AKP’nin Dış Politika Enstrümanı Olarak İslamcı Taban Örgütleri

Şüphesiz, İHH İnsani Yardım Vakfı’nın kurguladığı çok uluslu sivil girişim, bundan sonra uluslararası ilişkilerde sıklıkla kullanılabilecek bir enstrüman olarak karşımıza çıkacaktır.”1


 

AKP’nin iktidara gelişiyle birlikte, islamcı bir partinin emperyalizmin bölgesel projeksiyonlarına ve özellikle “İslam coğrafyasına” dönük müdahalelerine nasıl eklemleneceği meselesi gündeme gelmişti. Yaygın kanı, “Müslüman ülkelere” yönelik müdahalelerin arttığı bir dönemde, AKP’nin emperyalist merkezlerle kuracağı ilişki ve üstleneceği misyonlar ile, başta gerici taban olmak üzere Türkiye toplumunun genelindeki “İslami duyarlılıklar” arasında kaçınılmaz bir sürtünmenin ortaya çıkacağıydı. Özellikle iktidarının ilk yıllarında AKP’nin düzen içi rakiplerinin, bu potansiyel sürtünmeye oynamalarına ve emperperyalist merkezlerde, İran gibi konularda islamcı bir partinin “doğal sınırlarına” işaret eden lobi faaliyetleri yürütmelerine de tanık olduk. Solun bir kesiminde ise, AKP emperyalizme yedeklendikçe islamcı kamuoyunda da yaşanabilecek olası yarılmayı, bu kesimlere “Müslümanlık” vurgusu üzerinden siyaset taşıyarak derinleştirmek gerektiği yönünde tezler öne sürüldü.

AKP’nin islamcı söylemlerinin emperyalist merkez içi kimi odaklarda ya da örneğin İsrail cephesinde itirazla karşılaşabildiği inkar edilemez. Benzer şekilde, emperyalizm taşeronluğunun Türkiye toplumunda karşılaşabileceği güçlü bir direncin aynı zamanda “İslami duyarlılıklarla” buluşması ihtimali bütünüyle afaki değildir. Fakat burada sorun, meselenin basitçe bir kimlik ve söylem tartışmasına indirgenmesidir. Emperyalizm ile islamcılık arasında somut çıkar ve işlevsellik hesaplarının ötesinde adeta özsel bir gerilim varsayılamaz. Doğrusu, Türkiye’de islamcı tabanın emperyalist politikalara yedeklenip yedeklenmeyeceği meselesi, herşeyden önce anti-emperyalist mücadelenin gücüyle bağlantılıdır, kendinden menkul bir İslami değerler retoriğiyle değil. 1 Mart 2003’te AKP’nin kendi tabanında dahi yaşanan ayrışma, bu tür bir yükselişin ürünü olmuştur.

1 Mart kazası bu noktada oldukça kritik bir momentti. AKP, 1 Mart sonrası tam da bu iki başlıkta beliren zaafı ortadan kaldırmaya dönük bir dizi hamleye girişti. Bunların en önemlilerinden biri, islamcı taban örgütlenmelerine, politik ihtiyaçlar doğrultusunda yeni işlevler kazandırılması oldu. Bu süreçte mevzu bahis örgütlerin de yardımıyla; bölge ülkelerindeki islamcı öznelerin, emperyalizmin “ılımlı İslam” üzerinden kurguladığı projeye örgütlenmesi sağlanmış, emperyalizm adına yapılan müdahalelere “insani yardım” kılıfıyla toplumsal meşruiyet kazandırılmaya çalışılmış ve Sünni-Şii ekseninin belirginleşmesiyle daha iyi görüldüğü gibi, güçlenen Sünni mezhepçilik, “Müslüman ülkelere” dönük müdahaleler ile İslami duyarlılıklar arası gerilimi hafifletmenin, hatta ikincisini ilkinin payandası haline getirmenin aracı olmuştur. Özellikle sonuncusu, yukarıda değinildiği gibi, AKP’nin emperyalizmle ilişkisi ile İslami duyarlılıklar arasında özsel bir gerilim bulunduğu varsayımını yanlışlamaktadır. Zira dış politikanın topluma seslenme kanalı olarak dinsel kimliğe başvurulduğu andan itibaren, bu kimlik, politik ihtiyaç ve tercihlere dayanarak farklı ölçeklerde ve farklı karşıtlıklar ekseninde (diğer dinlere karşı İslam dini, Şiiliğe/Aleviliğe karşı Sünni mezhebi ve hatta gerektiğinde dinsizlere karşı semavi dinler) kurgulanabilir hale gelir.

Bu yazı kapsamında, islamcı taban örgütlerinin bu dönüşümlerde nasıl bir payı olduğuna ve giderek nasıl yeni işlevler üstlendiklerine eğileceğiz.

***

Başta İHH olmak üzere islamcı taban örgütlerinin, emperyalizmin bölgesel politikaları ve AKP dış politikasında oynadığı rol özellikle Mavi Marmara vakası ve Suriye’de islamcı militanlara verilen destek sonrası iyice görünürlük kazandı.

Aslında bu örgütlerin, 90’lı yıllar boyunca Yugoslavya’nın parçalanması, Çeçen savaşı ve Filistin gibi bir dizi başlıkta, örtük ve açık rol aldıkları biliniyor. Özellikle İHH’nın, Yugoslavya’nın parçalanması sürecinde ABD destekli cihatçı örgütlerle yakın işbirliği içinde olduğu ve yine 90’lı yıllar boyunca, Bosna başta olmak üzere Çeçenistan, Kosova ve Filistin’i kapsayan pek çok yardım kampanyası düzenlediği hatırlanacaktır.

