12 Eylül: Bir Alman Pastası

Hesaplaşılmamış hiçbir tarihsel kesit, sınıf siyaseti açısından uzak geçmiş olarak nitelendirilemeyeceği için, kapanmış defter olarak da görülemez. Arada geçen yılların önemi yoktur. Hesaplaşma için uygun zamanlama vardır. İktidar perspektifi ile siyasete yaklaşanlar için defteri kapatacak tek uygun moment, emekçi sınıfların en tarihsel, en meşru hakkı olan devrim hakkının kullanılması için gerekli mevzilerin büyütülmesinden başka bir şey olamaz.

Türkiye toplumunun üzerine çöken AKP garabetinin taşıyıcı köklerine merak salan okur için yeni bir kitap yayımlandı. Yazılama Yayınevi’nden çıkan, Osman Çutsay’ın ”12 Eylül, Bir Alman Pastası” adlı kitabı, ”beterin beteri var” deyiminin gündelik dilde savrukça kullanıldığı şu kasvetli günlerde, umudunu sosyal demokrasi ve Batı’ya dönük beklentiler ile avutan insanlar için ciddi bir başvuru kitabı olarak okunmayı bekliyor.

Bildik iri genellemeleri ayıklamaya kararlı bir gayretin ürünü olarak ”12 Eylül…” yalnızca AKP’li gerici kuşatmaya direnen insanların değil, sosyal demokrasi ve liberal Batı algısı konusunda olumlu dogmalara sahip pekçok insanın ezberini bozan bir belge olma niteliği ile de dikkat çekiyor. 12 Eylül faşist darbesi ile AKP’nin seçimli darbesi arasındaki koşutluğu, steril akademik tartışmalarının kıyısında ele alan bu çalışma, tanımlanmış ama henüz tamamlanmamış bir tarihsel hesaplaşmayı siyasi gündeme taşımayı hedefliyor.

12 Eylül faşist darbesinin Türkiye’den bakılınca pek de görülemeyen nezih iki taşıyıcısının sahnede rol aldığı bu araştırma, liberal darkafalılığın ”kültürel Soğuk Savaş” iklimi içerisindeki rolünü ifşa etmeye çalışıyor. Alman sosyal demokrasisi ile Alman emperyalizmi arasındaki dolayımlı geçişkenliğin, 12 Eylül’lü günlerde ”istikrar” ve ”ülke çıkarları” kodlaması altında olabildiğine yüzeye çıkmasını gün yüzüne çıkartıyor Osman Çutsay.

Çutsay, solda ideolojik mıntıka temizliği ile işe başlıyor

Çutsay’ın bu çalışmasında, sosyal demokrasinin sosyalizme karşı mücadelede faşizmin karşıtı değil ”ikiz kardeşi” olduğunun altını çiziliyor. Sözü geçen ideolojik yönelimin, yalnızca 1910’lu yıllarda burjuvazinin hizmetine girmekle yetinmediğini, Soğuk Savaş denilen antikomünist/antisovyetik strateji içerisinde de koçbaşı işlevi üstlendiğini belgeleriyle okuma olanağımız oluyor.

Çutsay, kitabında sosyal demokrasinin sosyalizmin ”hafif” yorumu olmadığını, tam tersine, sosyal demokrasi pratiğinin sosyalizme karşı ”faşizm ile ikiz kardeş” olduğuna dair saptamanın gerçeğin ta kendisi olduğunu örneklerle belgeliyor. ”Faşizm ve sosyal demokrasinin karşıt kutupları değil, ikiz kardeşleri temsil ettiği tezinden söz ediyoruz” (s.136) derken Çutsay, tam da bu gerçeğin altını çiziyor.

Sol sözcüğünün sosyal demokrasiyi de kapsayacak bir genişlikte ele alınmasının asıl sola, sosyalizme zarar verdiği konusundaki ideolojik netlik arayışı, Çutsay’ın bu belgeli çalışması ile kutlanmayı hak ediyor. Solda ideolojik mıntıka temizliği ertelenemez, üzerinden atlanamaz bir görev olarak sosyalizmin gündemindeki yerini tüm canlılığı ile koruyor. Sosyalizme sızmış sol dışı unsurların kapı dışarı edilmesi, sosyalist iktidar mücadelesinin ötelenemez bir ödevi olarak, önemini hiç olmadığı kadar koruyor.

Soğuk Savaş yıllarında büsbütün önem kazanan liberal/sosyal demokrat tezler, geleneksel sağın işlevini bir başka kıyafet altında yerine getirmeye soyunmuştu: ”Soğuk Savaş’ın vurucu gücü muhafazakârlar değil liberallerdi” saptamasında bulunan Robert LeFevre, sosyalizm cephesi dışından bir isim olarak liberal/sosyal demokrat söylemin işlevine dikkat çekmişti. (Aktaran Cangül Örnek, Türkiye’nin Soğuk Savaş Düşünce Hayatı, Can Yay. 1.basım, 2015). Osman Çutsay’ın sosyal demokrasinin rolüne dönük saptaması ile uyumludur.

Sosyal demokrasi üzerine incelemeleri ile tanınan Konstantin Brandt da ”Alman Sosyal Demokrasisinin Küçük Kara Kitabı”nda, Çutsay’ın değerlendirmeleri ile uyumlu bir gözlemde bulunur: ”1913’de SPD savaş partisiydi. Bugün de savaş partisidir” (Wiljo Heinen Verlag, 2014, 1. baskı, s. 180).

Federal Almanya faşist darbeye de AKP gericiliğine de destek verdi

12 Eylül’lü yıllarda Federal Almanya’da başbakan olan Helmut Schmidt ile 2002’de AKP’nin ”seçimli darbesi”nde (a.g.e., s. 13) yine Almanya’da başbakan olan Gerhard Schröder, ne tesadüf ki, sosyal demokrat SPD üyesidirler.

