Yerel Seçimlere Doğru: Komünist Tavır

Desen: Ömer Koçağ

Komünistlerin seçimlere bir olanak olarak bakması adettendir. Burada bir tuhaflık yok, seçimlerin seslenme ve örgütlenme açısından ek kanallar yarattığı açık. Ancak bu olanakları değerlendirebilmek için bilinmesi gereken, seçimlerin öncelikle bir sınıf mücadelesi alanı olduğudur.

Seçimler, sermaye egemenlinin yerleşik kurumlarından biri olmasına karşın, bir sınıf mücadele alanıdır.

Seçimlerin sermaye egemenliğinin yerleşik kurumlarından biri olduğu önermesinden başlayalım. Kapitalist toplumları incelediğimizde egemen sınıfın gereksinmeleri doğrultusunda yapılandırılmış yoğun ve karmaşık bir kurumsal yapıyla karşılaşırız. Emekçileri baskılamak, sermaye sınıfına kaynak yaratmak, egemen sınıf içindeki gerilim ve uyumsuzlukları yönetmek, toplumu mevcut düzenin sürmesine ikna etmek, uluslararası alanda “yerli” kapitalistlerin çıkarlarını savunmak başta olmak üzere çok yönlü işlevler üstlenen bu kurumlar ya devletin bir parçası ya da onun bir uzantısı olarak faaliyet gösterirler. Devlet bu anlamda sermaye egemenliğinin kurumsal birikiminin temel referans noktasıdır.

Seçim mekanizmasının da devlet merkezli bu sistemin içinde yer aldığı açık. Ancak burada “devlet egemen sınıfın baskı aygıtıdır” doğrusunun içini doldurma ve bu doğruyla yetinmeme ihtiyacı ortaya çıkar. Sermaye egemenliğinin bütün araçları, birbirinden farklı düzeylerde sınıf mücadelesinin hem bir kanalı hem de konusu durumundadır. Bu mücadeleler devlete ve egemenliğin bütün kurumlara emek ile sermaye arasında gidip-gelen “sınıflar ötesi” bir karakter vermez. Onlar burjuvaziye aittir. Bununla birlikte işçi sınıfının mücadelesi sermaye egemenliğinin birçok aygıtında yalnızca karşıtlık üzerinden etkide bulunmaz aynı zamanda o aygıtlarda içsel bir olgu olarak da kendini hissettirir ve kriz dönemlerinde “yönetememe” sorununun katmerleşmesine yol açar.

Bu nedenle sermaye egemenliğinin temel bütün kurumları hem mücadelede birer hedef hem de birer mücadele alanı olarak görülebilir.

Kaldı ki, emekçi halkın en büyük kazanımlarından biri olan ve sosyalist kuruluş sürecinde daha önemli hale gelecek “genel oy hakkı”na dayalı bir mekanizmanın egemen sınıfın oyuncağı olarak resmedilmesi Marksizm açısından kabul edilemez.

Parlamentonun işlevsizleştirilmesi, seçim sistemindeki adaletsizlikler, sandık hileleri, bütün bunlar tartışılamayacak gerçekler. Üstelik yeni de değil bunlar. Nüfusun küçük bir bölmesini oluşturan patronların emekçi halk üzerindeki ideolojik hegemonyası belli konjonktürlerde zayıflar ve bu zayıflama sermayenin “genel oy hakkı”na müdahalesine neden olur. Parlamentoda işçi sınıfının temsil edilmeye başladığı anlardan itibaren bu müdahaleler kalıcılaşmış ve kurala dönüşmüş durumdadır. Ancak yine de “seçimler” sermaye egemenliği için oldukça önemli bir meşruiyet kaynağı olmaya devam etmekte, birçok kapitalist ülkede emekçi sınıflara en ağır saldırılar seçimle iş başı yapan hükümet ya da liderler eliyle yürütülmektedir.

İşçi sınıfı hareketinin bu meşruiyet kaynağını öyle ya da böyle daraltmak gibi bir yükümlülüğü var. Burjuva partilerinin etkisinin zayıflatılması, arkalarındaki desteğin azaltılması devrimci bir görevdir ve seçimler bu açıdan yalnızca bir gösterge olarak değil, bir mücadele alanı olarak da önemsenmelidir.

Bu alanın sosyalizm mücadelesinde belirleyici olması kuşkusuz söz konusu değil. Değil çünkü toplumsal dinamiklerin canlandığı kesitlerde güç dengelerinin değişim hızına hantal seçim mekanizmaları ayak uyduramadığı gibi özgül ağırlıkları farklı olan toplumsal aktörleri nicel büyüklüklerle ölçmek sağlıksız sonuç vermektedir. Nihayetinde, işçi sınıfının ağırlığını koyduğu konjonktürlerde sermaye egemenliğinde ve devlet kurumunda ortaya çıkan zayıflık ve çatlaklar karşısında burjuvazi çoğu kez parlamenter sistemden vazgeçme eğilimine girer, seçim mekanizmasını rafa kaldırır.

