Anayasaların Ekonomi Politiği Üzerine

Anayasalar, egemenlik hakkını ve kullanımını, temel hakları ve özgürlükleri, ödevleri, bunların sınırlama koşullarını, siyaseti, devleti, toplum içinde devletin, devlet içinde iktidarın sınırlarını belirlerken, asıl olarak içinden çıktıkları toplumun maddi koşullarını, ilişkilerini ve ekonomi politiğini yansıtırlar. Anayasaların ekonomi politiği, doğrudan ya da dolaylı anayasa hükümleri üzerinden okunabileceği gibi, anayasa koyucu sürecin de içinde bulunduğu anayasal bütünsellik üzerinden okunması daha sağlıklı sonuçlar verir.  

Anayasalardaki kimi kuralların, tek tek okunduklarında anayasal bütünsellikten ve toplumsal ilişkilerden sapmalar göstermesi, anayasaların “yapı” ile aralarındaki bağı etkilemez. Kimi anayasa kuralları, zaman zaman bireysel ve toplumsal haklar yönünden olumlu yansıma gösterse de, ekonomik politik okuma geçerli kaldıkça bu yansımalar da onun etkileme alanından kurtulamaz. Bu etkileme, kuraldaki olumluluğu, ihmal edebileceği gibi uygulamada olumsuzluğa da dönüştürebilir.

Öte yandan, bir anayasa, hiçbir maddesi değiştirilmeden, farklı dönemlerde farklı kullanılabilir, farklı dönemlerdeki ekonomik ilişki oynamalarına yanıt verebilir. Anayasa yargısı yoluyla yapılacak anayasaya uygunluk denetimleri de bir anayasanın maddeleri değiştirilmeden ekonomi politiklerin renklerine uyumu sağlayabilir.

Her ne kadar “toplumsal sözleşme” olarak tanımlansa da, “bağlayıcı ve üstün” olsa da, dünyaya, ekonomi politiği dışlayarak, yalnızca anayasa metninden bakmak, yanıltıcı olur. Yine, farklı dönemlerin veya farklı ulusların anayasalarını, ekonomi politiklerini okumadan, metinler üzerinden karşılaştırmak, olumluluk-olumsuzluk ilişkileri kurmak da yanıltıcı olur.    

Anayasaların ekonomi politiği, “hukuka” ve “bağlayıcı ve üstün” hukuk metni olan anayasalara dünyadan, maddi gerçeklerden ve üretim ilişkilerinden bakılarak okunabilir.  Çünkü hukuk ve anayasa, aslında o maddi gerçeklerin ve ilişkilerin yansımasıdır. 1 Bu çalışma, Türkiye’de anayasaların ekonomi politiği üzerine kapsamlı bir araştırma-inceleme yazısı değildir. Yazdıkça büyüyen, karşılaştırmalı analiz yaptıkça derinleşen konuya, -eksikleriyle birlikte- kimi satırbaşlarıyla dikkat çekme amacına yöneliktir. Asıl amaç ise anayasalardan yaşama değil, yaşamın ekonomi politiğinden anayasalara bakma uyarısını yapabilmektir. 

Okumanın temel başlıkları 

Anayasaların ekonomi politiklerinin okunması üç ana başlığı ve dönemi içerir:

Anayasa koyucu süreç:

Anayasaların yapıldığı dönemin maddi yaşam koşulları, üretim ilişkileri, siyasal ve toplumsal ilişkiler, bu ilişkileri etkileyen tarihsel koşullar, anayasa yapım süreciyle doğrudan bağlantılıdır. Anayasalar, bu bağlantılardan koparılarak okunamaz. Çünkü anayasalar saptayıcı ve taşıyıcıdır. Sınıfların ve sınıfsal ilişkilerin anayasalara etkileri ve katılım koşulları ya da sürece hangi toplumsal kesimlerin katılıp, kimlerin dışlandığı da önemlidir. Bu süreç, yalnızca yeni anayasa yapımını değil, yürürlükteki anayasanın değişikliklerini de içerir.

Anayasaların sözü ve özü:

Anayasaların, sözcük dizilerinin sıralanmasıyla oluşan madde ve hükümleri, bunların anlamı, hangi konuyu nasıl düzenledikleri, buyruk, sınırlama ve yasakların kısmi veya hatta tam dökümü, anayasal ekonomi politiğin okunmasında ilk başvuru alanı olarak gözükmekle birlikte, bu bakış tek başına yeterli değildir. Hiçbir sözcük dizisi ya da anayasa hükmü, içinde bulunduğu anayasanın bütünlüğünden soyutlanarak okunamaz. Anayasal bütünlük, aynı zamanda özü de içerir. 2 Öte yandan, anayasalarda yazılanlar kadar yazılmayanlar, açık bırakılan alanlar da önemlidir.

