın yıkımı ile soyunuyor ve kitlelere bir gelecek sunamıyorken, sosyalizmin yapıcı yönü bir tür modern toplumsal kurgu oluşturabilmeli ve kitlelere bununla bağlantılı bir gelecek sunabilmelidir. Kentli, eğitimli emekçi kesimler bu yapıcılığın etki alanında bulunan en yakın halkadır aynı zamanda. Düğümü sosyalizmden yana çözme iradesinin gücünü, bu dinamizmi taşıyacak tutarlılığa, sürekliliğe ve geleceğe dönük angajmana sahip, kitlede kök salmış bir partinin sürükleyiciliği belirler.

Dipnotlar

  1. Bu özellikler sabit olarak var olmadığı ve içinden geçilen çalkantılı süreçte kaymalara evsahipliği yapabileceği gibi bizzat öncünün müdahalesinden de etkilenir.
  2.  C. Hekimoğlu, “Sosyalist Demokrasi Tartışmaları – 2 Eşiği Atlarken Sovyet Deneyi”, Gelenek, sayı 30 (1990).
  3. Karl Marx, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, (Eriş, 2003), 105.
  4.  Bu genelleme her bir iş alanı için her bir lokasyona göre güncel olarak değerlendirilmelidir. Öyle ki örneğin kafe-bar ve avm çalışanları genel hatları itibariyle bahsedilen negatif özelliğe sahip hizmet alanı içerisinde olsalar da bulunulan lokasyonun kritikliği, yoğunlaşma merkezlerine etki edebilirliği, gündem oluşturabilme olanaklığı, bu bölmeler içerisine girilebilme kolaylığı gibi bir çok parametreden özel olarak etkilenir. Genellemeler elimizi kolaylaştırır; fakat özel canlılık noktalarını baştan silmemize neden olmamalıdır.
  5.  Eğitimlilik ve düşünsel olarak gelişkinlik kendi başına bir pozitiflik ifade edemez. Bu, mutlaka hem ülkenin özgünlüğü, hem de içinden geçilen dönem ile birlikte düşünülmelidir. Öyle ki İngiltere’de işçi aristokrasisinin üst basamaklarını dolduran vasıflı emekçiler ile Türkiye’dekiler arasında önemli farklılıklar bulunmaktadır.
  6.  Kemal Okuyan, “Ne Yapmalı”cılar Kitabı, (İstanbul: Yazılama, 2013), 178.
  7.  C. Hekimoğlu, “Sosyalist Demokrasi Tartışmaları – 2 Eşiği Atlarken Sovyet Deneyi”, Gelenek, sayı 30 (1990).
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×