AKP iktidarı boyunca değişen, bahsi geçen örgütlerin “İslam dünyasının hamiliğine” soyunan AKP’nin elinde devlet aygıtının neredeyse resmi bir uzantısı gibi çalışmaya başlamaları oldu. Aşağıdaki ifadeler, bu dönüşümün yaşandığı kesite dair bir fikir veriyor:

…2006-2007 yıllarında, yani Türkiye’nin yeni rejiminin Ortadoğu’da proaktif, Yeni Osmanlıcı politikaya hız verdiği kesitte bu siyasi ilişkide bir sıçrama yaşandığı anlaşılıyor. AKP bir yandan Irak, Suriye, ve Körfez ülkeleri ile işbirliği konseyleri kurarken, diğer yandan da Müslüman Kardeşler teşkilatlarıyla, özellikle iktidara yakın kitle örgütleri aracığılıyla bağlantılarını güçlendiriyordu. Başlangıçta Filistin sorunu Türkiye’deki Müslüman Kardeşler şebekesinin konsolidasyonu ve meşruiyet kazanmasında ön palana çıkan başlık oluyordu. Erdoğan’ın Davos şovunun ve Mavi Marmara katliamının bu bağlamda önemli bir iç moment olduğu anlaşılıyor.”2

Mavi Marmara olayı ile görünürlüğü artan bu durumun arka planındaki hazırlığı ve islamcı “sivil toplum örgütleri”nin bu süreçte kazandığı bir dizi fonksiyonu anlayabilmek için, değişimin başladığı yıllara, yani 2004-2005 kesitine yakından bakmak uygun olacaktır.

İslamcı “sivil toplum” yeni misyonlara örgütlenirken

2004-2005 kesitinde atılan bir dizi adım, AKP’nin hem giderek İslam dünyasına dönük “hamilik” iddialarına dönüşecek söyleminin altyapısını oluşturma, hem de emperyalizmle ilişkilerini meşrulaştırmak için ihtiyaç duyacağı zemini hazırlama işlevi gördü. Nitekim, islamcı taban örgütlerinin Müslüman Kardeşler’in Ortadoğu ağına eklemlenecek şekilde yapılandırılmaya başlanması da bu döneme rastlar. Bu noktada iki kurum üzerinden girişilen adımlar öne çıkmaktadır.

Birincisini, Sovyetlerin çözülmesinin hemen ardından, Türkiye burjuvazisinin Orta Asya’da yeni ortaya çıkmış ülkelere yönelik açılım girişiminin bir parçası olarak kurulan Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı (TİKA) bünyesinde atılan adımlar oluşturur.

90’lı yıllar boyunca temelde devlet tarafından finanse edilen ve belirli bir düzeyi aşmadan kalkınma yardımları gerçekleştiren TİKA’nın faaliyet alanının ağırlık merkezini Kafkasya ve Orta Asya coğrafyası oluşturuyordu. Ele aldığımız kesitte TİKA bünyesinde iki önemli değişim gerçekleşti. Bunlardan biri, kurum faaliyetleri açısından ağırlık merkezinin Ortadoğu ve Afrika’ya doğru kaymasıdır. Diğer farklılaşma, kurumun faaliyetlerinde gerçekleşen yoğunluk artışı ve bununla paralel olarak faaliyetlerin “sivil toplum” ayağının örülmesidir.

2005 yılında kurum bünyesinde alınan bir kararla, çeşitli “sivil toplum örgütleriyle” (STÖ) koordineli hareket etmek amacıyla Koordinasyon Kurulu Toplantıları düzenlenmeye başlandı ve kurum bünyesinde STÖ’lerle ilişkileri yürütmek için bir büro kuruldu. Aynı zamanda, TİKA’nın irtibat bürosu açmadığı ülkelerde resmi temsiliyet bu örgütler üzerinden sağlanmaya başlandı.3 Aralarında, Deniz Feneri Derneği, İHH İnsani Yardım Vakfı, Kimse Yok Mu Derneği, Yeryüzü Doktorları, Cansuyu Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği gibi pek çoğunun bulunduğu ve TİKA’yla ortak çalışan mevzu bahis örgütlerin büyük kısmının islamcılara ait olduğu tahmin edilecektir. Bunlardan faaliyetlerinin yaygınlığı ve büyüklüğü açısından kayda değer olanlardan biri hariç tamamı, Milli Görüş geleneğinden gelen ve AKP ile organik bağlantıları olan örgütlerdir.4

2005’te atılan bu adıma müteakip, hem bir devlet kurumu olan TİKA’nın, hem de buna paralel olarak mezkur örgütlerin faaliyetleri ciddi bir artış göstermiştir. Aşağıdaki tablo 1997 – 2011 yılları arasında TİKA ve STÖ’ler eliyle yurtdışında gerçekleştirilen yardımların dökümünü vermektedir.

 

1997- 2003*

2004

2005

2006

2007

2008

2009

2010

2011

R.K.Y.

76,9

339,2

601,0

714,2

602,3

780,4

707,2

967,4

1273,0

D.Y.

0,0

0,0

0,0

994,5

730,3

726,6

714,5

670,3

879,2

S.T.Ö.

