Türkiye Kapitalizminin Birleşmeyen İki Yakası: Ekonomik Rasyonalite ve Siyasi Rasyonalite

Gelenek Kitap Dizisinin 28. sayısındaki “Türkiye Kapitalizminin Sorunları: Dün – Yarın” başlıklı yazımda, kaynak ve pazar sorunlarını Türkiye ekonomisinin bunalım dinamiklerini açıklamada iki ana eksen olarak almıştım. Yazı, “daha önce (1960’lı ve 70’li yıllarda) tek sorunu kaynak bulmak olan Türkiye kapitalizminin geleceğinde, bu sorunun yanı sıra pazar ve birikim sorunları da olacaktır” saptaması ile bitiyordu.

Aradan geçen iki yılı aşkın süre içinde, bu saptamayı değiştirecek herhangi bir gelişme olmadı. Elinizdeki yazı, yukarıda anımsatılan iki ana eksen ve saptama çerçevesine, Türkiye burjuvazisinin bugünkü bileşenlerini (alt gruplarını) ve 1992 temmuzundaki ekonomik-siyasal panoramayı ekleyerek, Türkiye kapitalizminin yeni yönelim senaryolarını ve bunların gerçekleşme olasılıklarını tartışmayı amaçlıyor. Bunu yaparken, 28. sayıdaki yazının tezlerinin netlik kazanması ve altlarının doldurulmasına da çalışılacak.

Türkiye kapitalizmin yönelimlerini kestirebilmek için, öncelikle burjuvazinin hangi kesiminin “sınıfın bütünü adına” karar verme gücüne sahip olduğunu belirlemek gerekiyor. 1960’lı yıllardan bugüne kadar uygulanan iktisat politikaları ve burjuvazinin çeşitli kesimlerinin bu politikalara refleksleri incelendiğinde, sınıf adına karar veren ve belirleyici olan kesimin sanayi burjuvazisi olduğu görülebilir. Ancak sanayi burjuvazisi içinde de üretim sürecindeki sermaye büyüklükleri, çıkarları ve talep ettikleri iktisat politikaları açısından farklılaşan iki alt grubu birbirinden ayırmak zorunluluğu var.

Birinci alt grupta, belirli bir sermaye büyüklüğünü aşmış ve bunun sonucunda gerek bir sektörde “dikine”, gerekse birkaç sektörde “yatay” olarak uzmanlaşmış iç dış ticaret mekanizmalarına ve kendi finans kuruluşuna sahip ya da bu alanda iştirakleri olan “büyük sanayi sermayesi” yer alıyor. Bugün Türkiye’de, bu çaptaki şirket gruplarının sayısı 100’ü geçmiyor.

İkinci alt grupta ise belirli bir sektörde daha çok iç pazara dönük üretim yapan, dağıtım ve pazarlama için ticaret burjuvazisine, kredi kaynakları açısından da mali sermayeye muhtaç durumda olan çok sayıda küçük ve orta ölçekli sanayi şirketi bulunuyor.

Bu iki alt grup içinde, burjuvazi adına karar alma ve birikim modelini belirleme gücüne sahip kesim, elbetteki birincisi, yani “büyük sanayi sermayesi”dir. Başka bir deyişle, sanayi burjuvazisinin bu üst katmanı, 1960’lardan bugüne iktidardadır ve iktidarı giderek güçlenmektedir. “İktidarda olmak” deyimini, tek tek kapitalistlerin ya da burjuva gruplarının kısa dönemli hesaplarının ve çıkarlarının ötesinde, uluslararası dinamikleri ve sermaye birikiminin eğilimlerini de göz önüne alarak, sınıfın bütünü adına uzun dönemli bakabilme ve karar alma gücünü vurgulamak için kullanıyorum. Yoksa büyük sanayi sermayesinin, burjuvazinin diğer grupları üzerinde hegemonya kurarak toplumsal artığın daha büyük kısmına el koyduğunu öne sürmüyorum. Aksine, gerek iç pazara dönük korumacı birikim modelinin geçerli olduğu 1960-80 döneminde, gerekse 1980 dönemecinde nihai karar verici konumundaki büyük sanayi sermayesi, ileride değineceğim çeşitli nedenlerle toplumsal artığı kendi aleyhine yeniden dağıtıcı kararlar da alabilmiştir.