Anayasaların kullanımı ve yorumu:

Anayasal bütünlük, toplumsal bütünlükten, hatta toplumun içinde bulunduğu küresel bütünlükten soyutlanamaz. Anayasa koyucu süreç, söz ve öz, ekonomi politiğin belirlenme alanını fazlasıyla yansıtmakla birlikte, uygulama, kullanım ve anayasal denetim sonucu ortaya çıkan yorumlarla ulaşılan somut durum görülmeden gerçekçi bir değerlendirme yapılamaz. Anayasaların, yasalara göre daha zor ve uzun süreçlerde değiştirilmesi uygulama sürecini okumayı daha anlamlı kılar. Burada dikkati çeken bir başka şey, aynı anayasa kurallarının değişik dönemlerde farklı uygulamalara ve yorumlara bağlı tutulabilmesidir. Bu farklılık, siyasal iktidarı oluşturan parti ya da (koalisyon dönemlerinde) partilerin politikalarına koşut olarak ortaya çıkabileceği gibi, anayasayı yorumlama yetkisine sahip olan Anayasa Mahkemesi’nin kararları ile de ortaya çıkar.

Tarihsel süreç: Başlangıç öncesi

19. yüzyıl, birçok başlıkla birlikte, hem 14. yüzyıldan gelen Osmanlı İmparatorluğu’nun, “anayasalı devlet” aşamasına ulaşması (1876) hem de bu anayasal başlangıcın Türkiye anayasa hareketlerine öncülük etmesi nedeniyle de öne çıkar. Senedi İttifak (1808), Tanzimat Fermanı (1839), Islahat Fermanı (1856), Adalet Fermanı (1875), 1876’daki Kanun-u Esâsi’ye (Anayasaya) gelişi açıklar, dayanağını oluştururlar.

Bu yolculuk, toplumsal itmelerden çok, dış etkenlere, yönetici sınıfları saran Batılılaşma isteklerine, gayrimüslimlerin hak ve taleplerini dış baskılar üzerinden karşılamaya, aynı zamanda iç karışıklıkların ve ayrılıkçı hareketlerin yatıştırılmasına dayanır; dış etkinin ağırlığını fazlasıyla taşır. Öyle ki, 1876 Anayasası, “Avrupalıların Osmanlı Devletinin artık kendi kendini yönetmekten aciz olduğunu ileri sürüp onu ‘vesayet’ altına almak istemelerinin sonucu” olarak da tanımlanır. 3 Bu saptamanın kısmen kırıldığı tarih ise 1908’deki II. Meşrutiyet’tir. 1876 Anayasa’sı, II. Meşrutiyet’ten sonra 1909’da kapsamlı değişikliğe uğramıştır. 4 

Korkut Boratav, 1908’e devredilen ve 1920’ler Türkiye’sine de yansıyan Osmanlı ekonomik mirasının ana özelliğini “yarı-sömürgeleşmiş bir toplum yapısı” olarak tanımlarken, Mears’ın şu saptamasını aktarır:

“Yabancı sermayenin etki alanının Osmanlı İmparatorluğu’ndan daha geniş olduğu bağımsız bir devlet herhalde yoktur. Bu miras, sadece ekonomik girişimleri ilgilendirmekle kalmaz, Türkiye’nin politik ve toplumsal hayatının tümüne etkilerini yayar… Siyasî denetim sağlamanın en güvenceli ve en basit yöntemlerinden biri sermaye kaynakları üzerinde egemenlik sağlamaktır. Eski Osmanlı İmparatorluğu, şaşılacak derecede dış malî çıkarlara ipotek edilmiş durumda idi.” 5 

Osmanlı tablosunu, Bülent Tanör’den, “Uluslararası Sosyalist Hareketten Çıkan Genel Tezler” başlığı altında yaptığı aktarmalardan, özetlediğimizde sonuç daha net ortaya çıkmaktadır. Buna göre, Osmanlı İmparatorluğu “feodal bir egemenlik” temeli üzerine kurulu (Dimitrof) olup, son döneminde sosyal yapı “yarı sömürge” bir nitelik almıştır (Lenin). Abdülhamit rejimi, Avrupa’daki “en gerici istibdat rejimlerinden biri”ni sergilemiş (Lenin), uluslararası sosyalist hareket 1908 devrimini “sevinçle karşılamış ve selamlamış”; bu olay, İmparatorluğun “bütün halkları için özgürlük rejimlerinin kapısını açacak nitelikte” sayılmıştır (Uluslararası Sosyalist Büro). Ne var ki bu, “cılız bir burjuvazinin güçsüzlüklerini yansıtan bir harekettir. Geniş halk kitleleri demokratik amaçlar uğruna seferber edilebilmiş, kitlelerde bağımsızlık ruhunu uyandıracak işlere girişilmiş değildir. Kısacası bu bir ‘yarım zafer’dir ve ‘burjuva demokratik dönüşüm’ tamamlanmamıştır” (Lenin). 6 İşte bu tablo, Osmanlı’nın ilk ve son anayasasının da (1876) tablosudur. 1876 Anayasası’nın birinci döneminde, Meclisi Mebusan’a işçilerin girememesine, mülk sahiplerinin oy ve üye ağırlığına, sermaye lehine istemlere karşın bu dönem burjuva sınıfının zayıflığı ve padişah yetkilerinin kısıtlanamamasıyla bir arada değerlendirilmelidir. Birinci dönemde “feodal-dinsel” bütünlüğün kırılamaması, 1908’den sonraki ikinci dönemde daha güçlenmiş bir burjuva hareketinin de tetikleyicisi olmuştur. Bu tetiklemenin bir başka özelliği ise yeni dönemde “özgürlükçü ve antiemperyalist” düşüncelerin yayılmasıdır ki bu özellik aynı zamanda “başlangıç öncesi” dönemden “başlangıç” dönemine geçişin de dayanağı olmuştur. 7     

