Türkiye’de Modernleşmenin Faili Bürokrasi mi Burjuvazi mi? Türkiye Burjuvazisinin Doğuşu ve Modernleşmenin Sınıfsal Temelleri Üzerine

Son birkaç yıldır yoğun olarak, İkinci Cumhuriyet, 1923 yılında kurulmuş olan birincisinin hayaletiyle savaşıyor. Türkiye tarihini İkinci Cumhuriyet’i gerekçelendirmek üzere yeniden yazma sürecinin temel tezi, Türkiye’de Cumhuriyet’in kuruluşu ile birlikte hız kazanan modernleşmenin yapısal bir temele dayanmayan, zorlama, yukarıdan empoze edilmiş olması ve geleneksel değerlerin taşıyıcısı olan halk nezdinde bunun “tutmamış” olduğudur. Tabii ki bizim burada sadeleştirerek tercüme ettiğimiz bu iddia, bugünkü iktidar ve ideologları tarafından bu derece “marksist” bir dille ifade edilmiyor. Ancak marksizmle şöyle ya da böyle tanışıklığı olan liberal cenahta bu tez temellendirilirken söylenenler, Türkiye’ye geç gelen kapitalizmin gelişim sürecinde 1950’ler ve hatta 1970’lere kadar sermayedar burjuvazinin iktidara gelememiş olduğu, Osmanlı’nın son döneminden itibaren iktidarın sivil-asker bir bürokratlar takımının elinde bulunduğu, Türkiye’deki modernleşmenin de bu irade tarafından Batıya öykünerek maddi temellerinden hep yoksun bir şekilde gerçekleştiği ve bu nedenle de “tutmadığı”dır. Devlet ve sivil toplum anlamına gelmek üzere burjuvazi arasında kesin çizgiler çizen bu analizde, tarihteki esas karşıtlıklardan biri burjuvazi ve devlet arasında görülür. Üstyapının, yapı ya da kapitalizmin gelişkinlik derecesi gibi ekonomik temeller tarafından belirlendiği tezini temel alıyor ve bu anlamda marksist bir çözümleme izlenimi veriyor olsa da bu çözümlemeler, Türkiye tarihine dair bugünkü hakim ideolojik bakışı gerekçelendirecek şekilde yukarıda değinilen ön kabulleri kanıtlama amacındadır.

Türkiye’de modernleşme ya da aynı anlama gelmek üzere kapitalistleşme sürecinin marksist bir çözümleme ile yeniden yazılması ve bugünün hakim ideolojisi haline gelen liberal ve muhafazakar tarih tezlerinin demistifiye edilmesi gerektiğinden daha önce de söz etmiştik. Bu yazıda, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nden Cumhuriyet’i kuran kemalist kadrolara kadar Türkiye’de modernleşme sürecinin nasıl bir sınıfsal zemin üzerinde yükseldiğine, Türkiye’de 20. yüzyılın başındaki kapitalistleşme dinamiklerinin neler olduğuna dair bir giriş yapmaya ve bu bağlamda çokça tartışılan, Türkiye’de “modernleştirici irade”nin bürokrasi mi yoksa burjuvazi mi olduğu sorusuna yanıt vermeye çalışacağız.

Sermayedar ve Amele Sınıfı Arasındaki Tercih

Ve siz kapitalistler, çıkarlarınızı savunmak için aranızda sendikalar kurar ve işçilere onlardan daha güçlü olduğunuzu gösterirseniz, hükümetin eyleminden daha iyi sonuçlar alırsınız. Çünkü bu bir doğa yasasıdır, işçiler sizin, onlardan daha güçlü olduğunuzu ve size boyun eğdiremeyeceklerini anladıklarında, kendileri boyun eğecekler ve söz dinler hale geleceklerdir.”1

İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Maliye Nazırı (Bakanı) Cavid Bey, 1912 Nisan’ında Selanik Merkez Garı’nın temel atma töreninde yaptığı konuşmada ülkenin kapitalistlerine böyle sesleniyordu. Cavid Bey, konuşmasında kapitalistlere seslenmekle yetinmemişti. Konuşmasının büyük kısmını, sendikaların ve sosyalistlerin ülke ekonomisine ne kadar zarar verdiğine, bunların “kulaklarından yakalanıp ülkeden kapı dışarı edilmesi” gerekliliğine ve en kısa sürede mecliste işçi örgütlerine ve grev gibi “yıkıcı” uygulamalara karşı yasal düzenlemeler yapılacağına ayırmıştı.

1908’de II. Abdülhamid’in mutlakıyet yönetimine son veren bir devrimle iktidara gelen İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC), kapitalizmin emperyalizm aşamasına geçtiği bir çağda, eşitsiz gelişmenin geç kapitalistleşen ve kendi dinamikleri ile bir sermaye birikimi ve burjuva sınıfı yaratamamış olan bir ülkede nasıl bir izdüşüm yarattığına ve böylelikle sınıf bilincinin sınıfın somut halinden nasıl daha önce gelişebildiğine dair iyi bir örnek teşkil ediyor. İttihat ve Terakki yöneticileri toplumsal konumları itibariyle genelde bir avuç bürokrat, asker, aydın, “elit” olarak nitelenir, ancak dönemin yönetici kadroları olarak modern çağın ekonomik ve toplumsal sisteminin ve sınıf dinamiklerinin farkındadırlar. Öyle ki, içinde bulundukları dönem 19. yüzyıl ortası değildir, kapitalizmin yarattığı yeni sınıfın, işçi sınıfının mümkün kıldığı sosyalist sistem, somut bir alternatif haline gelmeye başlamıştır. “Bir avuç bürokrat, asker, aydın” olarak İttihatçılar, sosyalizmin güçlü bir alternatif olarak var olduğu bir dünyada çok net bir tercih yapmışlardır. 1908 devrimini gerçekleştirdikten henüz birkaç ay sonra, dergilerinde, dönemin egemen kapitalist ideolojilerinden olan liberalizm ile sosyalizm arasında neden liberalizmi tercih etmek gerektiği konusunda şunları yazıyorlardı:

Avrupa’da iki muhtelif zıd fikir tesadüm etmektedir [çarpışmaktadır]. Biri serbesti taraftarlarının fikirleri, diğer sosyalistlerin efkarıdır… Avrupa’da çarpışan bu iki fikirden bizim hangisini tercih ve ihtiyar edeceğimiz şayan-ı dikkattir. Biz bu hususta sahih ve salim olan serbesti politikasından inhiraf etmemeği (sapmamayı) hem kavaid-i iktisadiyye [iktisat kuralları], hem memleketimizin ahval-i umumiyyesi nokta-i nazarından daha racih ve muvafık [önemli ve uygun] gördük. …Yoksa bazı kimselerin talep ve iddia ettikleri vechile müftir [niyeti bozan] bir siyaset takip edecek olursak ve sosyalizme adım atarsak her vakitten ziyade emniyet bahşetmeye mecbur olduğumuz sermayedaranı tahvif eylemiş [korkutmuş] oluruz.”2