İlerlemek için büyük ve küçük sanayi burjuvazisinin, son otuz yılın iktisat politikalarından nasıl etkilendiklerine bakabiliriz. İç pazara dönük sermaye birikimi yılları, küçük sanayi sermayesi açısından altın yıllardır. Küçük sanayi sermayesi gümrük duvarlarıyla korunarak dış rekabet tehdidinden uzak bir ortamda, popülist politikalar sonucu genişleyen bir iç pazara yüksek kâr oranlarıyla üretim yapabilmiş, oldukça yüksek bir birikim hızını koruyabilmiştir. Ne var ki nihai ürünler alanında uzmanlaşması nedeniyle, 1970’lerin başında patlak veren ve 1970’lerin sonuna kadar ertelenen döviz kıtlığı sonucunda, ithal ara malı ve girdi ihtiyacını karşılayamaz duruma düşmüştür. Burada vurgulanması gereken nokta, 1970’lerin sonunda dış pazara dönük sermaye birikimi modeline geçilmesine, siyasi iktidardan çok önce karar veren kesimin, büyük sanayi sermayesi olduğudur. Döviz darboğazını prestij pazarlayarak aşmaya ve statükoyu korumaya çalışan Ecevit hükümetine karşı bayrak açan, basında kampanyalar yürüten büyük sanayi burjuvazisinin örgütü TUSİAD olmuştur. Sanayi burjuvazisinin sayıca çok ama sermaye miktarı açısından küçük diğer grubu ise, hiç istemeyerek de olsa döviz darboğazının geçici düzenlemelerle aşılamayacağı öngörüsünü kabullenmek durumunda kalmıştır. İşçi sınıfının ve emek piyasasının “disipline” edilmesi, düşük reel ücretli bir ekonomik yapıya geçilmesi gibi burjuvazinin genel çıkarını temsil eden düzenlemeler bir yana bırakıldığında, 1980’li yıllar küçük sanayi burjuvazisi için, geçmiş dönemle kıyaslanamayacak kadar kötü yıllardır. Sanayi sektörü brüt kârlarının yüzde 40 ile 60 oranında değişen bölümü, bu yıllarda mali ve ticari sermayeye aktarılmıştır. İç pazar dış rekabet ortamına açılmış, sürekli yükselen döviz kurları ve yüksek faizli krediler durgun bir iç taleple birleşerek, küçük sanayinin birikim hızını sıfıra yaklaştırmıştır. Üstelik bu kesim, ihracat teşvikleri ve dış pazardan da nasibini fazla alamamıştır. Küçük sanayicinin, 1980’li yıllarda tümüyle zarar ettiğini öne sürdüğüm sanılmasın. Göstermeye çalıştığım, bu kesimin belli bir rahatsızlık içinde olduğu ve Türkiye kapitalizminin yönelimlerinin tartışılmasında bu durumun bir parametre olarak analize katılması gerektiği.

