Suriye Kürtleri Özgürlüğe mi Felakete mi Daha Yakın?

Bu yazı kaleme alındığı sırada Halep’in Kürt mahallesi Eşrefiye’de Batı Kürdistan Halk Savunma Birlikleri (YPG) ile Özgür Suriye Ordusu’na bağlı güçler arasındaki çatışmalar devam etmekteydi. 25 Ekim günü gerçekleştirilen ve 13 kişinin ölümüyle sonuçlanan ilk saldırı, Halep’teki yoğun çatışmalar başladığından bu yana Kürtlerin kontrolünde olan bölgeye yönelik ilk büyük tacizdi. İddiaya göre Eşrefiye’ye saldıranlar Selahaddin Eyyubi Tugayı adlı çetenin mensuplarıydı. Özgür Suriye Ordusu çatısı altında savaşan İslamcı grubun Eşrefiye’ye baskın düzenledikten sonra mahallelilere “Kurban Bayramı’nı sizinle geçirmeye geldik” dedikleri yansıdı basına…

Sonraki günlerde saldırılar daha da şiddetlenerek sürdü. YPG, bir gün sonra düzenlenen misillemede 19 ÖSO militanının öldürüldüğünü açıkladı. Merkezi Londra’da bulunan muhalefet yanlısı Suriye İnsan Hakları Gözlemevi’ne (SOHR) göre çatışmada toplam 30 kişi öldü. Halk Savunma Birlikleri 20 militanı esir aldığını duyururken, SOHR’a göre muhalifler de Halep’le Kürtlerin yoğun yaşadığı Afrin kenti arasında toplam 200 Kürdü kaçırdı. Bu yazı hazırlandığı sırada çatışmalar Halep’in dışına da taşınmış, Şam yakınlarındaki El Kastal’dan Türkiye sınırındaki Yazi Bah köyüne kadar uzanmış bulunmaktaydı.

Eşrefiye’de başlayan olayların önemi sadece, omurgasını İslamcıların oluşturduğu muhalif gruplarla Suriye Kürtleri arasında bu çapta bir çatışmanın ilk kez çıkmış olmasından ibaret değil. Aslında bu Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) militanları ile büyük ölçüde Demokratik Birlik Partisi’nin oluşturduğu Halk Savunma Birlikleri (YPG) arasındaki ilk çatışma da değil. Yalnızca, ÖSO daha önce büyük kentlerde Kürtlerin kontrolünde olan bölgelere bu tür bir saldırı düzenlememişti…

Bu çatışmaların bir diğer önemli boyutu ise Kürt grupların birbirlerini suçlayan açıklamalar yapmaları. Eşrefiye’deki ilk saldırının ardından YPG Anakarargah Komutanlığı’ndan yapılan açıklamada, saldırının bazı Kürt partilerinin provokasyonu sonucu olduğu söyleniyor, katliamın sonrasında da Suriye Kürtleri Ulusal Meclisi’nin (ENKS) bazı üyelerinin silahlı gruplarla YPG karşıtı görüşmeler yaptığı ifade ediliyordu. YPG’den yapılan açıklamada şunlar söylenmekteydi:

Biz bu olayı Suriye devrimine karşı olarak görüyoruz. Her iki güç olarak rejime karşıyız, bu tür çatışmalar bize zarar veriyor. Bazı çete gruplar zarar veriyor. Biz bu tür durumların yaşanmasını istemiyoruz. Kendilerini Özgür Suriye Ordusu’na bağlı olarak tanıtan bu grupların komplo yaptıkları konusunda daha önce uyarmıştık.

Bu silahlı grupları provoke edenler de bazı Kürt taraflarıdır. Aynı taraflar yine devrede. Bu silahlı gruplarla görüşmelerde bulunmak istiyorlar. Suriye Kürtleri Ulusal Meclisi’nin (ENKS) bazı üyeleri bu son iki günde bazı görüşmeler gerçekleştirdiler. Bunlardan biri de ENKS’nin üyesi Dr. Evdin’dir. Kendisi Afrinli ve Halep’te ikamet ediyor. Görüşmede kendisini Kürtlerin temsilcisi olarak tanıtmış. Görüşmede bize karşı neler yapılacağı üzerinde durulmuş. Halep’te Kürtlerin elindeki mahallelerin Özgür Suriye Ordusu’nun eline geçmesini istiyorlar.”1

YPG, bu iddianın Temmuz ayında Suriyeli Kürt gruplar arasında Mesud Barzani’nin girişimiyle Erbil’de yapılan anlaşma sonrasında kurulan Yüksek Kürt Konseyi tarafından soruşturulması gerektiğini savunuyor ve şöyle devam ediyordu:

Kürtler ile Özgür Suriye Ordusu arasında savaş çıkartmak isteyen kişi veya çevreleri ortaya çıkarması gerekiyor. Biz bazılarını tanıyoruz, ama Yüksek Kürt Konseyi’nin bunu açıklamasını bekliyoruz. Eğer bunu yapmazsa, biz YPG olarak tavrımızı ortaya koyacağız. Şu ana kadar Yüksek Kürt Konseyi herhangi bir şey yapmayarak, kendisini dışarıda tuttu. Biz bir partinin adını açıklamıştık, karışıklık çıkarmak isteyen bir kişinin adını da şimdi açıkladık. Ama Yüksek Kürt Konseyi herhangi bir şey yapmıyor. Sorun bize bırakıldı ve biz de tavrımızı açıklayacağız.”2

