AKP Döneminde Kent Tahribatının bir Bilançosu

TOPLUMCU MÜHENDİSLER VE MİMARLAR MECLİSİ (TMMM)

 

Kent mekanı; son 30 yıldır bütün dünyada ve ülkemizde neo-liberal piyasa ekonomisinin ihtiyaçları doğrultusunda içinde yaşayan geniş emekçi kesimleri, tarihi, kültürel ve doğal değerleri hiçe sayarak pervasızca biçimlendirilmektedir. Ülkemizde ise neo-liberal politikaların on yılı geçkin süredir uygulayıcısı olan AKP, 1999-2001 krizini aşmak için İslami-muhafazakâr hegemonya dayatmasıyla kent toprağı üzerinden mülksüzleştirerek birikim sağlamanın her yolunu denemiştir. En çok da mahallelerimiz, kamusal alanlar ile ormanlar, su havzaları, dereler gibi müştereklerimizi yok etmeye çalışan bir hükümet ile karşı karşıyayız. 5366 ve 6306 sayılı kanunlar, kanun hükmünde kararnameler, özel imar izinleri, emsal artışları, Toplu Konut İdaresi’nin (TOKİ) tekelleşmesi, Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) muafiyetleri ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanun Tasarısı gibi bir dizi yasa, kanun ve yönetmelik aracılığıyla yapılan projelerle artık emekçi halkın gözünde “AKP=RANT” şeklinde bir denklem meydana gelmiştir. İçinde yaşadığımız yapılı ve doğal çevrenin dönüşümü yoluyla tanık olduklarımız, bu dönüşümün uygulayıcısı iktidarlar arasındaki bağları günümüz kentlerinde daha da görünür hale getiriyor.

Ormanlar, vadiler, meralar, kıyılar, dereler, adalar, su havzaları ekolojik tahribata uğrarken; en çevreci, en iyi tasarlanmış “ödülleri” havada uçuşurken mahalleler yerlerinden kayıyor, sellerde insanlar ölüyor bütün bunlar doğal afet diye yutturulmaya, kader diye kabul ettirilmeye çalışılıyor. Okul, üniversite ve hastane satışları ile en temel ihtiyaçlarımızı karşılamak için kilometrelerce uzağa sürgün ediliyoruz; endüstri miras alanlarımız otel ve AVM projeleriyle yok ediliyor; tarihi ve kültürel değerlerimiz yok sayılıyor yerlerine İslami-Osmanlıcı bir kimlik giydirilmeye çalışılıyor. Kentin en görünür yerlerine, yeşil alanlar üzerine ihtiyaç olmadığı halde cami projeleri yerleştiriliyor; ormanlar, yeşil alanlar yok edilirken altı otopark olan “sanal parklar” inşa ediliyor. Finans merkezi olma iddiasıyla yabancı şirketlerin kasaları doldurulurken altyapısız gökdelen şehirlerine teslim olmamız bekleniyor; kalkınma ajansı projeleri ile rant uğruna artık ilçeler birbiriyle yarıştırılıyor. TOKİ ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı resmen Erdoğan’ın şirketi gibi kullanılıyor. Kentin ulaşım sorunu gittikçe içinden çıkılmaz bir hal alırken pervasızca birbiriyle çelişen ulaşım projeleri hayata geçiriliyor; her yer AVM’ler ile dolduruluyor ve bütün metrolar AVM’lere çıkıyor. Deprem bahane edilerek “deprem odaklı” adı altında, çoğunluğu stratejik odaklı ve tarihi merkezleri dönüştürme odaklı kentsel dönüşüm projeleri hayata geçiriliyor, emekçiler evlerinden ediliyor; bütüncül planlama anlayışının, bilimsel düşüncenin ve mesleki birikimin esamesi okunmuyor; her türlü hukuk ve kurul kararı yok hükmünde kabul ediliyor…

Saymakla bitiremeyeceğimiz bunca şey yaşanırken kentleri önemsememek, iktidar ile gündelik sorunlarımız, en temel ihtiyaç ve haklarımız arasındaki bağlantıyı kurmamak, görünür kılmamak ve ona karşı durmamak, toptan bir reddiye halinde olmamak mümkün değil. Hele hele bu konularda mesleki pratiğini inşa eden biz mimar, mühendis ve şehir plancıları için söz konusu bağlantının deşifrasyonu emekçi halka karşı bir borç olarak aciliyet kazanmaktadır. Bu yazıda kentsel dönüşüm, bu dönüşümün hukuki çerçevesi, AKP’nin kente müdahalesinde öne çıkan dinsel motifler, yolsuzluk kent suçları ve rantın yeni adı TOKİ bağlamında toptan reddiyenin sosyal, ekonomik, kültürel ve ekolojik bağlantılarını açmaya çalışacağız. Şimdi başlayalım:

 

1. Amaç kentsel dönüşümse  toplum yararı tefarruattır!

Yaptığınız her türlü olumsuz müdahaleyi toplum nezdinde meşrulaştırmak için güzelleme şeklinde tezahür etmeniz gerekir. AKP yaptığı her olumsuz uygulamayı güzelleme çabası içindedir. Nasıl ki artık zam değil güncelleme yapıyorlarsa, yıkım-rant paylaşımını sermaye lehine kullanma da kentsel dönüşüm güzellemesi başlığı altında yapılmaktadır. Kentsel dönüşüm değil kent yağması hatta kent sürgünü demek daha doğrudur. “Kentsel dönüşüm” aslında emekçi kesimler için zorunlu göç anlamına gelmektedir. TOKİ Başkanının sözleri bu konuda gayet açıklayıcıdır: “Göçü yasaklayamayız ama parası pulu olmayan insanların İstanbul’da yoğunlaşmasının engellenmesi için bir takım tedbirlerin alınması gerekiyor, bunun da İstanbul’un güvenlik sorununu halletmek suretiyle yasal olmayan yolları hedefleyen insanların İstanbul’da barınmasını engelleyerek, kentsel dönüşümü yapabiliriz” 1 Gecekondu Önleme Alanları, Yenileme Alanları, Afet Riski Altındaki Alanların Dönüşümü Projesi isimleri rant paylaşımının güzellemeleridir. Gerçekten de mekansal ve sosyal yapıda bir dönüşüm olduğu kesindir ama kimin yararına?

Tarihi alanlar kimliğini kaybetmekte, mahalleler daha “sterilize” hale getirilmektedir ama bu dönüşüm üst sınıflar için yaşam alanı yaratmakta ya da turistler, sermayedarlar için çekim merkezi oluşturmaktadır. Kentlerde taşkın alanı, sıvılaşma alanı, heyelan alanı, fay hattı gibi zemin özellikleri açısından sakıncalı alanlara kurulmuş konut alanları bulunmaktadır. Kentsel dönüşüm projeleri, çoğunlukla bu alanların kent merkezinde, arsa değeri yüksek olanlarında uygulanmakta ve anlaşılacağı üzere kentlinin güvenliği sağlığı için değil, sermayenin istekleri doğrultusunda belirlenmektedir.

Kentsel dönüşüm kazananları ve kaybedenleri olan bir el değiştirme müdahalesidir. AKP Türkiyesi’nde kamu yararı dediğimiz kavram hükümet yararını dolayısıyla temsil ettiği sermaye sınıfı yararına işaret etmektedir. Neo-liberal politikalara göre; dönüşümün sosyal, siyasal, kültürel, doğal, tarihsel alanlardaki sonuçları ve maliyetleri, dönüşümün kendisinin gerçekleştirilmesi yanında önemsizdir. Dönüşümün kendisine engel olabilecek her şey, planlama başta olmak üzere aşılması gereken engellerdir ve bu engeller dönüşümü sekteye uğratmayacak şekilde düzenlenmelidir. Amaç kentsel dönüşümse gerisi teferruattır düsturuyla konut sahipleri; tekelleşmiş inşaat şirketleriyle anlaşmaya zorlanmakta, yasalarla güzellemenin hukuki zemini sağlamlaştırılmakta, TOKİ ile tehdit edilmekte ve mahalleler güvenlikten yoksun bırakılmakta en son aşamada ise devletin kolluk kuvvetleri ile tahliyeye zorlanmaktadır.