Soruna kâr oranları açısından bakıldığında, ilginç bir tablo ortaya çıkıyor. 1960’lı ve 70’li yıllarda, ortalama olarak yüzde 25 dolayında bir kâr oranına sahip olan imalat sanayi, 1980’li yıllarda yüzde 35 düzeyinde bir kârlılığa ulaşıyor. Kâr oranındaki artışın, iki temel nedeni var. Birincisi, 1980’den sonra emek piyasasındaki düzenlemelerle hem mutlak hem de göreli anlamda sömürü oranının yükselmesi. İkincisi ise kâr oranının düşme eğilimi yasasının dinamikleri ile açıklanabilir. Sömürü oranı yükselirken, sermayenin organik bileşimi de yükselseydi, kâr oranındaki artış daha düşük olabilirdi. Oysa 1980’li yıllar, sabit sermaye stokuna eklemelerin yapılmadığı, yatırımların durduğu ve büyüme hızlarının kimi zaman negatife dönüştüğü yıllar oldu. Bunun sonucunda da sermayenin organik bileşimi, sömürü oranına göre çok daha yavaş arttı; kâr oranı hızla yükselebildi. Kapitalist açısından “ideal” olarak nitelenen bu sonuç, üretim süreci içinde ortaya çıkıyor. Sanayi sermayesinin geniş kesimini rahatsız eden “kâr kitlesinin büyük bölümünün mali ve ticari sermayeye aktarılması” ise kredi ve dolaşım süreçlerinde gerçekleşiyor. Yazının başında, kendi dağıtım ve finans olanaklarına sahip kesim olarak tanımladığım büyük sanayi sermayesinin böyle bir sorunu olmadığı, açık. Son zamanlarda Sanayi Odaları, TOBB gibi küçük sanayi sermayesi örgütlerinin TÜSİAD’a karşı seslerini yükseltmelerinin ardında, büyük ölçüde bu tablonun payı var.

Burjuvazinin sanayi dışı kesimlerine bakıldığında, iç pazara dönük ticaret burjuvazisinin son 10 yılda da geleneksel biçimde küçük üreticiliğin egemen olduğu tarımda yaratılan artığa giderek artan oranda el koyduğu görülüyor. Ticaret burjuvazisinin bu geniş grubu, devletin tarım sektörüne desteği azaltması, destekleme fiyatlarını düşürmesi sonucu artan ticaret marjları sayesinde, tarımsal artıktaki göreli payını artırmıştır. Ayrıca enflasyonun, işi sadece stoklama ve dağıtım olan ticaret burjuvazisinin palazlanmasına güç kattığı unutulmamalıdır.

Ticaret burjuvazisinin dış ticaret sermaye şirketlerine sahip “ihracatçı” grubu ise kuşkusuz son yıllarda en yüksek birikimi gerçekleştirmiştir. Hayalisi ve gerçeğiyle ihracat karşılığı teşviklere boğulan, döviz kuru politikalarıyla zenginleşen ihracatçı ticaret burjuvazisinin, sanayi burjuvazisi içi çatışmalarda, büyük sanayi sermayesinin “doğal müttefiki” hâline geldiğini vurgulamak gerekiyor.

Mali sermaye ise Boratav’ın da belirttiği gibi bağımsız değil, aksine sanayi ve ticaret kökenli sermaye grupları ile bağlantılıdır. Türkiye’de finans kapitalin hegemonyasından söz etmenin ve bu kesimi belirleyici faktör olarak analize katmanın, bir zamanlar çok moda olan “yarı feodalci” yaklaşım kadar anlamsız olduğunu düşünüyorum.

Burjuvazinin çeşitli kesimlerinin sermaye birikimi modeli ve ona bağlı iktisat politikaları karşısındaki konumlanışlarına ve kendi içlerindeki çelişkilere değindikten sonra, Türkiye ekonomisinin bugün karşı karşıya bulunduğu bazı nesnel kısıtlarını, iç ve dış konjonktürü de hesaba katarak vurgulamak istiyorum.

Türkiye kapitalizmi, her şeyden önce sermaye birikimi hızının düşüklüğü ile malûldür bugün. Önceki yazımda da belirttiğim, “sermaye birikimini sürdürmek ile kâr oranının düşmesini engellemek arasındaki çelişki”, artık acil çözüm bekleyen bir bunalım dinamiği hâline gelmiştir. Hiçbir kapitalist ekonomi, yüksek kâr oranları ile elde ettiği artığı, yeniden sermaye olarak üretim sürecine sokmadan varlığını sürdüremez. Türkiye’de, 1980 sonrası reel ücretleri düşürmede büyük bir başarı sergileyen burjuvazi, birikim ve verimlilik artışlarında tam bir acz içine düşmüştür. 12 yıl boyunca sabit sermaye stokunu artırmadan, “keseden” yemiştir. Dış dünya ile rekabete girme çabasındaki Türkiye kapitalizmi, eskimiş sermaye stoku ve geri teknolojisi ile -birkaç istisnai sektör dışında- ihracat olanaklarını geliştirememektedir.