Soğuk Savaş’ın iki ”cephe ülkesi”nden Almanya’da başbakan olan Schmidt, antikomünist politikaları ile nam salmıştı. Muhafazakârların darkafalı tutumlarından farklı bir antisovyetik siyaset stratejisi izleyen sosyal demokrat Schmidt, önceli Willy Brandt gibi, ”sosyalist ülkelerdeki komünist egemenliğin tasfiyesi için değil, değiştirilmesi için” çalışıyordu (a.g.e., s. 71).

Çok dillendirilen ”Ostpolitik” (Doğu Siyaseti) stratejileri, reel sosyalizmin yumuşak karnı Polonya’da diz çökerek çelenk bırakma şovları, Alman Demokratik Cumhuriyeti ile ticari alışverişleri hep bu eksende ele alınıyordu.

Soğuk Savaş yıllarının iki cephe devletinde ortak olan kimi noktaların altını çizer Çutsay: Bir, pek çok ülkeye göre Soğuk Savaş iki ülkede de erken başlamış, geç sonlanmıştır. İki, bu dönem boyunca her iki ülkede de ABD’nin dokunulmazlığı vardır. Üç, antikomünizm eşdeyişle antisovyetizmdir. Dört, antisovyetizm ve antikomünizm her iki ülkede de hükümetler üstüdür. Beş, her iki cephe ülkesinde de faşist hareketler özel olarak kollanıp, desteklenmiştir.

Kitapta, bu iki cephe ülkesindeki ortaklıkların dışında, Federal Almanya’da liberal politikaların ebelik ettiği ”yeni toplumsal hareketler” için de elverişli zemin olduğuna vurgu yapılıyor. ”Büyük anlatıların bittiği” (a. g. e., s.36) yönündeki düzen içi hareketlerin, solun soluğunu kesmeye dönük proje çalışmaları niteliğine haklı olarak işaret ediliyor.

80’li yılların başında türeyen bu ”yeni toplumsal hareketler”, taban demokrasisi, kopartılabilir hedefler, çevrecilik, cinsel özgürlük vb. söylemleri ile sosyalizmin altını oymaya dönük gayet planlı bir faaliyet yürüttüler. Eşitsizliklere karşı uzlaşmaz tutum yerine özgürlük kavramı eksenli bir liberal söylemi siyasi vitrinlerine yerleştiren büyük anlatıların bittiği tezi, Yeşiller Partisi gibi düzen içi ”yeni” aktörleri türetmeyi de ihmal etmedi. Bu aldatıcı söylemin etkisi günümüz Almanya’sında hâlâ etkisini sürdürmektedir.

Federal Almanya 12 Eylül’de emperyalizmin yedek kulübesinde değildi

Çutsay’ın kitabının en önemli iddiası, Alman emperyalizminin 12 Eylül faşist darbesinde sanıldığından daha yaşamsal rol oynadığı tezidir. Yazar, 12 Eylül ”saf bir Amerikan” senaryosu değildir, Federal Almanya olmasaydı, 12 Eylül paşalarının birkaç ay içinde havlu atacakları kesindi diye kaydediyor.

Eşitsiz gelişme yasasının emperyalist egemenliğin kendi iç hiyerarşisi içinde oynamalara yol açtığı saptamasından hareket eden Çutsay, ABD’yi ”çiftlik sahibi”, Almanya’yı da ”kahya” olarak tanımlarken, bu ilişkinin stabil olmadığını belirtiyor. 12 Eylül günlerinde, ”Bonn, basit bir kontrol kulubesi değildi, hayatiyeti, mekanizmaları ve özgün hedefleri vardı” ifadesine yer veriyor (a.g.e., s.142).

Alman emperyalizminin İkinci Dünya Savaşı sonrasında itildiği yedek kulübesinden çıkmak için olağanüstü çaba harcadığına vurgu yapan Çutsay, savaş sonrasının ilk restoratörü Adenauer’den farklı olarak, Soğuk Savaş’ın restoratörü Schmidt’in Amerika ile uyumu değil, Almanya’nın sıçrama yapmasını esas alan bir yönelim içinde olduğunu iddia ediyor.

Kitap, askeri harcama kalemi sınırlı Almanya’nın 70’li yılların sonu itibari ile iktisadi planda güçlenerek, reel politik planda oyun kurucu duruma geldiğini savlıyor. Alman emperyalizminin ABD’den bu denli özerkleştiğine dair ikna edici kimi iktisadi veri sıralanmış olsa da, okurun ikna olmak için bir miktar daha siyasi/askeri/stratejik veriye ihtiyaç duyacağı belirtilmelidir.

Jeopolitik planda ”Alman koridoru” (a.g.e., s.138) olarak nitelenen Yunanistan-Türkiye-İran kuşağında Alman emperyalizminin sanılandan daha etkili olduğu kaydedilirken, ABD’nin eskisi gibi yönetmeye takatinin kalmadığı haklı olarak vurgulanıyor.

NATO’nun oluşturulmasında üçüncü kuşak üye uygulaması ile ”cezalandırılan” Alman emperyalizminin, Lord Hastings Ismay’ın NATO’nun görev alanını tanımlarken çizdiği ”Amerika üstte, Rusya dışta, Almanya altta” çerçevesine tabi kalmadığı ayan beyan ortada. Reel sosyalizmin karşıdevrimler ile tasfiyesinden sonra Alman emperyalizminin hareket alanının olağanüstü genişlediği çıplak gözle dahi seçilebiliyor. Ancak bu oyun kuruculuk, 12 Eylül günlerinde de mümkün müydü diye ”12 Eylül: Bir Alman Pastası”nı okuyup, tartışmak gerekiyor.