Ancak bu söylenenler özel tarihsel kesitlerle ilgilidir ve hele toplumun büyük bir kesiminin ufku, siyasetle bağı seçimlerle sınırlıysa, seçimleri bir mücadele olanı olarak görmek, sorumluluktan kaçmamak gerekir. Seçimde adaletsizlik var, hile yapılıyor ya da “bize zaten oy vermiyorlar” türünden gerekçelerle seçimleri pas geçmek veya boykot etmek devrimci bir politika değildir. Seçimleri boykot, şu ya da bu nedenle toplumda hatırı sayılır bir kesim seçimlere sırtını döndüyse, burjuva parlamenter sistemin ötesini arıyorsa geçerlidir. Böylesi bir arayış ya da tavır alış söz konusu değilse, komünistler ne olursa olsun seçimlere katılmanın yolunu ararlar.

Sınıf mücadelesinden kaçılmaz.

Ve eğer seçimler burjuvazinin oyun alanından ibaret görülmeyecekse, işçi sınıfı partisi kendisini orada programıyla, ilkeleriyle, değerleriyle ifade edecek, seçime özgü bir kimlikle değil! Yani, seçimde ortaya çıkan olanakları değerlendirme fikri, sınıf mücadelesinin gereklerini en iyi şekilde yerine getirmeye bağlanacak, bu sorumluluğun sonucu olacak.

Dolayısıyla sosyalizm mücadelesinde seçimler, sürecin bütünü hesaba katılarak değerlendirilebilir. Bu anlamda komünist partilerin “özel” seçim politikası yoktur; daha açık bir deyişle, komünist partiler seçimlere değil döneme özgü politika geliştirirler ve o politikalar birbirine programla ve özgül devrim stratejisiyle bağlanır.

Buraya kadar söylenenler pragmatik bir yaklaşımla, seçimlere “nasıl faydalanırız” sorusuna yanıt arayarak hazırlanılmasının sanıldığı kadar “devrimci” bir tutum olmadığını gösteriyor olsa gerek.

Seçimleri “burjuvazinin oyun alanı”na indirgemek ilk başta “sol” bir tavır olarak değerlendirilebilir. Onunla “dışsal” bir ilişki kurulması da meşru hale gelir böylece. Seçimler devrimci mücadeleye dışsalsa o zaman şapkadan tavşan çıkarmanın yolları aranmalı! Türlü taklalar atıp milletvekili ya da belediye başkanı seçilmek, düzen partileriyle işbirlikleri ya da ittifaklar aramak, hak edilmemiş ya da karşılığı olmayan “oylar”a göz dikmek… Bunların hepsi mümkün hale gelebilir çünkü söz konusu olan zaten seçimler, bize ait olmayan bir alanda başkalaşmanın ne gibi zararı olabilir ki! Sol tarihe bakarsanız dünyanın birçok ülkesinde “keskin” devrimci örgütlerin önemli bölümünün komünist partileri düzen içi olmakla itham ettikten sonra sosyal demokrat partilerin içinden aday gösterdiklerini, o partiler için oy topladıklarını, o partilerin yerel örgütlerini maddi olanak olarak değerlendirip resmi politika olarak da aynı anda seçimleri “boykot” ettiklerini görürsünüz.

Burada eklektik, tutarsız bir siyaset kültüründen söz ediyoruz.

Benzer bir biçimde komünist partilerin içinde de zaman zaman seçimlerde partinin ilke ve programının esnetilebilmesi önerisi ile karşılaşıldığı olur ve bu önerilere sıklıkla “biz zaten seçim partisi değiliz” gibi “devrimci” bir retorik de eşlik edebilir.

Oysa seçimler eğer nüfusun geniş bir kesiminde politik duyarlılığı artırıyorsa, bundan komünist bir partinin en fazla seçim döneminde daha özenli davranması gerektiği sonucunu çıkarabiliriz. Çünkü politik duyarlılığın arttığı dönemlerde yapılanlar, söylenenler, talep edilenler bir siyasi hareketin toplumsal kimliğinin oluşmasına daha fazla hizmet ederler. Seçim döneminde kabuğuna çekilen ve üyeleriyle yandaşlarına alternatif göstermeyen bir partinin daha sonra devrimci bir kulvara yerleşmesi çok zordur çünkü artık kendisine ait alanda düzen partilerini destekleyen bir toplam vardır, burjuva siyaseti bizzat örgütün içinde ve çeperinde hegemonya kurmaya başlamıştır.

Türkiye’de “biz sandık siyaseti gütmüyoruz” diyerek “devrimci” tutum aldığını iddia eden hareketlerin seçimler dahil olmak üzere burjuva siyasetinin yörüngesinden çıkamamaları hazin bir durumdur.

Doğrusu, seçimleri bütünlüklü bir stratejinin içine yerleştirmek ve sınıf mücadelesinin önemli bir alanı olarak görmektir.