1908’den 1918’e kadar süren İTC iktidarında, yani Osmanlı İmparatorluğu’nun son on yılında basında ve çeşitli yerlerde kullanılan en “gözde” kavramların “serbesti-i ticaret”, “serbesti-i rekabet”, “teşebbüs-ü şahsi”, “menfaat-i şahsiye”, “mülkiyet-i şahsiye” olması tesadüf değildir.3 Bu anlamda, Osmanlı modernleşmesi esasında Osmanlı kapitalistleşmesidir. İTC kadrolarının ve ülke aydınlarının önemli bir bölümünün temel sorusu artık, “bizde de” bir burjuva sınıfının, bir sermayedarlar sınıfının, Osmanlı girişimcilerinin nasıl gelişeceğidir. Yani burjuva ideologları hazırdır ancak sınıfın kendisi gerilerden gelmektedir.

İTC iktidarının ideologları “çağdaş” bir devlete dönüşmek için ülkeden bir sermaye sınıfının gelişmesinin “zorunlu” olduğu, memur ve köylülere dayalı bir devletin “modernleşemeyeceği” sonucuna varmışlardı. Dönemin önemli ideologlarından ve ünlü “Üç tarz-ı Siyaset” makalesinin yazarı Yusuf Akçura Osmanlı Devleti’ni kurtaracak olanın “Türk burjuvazisi” olduğunu vaaz ediyor4, Ahmet Mithat romanlarında girişimci, tüccar Müslüman tipolojisini göklere çıkartıyordu.5

Öte yandan, bu süreçte asıl tartışmalı olan ekonomik anlamda etkin bir burjuva sınıfının mevcut olup olmadığıdır. Türkiye’de büyük burjuvazinin 1950’lerden itibaren gerçek bir güç haline gelmeye başladığı söylenebilir.6

 Ancak bir toplumsal sınıf olarak burjuvazinin ortaya çıkışı çok daha eskilere, Osmanlı’nın son yüzyılına dayanıyor. 19. yüzyılda gelişmeye başlayan ve büyük ölçüde ticaret burjuvazisinden oluşan Osmanlı sermayedar sınıfının en önemli özelliği neredeyse tamamen gayri-müslimlerden oluşması. Osmanlı İmparatorluğu gibi çok milletli bir imparatorluk yapısı içerisinde bunun normal olduğu düşünülebilir. Ancak 19. yüzyıldaki milliyetçi hareketler ile birlikte düşünüldüğünde ekonomi alanındaki bu etnik-dini ayrımın önemli sonuçları olmuştur.

Bir Osmanlı burjuvazisi şüphesiz ki vardı; ancak bu sınıfın üç belirgin niteliği, sanayide değil ticarette (ve özellikle dış ticarette) gelişmiş olması; buna bağlı olarak komprador bir özellik taşıması ve büyük ölçüde gayri Müslim (Rum, Yahudi, Levanten, Ermeni) unsurlardan oluşması idi. Bu özellikleri taşıyan bir sınıfın, ulusal nitelikli bir burjuva devrimini sürüklemesi elbette beklenemezdi. Buna karşılık iç ticarette küçük ve orta sermayeli (dolayısıyla esnaf özellikleri ağır basan) Türk ve Müslüman burjuvazi zayıf, dağınık, örgütsüz ve büyük ölçüde birincilere bağımlı durumda idi. Bu durumda, eğer gerçekleşecekse, burjuva devriminin burjuvazi dışındaki sosyal gruplarca yapılması zorunlu oluyordu. Türkiye koşullarında bu tarihi misyonu küçük burjuva aydınları üstlenecektir.”7

Boratav 19. yüzyıl itibariyle Osmanlı’da burjuva sınıfının durumunu iyi bir şekilde özetliyor. Zira net bir kapitalist sınıf bilincine sahip bu küçük burjuva aydınların temel görevlerinden biri, gelişmenin motor gücü olarak nitelendirdikleri ve konjonktür gereği artık “milli” olması gerektiği anlaşılan “burjuvazi” ya da sermayedar sınıfını yaratmak olacaktı. Dolayısıyla sıradaki soru, ihtiyaç duyulan Müslüman-Türk burjuvazinin nasıl yaratıldığı, ya da yaratılmaya çalışıldığıdır.

Milli Burjuvazi” Yaratma Çabaları

Osmanlı’da modern anlamda sanayi işletmelerinin ilk örnekleri 19. yüzyılın sonunda ortaya çıkmıştır ve bunlar neredeyse tamamıyla askeri ihtiyaçlara yönelik devlet işletmeleriydi. Sanayinin ve dolayısıyla bir kapitalistler sınıfının gelişmesinin önündeki en büyük engellerden biri sermaye birikim sorunuydu. Özel kişilerin elindeki tek sermaye kaynağı ticaretti. Avrupalı büyük tüccarlar ve şirketlerle rekabet gibi nedenlerle buradan büyük kârlar elde etme olanağı çok fazla yoktu. Gayri-müslim tüccarlar servetlerini büyük ölçüde Avrupalı şirketler adına yaptıkları aracılık faaliyetlerinden kazanıyordu.

19. yüzyıla gelindiğinde Müslüman-Türk unsurların, imparatorluğun köylü kesiminin büyük bölümünü ve memur kesiminin tamamına yakınını oluşturduğu, ticarette ve sermaye alanında da büyük ölçüde Rum, Ermeni ve Yahudi nüfusun Levantenler ve Avrupalılar ile birlikte faaliyet gösterdiği bir tablo söz konusuydu. Başta İstanbul olmak üzere şehirlerde eğitim almış Müslüman-Türkler girişimcilik gerektiren bir işe atılmaktansa çok daha garantili bir iş olan memuriyeti ya da askerliği tercih ediyordu. Gelişkin olmamakla birlikte burjuva sınıfının imparatorluğun başlıca unsuru olarak kabul edilen Müslüman-Türkler yerine gayri-Müslimlerden oluşması, 20. yüzyıla gelindiğinde önemli sonuçlar doğurdu. İmparatorluk topraklarında, önce Balkan Savaşları, bağımsızlık kazanımları, Selanik gibi önemli ticaret ve sanayi merkezlerinin elden çıkması ile azalan bu gayri-müslim burjuvazi nüfusu esas olarak Ermenilerin katledilmesi ve Rumların nüfus değişimi ile zorunlu olarak Yunanistan’a gönderilmesi (1,25 milyon Rumun göç ettirildiği tahmin ediliyor) ile küçük bir kesime indirgendi. Cumhuriyet’in ilk yıllarında izlenen “Türkleştirme” politikaları ile de bu kesimin etkinliği neredeyse sıfırlanmış oldu.