0,0

0,0

56,7

78,3

45,7

72,3

109,0

105,7

199,5

S.T.Ö. Destek

0,0

0,0

0,4

0,3

9,7

53,1

48,0

39,0

15,4

S.T.Ö. Toplam

0,0

0,0

57,1

78,6

55,4

125,4

157,0

144,7

214,9

Genel Toplam

76,9

339,2

658,1

1787,3

1388,0

1632,4

1578,7

1782,4

2367,1

Tablo 1: Kalkınma yardımları5 (milyon ABD doları)

Resmi kalkınma yardımları (R.K.Y.) çeşitli altyapı yatırımları, eğitimi de kapsayan sosyal yardımlar, acil durum ve afet kapsamındaki yardımlar, Lübnan ve Afganistan örneğinde olduğu gibi BM Barış Gücü kapsamındaki faaliyetlere ayrılan bütçeler ve Türkiye’deki sığınmacılara yönelik harcamalar gibi çok farklı kalemleri barındırmaktadır. Sivil örgütlerin faaliyetlerini ifade eden rakamlar ise daha çok acil yardımlar, sığınmacılar ve sosyal yardım projelerini içermektedir. Bazı yıllarda görülen büyümede, doğal afetlerin yoğunlaşmasının etkisi olmuştur. Ancak bunlar ayıklandığında dahi, genel bir artış trendinden söz edilebilir.6 Nitekim 2005-2011 yılları arasında resmi yardımların yaklaşık iki kat, STÖ’ler eliyle yapılan yardımların ise dört kat arttığı görülüyor.

İlk bakışta, AKP’nin iktidara gelmesinin gerici odaklara birçok başlıkta olduğu gibi bu tür faaliyetlerde de alan açtığı ve islamcı taban örgütlerinin bu alanı hızla doldurduğu söylenebilir. Ancak asıl önemli olan, mevzu bahis örgütlerin ülke dışına dönük faaliyetlerinin AKP’nin tercih ve açılımlarıyla neredeyse birebir örtüşmesidir. Dahası, gerici örgütlenmenin açılan alanı “aşağıdan” doldurmasının ötesinde, bunların merkezi olarak regüle edildiğini ve İkinci Cumhuriyet’in dış politika aygıtının bir parçası olarak kurgulandığını göstermesi bakımından önemlidir.

Buna örnek olarak AKP’nin 2005 senesini “Afrika’ya açılım yılı” ilan etmesini takiben, başta İHH olmak üzere pek çok örgütün faaliyetlerinin ağırlığını Afrika’ya kaydırması verilebilir. Adeta bir şova dönüşen Somali’ye yardım kampanyası bunun en çarpıcı örneğiydi. Nitekim STÖ’lerin yardım faaliyetleri içinde Afrika’nın payı 2006’da %14 iken 2011’e gelindiğinde bu oran %60’ları bulacaktı.7

Somali örneğinde olduğu gibi, yine bu örgütler tarafından Arakan, Filistin, Afganistan, Kosova gibi “Müslüman ülkelere” yönelik düzenlenen yardım kampanyaları, AKP’nin “İslam dünyasının hamisi büyük Türkiye” ve yeni-Osmanlı söyleminin başta kendi tabanı olmak üzere Türkiye toplumunda pazarlanmasına büyük katkı sundu. Büyük kampanyaların dışında süreklilik gösteren “insani yardımlar”ın bölgesel dağılımı, AKP’nin dış politikadaki tercihleriyle uyumlu olarak Ortadoğu ve Afrika ülkeleri arasında dönüşümlü olarak yer değiştirdi.

Tablo incelendiğinde dikkati çeken bir diğer husus, 2007 yılından itibaren devletten STÖ’lere yapılan kaynak aktarımının kayda değer bir düzeye ulaşması ve özellikle 2008 yılında büyük bir sıçrama yapmasıdır. 2008’de verilen resmi destekle birlikte bu örgütlerin toplam bütçesi bir önceki yıla göre iki kattan fazla artmıştır. Ayrıca bu örgütlerin bütçesinde kamu desteğinin oranı da muazzam bir artış göstermiştir. Bush yönetiminin son dönemine denk gelen bu moment, ABD’nin 11 Eylül sonrası bölge politikalarında tıkanmanın tartışıldığı bir dönemdir. Bu bağlamda, bölgede yükselen ABD karşıtlığını etkisizleştirmek, İran’ın artan nüfuzunu ve ABD’ye karşı “Sünni-Şii” ortaklığını dağıtmak ve elbette bölgedeki emperyalist tahakkümü derinleşterek “yerel ajanlar” ayağını güçlendirmek için, özellikle Sünni islamcı hareketlerin emperyalizmle ilişkilerinin revize edilmesi masaya koyulmuştur. Obama dönemi dış politikasıyla billurlaşan bu revizyon, bilindiği gibi AKP’nin de Yeni Osmanlı söylemini yükseltmesine yol açmıştır. Aynı dönemde, AKP’nin bir dış politika enstrümanı olarak islamcı taban örgütlerini hızla beslemeye başlaması tesadüf sayılamaz.