Özal döneminde başlayan sermayenin önünü açma kaygısı; AKP Hükümeti döneminde emsali görülmemiş şeklide ivme kazanmıştır. Özellikle 1980 sonrası kent mekanı, barındığımız, emeğin yeniden üretildiği yerler değil, kar getiren metalar olarak görülmüştür. Neo-liberalizm söz konusu döneminde, mekanın değişim değeri üzerinden içine girdiği krizleri aşma çabasındadır. Kentsel dönüşüm neo-liberal teorinin mekansallaşmış tercümesidir. Küresel hiyerarşi içerisine dâhil olmak için her şeyi göze alan iktidar “soylulaştırmakta”; böylece yatırımcıları ve turistleri kendisine çekmektedir. Kentler artık alınır satılır bir mal, kentte yaşayanlar ise halk değil müşteridir. Bu eşikten sonra toplum yararından değil müşteri yararından bahsedebiliriz. Kent merkezinde lüks konutlarda orta-üst sınıfın yaşaması, emekçilerin ise kent dışına sürülmesi istenmektedir. Güzellemesini yaptıkları gibi kentsel dönüşüm insanları depreme dayanıklı konut sahibi yapmamış aksine küçük bir azınlığı daha fazla gayrimenkul sahibi yaparken, büyük bir kitlenin ise konutsuz ve güvencesiz yaşamasına neden olmuştur.

Kentlerin fiziki yapılanmasına ilişkin olarak, “bütüncül planlı gelişme” anlayışının yerine neo-liberal “projeci gelişme” anlayışı getirilmektedir. Planlama dediğimiz disiplin aslında daha iyiye ulaşma çabası içinde geleceğe dair bir meydan okumadır ama projeci-stratejik gelişme ise mevcut ekonomik sisteme en faydacı şekilde uyumlu olarak eklemlenme anlamına gelmektedir. Kentsel dönüşüm ile birlikte ciddi bir sosyal-mekansal ayrışma yaşayan kutuplaşmış kentler yaratılmak istenmektedir. Kent mekanları halkın barındığı yaşam alanları değil, birbirleriyle yatırımı çekmek için yarışan şirketler olarak görülmektedir. Türkiye’de yerel yönetimlerin güçlendirilmesi adı altında yapılan uygulamalarda ise asıl amaç; piyasa koşullarında merkezi plan baskısı olmadan sermayenin çekim merkezi olmaya çalışan ve bunu sağlamak için birbiriyle rekabet eden -yarışan kentlerin ortaya çıkarılmasıdır. Rekabet gücü yüksek kent, olumlanan ve bugün her yerel yönetimin ilke (moda tabiriyle vizyon ve misyon) haline getirdiği söylemdir. Yarışan kent tanımının meşrulaştırıldığı bir düzlemde, kentsel ve bölgesel eşitsizliğin daha fazla arttığını söylemek yanlış olmaz.

Son on yılda İstanbul, Ankara ve İzmir başta olmak üzere hemen hemen tüm ülkede birbiri ardına yürütülen kentsel dönüşüm projeleri, kentlerin piyasa aktörlerine sunumunda en önemli rolü üstlenmektedir. İBB, 2004’te ilk kez Dünya Gayrimenkul sektörünün emlak pazarı Dünya Gayrimenkul Fuarı’na katılır ve 20’den fazla proje sunar. 27 Avrupa kentini kapsayan “Avrupa Emlak Raporu 2007” verilerine göre gayrimenkul karlılığı acısından Avrupa kentleri içinde geleceğin en iyi kenti İstanbul’dur. 2 

AKP hükümeti konut alanlarının yıkımını en başta suç ve çöküntü alanı diye meşrulaştırmaya daha sonra ise deprem bahanesi ile meşrulaştırmaya çalışmıştır. Kamusal mekan kavramının adından bile korkarak müştereklerimizi tamamen tüketim alanlarına AVM’lere çevirmek isteyen anlayış, kentleri de tamamen otomobil odaklı gelişmeye mahkum etmek istemektedir. Bunların yanında  İstanbul’un  “dubaizasyon” 3  sürecinden  söz  edebiliriz.  İstanbul’u Orta Doğu’nun yeni yatırım merkezi yapmak ve küresel sermayeyi çekmeye yönelik uygulamalar yapılmaktadır. İTO Başkanı Murat Yalçıntaş, İstanbul’un coğrafi olarak Dubai ve Londra’nın tam ortasında olduğuna vurgu yapar (Marmaray açılışında “Asya ve Avrupa’yı bağlıyoruz” niyeti bu bağlamda düşünülebilir): “O halde biz Londra ve Dubai’den sonra gelin İstanbul’u küresel bir ticaret başkenti yapalım diyoruz. Bu bağlamda bizim yaklaşımımız, küreselleşmeye direnmek değil, küreselleşen dünyada önemli, etkili aktörlerden biri olmaktır”. 4 

Dönüşüm projelerinin nasıl gerçekleştirildiğine gelirsek; sermaye devlet ortaklığıyla hareket eden hatta bizzat devletin özel sektör gibi davrandığı, örneğin sosyal konut üretme ilkesiyle ortaya çıkan TOKİ’nin kar amaçlı konut yaptığı bir tablo ile karşı karşıyayız. AKP’nin radikal müdahaleleriyle kent mekanında mülkiyet ilişkileri yeniden düzenlenmektedir. En başta TOKİ daha sonra Çevre ve Şehircilik Bakanlığı kentsel dönüşüm mekanizmasının ana aktörleridir.

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Topbaş, kentsel dönüşüm projeleri için: ‘’İstanbul’u yıkarak güzelleştireceğiz” 5 demektedir. Yıktıkları konutlar, mahalleler, kamusal mekanlar sanki boş arsaymış, yaşam alanı değilmiş gibi davranmaktadırlar. Kentler yalnızca fiziksel olarak yapı toplamları değildir, toplumsal ilişkileri de belirleyen bütünlüklü bir sistemdir. Kentsel mekan ve özellikle de kamusal alanlar, toplumsal mücadeleler, müdahaleler sonucu biçimlenir, form değiştirir ve yeni anlamlar kazanır. Bugün AKP eliyle radikal müdahalelerle dönüştürülmeye çalışılan kamusal alanlardan dışlanmak demek sadece etkinlik ve eğlence alanlarından dışlanmak değil, aynı zamanda kolektif eylemler ve iktidara karşı toplumsal direnişler için kullanılan mekanlardan da soyutlanmak demektir.

Toparlarsak, kente yapılan pek çok müdahale yaşamlarımıza yapılmış müdahalelerdir ve tarih boyunca hayatı değiştirmek üzere yapılan pek çok müdahalede mekana yapılmış müdahaleleri içermektedir. Bu vurguyla, ne AKP’nin yeni bir Türkiye yaratırken kendine ve temsil ettiği sınıfa ait mekanlar yaratmak istemesi, ne bunu daha rahat gerçekleştirmek için bir gecede kanunları değiştirmesi, kamusal alanlarda sıklıkla zor gücünü kullanması, ne de Haziran direnişinin ateşleyicisinin Türkiye’nin en önemli meydanına yapılan müdahalenin olması tesadüf değildir.