Madalyonun öbür yüzünde ise böyle bir atılımı gerçekleştirmenin kaynak ve zaman maliyetleri bulunuyor. Ülke içine daha çok sermaye çekmek, yabancı şirketlerle “evlenmek”, bu maliyetleri en aza indirme gayretleri olarak ortaya çıkıyor. Bu noktada, özelleştirme konusunun üzerinde kısaca durmakta yarar var. Genel kanının aksine, Türkiye’de özelleştirmenin bütün KiT’leri kapsaması mümkün değildir. Burjuvazinin ve onun sözcülerinin “hepsini satalım” söylemini, sermayenin emekçi kesimler üzerindeki ideolojik saldırısının bir boyutu olarak değerlendirmek gerekiyor. Verilmek istenen, “Artık popülizm bitti, devletten umudu kesin.” mesajıdır. Bunun ötesinde, özelleştirme uygulamaları iki gerçeği gün ışığına çıkarmaktadır. Birincisi, potansiyel kârlılığı yüksek ve pazar alanı geniş olan KiT’lerin satışı söz konusudur. İkincisi, bu KiT’lerin satışı blok hâlinde ve neredeyse yok pahasına, tercihen yerli – yabancı sermaye ortaklıklarına yapılmaktadır. Bunun anlamı, kendi başına sermaye birikimi ve pazar olanakları yaratamayan burjuvaziye sermaye stokunu devretmek ve bu arada da yabancı sermayeyi ek bir kaynak olarak ülkeye çekmektir. Böyle özelleştirilecek KİT sayısı sınırlıdır. Üstelik, sanayi sektörünün tümüne halen ucuz ara malı ve girdi sağlamayı sürdüren çok sayıda KiT’in özelleştirilerek, sanayinin girdi maliyetlerinin artırılması da burjuvaziye aykırı gelecektir. Burjuvazi, bu tür KiT’lerde özelleştirme yolunu değil, kendisine ucuz girdi sağlarken ortaya çıkan “görev zararı”nın işçi çıkarılması ve reel ücretlerdeki baskının artırılması yoluyla telafi edilmesini tercih etmektedir.

Sermaye birikim hızındaki tıkanıklık, Batı pazarında “rekabet edilebilir” fiyatlara teknolojik ve mali nedenlerle ulaşma güçlüğü, Türkiye kapitalizmini diş geçirebileceği, kendisinden daha az gelişmiş ülkeler aramaya, bunlar üzerinde belirli bir nüfuz oluşturarak pazar yaratmaya zorlamaktadır. Bugüne kadar, stratejik konumunu pazarlayarak dış kaynak sağlamaya çalışan ve bu şansını artırmak için militarizme oynayan Türkiye kapitalizmi, son uluslararası gelişmelerden sonra, daha aktif bölgesel misyonlar yakalamayı denemektedir. Bu girişimin ne ölçüde başarılı olabileceği tartışmasına, ileride döneceğim. Şimdilik bu çabaların ardında kaynak yetersizliği ve pazar bulamama gibi sorunların yanı sıra, ülke içinde sermaye birikimini genişleyen ölçekte gerçekleştirememe sorununun yattığını bir kez daha vurgulamakla yetiniyorum.