Bu noktada, TİKA bünyesinde atılan adımlarla eşzamanlı işleyen ikinci sürece değinmek uygun olacaktır. AKP, bir yandan “içerideki” gerici taban örgütlenlemelerini eşgüdümlü hale getirirken, diğer yandan bu örgütlerin Ortadoğu’daki Müslüman Kardeşler bağlantılı diğer yapılarla işbirliğini geliştirme yönünde adımlar atmıştır. AKP’nin inisiyatifiyle 1 Mayıs 2005’te İstanbul’da gerçekleştirilen konferansın ardından kurulan İslam Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği (İDSB), bu adımların en önemlisidir.8 Türkiye, Suudi Arabistan, Mısır, Lübnan, Bahreyn ve Malezya dahil yaklaşık kırk ülkeden pek çok örgütü çatısı altında toplayan bu yapının üyelerinin çoğu Müslüman Kardeşler bağlantılı kuruluşlardan oluşuyor.9

İDSB, emperyalizmin “ılımlı İslam”ı öne çıkardığı sürecin bir parçasıdır, üstelik önemli bir parçasıdır. Önceden beri dillendirilen, Türkiye’nin “Batı’ya en yakın Müslüman ülke” olduğu vurguları, emperyalizmin İslam coğrafyasına dönük yeni söylemleri öne çıkardığı dönemde giderek işlev kazanmış ve İDSB bunun araçlarından biri olmuştur.

Bunun işaretlerini, örgütün 2007 yılında düzenlediği Uluslararası İslamofobya Konferansı’nda görmek mümkün. Konferansta ılımlı İslam’ın en yetkin temsilcisi olarak sık sık Türkiye’ye işaret edilmiş ve giderek “İslam dünyasının liderliği” söylemine dönüşecek sürecin emareleri ortaya çıkmıştır. Konferansın konuşmacılarından Amerikan Hristiyanlar ve Müslümanlar Birliği Başkanı William Baker’in sözleri, dönemin ruhunu yansıtmak açısından iyi bir örnektir:

Bu konferans, bir çok ilerlemenin kanıtı. Artık İslam’dan korkulmamaya başlandığının kanıtı. Yeni hükümeti takdir ediyorum. Dünyada herkes ‘Türkiye’ye bakın. Onlar başarıyor!’ diyor.”10

Bu süreçte, ABD’nin tercihleriyle de uyumlu olarak AKP’nin bölge halkları nezdinde itibarı artırılırken, buna İDSB aracılığıyla islamcı taban örgütlerinin uluslararası koordinasyonu eşlik ediyordu. İDSB’nin üstlendiği bu rolün, çatısı altında toplanan örgütler adına ortak deklarasyonlar yayınlamasıyla ya da düzenlenen konferanslar gibi “legal” faaliyetlerle sınırlı olmadığını hatırlatmak gerek. Aslolan, ağırlığını Müslüman Kardeşler bağlantılı yapıların oluşturduğu ilişkiler ağının güçlendirilmesidir.

Buraya kadar anlatılanları toparlarsak, islamcı taban örgütlerinin “insani yardım” kampanyaları ve sair çalışmalarla AKP’nin dış politikadaki açılımlarını meşrulaştırıcı bir işlev üstlendiğinden söz edebiliriz. İkinci bir işlev, AKP’nin ve bölgedeki diğer islamcı aktörlerin belirli bir koordinasyona dahil edilmesidir. Bu yolla sıkılaştırılan ilişkiler, bölgedeki İslamcı öznelerin emperyalist açılımların taşıyıcılığını üstlenmesine ve AKP’nin bu özneler üzerinden bölgede nüfuz kazanma çabalarına katkı sağlamış oldu.

Sözü edilen koordinasyon ilerleyen süreçte, Arap coğrafyasında yaşanan ayaklanmaların emperyalizm lehine bir restorasyon sürecine dönüştürülmesinde iş görecekti. Ayaklanmalar başlamadan, daha doğrusu bölgesel restorasyon belirginleşmeden önce, Obama’nın seçilmesiyle estirilen rüzgarla ve Davos şovuyla birlikte, AKP’nin bölgede üstlendiği rolü bir dönem için pekiştirdiğini ve bölgedeki nüfuzunu artırdığını söyleyebiliriz.

Ancak 2011 başında Hüsnü Mübarek’in devrilmesinin ardından Libya ve Suriye ile birlikte giderek belirginleşen bölgesel restorasyonda süreç ilerledikçe, AKP’nin soluğunun yetmediği başlıklar da ortaya çıktı. İlk olarak “Arap Baharı” tabir edilen süreçte AKP’nin bir “gecikme” sendromu yaşadığından söz edilebilir. Özellikle NATO’nun Libya müdahalesi sırasında Erdoğan ve Davutoğlu’nun tutumları hatırlanacaktır. Bu noktada, AKP’nin Tunus, Mısır, Libya ve Yemen’i içine alan “Arap Baharı” coğrafyasına yönelik açılımındaki gecikmeyi telafi etmek için, önemli bir araç olarak yine TİKA’yı devreye soktuğu görülüyor. Nitekim 2011 sonbaharında Libya Ulusal Geçiş Konseyi’yle yapılan anlaşma sonucu açılan irtibat ofisini, 2012’nin Mart ayında Tunus’ta, Haziran ayında Yemen’de ve Eylül ayında Mısır’da gerçekleştirilen açılışların takip ettiğini görüyoruz.11 Yine TİKA’nın 2011 Faaliyet Raporu’na yazdığı önsözde kurum başkanı Serdar Çam, “Arap Baharının yaşandığı ülkelerin kurumsallaşma sürecini tamamlamaları için projeler yapıldı” diye belirtiyor. Raporda bu konuyla ilgili hiçbir somut çalışmaya yer verilmemesi ilginç. 2012 Raporu henüz yayınlanmadığından net verilerle konuşmak mümkün değil; ancak ifadenin “Arap Baharı” coğrafyasına dönük temayülü ifade ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