Başlangıç

Yine Bülent Tanör’ün “sosyalist anayasal gelişme” tezlerindeki aktarmalarından yürürsek, Türkiye, “sömürge ve yarı sömürge ülkelerdeki” güçlenen “kurtuluş hareketleri” (Lenin) dışında kalmayacaktır (Dimitrof). Kemalist hareket “burjuva-devrimci” nitelik taşıyacak (Stalin) ve “Türkiye, emperyalizme karşı doğu halklarını etrafında toplayacaktır (Lenin).

1919’da “kurtuluş” adımıyla başlayan, işgal kuvvetlerince İstanbul’un işgaliyle ve Meclisi Mebusan’ın kapatılmasıyla, savaş ortamında 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi’nin ve Hükümeti’nin kurulmasıyla devam eden süreç, 1921 Anayasası’nı getirmiştir. Bu anayasa, Ankara Meclis ve Hükümeti’nin “Kurtuluş Savaşı”nı sürdürmesinin, savaşla birlikte yaşamanın,  diğer deyişle olağandışı koşulların anayasası olarak tarihe geçmiştir. Hem savaş hem de kuruluş anayasası olmuştur. “Feodal-dinci gericiliğe karşı burjuva-cumhuriyetçi” anayasa olarak tanımlanmıştır. 8 Yapılan tek değişiklik, 29 Ekim 1923 günü ilan edilen “Cumhuriyet”in, aynı gün anayasal güvence altına alınmasıdır. Bu anayasa, egemenliği “millet”e, idare usulünü “halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esası”na, yürütme yetkisini Büyük Millet Meclisi’ne (BMM) teslim ederken, bütünüyle “kurtuluş ve kuruluş”un yönetimini üstlenmiştir. Ekonomi politiği de -bu alanda hüküm içermeksizin- zor ve sınırlı koşullarda kurtuluş ve kuruluşun yaşama geçirilmesi üzerine kurulmuştur.

1921 Anayasası’nda, birey ve toplumun hak ve özgürlükleri, ödevleri ile yargı denetimi düzenlenmemiştir. 1876 Anayasası da yürürlükten kaldırılmamış, 1921 Anayasası’na aykırı olmayan hükümleri geçerli sayılmıştır. Bunun bir başka anlamı, 1921 Anayasası ile başlayan dönemin, 1924 Anayasası’nın yürürlüğe girmesine kadar “çift anayasa”lı olmasıdır. 9 Bu yönüyle 1921 Anayasası, 1876’nın özelliklerinin, diğer deyişle yukarıda değindiğimiz “burjuva” niteliğinin Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna taşıyıcısı olmuştur. Bu dönemde, bir yanda sermaye yanlısı politikalar, diğer yanda savaş dönemi koşullarında kaynak toplayarak “sınırlı varlığı”nı Kurtuluş Savaşı’na harcayan “bütçe politikası” olmak üzere iç içe geçmiş ekonomi politikalarının varlığını saptamak çelişkili düşmeyecektir.

Cumhuriyet’in ilanından hemen sonra hazırlanarak yürürlüğe giren, “burjuva karakteri” taşıyan 1924 Anayasası, 10 hem “Başlangıç Dönemi”ni içerir hem de 27 Mayıs 1960’a kadar devamı sağlar. Bu anayasanın temel özelliklerinin başında, 1921 Anayasası’nın “olağandışı” koşullarından, “Kurtuluş” ve “Cumhuriyet İlanı”ndan sonra, olağan koşullarda hazırlanıp kabul edilmesi gelir. 1938 yılına kadar beş kez değiştirilmiş, 11 bundan sonra, dil geliş-gidişi 12 dışında, değiştirme gereği duyulmamıştır.