Buraya kadar söylenenlerin doğru olduğu kabul edilirse, eldeki veriler toparlandığında ortaya çıkan tablo şöyle özetlenebilir :

  1. Türkiye kapitalizminin ekonomik açıdan dinamik ve belirleyici kesimleri, büyük sanayi burjuvazisi ile ihracata yönelmiş ticaret burjuvazisidir. Türkiye kapitalizminin rotası eğer yeniden belirlenecekse, büyük ölçüde bu iki kesimin çıkarları ve çizeceği sınırlar içine oturacaktır.
  2. Bu iki kesim dışında kalan burjuva kesimlerinin ortak özelliği, geniş tabanlı olmalarıdır. İç pazara dönük ticaret sermayesinin sınıf içindeki konumunun bozulması için ne kısa ne de uzun dönemde geçerli hiçbir neden yoktur. Tarımda küçük üreticiliğin ve enflasyonist politikaların sürmesi, bu kesimin en önemli güvencesidir. Buna karşın küçük sanayi burjuvazisi, önümüzdeki dönemde toplumsal artığın bölüşüm mekanizmalarını değiştirme istek ve hareketliliği içinde olacaktır.
  3. Cumhuriyet tarihindeki dış kaynak toplamından daha fazla bir dış kaynak miktarını tüketmesine, ücret yapısını tümüyle kendi lehine çevirmesine karşın, Türkiye sanayi genel olarak, birikim hızı, teknolojik yenilenme ve dolayısıyla verimlilik artışı gibi hayati konularda 1980’li yılları boşa harcamıştır. Bu durum, Türkiye kapitalizminin yapısal dinamiklerinin bir sonucu olduğu gibi, kısa dönemde çözüm bulunmazsa, daha derin ve genel bir bunalımın habercisi olarak değerlendirilmelidir.
  4. Türkiye’nin, son yıllarda bazı burjuva liderlerinin inisiyatifi ile daha aktif uluslararası misyonlara soyunma girişimleri, yaklaşan bunalıma radikal bir çözüm arayışı olarak da yorumlanabilir.

Son maddeyi biraz daha açmak için, Körfez Savaşı’nda Türkiye’den çıkan farklı tavırlara göz atmakta yarar var. Körfez Savaşı’nda dönemin Özal-ANAP iktidarını aktif davranmaya ve savaş konjonktürünü bir kumar olarak değerlendirmeye yönelten iki ana etken hemen akla gelebiliyor. Bu etkenlerden birincisi, 1990 yılının gündeminde işçi eylemliliklerinin ve toplusözleşme takviminin çakışmasıdır. İkinci etken, Kürt hareketinin kazandığı mevzilerin siyasal iktidar gözünde ancak askeri önlemlerle geri alınabilir olarak görülmesidir. Körfez Savaşı sonrası alınacağı vaat edilen dış yardım, yatırımlar gibi ham hayaller bir yana bırakılırsa, siyasal iktidarın savaşı bu iki amaç doğrultusunda başarılı biçimde kullandığı açıktır.

Ancak Özal’ın, Körfez Savaşı’nda “bir koyup üç almak” tan umduğu, sadece bunlarla sınırlı değildi. Özal, açıkça savaş sonrası Ortadoğusu’nda ABD’nin Türkiye’ye ödül olarak bırakacağı bir nüfuz bölgesi koparmayı umuyordu. Böylece, bir yandan kaynak sorununa çözüm bulunurken, bir yandan da yeni pazar ve birikim olanaklarına kavuşulmuş olacaktı. Hemen eklemek gerekiyor: Böyle bir talep, burjuvaziden gelmedi. Özal, bir burjuva lideri olarak, kendi inisiyatifi ile bu ataklığı gösterdi. Benzer bir ataklık gösterisi de Ecevit’ten geldi. Dönemin diğer muhalefet liderleri Demirel ve İnönü ise geleneksel Türk dış politikasının ihtiyatlı çizgisini tercih ettiler. İnönü bir yana bırakıldığında, Demirel’in bu tutumunu sadece “muhalefetin gerekleri” ile açıklamanın doğru olmayacağı kanısındayım. Aradaki farkın anlaşılması geleceğe dönük kestirimlerde anlamlı olduğundan, kısa bir Demirel-Özal kıyaslamasına girmeyi gerekli buluyorum.