 

2. Eskinin enkazı üzerine yeninin şiddeti 6 Barınma hakkı uluslararası insan hakları hukukunda mülkiyetten bağımsız bir haktır. Bir başka deyişle barınma hakkı yaşa dışı iskân, işgal, gecekondu şekilde kullanmayı da içine alan daha üst ve temel bir haktır. Barınma hakkı bugün yasalarda “yaşamaya elverişli konut hakkı” adı altında geçmektedir. Bu bağlamda çeşitli dayanaklarla (afet riski, imar durumu, çevre korunması vb.) yapılan kentsel dönüşüm her ne kadar kanunlar vasıtasıyla uygulandığından yasallığa kavuşturulsa da meşru değildir. “Çünkü bir insan hakkı olan konut hakkını ihlal etmektedir. Ancak, sadece elverişli konut ya da barınma hakkını ihlal etmekle kalmamakta, bunun ötesinde bir başka hakkı, kişinin kendi yaşamını kendinin istediği biçimde, istediği yaşam pratikleri ve sosyal ve ekonomik ilişkilerle seçme hakkını da ihlal etmektedir.” 7 AKP iktidarı döneminde kente ve imara ilişkin çıkarılmış/dönüştürülmüş yasaların tümü toplumsal ihtiyaç ve talepler gözetilmeden dayatılmıştır. Bu yasalar, yukarıda değindiğimiz gibi konut hakkı başta olmak üzere pek çok insan hakkı ihlâli ile mağduriyetini barındırmakta ve salt ekonomik getiriye odaklandıklarından da kamu yararı yok sayılmaktadır. Yoksul ve emekçi mahallelerine ödenemeyecek koşullarda lüks projeler dayatarak mülksüzleştirme, yoksunlaştırma, yoksullaştırma projelerine dönüşen bu uygulamalar ile zorunlu göçe yol açılmaktadır. Söz konusu uygulamalar eliyle mahalledeki sosyal ilişkiler ve mahalle kültürü yok olmakta, aynı zamanda da sosyo-mekansal olarak ayrıştırılan, tehlikeli tekinsiz kentler inşa edilmektedir.

29.06.2011 tarihli “Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname” ile kentlerde hızlıca KHK’ler aracılığıyla başlanan yasal dönüşümün nedeni öncelikle köy arazilerinin kente bağlanarak köyün ortak malı, mera alanlarının dönüşüme ve imara açılmasıdır. AKP’nin kente ilişkin yaptığı yasal değişiklikler idareye verdiği keyfilik ve maddelerindeki muğlaklık nedeniyle kabul edilemez içerikler barındırmaktadırlar. Örneğin 16 Mayıs 2012 tarihinde yasalaşan 6306 sayılı “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun”, kentsel dönüşümün ‘afet ve deprem riski’ adı altında meşrulaştırılmaktan ve yaşam alanlarının talanının aracı olmaktan başka bir anlam ifade etmemektedir.Öte yandan toplumun hak arama hürriyetinin önünde en büyük ‘yasal’ engel olmaktadır. Sözkonusu yasa riskli yapıların bakanlıkça tespit edilmesini, yapıların yıkım masrafını mülk sahibine yükletilmesini içermekle beraber en önemlisi açılacak davalarda yürütmeyi durdurma kararı alınmasını engellemektedir. Yani her ne olursa olsun Bakanlığın riskli raporu verdiği yapı yıkılacaktır. İdari işlemle ilgili yargıya başvuru hakkı ise 60 günden 30 güne indirilmiştir. Tahliye ve yıkıma direnenlerin ise ceza yargılaması ile karşı karşıya kalmasının önü açılmaktadır.  Özetle AKP, artık “Afet Yasası” olarak adlandırılan bu yasayla herhangi bir bölgeyi riskli ilan edebilecek ve buraya yasallık çerçevesinde müdahalede bulunabilecektir. Bu ise açıkça barınma hakkının ihlali anlamına gelmektedir.

AKP kente ilişkin yargı kararlarını tanımadığını daha iktidarının ilk yıllarında ortaya koymaya başlamıştı. Hatırlarsak, tarım arazisi üzerinde yapılmaya çalışan Cargill Tarım San. Tic. A.Ş. için Başbakanlık Yüksek Planlama Kurulu’nun tarafından izin verilmesine rağmen bu durum yargı süreci ile 2006 yılına kadar durdurulabilmişti. Ancak AKP, “artık ben yargı kararını tanımam, yargı kararına olanak tanıyan yasayı dahi değiştiririm” söylemiyle hareket etmeye başladığında, en nihayetinde Cargill için Toprak Koruma Kanunundaki Geçici 3. Maddede değişiklik yapılmıştı. Böylece Cargill hakkında açılan tüm davalar kazanılmasına rağmen mecliste yapılan bu yasal değişiklikle Cargill’e af getirilmiş, yargı kararları yasama yoluyla bertaraf edilmişti.

Bugüne gelindiğinde AKP’nin en büyük projeleri halkın birçok hakkının açıkça çiğnenmesi bir yana hukuka ve yargı kararlarına aykırı ve tümünü hiçe sayar şekilde yapılmaya devam edilmektedir. Birkaç örnekle açıklamak gerekirse:

1. Cengiz-Kolin-Limak konsorsiyumu tarafından İstanbul’un kuzeyine yapılması planlanan ve çevre tahribatı yaratacağı açık olan 3. havalimanına dayanak olduğu iddia edilen “Çevresel Etki Değerlendirilmesi (ÇED) Olumlu Raporu”nun yürütmesi 21.01.2014 tarihinde İstanbul 4. İdare Mahkemesi’nin 2013/1985 E. kararı ile durdurulmasına rağmen, hemen ardından Devlet Hava Meydanları İşletmesi (DHİM) ve Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Lütfi Elvan havalimanı çalışmalarının devam edeceği yani yargı kararlarının tanınmayacağı yönünde açıklama yapmışlardır.

2. 558 yıllık tarihe sahip Haliç Tersaneleri, Bakanlar Kurulu Kararı ile kullanımı Türkiye Denizcilik İşletmelerine; mülkiyeti ise Maliye Hazinesi’ne ait olmasına, sözkonusu alanın endüstri arkeoloji siti statüsünde korunmasına ve alanın Kentsel Sit Alanı olarak Tersane bölgesinin ise ayrıca sit alanı olarak tescil edilmesine rağmen 24.07.2013 tarihinde ihaleye çıkarılmıştır. İhaleyi alan ve bölgeye  alışveriş merkezi, yat limanı, otel,rezidans, sosyal tesisler ve cami yapılacağını belirten ise Yönetim Kurulu Başkanı “Tayyip Erdoğan’a aşık oldum, onu rüyamda görüyorum” diyen Rixos Grubudur. Tersanenin ve içinde bulunduğu alanın arkeoloji siti ve endüstriyel üretim mekanı olanı olarak varlığını sürdürmesi kamu yararına olmasına rağmen, sözkonusu ihaleye ve Beyoğlu Nazım Planlarına ilişkin davalar devam ederken tersanenin içindeki teçhizatların ve üretim malzemelerinin satışa çıkarılması kamuoyuna yansımıştır.

3.  Bilindiği gibi halen yapımına acele şekilde devam edilen 3. Köprü  de 1/1.5000 ölçekli Nazım ve 1/1.000 ölçekli Uygulama İmar Planına ayrılık teşkil ettiği gibi, bu bölge hakkında da Çevresel Etki Değerlendirilmesi bulunmamaktadır, yani İstanbul’un 3. Köprüsü kaçaktır.

4. Yıkılan Şişli Likör Fabrikası yerine inşa edilecek Quasar gökdelenlerini mümkün kılan 22 Şubat 2011 onay tarihli 1/5000 ölçekli Nazım İmar Planı İstanbul 6. İdare Mahkemesi’nin 4 Aralık 2013 tarihli kararında tescilli eserlere zarar verildiğini belirterek iptal edilmiş olmasına rağmen sözkonusu gökdelen inşaatı da halen tüm hızıyla devam etmektedir.

Sonuç olarak Haliçport Projesi’nde, Üçüncü Havalimanı Projesi’nde, Kanal İstanbul Projesi’nde, Kuzey İstanbul Projesi’nde, Üçüncü Köprü Projesi’nde, Kuzey Marmara Otoyolu Projesi’nde, Haydarpaşa’da, Tekel Cevizli Fabrikası’nda, Likör Fabrikası’nda, Tarlabaşı’nda, Sulukule’de, Fener-Balat’ta, AKM’de, Emek Sineması’nda ve daha sayamadığımız pek çok mekandasömürme amacı uğruna uygulanan projelere karşı, hukuk ve yasalar yoluyla elde edilen kazanımların (örneğin yürütmeyi durdurma) tümü külliyen hiçe sayılmaktadır.