Devam

Devam durumunu, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti tarihi içindeki “ekonomik dönemler”le birlikte değerlendirmek anlamlı olacaktır. Boratav’ın ekonomik dönemlendirmeleri 13  esas alınarak hazırlanan Çizelge-1’de de görüleceği gibi, anayasalar, ekonomik dönemleri ve ilişkileri değil, ekonomik dönemler ve ilişkiler, siyasal ve toplumsal ilişkilerle birlikte anayasaları belirlemekte ve etkilemektedir. İlişkilerden anayasaya doğru yönelen bu etkilemenin biçimsel sonuçları ya yeni anayasa yapılması ya da yürürlükteki anayasanın değiştirilmesi olarak ortaya çıkmaktadır. Çizelge-1, öncü olanın anayasa değil, ekonomik ve toplumsal ilişkiler olduğunu açık ve net özetlemektedir. Anayasa, tıpkı devlet gibi, bu ilişkiyi “sağlama alma” ve “taşıma” sorumluluğunu üstlenmektedir.

Özellikli sancılı siyasal geçiş dönemlerinde, yürürlükteki anayasalar ya da bu anayasaların kimi hükümleri askıya alınmakta, ardından yeni anayasa yapılmaktadır. Burada dikkati çeken husus, yürürlükteki anayasanın askıya alındığı ve yeni anayasa yapıldığı bu dönemlerdeki özellikli ve/veya sancılı durumun toplumsal ve siyasal emareler göstermesi, ancak ekonomi tarihinde yapılan dönemlendirmelerin de içinde kalmasıdır. Boratav’ın dönemleriyle eşleştirildiğinde, 1921 Anayasası, “devrim ve savaş yılları: 1908-1922”  dönemi içinde; 1924 Anayasası, “açık ekonomi koşullarında yeniden inşa: 1923-1929” dönemi içinde; 1961 Anayasası, “tıkanma ve yeniden uyum: 1954-1961” dönemi içinde, 1982 Anayasası da “sermayenin karşı saldırısı: 1980-1988” dönemi içinde yapılmış ve kabul edilmiştir. Dolayısıyla, her anayasaya içinde bulunduğu dönemin adını vermek, ekonomi politik ve anayasa buluşmasını da tanımlamış olacaktır.

 

Ekonomik Dönemler ve Anayasalar Çizelgesi – 1

Ekonomik Dönemler (ve özellikli tarihler)

Anayasalar

Değişiklikler

Devrim ve savaş yılları: 1908-1922

(23 Nisan 1920)

1876*

 

 

1921*

1909

1914 (2 kez)

1916 (4 kez)

Açık ekonomi koşullarında yeniden inşa: 1923-1929

(29 Ekim 1923)

1921

1924*

1923

1928

Korumacı-devletçi sanayileşme: 1930-1939

1924

1931

1934

1937 (2 kez)

Bir kesinti – İkinci Dünya Savaşı: 1940-1945

1924

Dünya ekonomisi ile farklı bir eklemleme denemesi:

1946-1953

1924

Tıkanma ve yeniden uyum: 1954-1961

(27 Mayıs 1960)

1924

Geçici Yasa**

1961*

 

İçe dönük, dışa bağımlı genişleme: 1962-1976

(12 Mart 1971)

1961

1969

1970 (2 kez)

1971 (2 kez)

1973

1974

Yeni bunalım: 1977-1979

1961

Sermayenin karşı saldırısı: 1980-1988

(24 Ocak 1980 ve 12 Eylül 1980)

1961

Anayasa Düzeni

Hakkında Yasa***

1982*

 

 

 

1987

Finans kapitale teslimiyet ve popülizme aksak dönüş: 1989-1997

1982

1993

1995

Kesintisiz IMF gözetimi ve krizler: 1998-2009

1982

1999 (2 kez)

2001 (2 kez)

2002

2004

2005 (2 kez)

2006

2007 (3 kez)

Sermayenin sınırsız hükümranlığı:  2010-2013****

1982

2010

2011

 

*   Yeni anayasalar: 1876, 1921, 1924, 1961, 1982.

** 27 Mayıs 1960’dan sonra, Millî Birlik Komitesi kararıyla kabul edilen 12.6.1960 tarihli Geçici Yasa ile 1924 Anayasası’nın kimi hükümleri kaldırılmış, kimi hükümleri değiştirilmiştir.

***  12 Eylül 1980’den sonra, Millî Güvenlik Konseyi kararıyla kabul edilen Anayasa Düzeni Hakkında Yasa ile MGK, yasama ve yürütme görevini üstlenmiş, 1961 Anayasası’nın uygulanmayacak maddeleri sayılmıştır.

****        Boratav, Kasım 2012 (17. Basım) çalışmasında, “kesintisiz IMF gözetimi ve krizler” dönemini 1998-2009 olarak göstermiş, 2009’dan sonrasını devam ettirmemiştir. Konuşmalarında, hem IMF gözetiminin hem de krizler döneminin, AKP’nin 2009-2013 dönemine yansımalarının devamından söz etmekle birlikte, son dönemin, “büyük sermayenin sınırsız hegemonyası” olarak tanımlanabileceğini de belirtmektedir. Çizelge 2013’e taşınırken 2010-2013 dönemi için aynı tanımlama yeğlenmiştir.