AKP’nin sonrasında Suriye’ye balıklama dalmasının, biraz da bu gecikme sendromunun sonucu olduğu söylenebilir. Nitekim soluğunun yetmediği diğer başlıkları ağırlıklı olarak geçtiğimiz yıl boyunca Suriye başlığında yaşananlar oluşturdu. Bu noktada AKP, tıkanıklıkları aşmak için bir dizi başka provokatif eylemin yanında, islamcı taban örgütlerini, açıktan girişemediği çeşitli paramiliter operasyonlarda giderek daha etkin kullanmaya başladı. Bu durumun ilk örneği, emperyalist restorasyon belirginleşmeden bir süre önce, İsrail’le yaşanan sürtüşmede Mavi Marmara’nın da parçası olduğu Gazze Filosu’nun devreye sokulmasıdır.

Hariciye aygıtının “paramiliter” kolu

Mavi Marmara olayı, Obama’nın iktidara gelmesiyle başlayan ve Erdoğan’ın Davos şovunun da katkısıyla estirilen rüzgarın güçlü olduğu bir döneme denk geldi. AKP, bölgedeki liderlik iddialarının kilit unsurlarından olan Filistin sorununa oynarken, kritik bir momentte resmi araçlarla girişemeyeceği bir operasyonu İHH öncülüğünde örgütlenen Gazze Filosu’yla yürüttü. Gemiye Komodor Adaları bandırasının çekilmesi, Türkiye’nin NATO üyeliği de dikkate alındığında, AKP’nin İsrail’le cepheden karşı karşıya gelmeyi istemediğini, sınırları ve çerçevesi hesaplanmış bir operasyon tertiplediğini gösteriyordu.12 Nitekim olayın başından itibaren planlı olduğu ve filonun tertiplenmesi sürecinde AKP’nin bunları hesaba kattığı, sonrasında pek çok kez gündeme geldi.

Bunun konumuz açısından dikkate değer kısmı, Mavi Marmara olayıyla birlikte, AKP’nin dış politikada resmi araçlarla girişemeyeceği operasyonlar için gerici taban örgütlerini devreye sokmasıdır. Nitekim bu momentten sonra söz konusu örgütler, özellikle de İHH, adeta devletin hariciye aygıtının doğrudan uzantısı gibi hareket etmeye başladılar. İHH başkanı Bülent Yıldırım’ın olaydan sonra basına verdiği demeç bu konuda fikir vericidir. Yıldırım, adeta tüm toplum ve ülke adına konuşan bir üslupla şöyle diyordu:

Bütün dünyaya sesleniyorum. Bu ambargo kalkacak… Ya bu ambargoyu siz kaldırırsınız, ya da sivil toplum kuruluşları olarak biz. Bu ambargonun kalkması için gerekirse, vaktini bizim tayin edeceğimiz, daha büyük filolarla, daha büyük araba konvoylarıyla, Mısır’dan ve denizden aynı anda olmak üzere bütün dünyayı harekete geçiririz. Ondan sonra olacakları devlet liderleri düşünsün.”13

Yıldırım’ın “vaktini bizim tayin edeceğimiz” derken fazla uçtuğu, sürecin örgütleyicisinin AKP olduğu açık. Ancak buradaki özgüven ve açıkça ifade edilmese de var olan temsiliyet iddiası, sonrasında “Arap Baharı” sürecine de taşınacak ve AKP’nin elini rahatlatacaktı. Nitekim, Suriye’ye müdehele sinyallerinin giderek arttığı fakat provakasyonların henüz yoğunlaşmadığı bir momentte, 2011’in Mayıs ayında, Mavi Marmara’nın yeni hedefi olarak Suriye tartışılıyordu.14 Burada önemsenmesi gereken, gerici taban açısından son derece meşru olan “İsrail karşıtı” bir operasyonun sembolleşmiş aracının, Suriye gibi “Müslüman” bir ülkeye karşı da devreye sokulmasının tartışılabilmesidir. Şüphesiz AKP’nin, islamcı taban örgütlerini dış politikanın araçlarından biri haline getirirken amaçladığı sonuçlardan birisi de buydu.

AKP, Mavi Marmara ile böyle bir operasyona girişmedi. Bunun yerine, bölgedeki emperyalist restorasyon yoğunlaştıkça giderek saldırganlaşan tutumuna, İHH gibi gerici taban örgütlerince üstlenilen bu işlevin farklı kanallardan yürütülmesi eşlik etti. Örneğin İHH, bir tarafta Suriye için iki yüzlü yardım kampanyaları düzenlerken, diğer tarafta Suriye’de savaşan cihatçılara el altından sağlanan silah ve militan desteğinin organize edilmesinde rol oynuyordu. 2012 Ağustosunda İskenderun’a yanaşan Libya gemisi El İntisar’ın, taşıdığı çok sayıda silah ve mühimmatı “insani yardım” kisvesi altında İHH’ya teslim ettiğine dair haberler hatırlanacaktır.15

Aynı sürecin diğer yüzünü ise, şimdilerde sıkça gündeme gelen Suriye İçin Bir Ekmek kampanyası oluşturuyor. Kampanyanın sayısız katılımcısının büyük ölçüde islamcı örgütlerden oluşması ve öne çıkan söylemlerde Suriye’de yaşananların sık sık Bosna’ya benzetilmesi şaşırtıcı değil. Bosna-Suriye analojisi, yazının başında değindiğimiz gibi, din ve kimlik vurgulu söylemin gerici tabanı ikna etmede nasıl işlev kazandığını bir kez daha gösteriyor.