“Gerçekte, burjuvazi barınma sorununu kendi usulüne göre yalnız tek bir şekilde çözme yöntemine sahiptir –yani onu öyle bir şekilde çözer ki çözüm sürekli olarak sorunu yeniden üretir… Nedenler ne denli değişik olursa olsun sonuç hep aynıdır; rezil geçitler ve şeritler bu büyük başarıdan dolayı burjuvazinin savurgan kendini beğenmişliğinin eşliğinde yok olur ancak hemen başka bir yerde yine ortaya çıkarlar. Onları ilk anda üreten aynı ekonomik gereklilik onları bir sonraki yerde de üretir.” 8 Bu nedenlerle yapılacak mücadelenin yasallığının dışında örgütlülüğüne ihtiyaç vardır. Söz konusu projeler bahsedilen içerikteki yasalara dayanılarak durdurulamayacağından, bizi evlerimizden, mahallemizden, tarihimizden, kültürel mirasımızdan ayırdıkları oranda ve şiddette; Haziran Direnişi’nin daha kapsamlısı ve kitlesel olanı ile bu yasaları çıkartan, kendini hukukun kendisi olarak gören, kentlere de islami-muhafazakar müdahaleyi dayatan anlayış yerle bir edilmelidir.

 

3. AKPnin kente müdahalesinde öne çıkanlar

AKP’nin yürüttüğü kamusal alanda muhafazakârlaşma operasyonu her gün yeni örneklerle devam ediyor. Bu dönüşüm operasyonu kentin çehresiyle beraber kültür ve yaşam biçimini de değiştiriyor. Taksim Camii projesi bu çerçevede Türkiye’nin en önemli meydanına iktidarın muhafazakâr ideolojisiyle müdahale etmesi anlamına gelmektedir. Gezi Parkı’nda AVM olarak yeniden inşası dayatılan Topçu Kışlası Projesi ki Haziran Direnişi ile püskürtülmüştür-, Tarlabaşı’nda, Okmeydanı’nda, Dolapdere’de rezidanslar, masasız sandalyesiz İstiklal sokakları, Emek’siz, AKM’siz, tüm sanat yapılarından arındırılmış bir Taksim ve hemen meydanın dibinde Taksim Camii bizlere dayatılan çerçeveyi açıklamaktadır. Her anlamıyla “büyük dönüşüm”le AKP, İslamimuhafazakâr olarak tanımlayabileceğimiz ideolojik yaklaşımının -kent mekanlarını kullanarakizini bırakmak istiyor. Kent mekanını biçimlendirme yöntemlerini değerlendirmek için birkaç başlık seçilebilir:

 

3.1 Kimlik  yaratma

Mimarlık her dönemde, mevcut iktidar ideolojisinin iz bırakması, kimliğini oturtması amacıyla kentsel müdahalelerde bulunmak üzere kullanılmıştır. AKP iktidarı ise kendi mimari üslubu olarak “Selçuklu-Osmanlı” mimarisini benimsedi. Aslında bu seçim, AKP’nin Osmanlı’ya öykünen “Yeni Osmanlıcılık” ideolojisiyle tam manasıyla örtüşmüştür. Söz konusu kimlik yaratma ve oturtma çabasında mimari bir dil seçildi. Hassa Mimarlar Ocağı’nda Mimarbaşı olan Sinan, Kanuni’nin büyüklüğünü, adını yaşatmak için padişahın emriyle Süleymaniye Camii’ni yapmıştı. AKP, Osmanlı İmparatorluğu’nda olduğu gibi camilerin bir iktidar göstergesi olduğu düşüncesinden hareket ediyor. İdeolojisini göstermek için, Çamlıca Camisi ve Ataşehir’deki Mimar Sinan Camisi örneklerinde olduğu gibi, üslup bakımından Osmanlı’nın en güçlü dönemini, 16. yüzyıl mimari üslubunu kopyalayan projeler üretiyor. Bu kopya camiler, imam hatip liseleri muhafazakârlaştırılan kent mekanının ve dolayısıyla toplumun kimliğini pekiştirme açısından önemli rol oynuyor. Bu yeni kimlik aynı zamanda kamusal alanların dönüşümünde de kendini gösteriyor. Meydanlar, parklar, toplumun buluşma alanları yok edilerek yeni buluşma-karşılaşma alanları cuma günleri ve dini açıdan önemli diğer günlerde kullanılan büyük cami avluları olarak biçim değiştiriyor.

 

3.2 Anıtsallıksimgesellik

Süleymaniye Camisinin silüete girmesi ve Ayasofya karşısında büyüklük yarışında olmasının iktidar açısından simgesel anlamı “artık müslüman olan bir kente İslamiyet’in anıtını inşa etmekti. Tanzimat reformlarının sonucu olarak Avrupa kökenli neo-klasik üslupta inşa edilen Osmanlı üniversite binası Darülfünun’un Ayasofya ve Sultanahmet Camisi’nin arasından hemen hemen aynı kütlede silüete girmesinin anlamı, her ne kadar üniversite olarak çok kısa süre hizmet vermiş olsa da, Tanzimat değerlerini kabul ettirmekti. Bugün de “büyükanıtsal” yapıların iktidarın kente iz bırakması açısından yukarıdaki örneklerdeki gibi bir iddiası vardır. AKP en büyük adalet sarayı, kentin her yerinden görünen Çamlıca Camii, binlerce insan kapasiteli cami örnekleriyle kentin silüetine, hafızasına imzasını atmak istiyor. Hatta Haliç Metro Köprüsü ile silüeti dahi yok etmek pahasına “icraat”larına büyük bir iddiayla devam ediyor.

 

3.3 Mimari üslup bakımından tarihsel  bağlam

AKP, günümüzden “Osmanlı-Selçuklu” mimarisine referans verdiğinde, Osmanlı-Selçuklu’ ya ait bir takım simgeleri günümüz yapılarına eklediğinde niteliksiz, mimari değeri olmayan, eklektik bir külliyat ortaya çıkıyor. Selçuklu mimarisine ait izler, Çağlayan Adliyesi gibi büyük bir betonarme yapıda büyük bir “taç kapı” olarak karşımıza dikiliyor. Ya da TOKİ eliyle yaptırılan okulların –özellikle imam hatiplerincepheleri strafordan yapılmış Osmanlı silme detayları ile süsleniyor. Mimar Sinan Camisi günümüz inşaat teknolojisiyle Osmanlı mimarisini buluşturmak iddiasında bulunuyor; fakat ölçülendirme metrik sistem ile değil Osmanlı’da kullanıldığı gibi arşın ile yapılıyor! Bu örnekler, iktidarın iz bırakma amacıyla tarihsel bağlamından kopardığı, bugüne ait olmayan; ama günümüze ait olduğu iddiası taşıyan gericileşmenin, muhafazakârlaşmanın, bilim dışılığın anıt yapılarıdır.

İktidar kente kendi izini bırakır ve mekanın karakterini yeniden tariflerken cumhuriyetin modern mimari üslubuna da saldırıyor. 1934 tarihli cumhuriyetin ilk simge yapılarına imza atmış Seyfi Arkan’ın TBMM Başbakanlık Konutu yıkılıp yerine 2. Cumhuriyet’in yeni “muhafazakâr, tarihsel bağlamından kopuk; fakat geçmişe kötü örneklerle öykünen” üslubuyla yapılmış bir proje hazırlanıyor. Cumhuriyet’in ilk modern mimarlık örneği olan 1969 tarihli, Mimar Hayati Tabanlıoğlu’na ait ve simgeselliği tartışılmaz olan Atatürk Kültür Merkezi’ne saldırılıyor. 9  AKP, 2. Cumhuriyet’in karakterini kente kazımak istiyor.