 

 

 

 

1921, Genç Osmanlı burjuva-demokratik hareketiyle bağlantılı olarak, Kurtuluş Savaşı yıllarının anayasası olmuştur. Bu anayasanın özellikleri öncelikle, Osmanlı yönetiminin dışında bir “yönetim anayasası” olması, Kurtuluş Savaşı’nın ve savaş ortamındaki toplumun sınırlı ekonomik olanaklarla yönetimi için BMM ve Hükümeti’ne geniş yetkiler tanıması,  sınırlı ve güçsüz ekonominin bir sonraki, “açık ekonomi koşullarında inşa” dönemine geçişini ve eşgüdümü sağlayacak devleti kurması, Cumhuriyet ilanına zemin hazırlaması olarak sıralanabilir. Ekonomi politiği de, Osmanlı’dan devraldığı “eksik kalmış burjuva demokratik devrimi”, ağır yoksulluk koşullarıyla birlikte, ağır-aksak da olsa, engellerle de karşılaşsa, devam ettirip sonraki döneme taşıması olarak tanımlanabilir. 1921 Anayasası,  kıt kaynakları ve sınırlı insan gücünü kurtuluşa ve kuruluşa aktarma gücüne sahip olurken, maddi ekonomik koşul ve ilişkileri kapitalizmi rahatsız etmeden sürdürebilme, hatta “vurgun ve karaborsaya” dayalı birikimi engellememe esnekliği taşımıştır.

1924 Anayasası, “açık ekonomi koşullarında yeniden inşa” (1923-1929), “korumacı-devletçi sanayileşme” (1930-1939), “bir kesinti – İkinci Dünya Savaşı” (1940-1945), “dünya ekonomisi ile farklı bir eklemleme denemesi” (1946-1953), “tıkanma ve yeniden uyum” (1954-1961) 14 gibi, farklı dönemlerde uzun süreli yaşayarak, anayasa tarihi ve hareketleri konusunda hatırı sayılır özelliklere sahip olmuştur. Bir anayasanın kapsamlı değişiklikler geçirmeden, ekonomiye, siyasete ve toplumsal yaşama uyumunun ender örneklerinden biridir. Burjuva demokrasisinin hareketlerine uyum sağlama anlamında, ekonomi politiği sorun yaratmayan bir anayasa olarak da tanımlanabilir.

1924 Anayasası’nda 1937 yılında yapılan değişikliklerden ikisi önemlidir. Birincisi, kuruluşla başlayan “dinsel tutuculuğu” ve “emperyalizm işbirlikçiliğini” temizleme girişiminin anayasaya yansıması olan “laiklik”; ikincisi ise “çiftçiyi toprak sahibi yapma ve ormanları Devlet tarafından idare etme” girişimidir.

1946’da başlayan “dünya ekonomisine farklı eklemlenme”yle birlikte, “emperyalizmin işbirlikçisi” bir rejimin işlevi aynı anayasa ile yürütülmüştür. Bu işbirliğinin somut birliktelikleri olan Dünya Bankası (DB), Uluslararası Para Fonu (IMF) ve NATO üyelikleri bu anayasa altında gerçekleştirilmiştir. 1924 Anayasası, “tek partili” dönemin de “çok partili” dönemin de anayasası olmuştur. Ekonomik ve sosyal hak düzenlemelerine yer verilmemesi, farklı siyasal iktidarların aynı anayasa ile devamını kolaylaştırmıştır. 1924 Anayasası, hem “korumacı-devletçi” hem “liberal-piyasacı” ilişkilerin egemenliğine hem de ABD’nin “siyasal ve askeri yayılmacılığı”yla işbirliğine hizmet etme “marifeti”ni göstermiştir. Bu anayasa, 1961 ve 1982 Anayasalarındaki “anayasa yargısı yoluyla” koruma gücüne sahip olmamıştır.

1961 Anayasası

1961, 1954’te başlayan “tıkanma” sürecinden “yeniden uyum”a geçişin anayasasıdır. 15 27 Mayıs 1960 günü radyodan okunan ilk “Türk Silahlı Kuvvetleri” bildirisinde, “demokrasinin içine düştüğü buhran”, “son üzücü olaylar” ve “kardeş kavgasına meydan vermeme” amacıyla Türk Silahlı Kuvvetleri’nin memleketin idaresini ele aldığı, girişimin “hiçbir şahsa veya zümreye karşı olmadığı” belirtilmiş; kısa bildiriye “NATO’ya inanıyoruz ve bağlıyız, CENTO’ya da bağlıyız” sözcükleri de eklenmiştir. 16 Uluslararası bağlantılar, dolayısıyla IMF ve DB ilişkileri devam etmiştir. 14 Haziran’da, Millî Birlik Komitesi tarafından yürürlüğe konulan Geçici Kanun ile 1924 Anayasası’nın TBMM, seçim, Cumhurbaşkanı, yürütme, Yüce Divan, anayasa değişikliği gibi egemenlik kullanımı ve yönetime ilişkin kuralları dışında yürürlükte olduğu belirtilmiş, böylece 1924 Anayasası’nın ekonomi politiğinin devamı sağlanmıştır.

