Türkiye’nin Krizinde Ulusal Hareket Boyutu

Bu yazıda, Türkiye’de yaşanmakta olan kriz sürecinde bir kriz dinamiği olarak Kürt devrimci hareketinin yerini ana hatlarıyla ele almaya çalışacağım. Ardından bazı çevrelerin bu harekete bakışma kısa bir değinme ve bu çerçevede bir eleştiri denemesi gelecek.

Açıkça görüleni ifade etmekle başlanabilir. KDH, Türkiye’de yaşanmakta olan kriz ile başta siyasal, ekonomik ve ideolojik olmak üzere birçok düzlemde etkileşmektedir. Bu etkileşim karmaşık bir biçimde gerçekleşiyor olsa bile, bir bütün olarak bakıldığında, hareketin krizi hemen her yönden derinleştirmekte olduğu söylenebilir 1

Bu noktada KDH’nin, Türkiye’nin krizinin ana nedeni ya da temel belirleyeni olarak ele alınmasının yanlış olacağını belirtmekte yarar görüyorum. Daha net olarak ifade etmek gerekirse:

i) KDH ve kriz birbirlerini besler nitelikte bir etkileşime sahiplerse de, aynı tarihsel kesit içerisinde belirginleşmeleri daha çok konjonktüreldir. Bu saptama KDH’nin krize etkisini küçümsemeyi değil, onu gerçek konumuyla değerlendirebilmeyi amaçlamaktadır.

ii) Kriz, ekonomik ve siyasal boyutları olan bir nesnelliğe oturmaktadır.

iii) KDH’nin kriz dinamikleri içerisindeki önemi, Türkiye burjuvazisinin karşısındaki cephede yer alan en güçlü örgütlü yapıyı oluşturmasında ve etkin stratejiler geliştirip eylemler ortaya koyabilmesinde aranmalıdır. Bu şekilde KDH krize hatırısayılır ölçülerde müdahale edebilmektedir.

iv) Üçüncü saptamadaki niteliği, KDH’nin krizin nedeni veya gerçek muhatabı olduğu yanılsamasına dayanak olarak gösterilmektedir 2 .

v) Krizin burjuvazi karşısında gerçek muhatabı, henüz örgütlü kollektif bir siyasal hareketin çekimine girmemiş olsa da, Türkiye emekçileridir.

vi) Krizin kaderini temel olarak burjuvazi-KDH cephesindeki savaş değil, burjuvazi-işçi sınıfı cephesindeki mücadele belirleyecektir.

Bu saptamalardan sonra KDH ile krizin nasıl etkileştiği konusuna daha yakından eğilebiliriz. Burada amacımız söz konusu etkileşimi bütün yönleriyle ele alıp ayrmtılan-dırmaktan çok, hareketin krize ne gibi girdiler sunduğunu temel bazı başlıklar altında gözden geçirmek olacaktır.

I- Siyasal alanda:

KDH, Türkiye burjuvazisinin yönetememe sıkıntısının temel öğelerinden birisidir. Hareket, siyaset gündeminde kronikleşmiş ve burjuvaziye sürekli olarak kan kaybettiren bir yara halini almıştır. Tersini iddia eden bütün propagandalara karşın, hareketin bir çok minderde burjuvazi ile boy ölçüşebildiği ve bazı alanlarda da onu etkisizleştirebildiği görülmektedir.

Etkisiz, aynı anlama gelmek üzere “çaresiz” kalınan noktalarda göz yaşları devreye girmeye başlamıştır. Burjuvaziye oldukça derin bir sadakat ile çığırtkanlık yapan “medya ordusu” içinden bazı televizyon muhabirlerinin, KDH’ni konu alan TV haber-programlarmda “Başka Türkiye yok!”, “Bir şeyler yapmamız lazım!” sözleri eşliğinde, burunlarını çeke çeke döktükleri gözyaşları, bu çaresizlik psikolojisinin duygusal düzlemde bir dışavurumudur.