İktidarın muhafazakâr karakteri, kentlerimizi yeni kimlik yaratma pahasına, şehircilik bilimini yok sayarak  “büyüklük” takıntısıyla üretilmiş camilerle, “tarihimiz, ecdadımız” söylemleriyle günümüz yapılarını taklitten öte geçemeyen üslup ve motiflerle bezeyerek, yeni muhafazakâr kimliğiyle dayatılan bu dekor içinde yaşayan toplumla bir tiyatro sahnesine dönüştürmeye çalışıyor. Bu dekor ve kent suçu yapılarından birisi olarak hayata geçirilmek istenen Taksim Topçu Kışlası, Haziran Direnişi sayesinde yapılamadı. Şimdi de bu talan oyununun perdesi kapanmalı ve kentlerimizin muhafazakâr dönüşüm operasyonu son bulmalıdır.

 

4. Kente karşı işlenen suçlar

Türkiye’nin geride bıraktığı 17 Aralık operasyonundan kulağımızda kalan en belirgin kelimeler şüphesiz yolsuzluk, rüşvet ve imar gibi sözcüklerdi. İktidarı boyunca kent toprağı üzerinde işlemediği suç kalmamış olan iktidarın gidişine sayılı günler kala suçları bir bir ortalığa saçılmaya başladı. Ortalıkta olanlar ise zaten bildiğimiz ve tahmin ettiğimiz suçların yalnızca küçük bir kısmı elbette. Gezi Parkı sürecine derinlemesine bakıldığında ayaklanmanın kent ötesi nedenleri olmakla birlikte, milyonlarca insanı sokağa döken kıvılcımın iktidarın kent mekanına yönelik saldırısı olduğu görülecektir. Bu nedenle halkın başkaldırısının bir parkın, yani kamusal bir müştereğin savunusundan çıkması tesadüf değil. 17 Aralıkla birlikte gelişen siyasal kriz ortamında da imar yolsuzluklarının geniş bir yer kaplaması birbirini bütünleyen süreçlerdir.

Lefebvre, kapitalizmin kentler üzerinden krizlerini aşmasının, kentsel mekan üzerinde egemenlik kurması ile gerçekleşeceğini öne sürer. Harvey’e göre de başlangıç aşamasında üretim ve tüketim üzerine kurulu olan sermaye birikim sürecindeki aşırılık, diğer döngülere ihtiyaç duymaktadır. Buradaki ikinci döngü kentsel mekana yapılan yatırım ile gerçekleşir. Sermayenin aşırı birikimi sonrası kentte yatırım yapılabilecek ve en karlı olabilecek alan şüphesiz ki kamuya ait mülklerdir. Bundan hareketle son on yılda inşaat sektörüne atfedilen kutsallığın, bu sektördeki akıl almaz hızın ve kamusal alanların başına gelenlerin nedenleri oldukça açıktır. Mekanın hızla metalaştırılmasına engel olan değerler yok sayılmaya çalışılmaktadır. Bu süreçten nasibini alan disiplinlerden biri ise şehir planlama olarak karşımıza çıkmaktadır. Sermayeye alan açmak adına kamucu ilkelerinden tümüyle sıyrılan “planlama” olgusu artık ayrıcalıklı imar hakları yaratmak üzerine işliyor. Mevcut planları türlü kılıflarla değiştirerek proje bazlı yapılaşma haklarının arttırılması ve devlet eliyle kentsel rantın büyük patronlara dağıtılması, içinde bulunduğumuz süreçte planlamanın yegâne görevi olarak görünüyor. Dolayısıyla planlama, türlü ölçeklerde birbiriyle uyumlu ve bütüncül olması gereken bir olgu iken noktasal müdahaleler ile kentsel rant üreten bir araç haline getiriliyor. Buna en basit örnek başkentin ana ulaşım planının olmaması verilebilir. Yerel yönetimler kent mekanının pazarlanması önündeki her engeli ustaca tasfiye edebiliyor. Üstten gelen bağlayıcı planlar da bu nedenle engel olarak görülüyor ve ana planlar yapılmayarak küçük ölçekli planlarla istenilen amaçlara ulaşılıyor. Peki tüm bu yolsuzlukların ve azılı kent suçlarının içinde yer alan aktörler kimler ve nasıl bir ilişki ağı içerisindeler?

Büyük projeler, büyük patronlar, yerel yönetimler, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, TOKİ ve koruma kurullarının isimleri yolsuzluk ve rüşvet soruşturmasında sıkça yer alıyor. Yerel yönetim kısmında en göze çarpan Fatih Belediyesi ve tarihi yarımadada yapılan usulsüzlükler silsilesidir.

Biraz açalım:

Gözaltına alınan Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir’e yöneltilen suçlamalardan biri Fatih Belediyesi’nin sınırlarına giren sit alanındaki arazilerinin, imar ve inşaata açılmasını sağlamasıdır. Rüşvet karşılığında Tarihi Yarımada sit alanında yer alan arsalar üzerinde yapılaşmaya izin verildiği, Marmaray’ın çökme riski olmasına karşın bölgede inşaat yapılmasına göz yumulduğu iddiaları ileri sürülüyor.

Mustafa Demir döneminde Fatih Belediyesi kentsel dönüşüm projeleriyle zaten çok sık gündeme gelmişti. Belediyenin ilk çalışmaları Tarihi Yarımada’daki kentsel yenileme projeleri olmuştu. Fatih Belediyesi’nce yürütülen Ayvansaray, Sulukule, Fener-Balat gibi kentsel yenileme projelerinde birçok usulsüzlük yer almıştı Sulukule Kentsel Yenileme Projesi bunun en belirgin örneği olarak hala yakın hafızamızda yer almakta. Henüz proje için mahkeme süreci devam ederken bölge için yıkım kararı alınmış, ancak yeni proje inşa edildikten sonra yenileme projesi mahkeme tarafından iptal edilmişti. AKP’den istifa eden Fatih Belediye meclis üyesi Yakup Karoğlu, meclis tutanaklarına da geçen konuşmasında Sulukule projesiyle ilgili: “Fatih’te pek çok proje baştan sona gizli yapıldı. Sulukule bunlardan biri. Hiçbirimizin haberi olmadı. Kentsel dönüşümün seyrine baktığımızda, bölgedeki hak sahiplerinin yüzde 50’si el değiştirmiş, Sulukule rant kapısı olmuştur.” 10 sözleri tabloyu gözler önüne sermesi açısndan dikkate değerdir.

Öte yandan 17 Aralık operasyonu kapsamında koruma kurullarında, TOKİ ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nda çalışan birçok kişi gözaltına alındı. Yöneltilen suçlamalardan biri; imar planlarında yapılamayan değişiklikler söz konusu olduğunda, yetkinin Çevre ve Şehircilik bakanlığına aktarılıp ilgili alanın kentsel dönüşüm alanı veya rezerv alanı ilan edilerek istenilenin yapılması olarak karşımıza çıkar. Bir başka iddia ise Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulları’nın rüşvet alarak tarihi yapıların bulunduğu arazileri, doğal sit alanlarını ve yeşil alanları imara açması ve imar planlarında huzur evlerini otel, eğitim alanlarını konut ve ticaret alanı olarak değiştirmesidir. Kent merkezlerinde yönetmeliklerin öngördüğü ve planlama bilimi açısından uyulması gereken zorunlu kuralları dahi delip geçen lüks konut ve AVM projelerinin patronları da operasyon kapsamında adından sıkça söz ettiriyor bir kaç örnek verelim:

• Zincirlikuyu Karayolları arazisi üzerinde yükselen, Boğaziçi Kanunu’na ve Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’na aykırı bir plan sonucu onaylanarak planda tanınan imar haklarıyla dudak uçuklatan bir değere ulaşan Zorlu Center ve holdingin koordinatörü Mesut Pektaş,