 1961 Anayasası, temel hak ve özgürlüklerin genişletilmesi, toplum içinde devletin, devlet içinde iktidarın sınırlandırılması, kuvvetler ayrılığı ilkesi, üniversite özerkliği, Anayasa Mahkemesi denetimi gibi özellikleriyle öne çıkarken, toplu iş sözleşmeli ve grevli, sendikal hak düzenlemesiyle de çalışma yaşamına girmiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrası, sosyalist deneyim ve denge durumunun yadsınamayacak etkisiyle de ortaya çıkan demokratikleşme hareketlerinin 17 Türkiye’deki yansıması olan bu anayasayla, “ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmayı demokratik yollarla gerçekleştirmek; bu amaçla, ulusal tasarrufu artırmak, yatırımları toplum yararının gerektirdiği önceliklere yöneltmek ve kalkınma planları yapmak” ödevi devlete yüklenerek, “planlı kalkınma” dönemine anayasal adım atılmıştır. 18 Böylece, 1930’ların öncü sanayi planları deneyiminin, 1940’lar ve 1950’lerdeki kesintinin ardından, bütünsel planlama anlayışıyla anayasal güvenceye alınması sağlanmıştır. 19 

1961 Anayasası, “kapitalist olmayan kalkınma yolu”nu, “işçi sınıfının ve onun öncülüğü etrafında toplanmış, emeğiyle yaşayan bütün yurttaşların” iktidara yürümesini öngören bir sosyalist siyasi örgütlenmenin, Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP), TBMM’de temsil edilmesinin de olanağını yaratmıştır. TİP, Meclis’te küçük bir partinin nasıl yüksek nitelikli bir yasama/denetim savaşım verebileceğinin gösterilmesi, yeni kurulan Anayasa Mahkemesi’nin, iptal davaları ve bu davaların dilekçelerindeki fikirlerle beslenmesi gibi birçok konuda öncü ve yol gösterici olabilmiştir.

1961 Anayasası’nın özünde “kapitalizmin ekonomi politiğini” koruma kaygısını taşıdığını gösteren önemli Anayasa Mahkemesi kararlarından biri yine bir TİP davası ile ortaya çıkmıştır. Anayasa Mahkemesi, anayasanın sözünde yer almayan, ancak İş Yasası’nda yer alan “lokavt”a, anayasal uygunluk yolunu açmıştır. Ekonomi politik okumanın önemli başlıklarından biri olan “vergi, resim ve harç”ların, “kanunun belli ettiği yukarı ve aşağı hadler içinde kalmak, ölçü ve esaslara uygun olmak şartıyla, muafiyet ve istisnalarıyla nispet ve hadlerine ilişkin hükümlerinde değişiklik yapma” yetkisinin Bakanlar Kurulu’na verilmesinin yolu da Anayasa Mahkemesi uyarısıyla açılmıştır. 1971’de Anayasa’ya giren bu kural, 1982’de de devam etmiştir. 20 1961 Anayasası değişikliklerinde yer verilmeyen lokavta ise, 1982 Anayasası’nda yer verilmiştir.

1971 yılına kadar sınırlı üç değişiklik geçiren 1961 Anayasası, 12 Mart 1971 askeri muhtırasından sonra dört kez ve kapsamlı değişikliğe uğramıştır. “İçe dönük, dışa bağımlı genişleme” döneminin orta sonlarına rastlayan bu 1971 sonrası değişiklikleri, hak ve özgürlük sınırlaması ve güçlü yürütmeye geçişle, 1982 Anayasası’nın da dayanağı olmuştur. 1961’de “çalışanlar”a tanınan sendika kurma hakkı, “işçiler” olarak değiştirilmiş, “işçi niteliği taşımayan kamu görevlilerinin” sendika kurma hakkı kaldırılmıştır. 1961 sonrasının “yaramaz çocuğu” TİP’in Genel Başkanı Behice Boran ve parti yönetiminin çoğunluğunun tutuklanması da (26 Mayıs), Parti’nin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılması da (20 Temmuz) 1971 tarihini taşır. 1961 Anayasası’nın demokratik dengeleri olan bir toplumsal ve siyasal düzeni tesis etme amacıyla kurduğu üst hukuk yapısı, antikapitalist ve antiemperyalist bir partinin TBMM’de temsili yolunu açarken, bu temsilin, kapitalist düzenin ve onun hukukunun sorgulanmasına yönelmesiyle birlikte, egemen güçlerin partinin kapatılmasını öngörmesi, siyasal yapının ekonomik yapıya uyarlanmasının en tipik örneklerinden biridir.

Konumuz yönünden 1961 Anayasası’nın özeti, hak ve özgürlükler ile çalışma yaşamını demokratikleştiren ve sendikal hakları pekiştiren özelliklerine karşın, kapitalist sistemin pürüzsüz yolculuğunun önünü açmasıdır. Ki bu yolculuk, on yıl sonra, siyasi hakların ekonomik gelişmenin önüne geçtiği gerekçesiyle,  hak ve özgürlüklerin üzerine şal örtülmesi harekatını da beraberinde getirmiştir.             