Türkiye burjuvazisi gerektiğinde ortaya sürebilmek amacı ile “siyasi çözüm”(?) tartışmalarını çekingen bir fısıltı halinde el altında tutsa da, “Kürt sorunu” konusundaki fiili yönetimi tamamen militer güçlere devretmiştir. Hareketin fiziksel olarak büyük ölçüde zayıflatılmasının ardından siyasi çözüm oyunlarıyla defterin tam olmasa bile büyük ölçüde (rahat kontrol edilebilir düzeyde) kapatılabileceği umulmaktadır.

Militer güçlerin ise çözüm konusunda seçtikleri yol çok nettir: Bu coğrafyayı ulusal bilince sahip Kürt’lerden arındırmak!

Hareketin kazandığı kitlesellik nedeniyle bu yöntem, halkın göç etmeye zorlanması, toplu katliamlar ve bölgenin “insan”sızlaştırılması şeklinde yürütülmektedir. Bu amaçla bölge halkının maddi yaşamlarını yeniden üretme olanakları ortadan kaldırılmaya çalışılmakta, tarım ve hayvancılık sabote edilmektedir.

Bu süreç içerisinde düzen, artık belli ölçülerde erozyona uğramış olsa bile “önümüzdeki bahara bitireceğiz” şeklindeki söylemiyle, siyasal kaderini giderek daha fazla oranda savaşın gidişatına endekslemektedir. Aynı dönem içerisinde Türkiye emekçilerine karşı da tam boy bir saldırı başlatan siyasal iktidar, bu cephede emekçi karşıtı kimliğinin tehlike yaratacak boyutlarda deşifre olmasını engellemeye çalışmakta, kendisini giderek daha fazla KDH karşıtlığı ile tanımlayarak emekçi kitlelerin gözünde belli bir meşruiyet elde etmek için çırpınmaktadır.

Bu çerçevede, yıllardır “bu sefer bitirdik” deyip de bitiremeyenler beceriksizliklerini gizlemek için durmaksızın yeni yalanlar üretmektedirler. “Mehmetçik medya” ise bu yalanları kitlelere inandırıcı bir biçimde pazarlamak görevini gönüllü olarak üstlenmiş durumdadır. Ancak inandırıcı olma yolunda, yalanın dozu giderek fazla kaçmaya başlamıştır. Örneğin her gün, günlük savaş haberlerinde onlarca PKK gerillasının öldürüldüğünü, buna karşın ya hiç ya da hiçe yakın “güvenlik” mensubunun öldüğünü dinleyen/okuyan halk, Türk ordusunun bu yılın başlarında birdenbire ve külliyen “şerbetlendiğini” düşünmek zorunda kalacaktır.

KDH’nin uluslararası arenada yürüttüğü yoğun propaganda faaliyetleri ve emperyalist merkezlerin kendi çıkarlarıyla örtüşen noktalarda sergilediği ustaca diploması nedeniyle, Türkiye burjuvazisi adına siyaset yapanlar dış politika alanında da büyük sıkıntılar yaşıyorlar. DEP’li bazı milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması ve milletvekilliklerinin düşürülmesi olayları, uyandırdığı yankılarla bu sıkıntıları daha da belirginleştiriyor, belirginleştirmeye de devam edecek görünüyor. Başta AGİK ve Avrupa Konseyi olmak üzere uluslararası birçok örgüt Türkiye aleyhinde, “insan hakları ihlalleri” konusunda raporlar hazırlayıp, gözlemci heyet gönderme kararları alırken her düğünün en gözde Kamber’i olmak gibi bir tutkusu bulunan ABD de, Dışişleri Bakan Yardımcısı Shattuck’u gönderip Türkiye’yi “siyasi çözüm” doğrultusunda uyarıyor. Bu durum karşısında başı sıkışan Türkiye’nin “başı” Demirel, siyasi parti liderleriyle ayrı ayrı görüşüp “Batı bizi anlamıyor” tespitinden hareketle, dışarıya Türkiye’nin meramını nasıl anlatacakları konusunda çömezlerine nasihatler vermek zorunda kalıyor.