İttihat ve Terakki iktidarının ekonomi politikalarında Birinci Dünya Savaşı belirleyici oldu. İttihatçıların savaş öncesinde, belki biraz daha geriye gidersek 1913 yılına kadar, İmparatorluğun çok etnisiteli ve çok dinli yapısını veri alan bir modelin hala yürüyebileceğine inandıklarını söylemek mümkün. Bu anlamda İttihatçı yöneticiler, ekonomik modellerini bir ulus-devlet üzerine kurmamışlardır. Ulus-devlet ölçeğini veri alacak bir kopuş için kemalist liderliği ve Cumhuriyet’in ilanını beklemek gerekmiştir. Yine de Balkan Savaşları ile Selanik gibi en önemli sanayi ve ticaret merkezlerinden birinin kaybedilmesi ve milliyetçi kopuşlar, İttihatçılar açısından kapitalistleşme için ihtiyaç duyulan sınıfın Müslüman-Türk bir karakter taşıması gerektiğini ortaya koymuştur.

Böylelikle, İttihatçılar Birinci Dünya Savaşı’nın içe dönük bir ekonomi politikası izlemeyi de teşvik etmesi ile birlikte giriştikleri “milli burjuvazi” yaratma çabalarında İstanbul’da ve Anadolu’da Müslüman-Türk ileri gelenler arasında bir sermaye birikimi oluşturmayı gözettiler. Teşvik-i Sanayi adıyla çıkarılan bir yasa ile sanayi alanına yatırım yapacaklara, belli ölçekteki işletmelere vergi indirimi gibi konularda her türlü teşvik öngörülmüştü. Yukarıda Cavid Bey’in konuşmasında da görüldüğü gibi işçi eylemleri ve grevleri gibi bozucu etkenlerin yasaklanacağına ilişkin patronlara her türlü güvence verilmişti. Ancak yine de sanayileşme hâlihazırda büyük bir sermaye birikimi öngörüyordu ve eksiklik yukarıda da işaret ettiğimiz gibi zaten bu alandaydı. İttihatçılar, Birinci Dünya Savaşı boyunca çeşitli araçlarla sermaye birikimini teşvik etme yoluna gittiler, bizzat şirket, banka, üretici kooperatifleri kurdular. Ancak sermaye birikiminde yine de en etkili yol savaş döneminde yürütülen karaborsa, tefecilik, istifçilik faaliyetleri oldu. Cavid Bey bu konuda da son derece net bir tavır almıştı. “Harp zenginleri” meşru olmayabilirdi, ancak ihtiyaç duyulan milli burjuvazinin yaratılmasına hizmet ettiği sürece iyi bir şeydi. 3 Mart 1917’de Meclis’te yaptığı bir konuşmada savaş koşullarında zenginleşenler hakkında şunları söylemişti:

Bir kısmı hükümetin müzahareti resmiyesi [resmi yardımları] ile doğrudan doğruya ya da dolaylı yollardan kazandılar. Fakat her ne olursa olsun hepsi ticaretin zevkini tattı. Ticaretin zevkini tatmak, ondan devam etmek için en büyük neden, en büyük amildir. Kendilerine yapılan müzaharet ve himaye –hatta bazılarının iddia ettiği gibi gayri meşru olduğunu da varsaysak- sonuç olarak ekonomik girişimlere karşı beslenen rağbetin temin eyleyeceği yarar benim nazarımda o kadar büyüktür ki, o gayri meşruiyeti bile ortadan kaldırabilir.”8

Örneğin savaş sırasında İstanbul’da yaşanan gıda maddeleri temini sorunu, ticaretin gayri-Müslim aracıların elinden Türk ve Müslüman tüccarların eline geçmesini sağlayacak çözümlere sahne olmuştu. İstanbul’a buğday ticareti yapılabilmesi için Türk tüccarlara vagon tahsisi bu yöntemlerden biriydi. Savaş sırasında kıtlığı çekilen maddelerin ticareti çok kârlı bir işti. İTC savaş sırasında demiryolu ve vagonları istediği kişilere tahsis ederek bu alanda kimlerin zenginleşeceğini bizzat kendisi belirliyordu. Savaş koşullarında temel gıda maddelerinin fiyatlarının yüzlerce kat artmış olması, bu tüccarların muazzam kârlar elde etmesinin de yolunu açıyordu. Örneğin 1914-1918 arasında şeker 3 kuruştan 250 kuruşa, pirinç 3 kuruştan 90 kuruşa, buğdayın çuval fiyatı da yaklaşık 1 liradan 51 liraya yükselmişti.9

Savaş sırasında yürütülen karaborsa faaliyetleri ve spekülatif kazançlar, sermayenin Türk-Müslüman bir kapitalistler sınıfının elinde toplanmasının tek şekli olmadı. Başka bir gayri-meşru yöntem daha devreye girdi: Zorunlu göçe zorlanarak ya da başka şekillerde ülke içinde yok edilen Ermenilerin malları, Doğu Anadolu’da, eşraftan pek çok Türk-Müslümanın zenginleşme kaynağını oluşturdu. Daha sonra, Cumhuriyet döneminde de mübadele ile topraklarını, dükkânlarını ve atölyelerini terk etmek zorunda kalacak Rumların malları da Batı Ege’de özellikle yerel eşraftan bir grup insanın zenginleşmesinin temel kaynağını teşkil etti.

Korkut Boratav bu yolla elde edilen kazançları “sermaye için bir ilkel birikim” olarak nitelendiriyor. Savaş koşulları aynı zamanda Türkiye’de ulusal bir pazarın oluşmasının da ilk nüvelerini sağlamıştı. Daha önce temel gıda maddelerini büyük ölçüde Avrupa ve Amerika’dan temin eden İstanbul (Anadolu’daki ulaşımın gelişmemesi nedeniyle böylesi çok daha ucuza geliyordu) savaş sırasında bu ticaret yollarının sekteye uğraması nedeniyle Anadolu içindeki üreticilere başvurmak durumunda kaldı. Dolayısıyla, Anadolu’daki tarımsal üretim giderek daha fazla İstanbul’a bağlandı ve iç ticaret yollarının gelişmesi ile bir ulusal bir pazar oluşmaya başladı.10

Cumhuriyet Döneminde Ne Değişti?