1982 Anayasası

1982, sermayenin, 24 Ocak 1980 kararlarıyla başlayan, 12 Eylül 1980 darbesiyle pekişerek devam eden “karşı saldırısı”nın kurumsallaşma ve kurallaşma anayasasıdır. Güçlü yürütmeye dayalı devlet otoritesi, hem karşı saldırıyla bütünleşerek yeniden yapılanmayı gerçekleştirmiş, hem de emekçiler ve geniş halk kesimleri üzerindeki baskıyı, hukukuyla ve uygulamasıyla yaşama geçirmiştir.  Bu anayasanın kabulüyle birlikte, 1983’ün sonunda iktidar koltuğuna “tek parti” olarak oturan ANAP, 1980-1983 dönemindeki dış destekli askeri darbe saldırısının gereklerini, yani daha fazla kurumsallaşmayı ve kurallaştırmayı, 21 anayasada -siyasal haklar dışında- değişiklik yapmadan 22 yerine getirmiştir.

ANAP ile pekişen, “finans kapitale teslimiyet” 1991 sonunda başlayan koalisyonlar döneminde, “popülizme aksak dönüş”le birlikte 1998’e kadar devam etmiştir. Koalisyonlar döneminin ilk anayasa değişikliğinin, “radyo ve televizyon istasyonları kurmak ve işletmek” serbestliği olması (1993), 23 tam da kapitalizmin ekonomi politiğinin anayasaya yansıması örneğidir. Ekonomik entegrasyonun gerçekleştirilmesinde radyo ve televizyon serbestliği, hukuksal serbestlikle birlikte, teknik sınırların kaldırılmasına tipik örnektir. Bu serbestlik, ulusal ve uluslararası sermayenin radyo televizyon dünyasına girmesinden daha öte, reklama, propagandaya, üretim-tüketim ilişkisine, sermaye egemenliğinin sürekliliğine, halka “aynı gemideyiz” yanılsamasının dayatılmasına, halkı oyalayarak düzen lehine yönlendirmeye, kültürel değerleri ve sınıfsal savaşımı unutturmaya kadar geniş anlamlar taşır. Aynı dönemde yapılan 1995 değişiklikleri ise doğrudan ekonomiye el atmasa da “popülizme aksak dönüş”ün emarelerini yansıtır. 24 

Koalisyon hükümetleriyle devam eden ve 2002 sonunda AKP tarafından devralınan “Kesintisiz IMF gözetimi ve krizler” (1998-2009) dönemi, Çizelge-2’de görüldüğü gibi, 1982 Anayasası’nın, en fazla değişiklik girişimine ve değişikliğe uğradığı dönemdir. 1982 Anayasası için 23 kez Anayasa değişikliği girişiminde bulunulmuş, bunlardan, 17’si bu dönemde yapılmıştır. 17 girişimin 4’ü DSP-MHP-ANAP Koalisyonu tarafından, 13’ü AKP tarafından yapılmıştır. Koalisyon iktidarının 4 girişimi de kabul edilerek yürürlüğe girdiği halde, AKP’nin 13 girişiminin 9’u kabul edilerek yürürlüğe girmiş, 3’ü Cumhurbaşkanı (Ahmet Necdet Sezer) tarafından geri çevrilmiş, 1’i ise Anayasa Mahkemesince iptal edilmiştir.

 

 

1982 Anayasası Değişikliklerinin Ekonomik Dönemlere Göre Dağılımı Çizelgesi – 2

Dönem

Siyasal

İktidar

Değişiklik girişimi sayısı

Yürürlük

Cumhurbaşkanı

İade

Halkoyalaması ret

Anayasa Mahkemesi

iptal

Sermayenin karşı saldırısı:

1980-1988

ANAP

2

1

1

Finans kapitale teslimiyet ve popülizme aksak dönüş:

1989-1997

ANAP

DYP-SHP

DYP-CHP

1

1

1

1

Kesintisiz IMF gözetimi ve krizler:

1998-2009

DSP-MHP-ANAP

AKP

4

13

4

9

3

1

Sermayenin sınırsız hükümranlığı:  2010-2013

AKP

2

1

1

 

AKP öncesi dönem toplamı

8

7

1*

 

AKP dönemi

15

10

4

1

 

1982 Anayasası değişiklikleri toplamı

23

17

4

1

1

 

*Yerel seçimlerin erkene alınmasına ilişkin Anayasa değişikliği Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından geri çevrilmiştir.

 

 

 

1982 Anayasası değişikliklerinde AKP, 23 girişimden 15’ine, yürürlükteki 17 değişiklikten 10’una imza atarak ağırlığını koymuştur. AKP’nin, bu değişiklikleri 1982 Anayasası’nın otuz yıllık yaşamının son on yılına sığdırması, yirmi yılda toplam 58 maddede değişiklik yapılırken, AKP’nin on yılında 59 maddede değişiklik yapması ayrıca anlamlıdır.    