Kürt sorunu konusunda Batı emperyalizmi ile Türkiye burjuvazisinin çıkarlarının örtüşmüyor ve hatta çoğunlukla çelişiyor olması, “siyasilerimizin” uluslararası platformlarda başlarının daha uzunca bir süre ağrımaya devam edeceğini garantilemektedir.

II- Ekonomik alanda:

Savaşın maliyeti, yükselen KDH karşısında her geçen gün biraz daha artmaktadır. Devasa boyutlara ulaşan bu maliyet, burjuvazi ve siyasal iktidar tarafından gizlenmemekte, aksine vurgulanarak “herkesin, vatanının selameti için sıkıntı çekmek zorunda olduğu” demagojisine malzeme edilmektedir. Bu şekilde emekçilerin, kendileri üzerinde gerçekleştirilmekte olan soyguna rıza gösterecekleri veya en azından sessiz kalacakları umulmaktadır. Şu ana kadar bu beklentilerinde haksız çıktıklarını söyleyemesek de, beklenti sahiplerinin canını sıkıcı bazı gelişmelerin ortaya çıktığını da belirtmemiz gerekiyor. Bütün ögeleriyle Türkiye devrimci hareketi, işçi eylemlerine bu konuda kendi rengini, henüz soluk olsa da, vermeye başlamıştır. “Aş, iş, özgürlük” veya “kahrolsun ücretli kölelik düzeni” sloganlarını birçok kez “yaşasın halkların kardeşliği” veya “kirli savaşa son” sloganları takip etmektedir. İşçi sınıfının bu konuda daha duyarlı bir hale getirilmesi ile, burjuvazi karşısında sağlam bir mevzi kazanılacağı şüphe götürmez bir gerçektir.

Savaşın, Türkiye’nin krizine ekonomik alanda yaptığı katkıya dönersek:

Savunma Bakanlığı’nm yıllık bütçeden aldığı pay (ki bu büyük ölçüde savaş finansmanına harcanmaktadır), 1993’te %12.5 iken, 1994 yılında %18.4’e çıkarılmıştır. Buna karşılık eğitim harcamalarının payı %18.2’den %15’e ve sağlık harcamalarının payı da %4.6’dan %3.7’ye indirilmiştir.

1992 yılında savaş için yapılan harcamanın bugünkü karşılığı yaklaşık 300 trilyon lira olarak hesaplanıyor. Çiller’in açıklamasına göre bu tutar bu sene için 400 trilyon lirayı bulacaktır. 1994 yılı için, yalnızca korucu giderlerinin toplamı 20 trilyon lira, bölgedeki askeri ve adli personelin maaşları da 20 trilyon lira civarında hesaplanmaktadır. Bunun dışında genel bütçeden “örtülü ödenek” adı altında bölge valiliklerinin emrine trilyonlarca liralık hesaplar açılmaktadır.

Devletin savaş için yıllık net olarak ne kadar para harcadığını hesaplamak zor olsa da, bir tek Zeli Harekatı için 5 trilyon lira harcandığı düşünülürse, bu rakamın hiç de küçük olmadığı ortaya çıkmaktadır.

KDH’nin ekonomik krize katkısı yalnızca bu rakamlarla sınırlı kalmıyor. Savaş finansmanı ile ülke giderlerinde büyük artışa neden olan hareket, aynı zamanda ülkenin döviz girdilerinin önünü tıkamada da oldukça önemli bir rol oynamaktadır. Ülke ekonomisini “düzlüğe çıkarmak” için dövize ihtiyaç duyan burjuvazi bu amaçla tüm olanaklarını seferber etmektedir. Türkiye ihracatta nesnel sınırlarına dayanmış durumdadır. Bu noktada turizmden elde edilecek dövize büyük ümitler bağlayan burjuvazinin hevesi, KDH’nin bu sahada da bir strateji çerçevesinde gerçekleştirdiği eylemler sonucunda, kursağında kalmış görünmektedir. Başbakan şimdi de yurt dışında çalışan işçilerin dövizlerine göz dikmiştir. Ancak özellikle Avrupa’daki Türk ve Kürt işçi dövizlerinin akacağı yönün belirlenmesinde PKK’nın, en az Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı kadar etkili olabileceği tahmin edilebilir.