Eşrefiye’deki çatışmanın ardından Kobane’de yapılan protesto eylemine, Özgür Suriye Ordusu bayraklarıyla gelenlere müdahale edilmesinin sonrasında, bazı partilerin bu olayı YPG ile ÖSO arasına “fitne” sokmak için kullanmak istendiğinin de söylendiği açıklamada, “Herkes biliyor ki YPG ve Özgür Suriye Ordusu iletişim halindedir ve birçok alanda birbirlerine destek oldular” denilmekteydi.

Aynı kesitte Suriye Kürdistan Demokrat Partisi (KDPS), partinin siyasi büro üyeleri Behzad Dorsen ve Nidal Salim’in Demokratik Birlik Partisi (PYD) tarafından kaçırıldığını ve bu iki kişiden bir haftadır haber alınamadığını ileri sürüyordu.3 PYD Eş Başkanı Salih Müslim ise Eşrefiye’deki olayları kışkırtanların Tayyip Erdoğan’la ilişkileri olduğunu söylüyor, ÖSO komutanlarından Malik el Kurdi’nin “bir yanlışlık oldu, bazı Kürtler bizi kışkırttı” dediğini aktarıyordu.4

Kısacası Eşrefiye’de çekilen tetik, tam anlamıyla bir kaosun içerisine sürüklenen Suriye’deki karmaşaya yeni bir boyut daha kazandırıyordu. Bir yandan Suriye’deki Batı destekli eylemlerin başlangıcından beri Kürtleri muhalefet saflarına katmak için her yolu deneyen güçlerin gerçekleştirdiği saldırının başka ne tür çatışmalara neden olabileceği tartışılırken, diğer yandan Suriye Kürtlerinin kendi aralarındaki çatlaklar, karşılıklı komplo ve provokasyon suçlamalarıyla biraz daha derinleşiyordu.

Ancak bütün karmaşıklığına rağmen konunun tek bir ağırlık merkezi olduğu söylenebilir: Suriye Kürtlerinin İslamcı muhalefetle ilişkisi…

Suriye Kürtleri ve İslamcı Muhalefet

Muhaliflerin Tayyip Erdoğan’ın dostu, MÜSİAD’cı Gazi Mısırlı’nın girişimiyle 30 Mayıs 2011’de Antalya’da yaptıkları toplantıya Suriye Kürdistanı’ndan 5 örgüt davet edilmişti: Suriye Kürdistan Demokrat Partisi, Kürdistan Sol Partisi, Azadi Partisi, Kürdistan Gelecek Hareketi ve Kürdistan İlerici Demokrat Partisi.

Bu toplantı, muhaliflerin Türkiye’nin himayesinde bir çatı örgütü oluşturma girişimlerinin ilk önemli örneğiydi. Toplantıda Libya’ya yapılana benzer bir müdahalenin Suriye’ye de yapılıp yapılamayacağı tartışılıyor, Suriye-Türkiye sınırında bir “kurtarılmış bölge” yaratma planları hazırlanıyordu. Daha sonra da sık sık gündeme gelen “tampon bölge”nin öncülü olarak değerlendirilebilecek bu öneriyle ilgili “Bir başka talebimiz Fırat ve Cezire bölgesinin iki hafta içinde rejim asayiş kuvvetlerinden arındırılmış bir bölge olması yönünde hareket etmektir. Kürt ve [Arap] Aşiret[leri] mensubu kardeşlerimiz bu konuda gayret göstermelidirler” deniliyordu.5 Dolayısıyla Suriye Kürtlerinin işbirliğinin sağlanması, oluşturulmaya çalışılan çatıya dahil edilmesi, yapılan planlar açısından kritik önemdeydi. Kuşkusuz 22 milyonluk bir ülkede 3-3,5 milyona ulaştığı tahmin edilen Kürt nüfusunu sadece bu hesaplar önemli kılmıyordu. Ancak merkezinde İslamcı örgütlerin durduğu muhalefetin “savaş planları” açısından da Kürtler ve Kürt bölgesi önem arz ediyordu.

Toplantıya davet edilen Kürt örgütlerinin büyük kısmının Suriye’de önemli bir varlık gösterdiği ise söylenemezdi. Diğer yandan Barzani’nin Suriye’deki kolunun muhalefete dâhil edilmesi gibi arayışlar ve silahlı güce de sahip olan, PKK’ye yakın Demokratik Birlik Partisi (PYD) gibi partilerin çağrılmaması ince ittifak hesapları yapıldığını gösteriyor.