Cumhuriyete geçiş siyasi açıdan önemli bir kopuşu temsil ediyor. Ulusal mücadeleyi yürüten ve başarıya ulaştıran kadrolar tarafından yola bir imparatorluk olarak değil, bir ulus devlet olarak devam etmek konusunda radikal bir tercih yapılmıştır. Bu kopuşun kendiliğinden gerçekleşmediğini, cumhuriyetin ilk yıllarının önemli bir siyasi iktidar mücadelesine sahne olduğunu biliyoruz. Öte yandan, Osmanlı’nın son dönemindeki yönetici kadrolarla Cumhuriyeti kuran kemalist iktidar arasında, izlenen ekonomi politikaları konusundaki sürekliliği de göz ardı etmemek gerekiyor. Cumhuriyetin kurucu kadroları, tıpkı İttihatçılar gibi modern bir Türkiye devletinin ancak kapitalist düzenin yerleşmesi ile sağlanabileceğine, bunun için de ulusal olarak nitelendirilebilecek bir sermayedarlar sınıfının oluşturulması ve desteklenmesi gerektiğine inanıyordu. İTC iktidarının son yıllarında çıkartılan Teşvik-i Sanayi yasasının Cumhuriyet’in ilk yıllarında neredeyse değiştirilmeden devam ettirilmesi ve Türk tüccarlarına gayri-meşru yollar da dahil pek çok araçla kaynak aktarılmaya devam edilmesi bunun göstergeleridir. Ancak kapitalizmde ısrar konusundaki bu süreklilik siyasi alanda yine iktidar çatışmaları ile yaşanmıştır. Cumhuriyeti kuran kemalist iktidar, İttihat ve Terakki’nin siyasi varlığını sürdürmesine tahammül etmediği gibi İTC tarafından desteklenerek palazlanmış olan Türk-Müslüman tüccar ve girişimcilere de hiç güvenmemiştir. Bu nedenle, daha cumhuriyetin ilk yıllarında Ankara’nın siyasi ve ekonomik nüfuzunu kendi tüccar ve işadamlarını palazlandırmak için kullandığını görüyoruz. Kemalistler siyasi açıdan kendilerine bağlı bir burjuva sınıfını desteklemeyi tercih etti. Bu anlamda, 1920’lerde özel girişimi teşvik etmek konusunda benzer politikalar sürdürülmekle birlikte, aynı sürekliliğin 1913’ten itibaren teşvik edilen özel sermayedarlar açısından söz konusu olduğunu söylemek güç.11

1924’te kurulan İş Bankası ve 1925 yılında kurulan ve amacı “özel sektöre kredi sağlamak, özel kesimle ortaklıklar kurmak ve devlete ait olan sanayi kuruluşlarını geçici olarak işletmek ve zamanla bunları özel kesime devretmek”12 olarak tanımlanmış olan Sanayi ve Maadin Bankası aracılığıyla dağıtılan teşvikler ve başta demiryolları alanında olmak üzere kamu ihaleleri ve satın almalar13, Ankara odaklı bir burjuva sınıfının yaratılmasının en önemli araçlarından biri haline geldi. Ankara’da, milli mücadele sürecinde aktif rol almış eski askerler ve milletvekillerinden oluşan bir grup, İş Bankası üzerinden dağıtılan teşviklerle, başta Ankara’nın başkente dönüştürülmesi olmak üzere ülkenin imar çalışmalarını yürüterek ve Türkiye’de iş yapmak isteyen yabancı şirketler ile hükümet arasında aracılık yaparak iktidarla sıkı ilişki içerisinde bir işadamları grubu haline geldi. Korkut Boratav’ın tanımıyla, “İş Bankası dönem boyunca [1923-1929], yerli ve yabancı sermaye ile siyasi iktidar arasındaki bütünleşme sürecinde fevkalade aktif bir rol oynamış ve çeşitli iktisat politikası kararlarını sermaye çevrelerinin istekleri doğrultusunda yönlendirmede çok etkili bir baskı grubu oluşturmuştur.”14

Kariyerine İttihatçı olarak başlayan, tüccar ve aynı zamanda sıkı bir burjuva ideologu olan ve Milli Türk Ticaret Birliği ve İstanbul Ticaret Odası’nın örgütlenmesinde önemli görevler üstlenmiş olan Ahmet Hamdi (Başar) Ankara’da gelişen bu yeni zenginleri şu şekilde tanımlıyordu:

Benim görüşüme ve kanaatime göre de bu insanlar kendilerini Atatürk’ün gerçekleştirmesini istediği bir milli davada vazife almış gibi görüyorlardı. Şüphesiz menfaat da sağlıyorlardı. Bunu Gazi de, herkes de biliyordu. Fakat yaptıkları hizmet, memleket bakımından, rejim bakımından büyüktü. Müteşebbis, işadamı, kısa deyimiyle millî burjuva sınıfımızın temelini atabilmemiz ve bu aşamayı geçmemiz lazımdı.”15

Tekrara düşmek pahasına, bir ara sonuca varmak adına yukarıda anlatılanları özetleyelim: 1920’ler boyunca, 1910’larda İttihatçıların yaptığına benzer şekilde özel girişimciliğin desteklenmesi sürdürüldü, yukarıda sayılan çeşitli yollarla özel sektörde bir sermaye birikimi oluşmasının önü açıldı. Neredeyse yeniden inşa edilmesi gereken ülkenin imarının özel sektöre kan aktarması için çaba sarf edildi. Ancak daha önceki burjuva sınıf içerisinde azınlığı temsil eden Türk-Müslüman tüccar-sermayedarların elindeki sermaye ve iş dünyasındaki deneyimlerinin zayıflığı nedeniyle bu şekilde fazla yol alınamayacağı kısa zamanda anlaşıldı. Savaş sonrası özel sermayenin de içine girdiği yönelimler ve ülke ekonomisinin acil ihtiyaçlarının dayatması özel sermayeye kaynak aktarımının kısa vadede fazla sonuç vermediğini ortaya koydu. 1929 ekonomik bunalımının sonuçlarının Türkiye’de de hissedilmesiyle birlikte “devletçi” olarak nitelenen, doğrudan kamu yatırımlarının baskın olduğu bir döneme geçildi. Özel sermayeye ikinci bir kan aktarımı dönemi için bu kez İkinci Dünya Savaşı’nı beklemek gerekecekti.16

Burjuvazinin Siyasi Desteği

İşin öteki yönü de, cılız olmakla birlikte kendisine modernleşme sürecinde bunca misyon atfedilen burjuvazinin, modernleşme ve kapitalistleşme konusunda ısrarlı siyasi iktidarlar ile nasıl bir ilişki içinde olduğu, yöneticilerin siyasi projesinin sermayedarlar nezdinde ne ölçekte destek bulduğudur.