• Daha önce ismi Mecidiyeköy’deki Darüşşafaka’ya ait arazi inşaatlarında usulsüzlük iddialarına karışmış, bugün ise Göztepe’de Meteoroloji Bölge Müdürlüğü arsasının yerine yapılan lüks ‘FourWindsResidence’ projesi (Mimarlar Odası’nın 2004’te mahkemeden yürütmeyi durdurma kararı almasına ve Kadıköy Belediyesi’nin inşaatı mühürlemesine rağmen inşaat durmayan ve şimdilerde bitme aşamasında olan proje) ile gündemde olan Taş Yapı İnşaat’ın Kurucusu Emrullah Turanlı,

• İsminin geçtiği projelerin çoğu imar hukuksuzluğuna konu olabilecek fakat bu operasyonda “Bakırköy 46” adlı proje için inşaat iznini 64 bin m²’den 190 bin m²’ye çıkarttığı iddia edilen Ali Ağaoğlu,

• Yorum inşaatın sahibi Osman Ağca ve dahasını sayabileceğimiz isimler…

• Tüm bunların kendi içlerinde ve iktidarla olan ilişkiler ağı belirgin olmakla birlikte ortaklaştıkları başka bir konu, işledikleri “kent suçlarıdır”. Söz konusu isimler, dev şirketler, bu şirketlerle kol kola giren kendisi de şirket haline gelmiş TOKİ ve Belediyeler bazen tarihi silüetin bozulması, yoksul halkın yerinden edilmesi, sit alanlarının imara açılması, bazen de kamu arazilerinin peşkeş çekilmesi şeklinde karşımıza çıkan ve yalnızca halk tarafından yargılanması gereken kent suçları silsilesinin ortaklarıdır. İçinden geçtiğimiz siyasal krizde çıkar çatışmasının bir uzantısı olarak ifadesi alınan ya da yargılanan aktörlerin gerçek anlamıyla yargılanmayacağını elbette biliyoruz. Kent suçlarını yargılayacak ve cezasını verecek olan kentte yaşayanlardır. Ve yaşadığımız kentleri çekilmez hale getiren, halkı yerinden eden, doğayı rant uğruna katleden hiçbir kent suçu cezasız kalmamalıdır, kalmayacaktır.

 

5. Rantın yeni adı: TOKİ

Türkiye’de yapılı çevre üretiminin yasal yolları, göç sebebiyle büyük kentlerde oluşan nüfus yığılmasını taşıyamadığından emekçilerin üzerine yerleştiği hazine arazilerinin bir kısmı İmar Kanunu ile affedilmiş, sonrasında da Kat Mülkiyeti Kanunu ile arsa piyasası canlandırılmıştır. Bu yeni arsa rejimi 1960

İhtilali sonrasında planlı kentleşme hedefi ile birleşmiştir. Yürürlüğe sokulan Gecekondu Kanunu ve Arsa Ofisi Kanunu ile kentsel gelişme İmar ve İskân Bakanlığı eliyle merkezi düzeyde yönlendirilmek istenmiştir. Bu şekilde başlayan toplu konut üretimi, kurumların kendi lojmanları, işçi sendikalarının blokları ve konut kooperatifleri siteleri, 1970’lerde emekçilerin barınma sorunlarını çözmek için başvurdukları gecekondu yerleşimleri karşısında yine de istisna olmaktan kurtulamamıştır. Bu bölümde TOKİ’yi iki döneme ayırarak ayrıntılandıracağız:

 

5.1 TOKİ’nin birinci dönemi (ANAP)

1980 askeri darbesi ile birlikte yeni bir İmar Kanunu çıkarılarak imar planlama yetkisi çok sayıda aktöre dağıtıldı, İmar Affı Kanunu ile yerel yönetimlere Islah İmar Planı yapma yetkisi verildi. Artık büyük kentlerin eski planları ve Arsa Ofisi Kanunu ve Gecekondu Kanunu yersiz hale getirilmiş yeni bir arsa rejimine girilmişti.

1981 yılında 2487 sayılı yasa ile kurulan “Toplu Konut Fonu” konut kooperatiflerini kredilendirerek kentin çeperlerinde toplu konutların yaygınlaşmasına yönelmişken, 1984 yılında 2985 sayılı Toplu Konut Kanunu ile TOKİ (Toplu Konut ve Kamu Ortaklığı İdaresi Başkanlığı) Başbakanlığa (ANAP) bağlı olarak kuruldu. Böylece Konut Fonu Başbakanlıkça yönetilmeye başlandı. Bu Fon, genel bütçe dışında olduğundan kısa sürede büyüdü. ANAP, kentin çeperinde TOKİ eliyle toplu konut üretiminin, yerel yönetimler ise rantı yüksek gecekondu arsaları üzerinde apartman üretilmesinin aracısı oldular. Bu dönemde özel mülkiyeti, kentin planlı gelişmesi önünde engel olarak gören uzmanlar yerini, mülkiyet engelinin rantın yükseltilmesi ile aşılacağını düşünen uzman tipolojisine bırakmaya başladı.

Kürt köylerinin yoğun olarak boşaltıldığı 1990’ların başında; Toplu Konut Kanunu uygulama yönetmeliği değiştirildi, Fondan yararlanma şartları ağırlaştırıldı, Toplu Konut Fonu genel bütçe kapsamına alındı ve ANAP dönemiyle paralel olarak TOKİ ilk amacından uzaklaşan bir çizgi izledi. Apartman diken müteahhitler toprak rantının düşük olduğu kent merkezlerine yakın olan Kürt nüfusunun da artık yoğun olarak yaşadığı gecekondu mahallerine ve koruma alanı ilan edilmiş tarihi mahallelere giremez hale geldi. Kent üzerinden sermaye biriktirmenin eski yolu tıkanmıştı ve sermaye daha radikal müdahalelere ihtiyaç duyuyordu. 1999-2001 krizi de patlak vermişti. 2001 yılında Toplu Konut Fonu tamamen yürürlükten kalktı ve TOKİ’nin ikinci dönemi büyük sermaye eliyle tarihi mahallelere dönük müdahale olarak başladı.

 

5.2 TOKİ’nin ikinci dönemi (AKP)

7,8 milyon m²’lik arsa Emlak Bankası’ndan TOKİ’ye devredildi. TOKİ, 2003 yılında kar amaçlı şirket prensiplerine göre yeniden yapılandırıldı. Gecekondu dönüşüm bölgesi ilan edilen alanlarda ve kendi arsa ve arazileri üzerinde plan yapma yetkisini ve Arsa Ofisi’nin arsa ile arazilerini aldı. Ancak TOKİ’nin kamu yararına plan yapma yetkisi ile şirket gibi davranması çelişki yaratıyordu. Bu sefer TOKİ söz konusu çelişkiyi; kamu otoritesi olma ayrıcalığını agresif bir şirket gibi kullanarak aşmaya yöneldi.

Sermayenin yeniden üretim ihtiyacına, kent çeperlerinde kapalı-lüks sitelerde artan nüfus yoğunluğu ve bu nüfusun kent merkezlerinde çalışıyor oluşunun beraberinde getirdiği ulaşım sorunları eklenince kentin tarihi ve merkezi bölgeleri yeni inşa faaliyetleri için hedef tahtasına yerleşmiştir.

TOKİ 2005’te tarihi kent merkezlerinin yenileme alanı ilan edilen kısımlarında proje uygulanması için “olağan kamulaştırma sürecinin projenin uygulanmasında gecikmeye neden olacağının anlaşılması halinde” gibi bir ibareyle ve normalde olağanüstü hallerde kullanılması öngörülen “acele kamulaştırma” yetkisini aldı ve kullanmaya başladı. Tarihi kent merkezinden kovulan emekçiler kentin çeperlerinde, emek sömürüsünde ön sırada olan taşeron firmalar eliyle ucuza mal edilmiş niteliksiz konutlarda 10 yıllık vadelerle altından kalkamayacakları borçları ödemeye mahkûm edildiler. Mahalle direnişleri ve mahalleyi koruma kaygısı söz konusu çelişkiyi açığa çıkarsa da TOKİ, kentlerin meskun alanlarına yeni gerekçeler bularak saldırganca yönelmeye devam etti.