Ancak 2011 Mayıs’ında bu hesaplar tutmadı…

Toplantıya davet edilen 5 Kürt partisinden yalnızca Gelecek Hareketi çağrıya sıcak baktı. Diğer partilerse, başka Kürt partileriyle birlikte, bu toplantının hedeflediği türde bir oluşumun Kürtler tarafından desteklenmeyeceğini ilan ettiler. Toplam 12 Kürt partisinin yaptığı ortak açıklamada, “Temsilcileri Antalya’da yapılacak zirveye davet edilen Suriye’nin Kürt bölgesinde faal durumdaki siyasi partiler, bu zirveyi boykot etmektedir. Zira Türkiye’de yapılacak böyle bir zirve Suriye Kürtlerinin yalnızca zararına olabilir, çünkü Türkiye yalnızca Kuzey Kürdistan’da değil, Kürdistan’ın dört parçasında da Kürtlerin isteklerine karşıdır”6 denilmekteydi.

Aynı partiler, Antalya’daki “muhalefet zirvesi”nin toplanmasından iki hafta önce Kamışlı’da bir araya gelerek Suriye’de demokratik bir dönüşümün gerçekleşmesine yönelik taleplerini yazılı hale getirmişlerdi. Suriye’deki Kürt Partileri Ulusal Hareketi adıyla yapılan bu açıklamada, kapsamlı reform talepleri öne sürülüyor, Kürtlerin anayasal haklarının verilmesi isteniyordu.7 O dönemde yeni Anayasa ve reform çalışmalarını sürdüren Esad yönetimi Kürt liderleri “ulusal diyaloga” çağırıyordu, ancak Kürtler Esad’ın çağrısını da “temel adımlar atılmadan ve reformlar hayata geçirilmeden önce ulusal bir diyalog mümkün değil” diyerek reddediyorlardı. Kısacası, 2011 Mart’ında ortaya çıkan muhalefet aynı yılın mayıs ayında Kürtleri de içeren daha geniş bir zemin oluşturmayı deniyor, ancak Kürtlerle ilgili hesapları çarşıya uymuyordu.

Antalya’da başlatılan muhalifleri organize etme çabası, Ağustos ayında İstanbul’da Suriye Ulusal Konseyi adlı teşkilatın kuruluş toplantısının yapılmasıyla sürdü. Suriye Ulusal Konseyi, tıpkı Libya’daki Ulusal Geçiş Konseyi gibi, muhalefet tarafından oluşturulacak gayri resmi hükümet olarak kurgulandı. Ancak bu da büyük ölçüde sürgündeki bazı Suriyeli siyasetçilerden, Müslüman Kardeşler gibi Suriye içerisindeki örgütlülüğü Mısır’a kıyasla çok daha düşük olan örgütlerden ve bazı marjinal grupların temsilcilerinden ibaret bir oluşum olarak kaldı. Diğer yandan “muhalefetin sesi” diye pazarlanması tasarlanan bu yapılanmaya da, Kürdistan Birlik Partisi gibi Suriye Kürtlerini temsil etme ehliyetine sahip olmayan bazı küçük gruplar hariç, Kürtleri dâhil etmeyi başaramadılar. Kürt örgütlerinin temsilcileri, Suriye Ulusal Konseyi’ni büyük ölçüde Müslüman Kardeşler’in emrindeki bir aparat olarak gördükleri ve Türkiye’nin himayesinde bir oluşumun Kürtleri çekemeyeceği yönünde beyanlarda bulundular. Yani İslamcıların hesabı Suriye çarşısına yine uymuyordu.

Bu arada ülkedeki çatışmalar giderek şiddetleniyor, Özgür Suriye Ordusu Türkiye’de şekillenmeye başlıyor ve eylemlere girişeceğini haber veriyordu. Ülkenin Kürt kentleri, Kürt örgütlerinin muhalefetle halvet olmaya istekli olmaması sayesinde diğer bölgelere kıyasla çatışmaların etkisini daha az hissetmeye devam ediyordu.

Ancak 2011 Ekim’i “Osmanlı’da oyun çok” deyişinin ne kadar doğru olduğunu kanıtlayan bir olaya sahne olacaktı.

Antalya toplantısına hayırhah bakan, daha sonra da Suriye Ulusal Konseyi’ne giren nadir Kürt gruplardan olan Gelecek Hareketi’nin kurucusu Meşal Temo, 7 Ekim’de Kamışlı’da uğradığı silahlı saldırı sonrasında öldü. Suikastın hemen arkasından Batı basınında “Kürtler muhalefete katılacak mı?” sorusu manşetlere taşınmaya başlandı.8

 Suikasttan ötürü parmaklar derhal Beşar Esad’a çevriliyor ve bununla birlikte “PKK ile Baas anlaşacak” iddiaları tedavüle sürülüyordu. Suriye yönetiminin yaptığı soruşturmada ise Temo cinayetiyle ilgili tutuklananlar arasında Türkiye vatandaşlarının da olduğu bildiriliyordu. Batı basını “Kürtler muhalefete katılsın” borazanları çalarken, PYD Eş Başkanı Salih Müslim, Kürtlerin kanlı bir çatışmanın içerisine çekilmek istendiği değerlendirmesini yapıyor, suikastı devlet içindeki bazı kesimlerin, El Kaide gibi teşkilatların ya da Türkiye’nin gerçekleştirmiş olabileceğini söylüyordu.9 Kürt örgütlerinin büyük bölümü muhalefet saflarına katılmamışken, Baas yönetiminin Temo’nun öldürülmesinden nasıl bir çıkarı olduğu sorusu ise Türkiye’de ya da Batı’da ana akım basının gündemine giren bir soru değildi. Bu dönemde Türkiye’de egemen basının mütemmim cüzü “Kandil-Şam-Tahran” üçgeni iddialarıydı.