Öncelikle, bir parantez açarak, burjuvazi ve siyasi iktidar arasındaki ilişkide birkaç temel noktaya değinmemiz yerinde olur. Sermayedar sınıfının iktidarı doğrudan elinde bulundurduğu örneklere rastlamak neredeyse imkânsızdır. Siyasi iktidarı ele geçirdiği ilk örneklerden beri burjuvazi, ülkeyi siyasi temsilcileri eliyle yönetir. Burjuvazinin ya da genellikle burjuvazinin bir bölümünün çıkarlarını gözeten iktidardaki temsilcilerin siyasi programı ile burjuvazinin tümü ya da yine bir bölümünün kısa ya da orta vadeli çıkarları her zaman birbiriyle örtüşmeyebilir. Ancak söz konusu olan kapitalizmin bekası olduğunda taraflar mutlaka uzlaşma ya da sorunları erteleme yolu bulurlar. Konumuza dönecek olursak Türkiye’de sermayedar sınıfın siyasi iktidarla sürekli olarak aynı programı ya da hedefleri paylaşması beklenemez. Ancak bu daha sonra daha ayrıntılı değerlendireceğimiz üzere devlet yöneticileri ile burjuvazi arasında bir karşıtlık olduğu tezinin doğru olduğu anlamına gelmiyor.

Bu rezervi koyduktan sonra, Türkiye’de burjuva sınıfının, yukarıda işaret ettiğimiz üzere devlet eliyle yaratılarak palazlandırılmasından ötürü, siyaseten hep edilgen bir konumda bulunduğunu not edebiliriz. Bu durum günümüze kadar da geçerliliğini korumuştur. Türkiye’de sermayedar sınıfı, doğuşundan bu yana siyasi hırslara (ne kadar etkili olduğu tartışılabilecek birkaç örnek dışında) neredeyse hiç sahip olmamıştır.17 Öte yandan yine yukarıda işaret edildiği üzere, siyasi iktidarlar ve belli bir Türkiye tasavvuruna sahip olan yönetici kadrolar kendi iktidarlarını tahkim edecek burjuva gruplarını ya baştan yaratmış ya da desteklemişlerdir. Türkiye’de burjuvazinin siyasi rolünün bu tarihsel niteliğini iyi kavramak, AKP ile bugün palazlanan İslami sermayenin siyasetteki rolünü anlamak açısından da önem taşıyor. Siyasi iddiaları bizzat iktidardakiler tarafından belirlenen sermayedarlar sınıfı, iktidar değiştiğinde ise yeni iktidara mümkün olduğunca uyum sağlayan bir tarz benimsemiştir. Koç grubu bunun en güzel örneklerinden biridir. Ankara’da bir bakkal sahipliğinden, 1920 ve 30’larda yeni başkentte hükümetten aldığı işler sayesinde sermayedar haline gelen Vehbi Koç, bu dönemde iktidar partisi Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ile organik ilişkiler de kurarak parti üyesi olmuş, ancak 1950’lerde Demokrat Parti (DP) döneminde CHP’den istifa etmekte fazla tereddüt etmemiştir. Aynı şekilde İttihatçılar tarafından beslenip büyütülmüş tüccar ve işadamları da kemalistlerle mümkün olduğu kadar uzlaşma yoluna gitmeyi tercih etmişler, önceki dönemdeki siyasi kimliklerini unutturmak için çaba harcamışlardır.

Öte yandan, kapitalist bir sistem çerçevesinde iktidardaki siyasi temsilciler ile çatışmaya girmekten özenle kaçınan Türkiye burjuva sınıfı, modernleşme sürecini ise, sınıfsal çıkarları doğrultusunda her zaman desteklemiştir. Osmanlı tüccarlarının İttihatçı kadroların gerçekleştirdiği 1908 devrimini “büyük bir coşkuyla” karşıladığı söylenir. 1882 yılında kurulmuş olan Dersaadet Ticaret Odası 1908 yılında meşrutiyetin ilanını “sermayeye ve anonim şirketlerin kuruluşuna güvence sağlayacağı için” özel olarak selamlamıştır. Dönemin oda başkanı Mehmet Abut Efendi, bir heyetle birlikte Babıali’ye giderek Kanun-u Esasi’nin yeninden yürürlüğe girmesini kutlamış ve devrimin adalet, hürriyet ve müsavat (eşitlik) ilkelerini takdir ettiğini belirtmiştir.18

İstanbul’da İttihatçı bir kadronun öncülüğünde kurulmuş olan Milli Türk Ticaret Birliği adlı Türk-Müslüman tüccar ve sermayedarları kapsayan örgütlenme ve bu örgütlenmenin 1923 itibariyle yönetimine hakim olduğu İstanbul Ticaret Odası da, Ankara’daki yeni iktidarı ve Cumhuriyet rejiminin modernleşme politikalarını desteklemiştir. Henüz Cumhuriyet kurulmadan,17 Şubat- 4 Mart 1923 tarihleri arasında düzenlenmiş olan İzmir İktisat Kongresi bu desteğin önemli bir kanıtı olarak görülebilir. Başta İstanbul olmak üzere tüm Türkiye’den tüccarlar ve sayıları pek de fazla olmayan sanayiciler bu kongrede yeni rejimden beklentilerini dile getirmiştir. Ancak bu beklentiler tamamıyla bu kesimin ekonomik çıkarlarına ilişkin taleplerden oluşmaktadır. Servetlerini Osmanlı’da biriktirmiş ve pek çok açıdan “geleneksel” olarak adlandırılabilecek olan bu kesim, kongreyi toplayan iktidarın siyasi projesine herhangi bir itiraz ya da aksi talep dile getirmemiştir. Aksine, toplanma amacının son derece siyasi olduğu açık olan bu kongreye katılımları ile destek oldukları yorumunu yapmak mümkün.

Burjuvazi mi, Bürokrasi mi?