Bunların dışında uluslararası sermayenin gözünde, uzun vadeli yatırım yapma açısından, Türkiye’nin cazibesini azaltması ve Türkiye burjuvazisinin yıllardır savaş bölgesine yaptığı bir çok yatırımın üretime^ dönüşmesini engellemesi, KDH’nin, krizin ekonomik boyutuna yaptığı girdiler arasında sayılabilir.

III- İdeolojik alan:

Türkiye burjuvazisinin köklü bir ideolojik geleneğe sahip olmadığı saptamasının dışında, yaşanılan süreç içerisinde burjuvazinin ideolojik bir kriz sergilediği saptaması için henüz oldukça erkendir. Bununla birlikte ideolojik alanda bir durağanlık da sözkonusu değildir. Kriz ile birlikte bazı ideolojik motifler terkedilmekteyken, bazıları da ön plana çıkarılmaktadır. Örneklemek gerekirse: “Çağ atlıyoruz” söylemi, terkedilmiştir. “Dış mihraklar” şarkısı ise yeni bir aranjman ile hep bir ağızdan yeniden söylenmeye başlanmıştır. Özellikle 1980’lerin başlarında Türk solunu karalamak amacıyla sıkça kullanılan “dış mihrakların oyunu” söylemi bu kez KDH kimliği için revize edilerek tekrar belli bir yaygınlığa ulaştırılmıştır. 1980’lerde SSCB’nin mevcudiyeti bu “dış mihraklar”m nerede olduğu konusunda hiçbir belirsizliğe imkan tanımazken, SSCB’nin çözülüşü ve KUKH’nin Avrupa’da belirli duyarlılıklarda yankı bulabilmesi nedeniyle bu kez “dış mihraklar”m öznesi/özneleri Batı’ya kaydırılmış ve kapsadığı coğrafya biraz daha genişletilmiştir. Hatta çoğu zaman “ezeli” dostumuz ABD bile bu mihrakların içinde atfedilmeye başlanmıştır.

İdeolojik-siyasi yelpazede uzun süredir belirgin olan sığlık ve homojenizasyon, KDH karşıtlığında daha da belirginleşmiştir. Sağdaki diğer bazı partilerle birlikte “Türk sosyal demokrasisi”ne de kana kana faşizm emdirilmektedir. Türkeş ile Ecevit’in söylemleri diğer bir çok konuda olduğu gibi bu konuda da birbirine oldukça yakın durmaktadır.

Burjuvazi, emekçi kitlelerin bilinçlerini hapsettiği kalın ideolojik zırhı, kısmen yeni sayılabilecek bazı motiflerle daha da kalınlaştırmaya çalışmaktadır: “Ülke büyük bir tehlike ile karşı karşıyadır!”, “Yaşanılan ikinci bir kurtuluş savaşıdır!”, bu nedenle “dişler sıkılmalıdır”, “kargaşa yaratacak her hareketten uzak durulmalıdır”. Katır Reşo bile tövbe edip taraf değiştirdikten sonra, ancak bir Türk katırına yaraşır bir şekilde, “ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğü uğrunda” mücadele vermiş, hatta bu mücadeledeki üstün başarısı nedeniyle bir madalya bile almıştır. Milletimiz Reşo’yu örnek almalı ve giderek daha çok bir katır özverisiyle davranabilmelidir!

Bütün bunların ardında hedeflenen oldukça açıktır: Burjuvazi sınıf mücadelesi alanına yeniden ve güçlü bir şekilde çıkmaya aday Türkiye işçi sınıfını, KDH’ne karşıt bir konumlanışa yerleştirmeye çalışmaktadır.