Tam da bu dönemeçte Mesud Barzani’nin Suriye Kürtlerine kılıç attığına tanık olundu. 26 Ekim 2011’de, yani Temo suikastından birkaç hafta sonra, bazı Suriyeli Kürt örgütler Erbil’de toplanarak, Kürt Ulusal Konseyi’ni (KUK) oluşturdular. Bu yeni yapılanma, Suriye Ulusal Konseyi’ni (SUK) andıran isim seçimi bir yana, PYD dışındaki aşağı yukarı bütün Kürt örgütlerini kapsıyordu. Başka bir ifadeyle, 2011 sonbaharında Barzani, Suriye Kürtlerinin arasına bir kama soktu.

Ancak bu kamanın Batı ve işbirlikçileri açısından işlevli kılınabilmesi, İslamcı muhalefetin durumuna bağlıydı. Suriye Ulusal Konseyi, daha sonra bir Kürdü –Abdülbesit Seyda– başkan olarak belirlemesine rağmen, NATO’nun Libya’daki tosuncuklarının üstlendiğine benzer bir rol oynamayı başaramadı. İslamcı muhalefet içerisinde giderek silahlı güçlerin ağırlığı artıyor ve Özgür Suriye Ordusu dikkatleri üzerinde topluyordu. Çatışmaların yoğunlaşmasıyla birlikte ise cihadçı, Selefi unsurların askeri varlığı ağırlık kazanmaya başladı.

Emperyalizm ve işbirlikçilerinin tertiplediği “Suriye’nin Dostları Konferansları” serisinde cisimleşen, SUK’a meşruiyet kazandırma seansları ise birbiri ardına başarısızlığa uğruyor, bu durum Barzani rotasındaki Kürt Ulusal Konseyi’nin muhalefete tam boy entegre olmasını güçleştiriyordu.

Tipik bir Ortadoğu politikacısı olan Barzani’nin, İslamcı muhalefete eklemlenme denemelerinden bir çıkış yoluna varılamayacağını ise geçtiğimiz yaz başlarında fark ettiği iddia edilebilir. Arap Birliği, Paris’te düzenlenen “Suriye’nin Dostları Konferansı”ndan hemen önce, 2-3 Temmuz’da Kahire’de muhalif grupları bir araya topladı. Kürt Ulusal Konseyi de her açıdan bir fiyaskoya dönüşen bu toplantının katılımcıları arasındaydı.10 Ancak İslamcı muhalefet, toplantının sonuç oturumunda tartışılan Suriye’de Geçiş Süreci ve Anayasa Bildirgesi’nde “Kürt ulusu” ifadesinin yer almasına izin vermeyince, KUK temsilcileri bağıra çağıra salonu terk ettiler.11

Kahire rezaletinden 10 gün sonra Barzani bu kez KUK bileşenleri ile PYD’yi bir araya getirdi ve Suriyeli Kürt örgütler 12 Temmuz’da Erbil Anlaşması’nı imzaladı.

Erbil Anlaşması ve Barzani’nin Hesabı

Barzani’nin girişimiyle yapılan anlaşma sonucunda KUK ve PYD, Kürt Yüksek Konseyi’ni ve Halk Savunma Birlikleri’ni oluşturdular.

Bu noktada akla gelen sorulardan bir tanesi şu: Silahlı güç ve kitlesellik açısından PYD’nin Suriye’deki Barzanici gruplara kıyasla açık bir üstünlüğü olmasına karşın Barzani neden böyle bir anlaşma yapılmasına önayak oldu?

Esasen bu sorunun cevabı da Suriye Kürtleri ile İslamcı muhalefet -dolayısıyla ona destek veren emperyalist ülkeler ve işbirlikçileri- arasındaki ilişkide aranmalı. Zira Erbil Anlaşması’yla kendi silahlı güçlerini sahaya süren, Afrin, Kobane, El Malikiye gibi kentlerde fiilen iktidar haline gelen Suriye Kürtlerinin, İslamcı muhalefetle ilişkisinin nasıl kurulacağı sorunu çözülmüş olmadı.

Başka bir ifadeyle Kürtler, İslamcı muhaliflerle Suriye yönetimi arasındaki çatışmaların yarattığı bir siyasi boşluğu doldurmak üzere adım attılar; ancak bu boşluk kararlı olamayacak kadar oynak bir zemin üzerinde dolduruldu.

Bu noktada PYD’nin niyetini veya neden böyle bir ittifaka gidildiğini sorgulamak abesle iştigal olur. PYD, Suriye Kürdistanı’nda kendi programına uygun bir iktidar yapısı kurma hedefiyle, bütün zorluklarına rağmen bu ittifaka girmeye karar verdi kuşkusuz. Bunda bir sorun yok… Ancak ortaya çıkan tabloyu bir tür “devrim” olarak görmek ve kalıcı bir denge kurulduğu varsayımıyla hareket etmek gerçek bir hata olur.