Öte yandan kampanyanın internet sitesinde amaç ve kapsam şöyle açıklanıyor:

Kampanyada toplanacak yardımlar en hızlı şekilde Lübnan, Ürdün sınırındaki mülteci kamplarına ve Suriye içinde dağınık yerlerde yaşamaya çalışan sivil halka ulaştırılmaya çalışılacaktır.

Türkiye sınırları içindeki kamplarda yaşayanların ihtiyaçları, Türk Kızılayı ve hükümeti tarafından karşılanmaktadır. Bu nedenle en zor şartlarda olanlar, Suriye içinde bulunan Suriye hükümetinin yardım götürülmesine izin vermediği sivil halktır… Yardımların öncelikli hedefi bu sivil halktır.”

Suriye içinde “dağınık yerlerde yaşayan sivil halk” kimlerdir? Bu vurgu AKP’nin sık tekrarladığı “rejimin mağdurları” söylemine yaslanmaktadır. Bununla silahlı muhalif gruplara destek veren ve Suriye’de azınlığı oluşturan kesimlere işaret ediliyor olması muhtemel. Daha önemlisi, “Suriye hükümetinin yardım götürülmesine izin vermediği sivil halk”a Türkiye’de örgütlü STÖ’lerin yardım ulaştırmasının nasıl mümkün olacağı sorusudur. Suriye yönetiminin izni olmadan girişilecek bu kampanyanın Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) bağlantılı gruplar üzerinden örgütleneceği çok açıktır. ÖSO’ya bağlı gruplar Suriye’den ekmek çalıp Türkiye’de satarken, islamcı STÖ’lerin ÖSO üzerinden Suriye’ye ekmek ulaştırdığı iki yüzlü bir sürecin ifadesidir bu.16

Henüz açığa çıkmamış bağlantılar ve muhtemel başka operasyonlar hakkında konuşmak pek mümkün olmasa da, İHH ve benzeri örgütlerin bu kampanya ile Suriye’ye ekmek ve battaniyeden başka şeyler de taşıyacağını, ÖSO’nun ve diğer silahlı grupların bu süreçten yararlanacağını kestirmek güç değil. Sonuç olarak AKP, Suriye’ye girmenin kanallarından biri olarak İHH ve diğer islamcı taban örgütlerini devreye sokmuş ve basbayağı “paramiliter” bir operasyona dahil etmiştir.

AKP sıkıştıkça: Gericiliğin konsolidasyonu

İslamcı taban örgütlerinin bir “karşı-devrim dayanışması” altında örgütlenmesi ve AKP’nin elinde bir hariciye aygıtına dönüşmesine ek olarak, AKP dış politikasının içerideki toplumsal dayanaklarının yaratılmasında da önemli işlevleri olmuştur. AKP emperyalist projelere daha hevesli ve “proaktif” bir dış politikaya yöneldikçe, içeride yaşadığı bir dizi tıkanmayı aşmada islamcı taban örgütlenmelerinin üstlendiği işlevler de yoğunlaştı.

Öncelikle, emperyalist ajandada AKP’nin rolü belirginleştikçe, “İslam coğrafyasına” dönük emperyalist açılımların meşruiyet dayanaklarından birinin pekiştirilmesine katkı sağladılar. “İnsani yardım” kılıfıyla gerçekleştirilen faaliyetler, bu sürecin önemli bir parçası oldu. Nitekim, “insani yardım” konseptinin, emperyalizmin kendi müdahalelerini meşrulaştırmada da uzun yıllardır kullandığı retoriğin bir parçası olduğu biliniyor.

AKP’nin organik bir kolu gibi hareket eden İHH benzeri islamcı örgütlerin bir diğer işlevi ise, koalisyon ortağı Cemaat’le gerilim yaşadığı başlıklarda elini güçlendirecek bir araç olmasıydı. AKP’nin taban örgütleri, özellikle ülke dışına dönük düzenledikleri yardım kampanyalarında Cemaat’e ait örgütleri geride bırakmış ve bu alanda inisiyatifi büyük ölçüde ele geçirmiştir. Gerçi bu konuda doğrudan bir rekabetten söz edilemez. Zira AKP bir yandan kendine yakın örgütleri güçlendirirken Cemaat’e de hareket alanı açmış, ihtiyaç duyduğu alanlarda hepsini birden harekete geçirmeye çalışmıştır. Öte yandan AKP açısından önemli olan, İsrail’le ilişkiler gibi “hassas konularda” Cemaat’le ayrışmaya düştüğü takdirde devreye sokabileceği araçların bulunmasıdır. Zira Gülen Cemaati’nin hem ABD emperyalizmiyle bağları hem de Türkiye’deki dinci toplumsal taban üzerindeki etkisi hesaba katıldığında, AKP dış politikasına dönük emperyalist ayar girişimlerinde iktidarı dost ateşiyle yaralama ihtimali ortadadır.