Yoksa “seçime özgü politikalar” ideolojik ve siyasal açıdan bir devrimci partiye kolaylıkla dağıtabilir, onu yıllar boyunca var ettiği, geliştirdiği ilkelerin tamamen uzağına düşürebilir.

2019 seçimleri

Bu açıdan bakıldığında 2019 Yerel Seçimleri’ne dair neler söylenebilir? Türkiye Komünist Partisi yaklaşan seçimleri bir stratejinin içine yerleştirebilecek midir?

Bu soruya olumlu yanıt verebiliriz.

Her şeyden önce TKP seçimlerde yalnızlaşma ya da oy kaybetme kaygısı yüzünden ilkelerini, doğrularını, kırmızı çizgilerini terk etmeyen bir partidir; bu kanıtlanmıştır. Parti, oy açısından en başarısız olduğu seçimi, 2015 Haziran seçimlerini parti tarihinin en başarılı seçimi olarak ilan ederken ironi yapmamıştır. 2015 seçimlerinde TKP’nin başarısı temsil ettiği değerlerin siyaset alanından tasfiyesine izin vermeyişindedir. Mesele seçim değildir, dönemin ruhudur. Ve o dönemin kritik  bir noktası olarak seçim düzleminde eğer TKP havlu atsaydı, şimdi Türkiye’de komünist hareketin yeniden kuruluşu gibi elbette yine onurla omuzlanacak ama bugünkünden çok daha geri bir mevziyi işaret edecek bir görevle karşı karşıya olacaktık.

Ancak ilkelerde inat, bir komünist partisinin avuntusu haline gelemez. Partinin tarihsel misyonu doğrultusunda topluma nüfuz etmesi, emekçi halkı örgütlemesi, hareketlendirmesi gerekiyor. İşte bu noktada nasıl bir strateji sorusu gündeme geliyor.

İşçi sınıfının örgütlenmesi, işyeri birimlerinin çoğalması, emekçi mahallelerinde yoğunlaşma bir strateji değil, her dönemin temel görevidir. Çok katmanlı ve çok unsurlu bir stratejinin bu seçim döneminde üzerinde durulması gereken boyutu ülkenin siyaset alanından sistematik ve solun da aracılık ettiği bir operasyonla dışlanan Türkiye işçi sınıfının derinleşen yoksulluk ve işsizlik koşullarında sınıf temelinden uzak koordinatlara demir atan yurtsever ve aydınlanmacı direncin bir bölümüne gölgesini düşürerek siyasi kimlik edinmesidir. Tarihsel kökleri olan ve devrimci mücadele açısından “merkez” öneme sahip bu direncin, kökleri en azından Cumhuriyetin kuruluşuna kadar uzansa da, Türkiye işçi sınıfının kendini bulduğu 1960’lı yıllarda yenilendiği ve düzenden kopma çabası içine girebildiği unutulmamalıdır.

Bu görevin önümüzdeki seçimlerle bağlantısı şudur: Hem sınıfın siyaset sahnesine çıkışını-dönüşünü engellemeye hem de aydınlanmacı
ve yurtsever direnci yok etmeye çalışan iki sosyal demokrat partinin inandırıcılığı azalmaktadır.

Önemli mi?

Lenin 1920 yılında Avrupa’daki komünist partileri devrimci ama sabırlı bir çalışmaya çağırırken onlara “işçi sınıfının sosyal demokrasiden kurtaramadınız” eleştirisini yöneltmiştir. Aynı dönemde Stalin “bu kadar güçlü sosyal demokrat partilerin olduğu ülkelerde devrimin başarıya ulaşması mümkün değildir” diye yazmıştır.

Çok açık, Türkiye devriminin yolunu kapatan sosyal demokrasinin etkisinin azalması gerekiyor. Bu stratejik bir vurgudur. Sermaye sınıfı ile işçi sınıfının arasında, sermaye sınıfı ile aydınlanmacı-yurtsever direnç arasında sosyal demokrasi durmaktadır.

Bu engeli aşmak için sosyal demokrasiyle itiş-kakış içine girmekten çok, onun etkisiz kaldığı, boşalttığı alanlara yerleşmek önemli. Seçimlerde bunun tek yolu, seçimleri ciddiye almak, sosyalist seçeneği, işçi sınıfının tarihsel çıkarlarını en etkili ve tutarlı şekilde göstermek. Burada oy alma, şu ya da bu yerellikte yönetime gelme çabalarımız ile stratejik hesaplarımız arasında bir bütünlük var ve bu bütünlük küçük hesaplarla, siyasi korkaklıkla, bir koyup beş alma fantezileriyle asla bozulmamalıdır.

Türkiye’de işçi sınıfının ve aydınlanmacı-yurtsever üzerindeki gölgeyi kaldırmak için önümüzde bir fırsat duruyor. Seçimler bu fırsatın bir parçasıdır.

Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×