Yukarıda özetlemeye çalıştığımız üzere, Türkiye’de, ister Tanzimat’tan ister Cumhuriyet’in kuruluşundan başlatalım, modernleşme süreci kapitalizmin gelişmesinden, sermayedarlar ve kapitalistler anlamında bir burjuva sınıfının oluşumundan ayrı düşünülemez. Ancak yine de bu modernleşme sürecinin siyasi öznesinin sınıf karakteri konusunda tartışma sürmektedir.

Türkiye’nin kapitalistleşme sürecinde burjuva ideolojisinin, burjuva sınıfının bir sınıf olarak oluşumunu öncelemesi, Türkiye’de kapitalizmin karakterinden ülkenin yönetici sınıflarının sınıfsal niteliğine dek pek çok tartışmayı beraberinde getirmiştir. Türkiye’nin modernleşme sürecinin özgünlüğüne ve tepeden inme karakterine de vurgu yapacak şekilde, Cumhuriyet’in yöneticileri ile sermayedar sınıfı arasına, bunları birbirinin karşısına koymaya varıncaya kadar kalınca bir çizgi çizmeyi tercih edenler olmuştur. Örneğin, Çağlar Keyder tüm modern Türkiye tarihini Osmanlı Devleti’nin ilk dönemlerinden beri sürekliliğini devam ettiren yönetici sınıf olarak nitelendirdiği bürokrasi ile ancak 1950’lerde iktidara gelebilen burjuvazi arasında bir çatışma olarak okur:

İmparatorluk parçalanırken yeni bir ulus devleti kurup bu devleti modernleştirmeye koyulan burjuvazi değil, bürokrasiydi. Her ne kadar yeni devlete hakim olan bürokrasiydiyse de, gelişen burjuvazi otoriter rejimi gittikçe daha çok tehdit eder oldu. İktisadi politika açısından, bürokrasi iki savaş arası dönemin devletçiliğiyle özdeşleşmişti. II. Dünya Savaşı’ndan hemen sonra, Amerikan hegemonyası altında bir liberalizmin ortaya çıktığı ve burjuvazinin kendi partisinin iktidara geldiği görüldü. 1960’lardaki ve 1970’lerdeki ithal ikamesine dayalı sanayileşme, kapitalist ilişkilerin zamanla üstünlük kazanmasına ve kapitalist bir devletin oluşmasına yol açtı.”19

Alıntıda da görüldüğü gibi, bürokrasi kendi çıkarlarına sahip bir sınıf olarak burjuvazinin karşısında konumlanmaktadır ve modernleşme esasen bu sınıfın projesidir. Bürokrasinin 15. ve 16. yüzyıldaki Osmanlı toplum düzeninden bu güne, aynı çıkarlara sahip bir yönetici sınıf olabilmesi yeterince kuşku götürür bir değerlendirme. Bunu bir kenara koyarsak, modern devletteki anlamıyla bürokrasinin kendi çıkarlarına sahip ayrı bir sınıf oluşturduğu düşüncesi de sağlam temellere oturmuyor. Bu anlamda bürokrasinin ayrı bir toplumsal sınıf değil, ancak bir ara tabaka olarak nitelenebileceği hatırlatmasını yapan Korkut Boratav’ın değerlendirmesine başvurabiliriz:

“‘Kamu yönetimi’ ile ‘yöneten sınıf’ kavramlarını karıştıran bu yanılgı, güçlü ve otoriter bir devlet geleneğinden gelen ülkelerin düşünürleri arasında yaygındır. Türkiye’yi inceleyen toplumsal bilimcilerde bu görüşe bu kadar sık rastlamamız bu nedenle şaşırtıcı değildir. Bu yorum, bir kere, devlet memurlarını ve bürokrasiyi bir toplumsal sınıf olarak anladığı için ve yukarıda tartıştığım nedenlerle yanıltıcıdır. İkinci olarak; aynı yorum, yüzyıllar süren Osmanlı tarihi ve Cumhuriyet dönemi arasında herhangi bir ayrım yapmadığı ve bu uzun tarih dilimi içinde devlet mekanizmasını yönetenleri niteliksel bir dönüşüm saptamadan ele aldığı için de yanlıştır.”20

Keyder’in değerlendirmesinde göz ardı edilen bir başka nokta da, daha önce de değindiğimiz gibi, kapitalizmde iktidardaki siyasi temsilciler ile burjuva sınıfının tüm kesimleri arasında her zaman tam bir uyum bulunmayabileceği olgusudur.

Öte yandan, bu ve benzeri çözümlemelerin temel sorunu, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e dek iktidardaki kopuşların göz ardı edildiği bir süreklilik çizgisi öngörüyor olmasıdır. Burada birbiriyle iç içe geçen iki süreklilik söz konusudur: Osmanlı İmparatorluğu’ndan Cumhuriyet dönemine uzanan, değişmeyen bir “devlet geleneği” olduğunun varsayılması ve Jön Türkler olarak da adlandırılan İttihat ve Terakki iktidarından Cumhuriyet’i kuran kemalist kadrolara kadar değişmeyen bir iktidar anlayışı (örneğin askeri vesayet) ile devam edildiğinin düşünülmesi. Bu değerlendirmeler, modern Türkiye’nin kuruluşunda iki kritik momenti, iki büyük kopuşu yok sayar: 1908’de İTC’nin gerçekleştirdiği devrim ve 1922’de Saltanatın kaldırılması ile gerçekleşen burjuva devrimi.21

Son olarak, söz konusu değerlendirmeler, devlet eliyle burjuva yaratma sürecini de son derece mekanik bir şekilde anlamakta ve yönetici sınıf ile meşru ya da gayri meşru yollarla palazlandırılan burjuvaziyi birbirinden kategorik olarak ayırmakta ısrar etmektedir. Oysaki, İTC döneminde de Cumhuriyet döneminde de gördüğümüz, “burjuvazi yaratma” sürecinde iktidar kadrolarının kendilerinin de sermayedar haline geldikleridir.