Mavi Marmara’dan sonra yaşanan tartışmaları hatırlayalım. Gülen’in “otoritelerden izin alınmalıydı” açıklamasının ardından İHH başkanı Bülent Yıldırım, olaydan bir buçuk yıl önce başvuru yaptıklarını ancak İsrail’den yanıt alamadıklarını öte yandan böyle bir insani yardım kampanyası için İsrail’den izin almanın saçma olduğunu açıklamıştı. Yıldırım elbette, eylemi gerçekleştirmek için neden bir buçuk yıl bekleyip de, AKP’nin ABD-İsrail ilişkilerindeki sürtünmeye oynadığı bir momentte harekete geçtiklerine değinmiyordu. Öte yandan, Cemaat’in “sivil toplum örgütü” Kimse Yok Mu Derneği’nin Başkanı Mehmen Özkara, olaydan kısa süre sonra kendisiyle yapılan röportajda “Biz 2006’dan beri Filistin’e yardım götürüyoruz. Bu süreçte İsrail’le hiçbir diplomatik sıkıntı yaşamadık. Çünkü usulümüz prosedürlere uygun ve meşrudur” diyor ve ekliyordu: “Uluslararası görüşmeler olmadan yapılacak çalışmalar; nasıl ki yurtdışından ülkemize hükümetin haberi olmadan bir şeyler yapılmaya çalışılırsa biz de rahatsız oluruz. Onlar da rahatsız olabilir.”17 AKP kanadının, operasyonu meşrulaştırmada yaslandığı temel dayanak bunun bir “sivil girişim” olduğu iddiasıydı ve yukarıdaki sözler tam da buraya vuruyordu. AKP’nin, Cemaat’le farklı başlıklarda yaşadığı yer yer sertleşen rekabeti yönetme araçlarından biri olarak “sivil girişimleri” de devreye soktuğu ve çekişmenin bir zemininin de burası olduğu görünüyor.

Diğer yandan, her ne kadar AKP Mavi Marmara’yı açıktan sahiplense dahi, iki cenah arası yaşanan polemiklerin çok büyütülmediğini ve belirli sınırlar içinde kaldığını belirtmek gerekiyor. Bu sınırlar, emperyalizmin bölgesel stratejisi bağlamında Türkiye-İsrail ilişkilerindeki mesafelenmeye çizdiği sınırlardır. Hem AKP’ye verilen emperyalist ayarların bir aracı olan Cemaat, hem de nüfuzunu artırmaya çalışan AKP bu sınırların farkındadır.

Bu örnek, kuşkusuz, söz konusu örgütlenmelerin, gerici tabanın AKP dış politikası arkasında konsolide edilmesinin araçlarından biri olduğunu bir kez daha gösteriyor. Fakat yine kuşkusuz, bu ihtiyaç sadece AKP-Cemaat rekabetiyle açıklanamaz. Bundan çok daha önemlisi, AKP’nin başta Suriye olmak üzere pek çok başlıkta patinaj yaptıkça içeride bir toplumsal meşruiyet bunalımıyla karşı karşıya kalma ihtimalidir. Bu noktada islamcı taban örgütleri iki açıdan önem kazanmaktadır. Bir yandan, Türkiye toplumunu savaşa ikna edemeyen AKP, bu “iktidarsızlık” tablosundan toplumsal temsiliyeti gerici tabana irca ederek çıkmaya çalışmaktadır. AKP dış politikasına ikna edilemeyen kesimlere (Alevi, solcu ya da Esadçı/Baasçı ön sıfatlarıyla) “marjinallik” atfedilirken, bu örgütlerin gerici provokasyonlarına Türkiye toplumunun temsiliyeti ircasının giderek daha fazla eşlik etmesi yüksek olasılıktır.

AKP açısından gerici tabanın motivasyon ve duyarlılıklarını yönlendirmenin kolay olması, toplumsal temsiliyet söyleminin öne çıkartılmasının önemli bir nedenidir. Başta Filistin meselesi olmak üzere, yardım faaliyetleri üzerinden aslında emperyalizme hizmet eden açılımların “Müslüman halklarla dayanışma” olarak resmedilmesi ve Suriye’de ise, devreye sokulan mezhepçi söyleme koşut olarak bu örgütlerin Türkiye halkı adına “cihat” ilan etmesi gerici tabanı emperyalist projelere ikna etmenin aracı olmuş, toplumsal temsiliyetin aynı gerici tabana indirgenmesi bu sürece eşlik etmiştir.

Gericiliğin bu konsolidasyonu, aynı zamanda Türkiye’deki birtakım toplumsal faylarda yaşanacak açılmaların da göze alındığını gösteriyor. AKP dışarıda sıkıştıkça, islamcı taban örgütlerinin içeride Sünni mezhepçi kimliği öne çıkararak Alevilere, sosyalistlere/komünistlere ve genel olarak AKP karşıtı toplum kesimlerine dönük somut provokasyonlar için harekete geçirilmesi tehlikesi mevcuttur.18 Böylece hem gerici tabanın konsolidasyonu, hem de AKP dış politikası arkasına örgütlenemeyen kesimlerin sindirilmesi hedeflenmektedir.

Kısacası AKP dış politikası ile iç dinamikler arası kader ortaklığının kanallarından biri de söz konusu örgütlerdir. Suriye gündemi, İran’a yönelik emperyalist provokasyonların tırmandığı bir tabloya doğru genişlediğinde, islamcı taban örgütlerinin emperyalizme ve AKP’ye sunacağı bu hizmetin daha da öne çıkacağını söylemek mümkündür.