Barzani’nin hesabına dönelim.

Evet, PYD’nin askeri ve siyasi açıdan KUK’tan daha güçlü olduğu biliniyor. Ancak Suriye’de bir rejim değişikliğinin eninde sonunda Barzani’nin Suriye Kürdistanı üzerindeki nüfuzunu artıracağı da malum. Bütün siyasi hesabını Baas yönetiminin çökeceği üzerine yapan Barzani de, PYD’yle yenilgiyle sonuçlanması kaçınılmaz bir çatışmaya girmek yerine ittifak yapmayı tercih etti. Bunun alternatifi SUK çatısı altına girip, ÖSO ile işbirliği yapmak olabilirdi. Ancak bu hem Suriye ordusunun Kürt kentlerine daha fazla yüklenmesi anlamına gelecekti hem de emperyalizm ve onun desteklediği İslamcı muhalefet kısa vadede yeni mevziler kazanabilecek gibi görünmüyordu. Üstelik İslamcı muhalefetin Kürt bölgesinde de güç kazanması durumunda, orta vadede bu bölgede Barzani’nin nüfuzunu genişletmesi de tehlike altına girmiş olacaktı.

Barzani bu nedenle PYD’yle açıkça çatışmayı değil ittifak yapmayı seçti. Böylece hem Şam, İdlib ve (Eşrefiye’de görüldüğü üzere) Halep gibi kentlerde hem de doğrudan kuzey sınırında, PYD’yi, Özgür Suriye Ordusu ile Suriye ordusu arasında sıkıştırmış oldu.

Barzani’nin yaptığı bu hesap tutarsa ortaya iki sonuç çıkması ihtimali var: Ya PYD yenilecek ve Kürtlerin temsiliyeti KUK’a kalacak ya da PYD bir noktada İslamcı muhalefetle işbirliği yapma basıncına daha fazla direnemeyecek. Her iki durumda da Barzani, PYD’yle çatışması halinde elde edebileceğinden daha ileri bir mevzi kazanmış olacak. Tabi hesap tutarsa…

CIA’nın Türkiye uzmanlarından Henri Barkey, Temmuz sonunda Akşam Gazetesi’ne tam olarak bu hesabı anlatıyordu. Barkey, Suriye Kürdistanı’ndaki en önemli güç olan PYD’nin uzun vadede tutunamayacağı ve bölgedeki esas aktörün yine Barzani olacağı kehanetinde bulunuyordu şu sözlerle:

Ben PYD’nin uzun vadede Suriye Kürtlerini kontrol edip, en büyük güç olarak kalacağına inanmıyorum. Çünkü eninde sonunda bütün Kürdistan’da en güçlü kuvvet Barzani. İleride Suriye’de Barzani olacak. Barzani’nin elinde bir sürü kart var. Para, organize güç, dünya, bölge ve Türkiye tarafından tanınmışlığı var… Suriye’deki Kürtlerin istediği şey PYD kontrolü altında savaşan bir Kürdistan değil. Onların istediği Irak’taki Kürdistan. Zengin, tam demokratik olmamasına rağmen rahat, terör yok, Türkiye sayesinde muazzam bir zenginlik var… Dolayısıyla ben PYD’nin uzun vadede Suriye’de güç kazanacağına veya en güçlü kuvvet olarak çıkacağına inanmıyorum. Şu anda iyi organize edilmiş askeri gücü olan PYD var. Dolayısıyla onlar ön saflara çıkıyorlar.”12

Barzani’nin bu hesabındaki temel zayıflık ise Suriye’de rejim değişikliğinin mutlaka gerçekleşeceği varsayımına dayanıyor olmasında. Bu gerçekleşmediği takdirde, Barzani’nin Suriye Kürdistanı’nı kendi nüfuz alanı içerisine katmasına elverişli uluslararası koşulların oluşmayacağı söylenebilir. Kuşkusuz bu durum emperyalizmin hesaplarının da bir hayli bozulması anlamına gelir.

Kısacası Barzani, her zaman olduğu gibi saatini yine emperyalizme göre kurmuş durumda.

Peki, tersi geçerli mi? Yani emperyalizm de hesabını Barzani’nin Suriye Kürtlerini kendi hinterlandına katması üzerine mi yaptı?

Bu sorunun yanıtını da yine Barkey’den alabiliriz. Şenay Yıldız’ın Türkiye’nin “Sevr sendromu” hakkındaki sorularını yanıtlayan CIA uzmanı, ABD’nin amacının “büyük Kürdistan” kurulması değil, bir bütün olarak bölgenin yönetilmesi olduğunu söylüyordu. Barkey, “biz bölgenin bütünü yöneteceksek, Türkiye de Kürtleri yönetir” diyordu özetle:

Hepimiz biliyoruz ki Türkiye bulmadı Abdullah Öcalan’ı Kenya’da. Mademki ABD veya Batı Türkiye’yi bölmek istiyor niye Öcalan’ı yakalayıp Türk Devleti’ne hediye etti? PKK ile savaş meselesinde niye hiçbir zaman Türkiye’yi tenkit etmiyor? Bugün Kuzey Irak’taki istihbaratın çoğunu da ABD’nin yardımıyla alıyor Türkiye. Barzani’ye sürekli ‘PKK’ya baskı yap’ diye bastırıyor. Neden yapsın ki o zaman? ABD’yi o kadar güçlü görenlere söylüyorum: ‘Amma da beceriksizmişiz yahu! 1920’lerden beri aynı şeyi yapmaya çalışıp bir türlü beceremiyoruz o zaman, öyle mi?’ Bakın, Suriye’de, Türkiye’de, Irak’ta ve İran’da bir Kürt etnisitesi var. ‘Bunlar yok’ dersek, ortadan kalkmayacaklar. Ok yaydan çıktı. Artık yapılması gereken bunun yönetilmesi süreci.”13

Yani ABD açısından konu Barzani’nin nüfuz alanını genişletmesi, Türkiye’nin de Barzani’yi himaye etmesinden öte, bir bütün olarak bölgeyi yönetmek için en uygun modeli kurmak. Barzani Suriye Kürdistanı’na yönelik attığı adımlarla emperyalizmi şimdilik bu modele ikna etmiş olabilir. Ama bu ABD’nin saatini Barzani’ye göre kurduğu anlamına gelmez. Ancak şimdilik kadraj Barzani planını göstermektedir ve gelişmeler de bu yönde seyretmektedir.

Örneğin ABD’nin Türkiye’ye, PKK liderlerine yönelik, Bin Laden’e yapılana benzer bir operasyon düzenlemeyi teklif etmesini buraya yazabiliriz. Konuyu ifşa eden ABD’nin Türkiye Büyükelçisi Francis Ricciardone, doğrulayan da KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan.14 Verilen mesaj ise iki yönlü: AKP’ye “Sünni-Kürt ittifakını zorlamaya devam et, ben de PKK’yi tasfiye etmene yardım edeyim”; PKK’ye “Barzani’nin hesabını bozmaya kalkışırsan Bin Laden’e yaptığımı sana da yaparım”.

Mesele belirli bir modeller manzumesi içerisinde bölgenin bütününün yönetilmesi…

AKP Paniğe mi Kapıldı?

Peki bu model, yani Barzani’nin hesabı, AKP’ye rağmen mi ortaya çıktı?

Kanımca Barzani Suriye Kürtlerinin İslamcı muhalefetle çekişmesinde ortaya çıkan boşluğu değerlendiren bir hamle yapmış ve bu hamlesiyle AKP’yi ofsayta düşürmüş oldu. Ancak AKP’nin Barzani’nin böyle bir adım atmaya hazırlandığından tamamen bihaber olduğunu düşünmek için hiçbir sebep yok.

Erbil Anlaşması’nın yapılmasından yalnızca birkaç ay önce, mayıs sonunda, Türkiye’nin Kuzey Irak yönetimiyle imzaladığı petrol ve doğalgaz anlaşmasının siyasi anlamının altını çizmek gerekiyor bu noktada. Bu anlaşma, jeostratejik enerji politikaları bağlamında geçen sonbahardan itibaren hız kazanan gelişmelerin kritik bir parçasıydı.

Çok kısa bir hatırlatma yapmama müsaade edin. Rusya geçtiğimiz kasım ayında Baltık Denizi’nden Almanya’nın Lubmin kentine uzanan Kuzey Akım doğalgaz boru hattının açılışını yaptı. AKP, aralık sonunda Rusya’ya Güney Akım boru hattını Karadeniz’den geçirme izni veren anlaşmayı imzaladı. Bu iki hattın bağlanmasıyla Rusya, Nabucco projesinin tabutuna son çivileri de çakmış oldu. Her iki proje de Almanya’nın desteğiyle gerçekleşti ve Rusya, Avrupa’nın doğalgaz ihtiyacının yüzde 60’ına varan bir bölümünün tedarikçisi konumuna geldi. AKP Türkiyesi’nin bölgesel yayılma hülyalarının önemli payandalarından olan enerji nakil ağlarının merkezinde durma düşü böylece ağır bir darbe aldı. Üstelik AKP’nin onayıyla… Ancak bu, AKP’nin söz konusu hülyadan vazgeçtiği anlamına gelmiyor. Rusya’ya Güney Akım’ı Karadeniz’den geçirme vizesi verilmeden hemen önce, Azerbaycan’la Trans Anadolu Projesi için anlaşma yapıldı ve boru hattının yapımına da Haziran’da başlandı. Bir diğer alternatif ise Kuzey Irak üzerinden üretildi ve Mayıs ayında Barzani’yle anlaşıldı.

Çok kısaca aktardığım bu gelişmelerin siyasi karşılıklarından bir tanesi ise şu: AKP’nin yeni Osmanlıcı hülyaları Barzani’siz hayata geçirilemez. AKP, ABD’nin olduğundan daha fazla Barzani’ye mahkum.