1917 yılında kurulan Milli Fabrikacılar Cemiyeti bunun en güzel örneklerinden biridir. İTC’nin inisiyatifiyle kurulan ve Cumhuriyet döneminde kemalistler tarafından faaliyetlerine son verilen bu derneğin kurucularının çoğu İttihatçı kadrolar ve milletvekilleridir: Tokat Mebusu Hüseyin Rıza Bey Milli Şayak Fabrikası’nın sahibidir. Divaniye Mebusu Hüseyin Rıza Bey Halat Fabrikası sahiplerindendir, Lazistan mebusu Sudi Bey Sûfîzade İmalathanesi sahibidir, İzmit Mebusu Ziya Bey Şişe ve Konserve Fabrikaları sahiplerindendir, Karesi Mebusu Ferhat Bey Yağ ve Alçı Fabrikası sahibidir, Niğde mebusu Kalinoğlu Ananyas Efendi Deri Fabrikası sahiplerindendir.22 Aynı şey 1923 sonrası için de geçerlidir. İş Bankası’ndan aldıkları teşvikler ve mecliste çıkartılan kolaylaştırıcı yasalarla iş kuran ve zenginleşenler çoğunlukla milletvekilleridir. 1925 yılında Meclis’te şeker fabrikalarına imtiyazlar ve muafiyet sağlanması ile ilgili çıkartılan kanunla neredeyse eşzamanlı olarak İstanbul ve Trakya Şeker Fabrikaları Türk Anonim Şirketi kurulur. Bu alanda kısa sürede neredeyse tekel konumuna gelecek olan bu şirketin hisselerinin yüzde 68’i İş Bankası’na, yüzde 22’si ise CHP milletvekili olan Şakir Kesebir, Faik Kaltakkıran, Faik Öztrak gibi isimlere aittir.

Bürokrasinin burjuvaziden ayı bir sınıf olup olmadığı konusunda benzer bir tartışmaya yine geç kapitalistleşen ve Türkiye modernleşmesi ile sıklıkla karşılaştırılan başka bir coğrafyada, Japonya’da da rastlamak mümkün. Türkiye’de olduğu gibi ülkede kapitalizmin gelişimi konusunda önemli bir rol oynayan Japonya bürokrasisi konusunda, Amerikalı bir marksist Bertell Ollman “Eğer bürokrasi gerçekten de saydığımız diğer iki grup üzerinde hakimiyet kurmuşsa biz hangi anlamda hakim bir kapitalist sınıftan bahsedebiliriz? Ve eğer kapitalistler hakim değilse, biz hangi anlamda burada kapitalizmin varlığından söz edebiliriz?” sorularını soruyor ve Japonya’daki bürokratların nasıl emekliliğin hemen ardından büyük şirketlerin yöneticisi haline geldiğini ve bu geçişin sürekli ve geleneksel hale gelmesi ile sınıf çıkarlarının nasıl ortaklaştığını anlattıktan sonra “Devlet görevliliğinden kapitalist olmaya geçişin olanaklılığı çok iyi bilindiğinden kapitalistlerin çıkarları aynı zamanda bürokratların çıkarları haline gelir” tespitinde bulunuyor ve devam ediyor:

Japonya üzerine en fazla iç görüye sahip yazarlardan biri olarak Karel Von Wolferen’i bu ülkedeki bürokratların, iş adamlarının ve siyasetçilerin hep birlikte hakim sınıfı, kendi ifadesiyle “idareciler sınıfını” oluşturduğu iddiasında bulunmaya iten de bu tür gerekçelerdir. Her ne kadar “idareciler sınıfı” şeklindeki isimlendirme bürokrasinin, geleceğin kapitalistlerini ve siyasetçilerini kendi ocağında yetiştirme şeklindeki sıra dışı rolüne vurgu yapsa da, bu oldukça farklı gibi gözüken kurumların etkinliklerinin sonucunda ortaya çıkan iş dünyası yanlısı kalıp aşmışlıkların ve bu kalıplara yol açan ortak çıkar ve amaçların üzerini kapatır. Tüm bunların üzerini kapatmak istemiyorsak bu insanlar için kullanılacak en yerinde ad “kapitalistler”dir.
Marx’a göre kapitalistler, sermayenin, yani kendini sürekli büyüten bir değer ve daha fazla servet üretmek için kullanılan servet olarak sermayenin gerektirdiği şeyleri ete kemiğe bürüyen ve bunları yerine getiren kişilerdir.”
23

Sonuç Yerine…

Türkiye’de modernleşme süreci İttihat ve Terakki’den itibaren ele aldığımızda, yukarıda ortaya koymaya çalıştığımız gibi belirgin bir kapitalizm tercihi ile yola koyuldu. Bu tercih doğrultusunda bir Müslüman-Türk burjuvazi yaratılmaya çalışıldı. Türkiye Cumhuriyeti de küçük ve etkisiz de olsa böyle bir burjuvazinin nüvesi ile birlikte kuruldu ve bu burjuvazi her daim modernleşme sürecinin de bir parçası oldu. Bu süreçte kendine özgü talepleri vardı elbet, ancak bunlar büyük ölçüde ekonominin kendi çıkarları doğrultusunda daha iyi yönetilmesi ile ilgili taleplerdi. Siyasi olarak burjuvazi, “küçük burjuva” olarak nitelenebilecek yönetici kadroların siyasi projesini paylaşıyor ya da birebir hemfikir olmasa da düzenin bekası adına kendisini buna uyumlu göstermek zorunda hissediyordu. Bu burjuvazi ağırlıklı olarak İstanbullu tüccar ve girişimcilerden oluşsa da, Anadolu burjuvazisi de aynı sürecin bir parçasıydı. Hatta görüldüğü üzere, bugün “İstanbul burjuvazisi” olarak adlandırılan sermaye gruplarının, o dönemde “Ankara’nın bağrından” yola çıktıklarını düşünerek bunları “Anadolu burjuvazisi” olarak adlandırmak bile mümkün.

Bir dönem Türkiye’de kapitalizmin hakim olup olmadığı çok tartışıldı. Şimdi o tartışma çok gerilerde kalmış gözüküyor. Ancak Türkiye’nin son yüzyıldaki tarihini kapitalizmin ve üstyapı kurumlarının gelişimi üzerinden değerlendiren tarihi anlatımların sayısı hala çok değil. Tersine modernleşme sürecini bir grup elit ya da bürokratın çıkarları tarafından yönlendirilmiş bir süreç olarak sunan anlatıların sayısı çok daha fazla ve bunlar bugün hakim anlatı haline gelmiş bulunuyor.

Bir grup seçkinin iktidarı alması üzerinden zorla bir modernleşmenin dayatıldığı anlatısını, geleneksel ile modern olanı yalnızca üstyapıda birbirinin karşısına koyduğu için eleştirmek gerekiyor. “Modernleşmenin” dayatılmasının arka planını ya da altında yatan ekonomik gelişmeleri hesaba kattığımızda ise ortaya çok farklı bir anlatı çıkıyor. İttihatçılardan başlayarak bir grup aydın ve bürokratın iktidar hırslarının belirlediği iddia edilen bu hikayeyi, kapitalizmin Türkiye’ye 19. yüzyıl itibariyle, emperyalist nüfuz ile girişinin, ekonomik altyapının bu nüfuz dolayısıyla uğradığı zorunlu dönüşümün, kapitalist ilişkilerin giderek gelişmesinin, ama belki de daha da önemlisi eşitsiz gelişen koşullarda kapitalizmin ya da burjuvazinin ideolojisinin aydın ve seçkinler üzerinde ekonomik ilişkilerden önce belirleyici ve hakim hale gelmesinin hikayesi olarak anlatmak mümkün ve Marksistler açısından zorunlu.