Özal’ı Cumhuriyet tarihi burjuva liderlerinden ayıran özelliği, işçi sınıfını doğrudan karşısına alarak ve bunu ideolojik söyleminin bir parçası hâline getirerek politika yapmasıdır. Evet, 1980’lerin ortalarına kadar, Özal’ın söyleminde “orta direk” edebiyatı vardır ama hemen bunların yanında, “Ben zenginleri severim.”, “Kimse işçi ücretlerine zam beklemesin, öyle yağma yok.” sözleri de vardır. Özal, Türkiye tarihinde belki de ilk kez “doğrudan burjuvazinin politikacısını oynamış, zaman zaman popülizm yaparken bile sınıfının dışındakilere açıkça diş göstermiştir. Üstelik burjuvazi içinde de idare-i maslahatçılık kaygısı gütmeden, büyük sermayeden yana tavır koymuştur.

Özal’ın ikinci özelliği, bütün tutarsızlıklarına ve hatalarına karşın, sorunlara burjuvazi adına, nisbeten daha uzun dönemli bakma çabası ve iradesidir. Bu iki özellik, Özal’ı “risk alma ve ataklıkta” diğerlerinden farklı bir konuma ve burjuvazi nezdinde “vazgeçilmez lider” hâline getirirken, aynı zamanda onu günü birlik siyasetin ayak bağlarından da kurtarmıştır. Özal’ın bu siyasi rahatlığı, cumhurbaşkanlığı makamının konumu nedeniyle daha da artmış görünmektedir.

Demirel’in ise bu açıdan bakıldığında, bazı nesnel sınırlara mahkûm olduğu söylenebilir. Bir kere Demirel, 30 yıllık siyaset yaşamında, oy tabanı olarak tarımda ve sanayide küçük üreticiye dayanmıştır. “Köylü Süleyman-Baba Süleyman” imajı, Demirel tipi popülizmin ve Demirel’in siyasi güvencesi hâline gelmiştir. Türkiye gibi kapitalizmin ürettiği çelişkilerin örtülmesinde nesnel kısıtlar taşıyan bir toprakta, Demirel tipi bir burjuva liderinin “ataklık ve risk alma” açısından fazla şanslı olmadığını vurgulamak gerekiyor. Üstelik kendisi ile aynı hatta yer alan, 9 yıl boyunca yıpranmış ANAP’a alternatif olarak kendisini pazarlarken, “baba”lığın başına bir de “demokrat” sıfatını takmak zorunda kalmıştır.

Türkiye kapitalizminin (yeni istikrar paketleri vs. gibi) bugünkü gerekleri söz konusu olduğunda, bütün bunların Demirel’in hareket alanını daraltan daha kısa dönemli oynamaya, hatta çoğunlukla günlük düşünmeye iten nedenler olduğu söylenebilir.

1992 seçimlerinin belki de en ilginç sonucu, bu iki burjuva siyasetçisini aynı iktidar gemisine bindirmek olmuştur. Daha önce belirleyicilik gücünün arttığını vurguladığım büyük sanayi burjuvazisi ve dış ticaret burjuvazisinin gereksindiği iktisat politikalarını uygulamada, Demirel’in Özal’a kıyasla daha sıkıntılı olacağı açıktır. Bu durum, her ikisinin farklı reçetelere sahip olmasından değil, farklı siyasal zeminlere basmalarından kaynaklanmaktadır. Burjuva basının manşetlere çıkardığı TÜSIAD gerginliği, Demirel’in bu sıkıntısının bir tezahürü olarak değerlendirilmelidir.

Öte yandan, daha önce aynı denizde iken şimdi aynı gemide yer alan iki burjuva lideri, bir tamamlayıcılık ilişkisi içindedirler. Demirel Özal’ın ataklığının freni, Özal da Demirel’in uzun farı işlevini görüyor. Tamamlayıcılık ilişkisinin zamanla birinin sivriliğini törpüleyen, diğerinin -moda deyimiyle- vizyonunu genişleten bir sentez süreci olarak işlemesi de mümkündür.