Toparlamak gerekirse; KDH, Türkiye burjuvazisinin krizine özellikle ekonomik ve siyasal-yönetimsel alanlarda hatırı sayılır bir girdi yapmaktadır. Türkiye işçi sınıfının kendi gerçek ideolojisi olan sosyalist ideolojiyle sahneye yeniden çıkmasından sonra bu katkı ideolojik alanda da (egemen ideolojinin yerle bir edilmesi sürecinde) belirginlik kazanacaktır.

Konuyu tamamlamadan önce KDH’ni bir de sosyalizm çerçevesinde kısaca değerlendirmek gerekiyor.

Sosyalistler ulusal soruna,, bu sorunun sosyalist mücadele ile etkileşimi ve uzun vadede proleter devrimin çıkarları çeçevesinde yaklaşırlar. Bu çerçevede ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı soyut bir ilke olmaktan çok “taktik” bir ilkedir 3 .

Bu ilke bugün KDH’ni ve hareketin motoru olan önderliği sosyalist hareket açısından meşru kılmaktadır. Ancak bu meşruiyet, koşulsuz olarak hareketin şakşakçılığını yapmak değildir, olmamalıdır. Yıllar yılı Türkiye burjuvazisine içinden geldiği şiddette bir tokat vuramayan Türk solundan bir çok kesimin, bu tokatı vuran ellere belirli bir öykünme ile yaklaşması anlaşılır bir durumdur. Ancak sosyalist hareketinin, uğruna dayak yediği hedefleri unutmaması veya ikinci plana atmaması gerekmektedir.

Burada, “sosyalist” adını, henüz bu adı kullanmalarının ileride kendilerinden hesap sorulmasına neden olacağının farkında olmadan ve savurganca kullanan kimi “sol” kesimleri, bu kaygılardan muaf tutmak yerinde olacaktır. Söylenenlere açıklık kazandırmak için örneklemek ve teşhir etmek şart oluyor: Bugün Birleşik “Sosyalist” Parti adlı “fil mezarlığı”nın başında bulunan Sadun Aren 5 Nisan Sömürü Paketi hakkındaki görüşlerini şöyle yazıyor: “Ülkemizin önemli ölçülerde bozulmuş olan iç ve dış dengelerini tekrar korumak üzere bazı istikrar önlemleri alınmasına, ilkesel olarak, kimsenin bir itirazı yoktur. Çünkü herkes biliyor ki, bu yapılmadığı taktirde, söz konusu dengelerdeki bozulmalar, yani enflasyon ve döviz açığı ve döviz kurlarındaki artışlar, daha da yüksek düzeylere çıkmaya devam edecek ve ülke bütün bütün yönetilemez bir duruma gelecektir. “4

Bu yazının tamamının ele alınması ve Aren için anlamlı olacağını sanmasam da, gerekli cevabın verilmesi başka bir yazının konusunu oluşturabilir. Burada konumuzun dışına bir parça taşmayı da göze alarak söylenebilecekler şunlar:

i) Ülkenin burjuvazi tarafından “bütün bütün yönetilemez bir duruma” gelmesinden kaygı duyanlar, elbette ki Kürt hareketinin yükselişinden de kaygılanmalıdırlar. Zira bu hareket burjuvazinin yönetememe sorunlarını artırmaktadır.

ii) “Ülkesini” bu denli sevenlere, en azından kendi iç tutarlılıkları açısından, KUKH’ne karşı açıkça cephe almalarını salık veririz. Bu şekilde burjuvaziye “vatanseverlikte” samimi olduklarım daha iyi gösterebilirler.

iii) Kimse “sosyalizm” adını böylesi teslimiyetçi ve hatta karşı-devrimcı bir tutuma alet edemez. Edenler ise hem tarihin adaleti hem de Sosyalist Türkiye Mahkemeleri’nin hukuğuyla yargılanacaklarının farkında olmalıdırlar.

iv) Birleşik “Sosyalist” Parti aşuresi içindeki bazı taneciklere “Hoca”‘larının (Aren’den parti içinde Hoca diye bahsedilmektedir) sözleri hatırlatıldığında, bazen biraz da utanıp, boyun bükerek “Ne yapalım? Ne de olsa Hoca yaşlandı. Ama parti içerisinde bir tutkal görevi gördüğü için şimdilik katlanıyoruz.” diyebilmektedirler.