 

Dipnotlar

  1.  George Haupt ve Paul Dumont, Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalist Hareketler, çev. Tuğrul Artunkal, İstanbul: Gözlem Yayınları, 1977, s. 238.
  2.  “Patronlar ve Ameleler” İttihat ve Terakki sayı 32, 18 Teşrin-i evvel 1908 s.1, aktaran Zafer Toprak, Türkiye’de “Millî İktisat», 1908-1918, Ankara: Yurt Yayınları, 1982, s. 22.
  3.  A.g.e., s. 23.
  4.  A.g.e., s. 23.
  5.  Ahmet Mithat’ın Müşahedat romanındaki Seyyit Mehmet Numan tiplemesi, Mısır’dan İstanbul’a gelerek girişimciği sayesinde zenginleşmiş, ahlaklı, babacan, yardımsever bir tüccardır. Ahmet Mithat, Numan Efendi’nin ağzından memurluğun “hazır yiyicilik” ve devletin üzerinde bir yük olduğunu, asıl gelişmesi özel girişimciliğin, ticaret ve sanayi faaliyetlerin olması gerektiğini anlatıyor: “İnşallah bizde fikr-i ticaret tevessü (gelişir) ve ona müteferri malumat taammüm eder de, bizden sonraki romancılar ticaretin ehemmiyetini ve tüccarın büyüklerini bu suretle karilerine (okurlarına) anlatmayı hasılı tahsil ve malumu ilam addederler”, Ahmet Mithat, Müşahedât, Necat Birinci (ed.), Ankara: Türk Dil Kurumu, 2000, s. 147.
  6.  Bu konuda da tartışma muhteliftir. Örneğin bkz., Fuat Ercan ve diğ., “Türkiye’de Sermaye Birikimi, Sanayileşme Politikaları ve Sektörel Değişimler”, Çeşitli Yönleriyle Cumhuriyet’in 85’inci Yılında Türkiye Ekonomisi içinde, Gülen Elmas Arslan (ed.), Ankara: Gazi Üniversitesi, 2008, 213-251.
  7.  Korkut Boratav, Türkiye Tarihi İçinde, Sina Akşin (ed.), 4. Cilt, İstanbul : Cem Yayınevi, [1987-1995], s. 270
  8.  Tevfik, Çavdar, Türkiye Ekonomisinin Tarihi, 1900-1960, Ankara : İmge Kitabevi, 2003, s. 88.
  9.  Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni, Ankara: Bilgi Yayınevi, 1969, s. 129-130.
  10.  Korkut Boratav, Türkiye İktisat Tarihi, 1908-1985, İstanbul: Gerçek Yayınevi, 1995, s. 19.
  11.  Türkiye’de büyük sermayenin gelişiminde tüm Cumhuriyet tarihi boyunca da zayıf bir süreklilik yaşanmıştır. Bkz. dipnot 16.
  12.  Yakup Kepenek, “Türkiye’nin Sanayileşme Süreçleri”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi içinde, cilt 7, 1760-1796, s. 1763.
  13.  Tevfik Çavdar bu açıdan 1920’li ve 30’lu yıllarda demiryolu yapımına ilişkin ihalelerin dikkat çektiğini söylüyor. “Yol vb. fiziki altyapı ihalelerinin yanı sıra kamu binalarının, çeşitli tesislerin özel sektöre yaptırılması bir çeşit fonlama olarak düşünülmelidir”, Çavdar, a.g.e., s. 15.
  14.  Boratav, Türkiye İktisat Tarihi, s. 29-30.
  15.  Ahmet Hamdi Başar’ın Hatıraları, derleyen Murat Koraltürk, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları, s. 592.
  16.  Cumhuriyetin ilk yıllarındaki özel sermaye yatırımlarından İkinci Dünya Savaşı sonrasına dek ayakta kalmayı başaranların sayısı çok azdır. 1960’ta 126 firma ile yapılan araştırmaya göre, bu firmaların yalnızca yüzde 18,6’sı, yani 24 tanesi, 1929 yılı öncesinde kurulmuştur. Bunlar arasında 1923-1929 yılları arasında kurulanların oranı yüzde 16,2’dir. 1965 yılında 103 firma ile yapılan araştırmaya göre ise bu dönemde kurulan firmaların sayısı yüzde 34 olarak gözüküyor. 1970 yılında, 224 firma ile yapılan benzer bir araştırmada ise bu oran yanlıca yüzde 5,48’dir. Ayşe Buğra, “Türk İşadamları ve Türk Devleti”, 75 Yılda Çarkları Döndürenler içinde, Oya Baydar ve Gülay Dinçel (ed.), İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları, 1999, 67-94, s. 69- 70.
  17.  İşadamlarının otobiyografilerinden yola çıkarak Türk-Müslüman işadamına dair bir profil çıkarmaya çalışan akademisyen Ayşe Buğra, bunu “yoğun bir iktidarsızlık duygusu” olarak nitelendiriyor. Ancak yukarıda açıklanan sebeplerle bizce “iktidarsızlık” bu durumu değerlendirmek için doğru kelime değil. Ayşe Buğra, Devlet ve İşadamları, İstanbul : İletişim Yayınları, 1997, s. 16.
  18.  Toprak, a.g.e., s. 41-45.
  19.  Çağlar Keyder, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, İstanbul : İletişim Yayıncılık, 1999, s. 9-10.
  20.  Korkut Boratav, “Türkiye’de Devlet, Sınıflar ve Bürokrasi. Çağlar Keyder’in Kitabının Düşündürdükleri”, Emperyalizm, Sosyalizm ve Türkiye içinde, İstanbul: Yordam Kitap, 2010, s. 189.
  21.  A.g.e., s. 189.
  22.  Zafer Toprak, “Tanzimat’ta Osmanlı Sanayii”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, cilt 5, 1345-1357, s. 1355.
  23.  Bertell Ollman, Diyalektiğin Dansı : Marx’ın Yönteminde Adımlar, çev. Cenk Saraçoğlu, İstanbul: Yordam Yayınları, 2011, s. 75.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×