TOKİ 2008’de “yabancılara villa ve tatil köyü” yapılabilmesi için Maliye Bakanlığı ile protokol yaptı. 2011’de Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na bağlandıktan sonra, ertesi yıl Bakanlık ile birlikte kentlerin afete karşı riskli yapılarıalanları tespit etme ve rezerv alanları belirleme ile bu alanlardaki tüm imar uygulamaları gerçekleştirme yetkisini aldı. Rantın yeni adı TOKİ Van Depremi’nde dahi kasasına girecek ve ayakkabı kutularını dolduracak paradan başka bir şey gözetmedi.

TOKİ’nin kurulduğu günden 2002 yılına kadar kredi verdiği konut sayısının yaklaşık 1 milyon olduğu belirtiliyor. 11 Bununla birlikte 2003-2013 arasında, yani AKP döneminde sadece 600 bin civarında konut üretmiştir. Yani TOKİ; dev şirketler eliyle ve ilerlemiş teknolojiye rağmen henüz kendinden önceki dönemin rakamlarına dahi ulaşamamıştır. Üstelik üretilen konutların yaklaşık yarısının orta ve alt gelir grubuna yapıldığı söylense de, hem değer olarak, hem de alt gelir grubunun konuta ihtiyacının niceliği ve aciliyeti açısından bakıldığında TOKİ’nin üst gelir grubuna konut ürettiği ortaya çıkıyor. Sayıştay Raporu’nda (2012) “…konut harcamaları dışında kamu kurum ve kuruluşlarıyla yaptığı protokoller kapsamında yapımını üstlendiği projelerin de (afet konutları, okul, karakol, hastane, hizmet binası vb.) dönemsel olarak finansal sıkıntı yaşanmasına neden olduğu” 12 belirtildi. TOKİ eliyle alınan tüm arsa ve araziler sebebiyle Emlak Bankası’na ödenmesi gereken borcun 2001’den beri ertelemesi ve hala ödenmemesi de dikkate değer bir başka durumdur.

AKP = RANT = TOKİ denklemiyle şeffaf olmaktan uzak bir şekilde ihalelere çıkan ve emekçileri barınma hakları üzerinden uzun vadeli kredi borçlarına bağlayarak, iş yaşamında da köleleştiren bu işleyişin, Haziran Direnişi’nden sonra takkesi düştü. 17 Aralık Yolsuzluk ve Rüşvet Operasyonu’nda Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın merkez bürokratlarının gözaltına alınması, Erdoğan Bayraktar’ın istifa etmek zorunda kalması TOKİ’nin ikinci döneminin biriken öfkenin kamusal alanda da görünür olması ve siyasi mücadeleyle kapanabileceğini göstermiştir.

 

6. Sonuç niyetine ama bu daha başlangıç!

AKP Türkiye’de on yılı aşkın süredir Cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir yağmaya imza attı. AKP’nin öncülleri diyebileceğimiz Adalet Partisi döneminde de, Amerikan darbesiyle iş başına geçen ve yağma terimini Türkiye siyasi literatürüne kazıyan Anavatan Partisi de, AKP kadar cüretli ve kapsamlı bir yağma politikası uygulayamamıştı. Özellikle kamucu niteliğiyle öne çıkan Türkiye burjuva devriminin on yıllardır toplumun ortak değerleriyle var ettiği iktisadi, sosyal tüm birikimine adeta savaş açan iktidar, bir on yıllık sürede bu birikimi neredeyse yok etmiş oldu. Bu durum uluslararası sermaye açısından bir başarı kuşkusuz; Türkiye’nin öz kaynakları, suyu, ormanı, merası, kenti hiç bir dönemde emperyalizmin yağmasına bu kadar açık bırakılmamıştı. Kent toprağı üzerinden meta üretimi ülkemiz için yeni bir icat olmasa da AKP döneminde olduğu kadar ekonominin birinci kalemi olduğu başka bir dönem yaşanmadı. Bu sistemin sürdürülebilir olmadığı, reel üretimden yoksun, finans sektörü ve onu besleyen inşaat sektörüyle taşınan suyun bu değirmeni daha fazla döndüremeyeceği bu sayfalarda uzun zamandır yazıldı. AKP, 2. Cumhuriyet’in inşası için ihtiyaç duyduğu ekonomik altyapı ve toplumsal dönüşüm için gerekli araçları kentte buldu. Ekonomik dalgalanmalardan sıyrılabilmenin en hızlı ve vurucu yolunun kentsel mekan üzerinde kuracağı egemenlikle mümkün olacağını gören iktidar, yapılı çevreye yatırımı teşvik ederek sermaye için yeni rant alanları yarattı. Kentsel alanla kendini sınırlı tutmadı, mera alanları, orman alanlarını da aynı zamanda yağmaya açtı. Karşılaştığı her engelde, zaten elinde tuttuğu yasa ve yürütmenin gücüyle ihtiyaç duyduğu yasal çerçeveyi hazırladı. Yargıda da yapısal dönüşümler uygulayarak önünü açmaya çalıştı. Buna rağmen sistem içi dengelerde tıkanma yaşandığında, hukuku hiçe sayarak yoluna devam etti. TOKİ gibi kuruluş amacı sosyal konut üretmek olan bir kurumu, özel yetkilerle donatarak metalaştırma aracına dönüştürdü. İktidarın planlama kavramına karşı açtığı savaşta en etkili silahı, kamuya ait arazi ve mülkler üzerinde plan yapma yetkileriyle donatılmış TOKİ oldu. 17 Aralık yolsuzluk operasyonuyla ortaya saçılmış olan kirli ilişkiler bize AKP’nin devlet organlarını tam anlamıyla suç örgütü gibi kullandığı gösterdi.

AKP, yeni kuracağı Cumhuriyet için yalnızca yapısal dönüşümün yeterli olamayacagını biliyor. Her karsı devrimde olduğu gibi yapısal dönüşüme, toplumsal dönüşüm eşlik etmezse sürdürülebilir olamaz. Bu ihtiyacı için de AKP kentlere başvurdu. Kentlerde neoliberal politikalara uygun islami-muhafazakâr bir dönüşüm operasyonuna girişen iktidar, kentlinin belleğinde yer eden 1. Cumhuriyet’ten ne kaldıysa hepsiyle hesaplaşmaya girişti. Dönüşümü gerçekleştiren özne olarak mekanda iz bırakma isteği yalnızca güç, ego gibi kavramlarla açıklanamaz. Dönüşüm için eskinin reddedilmesi bir zorunluluktur. Ancak tarihte pek çok örneğini görebileceğimiz bu tür dönüşümlerde, erk sahibi kendini bir öncekinden farklı bir yere koymak için aradığı referans noktasını yine geçmişte bulur. Bu orijin arayışında toplum belleğinde siyasal, kültürel alanda altın çağ olarak yerleşmiş temsillere başvurulur. Aslında özne eskinin yerine, özgün bir yeniyi koymak için yine eskiden referanslar çağırır. Bizim durumumuzda ise, siyasal erkin dinci gerici kökeni ile toplumun belleğinde yer etmiş güçlü devlet imajı bir araya geldiğinde AKP’nin Osmanlı’ya sığınması şaşırtıcı değildir. AKP’nin bölgedeki emperyalist müdahalenin taşeronu olabilme hevesiyle de birleşince, abilerinden onay alan AKP, büyük bir hırs ve iştahla yeni Osmanlıcılığı toplumun önüne yalnızca parlak bir siyasi proje olarak değil, kaçınılmaz olarak toplumsal yeni yasayış biçimi olarak servis etmiştir.  Kentlerin stratejik noktalarına yerleştirilen dini yapılar, çoktan yıkılmış olan tarihi yapıları yukarıda bahsi geçen referansları nedeniyle yeniden inşa edilen hayalet binalar,  yeni yapılan her mimari ürünü mutlaka Selçuklu-Osmanlı taklidi süs-bezemelerle eklektikleştirme eğilimleri bu yeni kimliğin inşasının toplumsal yaşama dayatılması bağlamında okunmalıdır. AKP’nin bu alanda hafife alınmayacak bir yol kat ettiği kabul edilmelidir. Ancak, dönüşüm süreci onun umduğu kadar sorunsuz ilerlememekte toplumun farklı katmanlarından, henüz bir sınıf bilinci paydası netleşememiş olsa da, dirençlerle karşılaşmaktadır. AKP’nin 2. Cumhuriyeti’ni birincinin üzerine inşa etmesinin sınırlarının olduğunu, bu elbisenin bu bedene küçük geleceğini hep söyledik. AKP uzun zamandır yoldan çıkarmadan yürütmeyi başardığı arabayı artık daha fazla kontrol edememekte, kontrol için yaptığı her manevrada daha da hızlanarak duvara doğru ilerlemektedir. Burada duvardan kastedilen ile umut edilen arasındaki açıyı kapatmak ise halkın kendi alternatifini yaratmasıyla mümkün olacak.