Hatırlatıyoruz!: Siyasi partiler (hele de “sosyalist” adını taşıyacaklarsa), yaşlıların son günlerini huzur içinde geçirebilmeleri için varolan “huzur evleri” değildir! Ne de tutkalla yapıştırılmış iskambil kağıtlarından örülmüş bir çatı!

v) Bu partinin burjuva demokrat anlamda bir “parti” ve Hoca’larının tutkallığı sayesinde “birleşik” olduklarına itiraz edilmeyebilir. Ancak “sosyalist” sözcüğünü isimlerinden çıkartmalıdırlar! Parti adı kısaltmasının BSP olarak kalması arzu ediliyorsa “Birleşik Senilite Partisi” veya gençler buna çok alınacaklar ise, sırf harfler uysun diye “Birleşik Sitemkarlar Partisi” şeklindeki adlar önerilebilir.

Bu yazı BSP’yi eleştirme için kaleme alınmadığından, tekrar konumuza dönmek durumundayım.

KDH konusuna Kürtler arasından da oldukça sağlıksız ve hareket açısından oldukça tehlikeli yaklaşımlar getirenler var.

Kemal Okutan’ın Özgür Ülke’ de yazdıklarına bir göz atalım. Okutan Kürt işadamlarına seslenerek şöyle diyor: “Halkını, özgürlüğünü, vatanını seven bir işadamı şöyle düşünmelidir. Günün 12 saatini kendim, ailem, cebim için çalışıyorsam, günün bir saatini de kendi güvenliğim ve ulusumun esenliği için çalışmalıyım! Birikimlerimin yüzde 80’ini kendi çıkarlarım için kullanıyorsam, yüzde 2O’sini de halkımın çıkarları için kullanmalıyım… Özel savaşın yükünün büyük bir bölümünü Türk işadamları karşılamıyor mu?… Bu işadamlarının tavrı öğretici olmayacak mı?”. Ve bitirirken yalvarırcasına soruyor: “Yurtsever işadamları birliği olmaz mı?”5 .

Bir kaç cümle içerisinde bu kadar yanlışı bir araya toplayabilmek, Okutan’a has bir yetenek olsa gerek! Bir kere özel savaşın yükünün büyük bir bölümünü Türk işadamları karşılamıyor, bu yük büyük ölçüde emekçi (bunların arasında Kürt emekçileri de var) kitlelere ödettiriliyor. İkincisi; bir kapitalist kendisi ve ailesi dışında kimse için (kendi çıkarları öyle gerektirmedikçe) çalışmaz. Hele de halkı için hiç çalışmaz. Öyle görünüyor olsa bile bu nihai olarak kendi çıkarları bu şekilde gerektiriyor diyedir. Aksi bir tutum kapitalizmin doğasına aykırıdır. Bireysel düzeyde olmasa bile sınıfsal düzeyde kural böyledir. Üçüncüsü; Türk işadamları vatanseverlik konusunda değil de, halkı yalanlarına nasıl inandırdıkları konusunda Kürt işadamlarına örnek olarak gösterilebilir. Dördüncüsü ve sonuncusu; “yurtsever işadamları birliği” elbette olabilir, ancak bunun Kürt halkının sömürülmesini (sömürenlerin kimler olacağı dışında) değiştirebileceğini ummak fazlasıyla bir safdilliktir!