Türkiye’nin, belirli bir bölgede etkinlik kurmak amacıyla daha aktif bir misyon arayışı içinde olduğu saptaması, bizi “Türkiye emperyalist mi?” tartışmasına götürüyor. Son zamanlarda Türkiye için “alt emperyalist ülke” nitelemesini kullananların, iki farklı gerekçeye dayandıkları gözleniyor. Bir grupta, bölgede hâkimiyet ve denge kurmakta güçlük çeken ABD’nin, Türkiye’yi bir “jandarma karakolu” olarak kullanmak istemesi ve bunun sonucunda Türkiye’nin “emperyalist vekili” ülke sıfatıyla bazı olanaklar sağlaması kurgusu bulunuyor. Son olarak, Körfez krizinde de görüldüğü gibi, Türkiye ABD için jandarma olmaktan çok, “karakol” işlevi ile anlamlıdır. Ortadoğu ülkelerinden hiçbiriyle sağlam ilişkisi bulunmayan ve bölge tarafından dışlanmış durumdaki Türkiye’nin, ABD’nin bölgedeki vekilliğine soyunması düşünülemez. Üstelik, ABD İncirlik’i ile, Çekiç Gücü ile, Körfez’deki kalınlaşmış askeri gücü ile bu işi bizzat kendisi yürütmekte kararlıdır. Bu veriler ortadayken, yeni bir misyon arayışı içindeki Türkiye’ye kimsenin yukarıdan “emperyalist olanaklar” ihsan etmesi beklenmemelidir. Bu durum, eski Sovyet cumhuriyetleri ile emperyalist sistemin ilişkileri söz konusu olduğunda da geçerlidir.

Alt emperyalist nitelemesine temel oluşturan bir diğer söylem, Türkiye’nin ekonomik, askerî ve siyasal açıdan bu güce ulaşmasına karşın, mevcut dünya düzeninin paylaşım mantığı gereği, “emperyalistleşemediği” söylemidir. Biraz insaf… 20. yüzyılın sonunda herhangi bir kapitalist ülkenin “emperyalistleşme” düzeyine ulaştığını söylemenin, bazı asgari koşulları var: her şeyden önce, bu ülkenin ihraç edilecek büyük miktarda mali, ticari ve sinai sermaye fazlasına sahip olması gerekir. Ancak bu kadarı da yeterli değil, yine bu ülkenin dünya ticaretine konu olan bazı mallarda ileri teknolojik düzeyde bulunması, hatta teknoloji üretebilmesi, bir zorunluluktur. Bir diğer koşul istenildiğinde, dünya ölçeğinde hareket edebilen gelişmiş bir askeri güç ve bu gücü finanse edebilecek kaynakların varlığıdır.

Türkiye kapitalizmi, bu koşulların hangisini yerine getirecek durumdadır?

Yanıt, açık olmalı: Hiçbirini. Türkiye’nin, bazı burjuva liderlerinin öncülüğünde yeni misyon arayışlarına yönelmesi, emperyalist gücünün bir sonucu olarak değil, yaşadığı kriz dinamiklerini tersine çevirme çabası ile açıklanmalıdır. Türkiye kapitalizmi, bugün elindeki kıt mali kaynaklarla ortaklıklar kurabileceği sermaye birikimi ve pazar olanaklarını bir arada çözebileceği dış alanlar aramaktadır. Son olarak, bu saptama çerçevesinde, dünyada yaşanan gelişmelerin ne gibi fırsatlar sağladığı, bu fırsatların kullanılması sırasında ortaya çıkabilecek iç sorunların neler olabileceği konularına değinerek yazıyı bitiriyorum.

Burjuvazi açısından en net görünen şey, Avrupa ile olan ilişkilerin geleceğidir. Avrupa Topluluğu’na üye olmak edebiyatı artık sona ermiş, o defter kapatılmıştır. Avrupa ile ilişkiler, bundan sonra da yüksek faizli kredi olanakları, sabit bir ticaret hacmi ve bir türlü patlama yapmayan yabancı sermaye akışı çerçevesinde sürecektir.