Barzani’yle ittifak ise başka riskleri üstlenmeyi zorunlu kılıyor; Irak’taki Şii-Kürt geriliminde doğrudan taraf olmak gibi… Petrol ve doğalgaz anlaşmasının imzalanmasıyla Barzani’nin Irak yönetimini bağımsızlık kararı almakla tehdit etmesinin ve İsrail’den ağır silah satın almaya başlamasının çakışması bunun yansımalarından bir tanesiydi. ABD ve Türkiye’den aldığı destek, Barzani’nin Irak yönetimine kafa tutmasını cesaretlendirdiği gibi, Suriye Kürtlerine yönelik daha fazla inisiyatif kullanmasını da cesaretlendirir. Dolayısıyla ortada bir sürpriz yok, ama bir danışıklı dövüş de yok. Barzani’ye daha fazla inisiyatif alabileceği bir uluslararası ortam sağlandı ve o da bu fırsatı kullandı. O halde AKP yöneticileri, Erbil Anlaşması’yla birlikte gerçekten paniğe kapıldılarsa ya ileri derecede miyopturlar ya da rol yapmaktadırlar.

Paniğe kapılmadıklarını, ama Barzani’ye açılan kredinin ne şekilde harcanacağını belirleme gücüne de sahip olmadıklarını gösteren olaylar ise Erbil Anlaşması’nın imzalanmasından sonra yaşandı. Suriye’nin bazı Kürt kentlerinde kamu binalarına PYD bayrağı çekilmesi sonrasında Kürt gruplar arasındaki ihtilafların büyümesi, Ahmet Davutoğlu’nun Kuzey Irak ziyaretine provokatif bir biçimde Kerkük uğrağını da eklemesiyle birleşti. Kerkük ziyareti, bir yanıyla Yeni Osmanlı’nın “Barzani’nin inisiyatifine sahip çıkıyoruz” mesajıysa, diğer yanıyla Barzanici Kürtlere verilen “kiminle müttefik olduğunuzu unutmayın” ültimatomu olarak okunabilir. Bunu Suriye Türkmenlerinin kurduğu Osmanlı tugaylarının ÖSO’ya katılması ve bu tugayların Lazkiye kırsalındaki bazı yerleşimlere ÖSO bayrağı çekmesi tamamladı15. “Mevzu özerklikse, bizim de özerkleştireceklerimiz var” deniliyordu. Mesajın adrese ulaştığını gösteren gelişme ise “Müslüman Kürtlerin” kurduğu Selahaddin Eyyubi Tugayı’nın Halep’in Eşrefiye mahallesinde gerçekleştirdiği katliamla bir kez daha görülmüş oldu.

AKP, Suriye Kürdistanı’ndaki gelişmeleri istediği rotada tutmak için elindeki kartları oynadı, oynamaya da devam ediyor. Bu kartlar içerisinde İslamcı muhalefet ne kadar varsa, Barzani de o kadar var. Diğer yandan Suriye Kürtlerinin fiili özerkliğinin, özellikle Urfa sınırındaki Telebyad’daki çatışmalardan sonra hızla geliştirilen fiili tampon bölgeyle karşılanabileceği de gösterilmiş oldu.

Bütün bunları AKP’nin direksiyon hakimiyetini koruduğunu kanıtlamak için anlatmıyorum. Bana kalırsa AKP hakimiyetini koruyamıyor; daha doğrusu bölge ve Suriye politikasında hiçbir zaman böyle bir hakimiyete sahip olmadı. Ancak bunun tam tersinin geçerli olduğunu, yani AKP ve müttefiklerine karşı bir hakimiyetin kurulduğunu söylemek de bir o kadar olanaksız.

Suriye Kürtleri Özgürlüğe Daha mı Yakın?

Son söylenenlerden devam edersek, bu soruya olumlu yanıt vermek için halen çok erken olduğu sonucunu çıkartabiliriz. Zira Suriye Kürtlerinin özgürlüğü, Suriye’nin ve bölgenin bütününün akıbetinin ne olacağı sorusundan bağımsız değil. Yaşanmakta olan süreci Suriye’de Kürt özerkliğinin sağlanması olarak değerlendirmek için de, aynı şekilde, henüz çok erken olduğu vurgulanmalıdır. Bugün Suriye’de herhangi bir gücün; ister Esad’ın ister İslamcıların, isterse de Kürtlerin, kendi iradesini gerçekleştirdiğini söylemek olanaklı değil. Özerkliğin Suriye Kürtlerinin iradesinin gerçekleşmesi anlamına gelip gelmediği sorusu ise apayrı bir tartışma konusu.

Bu koşullarda Suriye’de Kürt özerkliğine hangi mercekten bakılması gerekir sorusuna verilebilecek yanıt, en özlü şekilde TKP Merkez Komitesi’nin şu değerlendirmesinde bulunabilir:

Suriye’yi oluşturan halklardan biri olarak Kürtlerin oluşturduğu özerklik, merkezi otoritenin ortadan kalktığı ortamda tartışılabilir bir eğilim, yönelim değil, fiili bir durum olarak karşımıza çıkmıştır. TKP herhangi bir halkın kendini yönetme iradesini ve yeteneğini tartışmaz. Bu yönde bir irade ortaya çıktığında, buna saygı gösterilir.