Özellikle son üç yılda, şüphesiz yukarıda bahsedilen saldırının şiddetinin artmasıyla, kente yapılan müdahalelere karşı birbirinden kopuk, bütüncül bir karşı duruş sistematiğinden uzak, çoğunlukla da kısa erimli hedeflerle hak aramaktan çok pazarlık unsuru olmak üzerinden bir araya gelen inisiyatif, platform, dernek gibi yapıların sayısında patlama yaşandı. Bu hareketlilikte, AKP’nin yağma politikasında kentlere özel bir ilgisinin olmasının yanı sıra bu ilginin halk nezdinde fayda sağlanabilecek bir fırsat olduğu yanılgısından halkın acı tecrübelerle öğrenerek uzaklaşmasının ve ne istediğini bilmese de ne istemediğini bilen bir yapıya doğru kendisini somutlama eğiliminde olmasının etkisi büyük. Haziran direnişi tam da bu çerçeveye denk düşüyor; halkın geleceksizliğe itildiği, her alanda fırsat eşitliğinin ortadan kalktığı, cumhuriyetin tüm değerleriyle derin bir hesaplaşma içine girildiği bir süreçte, sosyal ve kültürel anlamda iktidarın nefesini ensesinde hisseden kitlelerin bir noktada kırılma yaşayacağını tahmin etmek zor değildi ama bunun ne zaman ve hangi bağlamda dışa vurulacağını kimse kestiremedi. Halkın eyleme geçtiği noktanın, İstanbul’un en önemli kamusal alanını yağmadan kurtarmak olması, ve bu eylemin dalga dalga Türkiye’nin her köşesini etkisi altına alması, emekçilerin, kentlilik kimliğinin ne kadar stratejik bir yerde durduğunu bize bir kez daha hatırlattı. İki yıl boyunca en kalabalık basın açıklaması bir kaç yüz kişiyi geçmemiş olan Taksim Gezi Parkı ve Taksim Meydanı için, milyonlarca insan bir ay boyunca ülkenin gündemini belirledi. Sömürüye maruz kalan toplum katmanlarının tüm sorunlarını kent mücadelesi üst başlığında toplamak ciddi bir yanılgı olurdu. Ancak şu açık ki, kentler kapitalist sistemin çarklarının hem en hızlı, hem de en ezici ve acımasız döndüğü yerler. Bu nedenle olmalı ki, aynı zamanda sınıfsal çatışmalara en fazla gebe olan, dolayısıyla da sistemin yumuşak karnı olan yerler. AKP’nin kabarık kent suçları karnesi, ekonominin beslendiği kaynakları bize kolaylıkla özetliyor.

Haziran direnişinde sokağa çıkan milyonların belki büyük bir kısmı ne istediğini bilmiyordu, ne istediğini bilenleri de tek bir talep etrafında toplamak olanaksız. Ancak, halkın neyi istemediğini çok iyi bildiğini ve aklında bir listeyle sokağa çıktığını söylemek mümkün. Kuşkusuz buradaki anahtar kelime “örgütlenmek”. Ortak akılla hareket edebilen, örgütlü bir halkın ne istediğini bilerek sokağa çıkması yukarıda bahsedilen duvarın umut edilen yüzü. Buraya yapılacak her müdahalenin ise çok kısa sürede sonuç verdiğini hep birlikte deneyimlemiş olduk. AKP ileriki bir tarihte artık iktidarda olmayacak. Ancak, onun yerine talip olan tüm düzen partilerinin aday olduğu misyonu yerine getirebilmesinin bu yağmayı devam ettireceğini garanti etmesiyle mümkün olduğu biliniyor. Bu yağmayı durdurmanın ve insanca yaşanabilir kentleri savunmanın yolu; kentlerdeki talan politikalarının emekçilerin yaşamlarıyla bağlantısını deşifre etmek ve ortak akılla hareket edebilme yeteneği kazanmaktan -yani örgütlülüktengeçiyor. Görev biz komünist mimar, mühendis ve şehir plancılarının da önünde duruyor. Bu daha başlangıç mücadeleye devam!

 

 

Dipnotlar

  1.  TOKİ’nin kentsel dönüşüme nasıl baktığını anlamak için TOKİ başkanının sözlerinin tamamı için bakınız:   http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/7677664_p.asp
  2.   Cihan Uzunçarşılı Baysal, “İstanbul’u Küresel Kent Yapma Aracı Olarak Kentsel Dönüşüm ve Ardındaki Konut Hakkı İhlalleri: Ayazma(n)’dan-Bezirgânbahçe’yeTutunamayanlar”, 2010, s.112, yayınlanmamış yüksek lisans tezi.
  3. Yaşar Adanalı bu kavramı “Aşırı bir ikonik ve ‘cüsseli’ mimari vurgusu; ‘görkemli’ tarihin yeniden keşfi; ve beraberinde kültür mirasının sanki Disneylandmış gibi ele alınması; genel olarak mekanın özelleştirilmesi ve kapatılması” olarak tanımlamaktadır.  (bkz: http://mutlukent.wordpress.com/2012/04/03/adan-zye-kentsel-donusum)
  4.  İstanbul’’u Avrupa Asya arasında bir küresel kent yapma niyetinde olan İTO başkanının sözlerinin tamımı için bakınız: http://www.taraf.com.tr/haber-imf-hukumetten-kotumser-41639
  5. İBB Başkanı Kadir Topbaş’ın kentsel dönüşüm kavramını anlatırken niyetlerini açıkça gösteren konuşmanın tamamı için bakınız: http://v3.arkitera.com/v1/haberler/2005/04/15/ baskan2.htm
  6.  David Harvey, “The Right to the City,” New Left Review 53, Eylül-Ekim 2008, s.23-40.
  7.  Cihan Uzunçarşılı Baysal, “İstanbul’u Küresel Kent Yapma Aracı Olarak Kentsel Dönüşüm ve Ardındaki Konut Hakkı İhlalleri: Ayazma(n)’dan-Bezirganbahçe’ye Tutunamayanlar”, 2010, Yayınlanmamış yüksek lisans tezi.
  8.  Friedrich Engels, “The Housing Question”dan aktaran: David Harvey, “The Right to the City” New Left Review 53, Eylül-Ekim 2008, s. 23–40.
  9. Atlamamak gerekir ki bugün AKM bir kültür merkezi değil, çevik polisi yuvası haline getirilmiştir. Detaylı bilgi için, 5 Şubat 2014 tarihli “AKM’de Polis İşgali Devam Ediyor” yazısı: http://www.arkitera.com/haber/19656
  10.  Detaylı haber için: http://www.radikal.com.tr/turkiye/sulukulenin_rantsal_donusumu-926779
  11.   https://www.toki.gov.tr/
  12. http://www.sayistay.gov.tr/rapor/kit/2012/47toki.pdf.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×