Türkiye’nin göreli olarak en zayıf konumda olduğu alan ise ABD ile ilişkileridir. Türkiye, diğer bölge ülkeleri ile kıyaslandığında, ABD’ye karşı oynayacak kozu bulunmayan, baştan teslim olarak sadakatsizlik yapma şansını da yitirmiş tek ülkedir. Bu açıdan, Türkiye’nin ABD ile herhangi bir pazarlık gücü de bulunmuyor. Verilenle yetinmek zorunda.

Körfez krizinin çözülüş biçimi, Türkiye kapitalizminin dışa dönük beklentilerinde, Ortadoğu yerine eski Sovyet cumhuriyetlerini yeniden ön plana çıkardı: Burada birincisi, Rusya Baltık cumhuriyetleri ve Kafkaslar; ikincisi Türki Cumhuriyetler olmak üzere, iki alan görülüyor. Özellikle Rusya’nın geniş pazarı ve uygulamaya başladığı özelleştirmeler, Türkiye burjuvazisinin şu an için fazla değerlendiremediği, ancak iştahını açan olanaklardır. Rusya’daki orta ölçekli sinai ve askeri tesislerin özelleştirilmeye başlamasıyla, daha şimdiden bazı Türk şirketlerinin bu tesislere çok düşük sermaye katkısıyla ortak oldukları biliniyor. Türki cumhuriyetler ise merkezi planlama döneminde uzmanlaştıkları sektörler dışındaki alanlara yabancı sermaye çekmek amacıyla, vatana ihanet sayılacak düzeyde ayrıcalıklar ve birikim olanakları sağlıyorlar. Bu cumhuriyetlerin Türkiye açısından bir başka avantajı ise, “milliyetçilik ve Türklük” kozlarını oynayarak ABD ve Avrupa’ya karşı belli bir öncelik sağlayabilme olasılığıdır.

Bir noktanın altını, tekrarlamak pahasına yeniden çizmek istiyorum. Bugün Türkiye kapitalizminin kaderi, büyük sanayi ve dış ticaret sermayelerinin kaderi ile özdeşleşmiştir. Başka bir deyişle Türkiye kapitalizmi, çizmeye çalıştığı yeni yönelimleri bu kesimler öncülüğünde gerçekleştirebilir. İhracatı ve sermaye birikimi hızını artırmaya yönelik iktisat politikaları, bu kesimlerin daha da palazlanmasına yol açacaktır. Ekonomik açıdan Türkiye kapitalizminin rasyonalitesi bunu gerektirirken, söz konusu iktisat politikalarının uygulanması siyasi rasyonaliteye aykırı gelebilecek ve bunalıma yol açabilecektir.

Bir kere Türkiye işçi sınıfı, 1989’dan itibaren gösterdiği eylemlilikle kazanmaya başladığı ekonomik haklarından taviz vermeme kararlılığını sürdürmektedir. 1991 seçimlerinden sonra estirilmeye çalışılan “demokratikleştirme” safsatası açığa çıktıkça, eylemlilik dozu artacaktır. Diğer yandan küçük sanayi sermayesi, içine düştüğü durgunluk ve düşük birikim hızından kurtulma çabası içinde, burjuva siyasetçilerini daha fazla sıkıştıracağa benzemektedir. Demirel’in yukarıda değindiğim özellikleri, bu ses yükselişine kulak tıkamasını engellemese de karar alma süreçlerini yavaşlatacak ekonomik rasyonalite ile siyasi rasyonalite arasında gelgitlere neden olacaktır. Kısacası, Türkiye kapitalizminin yeni yönelimlerinin belirlenmesinde, dış koşulların veri, iç dinamiklerin ise belirleyici olduğu hassas bir bunalım devresine girildiği söylenebilir. Böyle bir devrede burjuvazinin bir sınıf olarak bütünleşip iç tahkime yönelmesi ya da sorunu ekonomik rasyonaliteye uygun biçimde çözmesi, sosyalist hareketin müdahale gücüne bağlı olacaktır. 

Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×