Asıl önemli olan Suriye Kürtlerinin bölgemizi kasıp kavuran kan ve ateş dalgasının neresinde konumlanacaklarıdır. TKP, dilinden, inancından bağımsız olarak, emperyalizme ve dinci gericiliğe direnen tüm güçlerle dayanışma içinde olacaktır.”16

Özetle Kürtlerin, Arapların ve bütün bölge halklarının özgürlüğe doğru mu, yoksa felakete doğru mu ilerleyeceğini emperyalizme ve gericiliğe karşı sergilenen direncin gücü tayin edecek.

 

Dipnotlar

  1.  “YPG: Çatışmaları Kürt gruplar provoke etti”, Fırat Haber Ajansı, 29 Ekim 2012.
  2.  “YPG: Çatışmaları Kürt gruplar provoke etti”, Fırat Haber Ajansı, 29 Ekim 2012.
  3.  “Kurdish officials abducted in Western Kurdistan”, Rudaw, 26 Ekim 2012.
  4.  “Suriye’de Kürtlere yönelik saldırıların arkasında AKP mi var?”, soL Haber Portalı, 31 Ekim 2012.
  5.  “Türkiye-Suriye sınırında ‘kurtarılmış bölge’ oluşturacaklarmış”, soL Haber Portalı, 31 Temmuz 2011.
  6.  Shikhani, Shirzad, “Syrian Kurdish parties to boycott Antalya summit”, Şarkülavsat, 27 Mayıs 2011.
  7.  Bu deklarasyonun ayrıntıları şu kaynakta bulunabilir: “Kurdish awakening in Syria”, Kurdistan Commentary, 15 Mayıs 2011.
  8.  

    İngiliz The Telegraph gazetesinden bir örnek vermeden geçemeyeceğim. Temo’nun cenazesinden bir gün sonra “Binlerce Kürt Suriye rejimine karşı ayağa kalkabilir” başlığıyla bir “haber” yayımlayan gazete, adeta ülkedeki çatışmalara bir de etnik unsurun eklenmesini umuyordu. The Telegraph’ın Ortadoğu muhabiri Adrian Blomfield şöyle yazıyor:

    “Temo’nun ölümüne kadar [Kürt] azınlık ayaklanmada hayli tali bir rol oynadı. BM’nin söylediğine göre bugüne kadar Suriye rejimine karşı protestolarda ölen 2900 kişiden çok azı Kürt. Benzer şekilde Kürt kentlerindeki gösteriler oldukça ufaktı ve rejim Kürt toplumunu kışkırtmamak için fazla güç kullanmamaya özen gösterdi.”

    “On yıllardır Suriye’nin Alevi-Şii seçkinleri tarafından ayrımcılığa maruz bırakılan Kürtler arasında rejime yönelik hoşnutsuzluk hep vardı. 500 binden fazla Kürde devlet tarafından vatandaşlık verilmedi; yani bu insanlar yurtdışına seyahat edemiyor, mülk edinemiyor ya da bir okula kayıt yaptıramıyorlar.”

    “Ancak Kürtler, Suriye’nin Sünni Arap çoğunluğunun belirlediği, ufuktaki devrime karşı da müteredditler. (…) Kürtler şimdiye kadar, kendisini Esad rejimine alternatif bir hükümet olarak sunmaya çalışan yeni bir muhalif koalisyonu olan Suriye Ulusal Konseyi’ne katılmamak konusunda direndiler.” (Adrian Blomfield, “Thousands of Kurds could awaken against Syrian regime”, The Telegraph, 9 Ekim 2011)

  9.  “Tamo suikastinde 4’ü Türk 11 kişi tutuklandı”, soL Haber Portalı, 11 Ekim 2011.
  10.  Bu toplantıdan aylar sonra, ekim sonunda, ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Suriye Ulusal Konseyi’nin muhalefeti temsil edemediğini ve “sahada savaşan” kesimleri de ifade eden geniş ve kapsayıcı bir muhalefet yapılanması oluşturulması gerektiğini söyledi. Clinton’un SUK’un kifayetsizliği ve temsil ehliyetinden yoksunluğuyla ilgili gösterdiği örnekler arasında Kahire toplantısı da bulunuyordu (“ABD Suriye’de muhalefete yeni yüz istiyor”, soL Haber portalı, 1 Kasım 2012).
  11.  Abdulmajid, Adib, “Kurdish parties walk out of Syrian opposition conference in Cairo”, Rudaw, 5 Temmuz 2012, “Suriyeli muhalifler yumruk yumruğa”, soL Haber portalı, 5 Temmuz 2012.
  12.  Yıldız, Şenay, “Suriyeli Kürtlerin lideri PYD değil, Barzani olacak”, Akşam, 30 Temmuz 2012.
  13.  Ş. Yıldız, Akşam, 30 Temmuz 2012.
  14.  “Murat Karayılan: Ricciardone’nin söyledikleri doğru”, soL Haber Portalı, 22 Ekim 2012.
  15.  “AKP Suriye’deki Türkmenleri örgütlüyor”, soL Haber Portalı, 10 Ağustos 2012.
  16.  “Suriye Savaşı, Kürt gerçeği ve TKP’nin pozisyonu”, Komünist, Kasım 2012.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×