 

Dipnotlar

  1.  Selim Savaş Genç, “Mavi Marmara ile modern dünyadan kopan İsrail”, Aksiyon, 7 Haziran 2010
  2.  Alper Birdal & Yiğit Günay, “Arap Baharı” Aldatmacası, Yazılama Yayınevi, İstanbul, 2012, s. 236
  3.  Bkz. TİKA Kalkınma Yardımları Raporu 2005. Yeri gelmişken bu dönemde TİKA Genel Başkanı’nın şimdiki MİT Müsteşarı Hakan Fidan olduğunu hatırlatalım. Fidan bu görevi 2003-2006 yılları arasında sürdürmüştür.
  4.  Sayılan örgütlerden Kimse Yok Mu Derneği doğrudan Cemaat’e bağlıdır. Yeryüzü Doktorları ise merkez ofisi İngiltere’nin Manchaster kentinde bulunan Müslüman Kardeşler bağlantılı bir organizasyonun Türkiye ayağıdır. AKP eliyle Türkiye’de güçlendirilen islamcı taban örgütlerinin hemen tamamının, Müslüman Kardeşler’in de dahil olduğu uluslararası bir ağın parçası olduğunu belirtmeliyiz.
  5.  Tablo, TİKA’nın 2004 – 2011 yılları arasında yayınladığı Kalkınma Yardımları Raporları’ndan derlenmiştir. “R.K.Y” resmi kalkınma yardımlarını, “D.Y” özel sermayenin ülke dışında gerçekleştirdiği doğrudan yatırımları, “S.T.Ö” sivil toplum örgütlerinin öz kaynaklarıyla yurt dışında yürüttüğü faaliyetleri, “S.T.Ö Destek” devletin sivil toplum örgütlerine aynı amaçla aktardığı resmi destek miktarını ifade etmektedir. “S.T.Ö Toplam” ise devlet desteğiyle birlikte bu örgütlerin toplam faaliyet hacmini göstermektedir. Raporlar kapsamında olan ancak konumuz açısından tali kalacak borç yapılandırmaları ve kredileri içeren “diğer resmi akımlar” kategorisi tabloya dahil edilmemiştir. Dolayısıyla tabloda verilen toplam değerler, raporlarda ifade edilen toplam değerlerden farklıdır. Ayrıca STÖ faaliyetlerinin 2005, özel sermaye yatırımlarının ise 2006 yılından itibaren raporlanmaya başlandığını belirtmek gerekir.
  6.  Raporlarda STÖ’lere aktarılan kaynaklara dair verilerin “resmi” rakamlar olduğunu hatırlatmak gerekiyor. AKP’nin örtülü olarak bu örgütlere gerçekte ne boyutta kaynak aktardığı net olarak bilinmiyor ancak böyle bir ilişkinin varlığına dair kuvvetli ipuçları var. Özellikle son yıllarda örtülü ödeneğe dair yapılan tartışmaları ve İHH’nın silah sevkiyatında üstlendiği misyonları hatırlayalım. RP döneminin “Mercümek davası” ve AKP’li yılların Deniz Feneri davası vb. düşünülürse bu konuda sicilin ne kadar kabarık olduğu hatırlanacaktır.
  7.  Bkz. TİKA Kalkınma Yardımları Raporu 2005 – 2011
  8.  Konferansta konuşan İDSB Genel Sekreteri Necmi Sadıkoğlu birliğin yol haritasını şöyle açıklıyordu: “İDSB, konsey üyesi ülkeler arasında finans kaynaklarının daha verimli kullanımı sağlayacak. Uluslararası toplantılara akredite olunarak, İslam dünyası ile ilgili verilecek kararlara müdahil olunacak. Tertip edilecek toplantılarla İslam dünyasının sesinin daha gür ve onurlu çıkması sağlanacak.” “İslam Dünyası’nın yeni sesi”, Yeni Şafak, 26 Mart 2006
  9.  AKP’nin uluslararası Müslüman Kardeşler şebekesiyle bağlantılarına dair bkz. Birdal & Günay, a.g.e., s. 229 – 247
  10.  “Türkiye batının korkusunu giderir”, Yeni Şafak, 19 Aralık 2010
  11.  Bkz. http://www.tika.gov.tr
  12.  “Mavi Marmara’nın bandırası neden değişti?”, soL Portal, 2 Haziran 2010
  13.  “İHH Başkanı: Askerlere yaptığımız meşru müdafa”, Radikal, 3 Haziran 2010
  14.  “Mavi Marmara Suriye’ye!”, Abdülhamit Bilici, Zaman, 17 Mayıs 2011
  15.  “İHH Libya’dan Suriye’ye silah sevkiyatına aracılık mı ediyor?”, soL Portal, 10 Aralık 2012
  16.  “’Özgür’ Ekmek Hırsızları”, soL, 21 Aralık 2012
  17.  “Gülen cemaatinin yardım derneğinden İHH’ya gönderme: Bizim İsrail ile sorunumuz olmadı!”, Vatan, 12 Haziran 2010
  18.  Aslına bakılırsa, son dönemlerde Alevilere dönük pek çok provokasyonun bu anlamda bir “test” olduğunu düşünmek gayet mümkün.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×