PKK’nin stratejik-taktik düzeylerde belirli ölçülerde esnek davranabilmesi, çeşitli ulusal ve dini motiflere fazlaca prim vermesi anlaşılabilir bir durumdur. Ancak birilerinin Kürt işadamlarına Kürt emekçilerinin sömürülmesini “ulusallık” kılıfıyla mazur göstermesine Kürt ve Türk sosyalistleri sessiz kalamazlar kalmamalıdırlar!

Ulusal kurtuluş mu, toplumsal kurtuluş mu? Bağımsızlık mı, sosyalizm mi?

Kürt devrimcilerinin, hele de kitleleri niteliksel bir sıçramaya uğratabilmiş olanların, bu konuda kendi mücadelelerine bir netlik kazandırmaları gerekmektedir.

Bugün ulusal kurtuluş çerçevesinde gerçekleşecek olan; Kürt halkının, Türk burjuvazisi ve aracı konumundaki Kürt mülk sahiplerinin sömürüsünden kurtulup, yaratılacak bir Kürt-milli burjuvazisinin ve daha da çok emperyalizmin sömürüsü altına girmesidir.

Kürt halkının toplumsal kurtuluşu ise, diğer tüm halklarınkinde olduğu gibi, sosyalizmden geçmektedir. Ulusal kimliğin korunmabilmesi ise kapitalizmin tekelinde değildir.

Bitirmeden önce söylemek gerekiyor: Türkiye sosyalist hareketinin henüz ülke gündeminde birikimlerine yakışmayacak kadar cılız bir yer tutması, onu, KDH’ni bir sosyalist hareketin bakışıyla eleştirmekten alı koymamalıdır. Türkiye sosyalist hareketi “dağa küsen bir tavşan” ve PKK de “tavşanın varlığını fark edemeyen bir dağ” degildir.

“Her devrimin temel sorunu olan iktidar sorununda, Türkiye ve Kürt devrimcileri arasında yazgı birliği vardır. (…) Kürt ulusal hareketinin bağımsızlık amacı ile, Türkiye işçi sınıfının siyasal erki alarak toplumsal bir devrimi başlatma hedeflerinin üst üste düşmesi iki hareket arasındaki yazgı birliğinin siyasal ifadesidir.”6

Ancak bu yazgı birliği içerisinde verilecek mücadelede “Türkiye sosyalist hareketi ve işçi sınıfı, Kürt ulusal kimliğine değil, bu kimlik içinde yerini alan devrimci kanala güven vermeli, burjuvazinin saldırısı karşısında Kürt devrimcilerine yalnız olmadıklarını göstermelidir.” 7

 

Dipnotlar

  1. Türkiye burjuvazisinin ideolojik donanımı belirli noktalarda KDH karşıtlığını kullanarak tahkim ediyor olması bu genellemeyi değiştirmez. Burada söz konusu olan KDH’nin bir yan etkisi değil, ideolojinin manipülasyondaki yeteneğidir.
  2. Özgür Ülke Gazetesi’nde yer alan bir çok haber ve yorum ile örneklendirmek mümkündür.
  3. Konu Aydın Giritli tarafından daha önce geni bir biçimde ele alınmıstı. Bakınız: Giritli, Aydın; “Marx, Engels, Ulusal Sorun”, Gelenek Kitap Dizisi, 3. Cilt, 16. Sayı, s.28-49
  4. Aren, Sadun; “İstikrar Önlemleriyle İlgili Bir kaç Not”, Yeni Marksizm ve Gelecek, Sayı 3, Yaz 1994; s.5
  5. Okutan, Kemal; “Kürt İşadamları, Örgütlenme ve Bana Değmeyen Yılan Bin Yaşaşın”, 17 Haziran 1994 tarihli Özgür Ülke Gazetesi, “Otuz Kalem” adlı köşe yazısı.
  6. Yurtsever, Haluk; “Türkiye’nin Dönemeci Emperyalizm mi Sosyalizm mi?”, Etki Basın Ajansı Mart-1993; s.188
  7. Giritli, Aydın; “Devrimci Bir İddia Olarak Siyasal Kriz”, Gelenek 45, İstanbul, Mart-1994; s.14
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×