“Kesintisiz IMF gözetimi ve krizler dönemi”nin siyasal özelliği, 1980’li yıllardaki ANAP’ın tek parti iktidarından sonra 2000’li yıllarda AKP’nin tek parti iktidarı dönemi olmasıdır. ANAP sonrası koalisyonlar döneminden tekrar tek parti dönemine dönüştür. Buna, Milli Güvenlik Konseyi ve ANAP dönemi dönüşüm sürecinin, AKP’nin İslamcılık, piyasacılık, keyfilik ve her türlü gericilik renkleriyle donanmış “Cumhuriyet karşıtı dönüşü” süreciyle tamamlanması da denilebilir.

1998’le başlayan “kesintisiz IMF gözetimi ve krizler dönemi”, “farklı hükümetler tek siyaset” dönemi olarak da adlandırılmaktadır. 25 Bu dönemin anayasa değişiklikleri, “Devlet Güvenlik Mahkemeleri”nde asker üyelerin yerine sivil üye atanması, daha sonra bu mahkemelerin anayasadan çıkarılması, siyasi partileri kapatma davalarında nitelikli çoğunluk,  temel hak ve özgürlüklerin katı sınırlamasının esnetilmesi, anayasanın geçici 15. maddesiyle anayasa yargısı dışında tutulan yasaların denetim kapsamına alınması, milletvekili seçilme yeterliliğinin AKP Genel Başkanı Erdoğan için değiştirilmesi, ölüm cezalarının anayasadan çıkarılması, usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası anlaşmaların esas alınması, RTÜK düzenlemesi, bütçe sistemi ve denetiminin yeniden düzenlenmesi, milletvekili seçilme yaşının otuzdan yirmi beşe indirilmesi, Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçimi gibi sosyal, siyasal ve hukuksal alanlara dağılmıştır. 2001 değişiklikleriyle, temel hak ve özgürlüklerde İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi ilkelerine uyum sağlanmıştır. Gerekçede, değişikliklerin, “Avrupa Birliğine tam üyelik için gerekli ekonomik ve siyasi kriterleri karşılamak, kamuoyu beklentileri doğrultusunda çağdaş-demokratik standartlara ve evrensel normlara uygun, insan hakları ve hukukun üstünlüğünü ön plana çıkaran bir anayasaya ulaşmak üzere” yapıldığı belirtilmiştir. Kapsamlı ve uzlaşmaya dayalı bu anayasa değişikliklerinin, dış etkilerle birlikte, siyasetin iktidara geniş katılımı denilebilecek koalisyon döneminin ürünü olduğu da anımsanmalıdır. 

“Kesintisiz IMF gözetimi ve krizler” döneminin anayasal yapısını, tıpkı “farklı hükümetler tek siyaset” nitelendirmesi gibi “farklı anayasal düzenlemeler tek siyaset” olarak özetlemek olanaklıdır. Bu dönemin değişikliklerine, uluslararası egemen güçler ile 57. Hükümet koalisyonu ve AKP nezaret etmiştir.  Ama AKP dönemine özgü renklerin karışımı baskın olmuştur.

Bir dünya sistemi olarak kapitalizmin, uluslararası kurumları ve sistemin egemen ülkeleri/ülke entegrasyonları üzerinden, baskın ilişkiler ağı kurarak, anayasalara doğrudan el atmasının tipik örneklerinden biri 1999 anayasa değişikliğidir. Bu baskınlığın, anayasa ekseninde ekonomi politik alana yansıması, 1999’da DSP-MHP-ANAP döneminde, iki ana konuda gerçekleşmiştir. Bunlardan biri “ulusal ve uluslararası tahkim”, diğeri ise “özelleştirme”dir. Birincisi, anayasaya göre, “bağımsız mahkemeler” tarafından “ulus adına” kullanılan yargı yetkisi alanının dışına çıkılmasıdır. Yargıyı devre dışı bırakan bu değişiklik, uluslararası baskıyla yapılmıştır. Kapitalizme teslimiyetin önündeki yargısal denetim engeli, anayasa değişikliğiyle temizlenmiştir. İmtiyaz şartlanma ve sözleşmelerini incelemek, Danıştay’ın inceleme yapacağı konular arasından çıkarılmıştır. Danıştay, düşünce bildirmekle görevlendirilmiştir. Böylece, 1961 Anayasası ile getirilen, 1982 Anayasası ile devam eden “imtiyaz şartlanma ve sözleşmelerini incelemek” görevi, 1999 değişikliğiyle terk edilerek 1924 Anayasası’ndaki “düşünce bildirme” görevine tekrar dönülmüştür.   

Özelleştirme ise, 1982 Anayasası’nın özgün metninde ve sonraki değişikliklerde yer almamış; ancak, Anayasa Mahkemesi’nin, “devletleştirme”ye koşut yorumu ile anayasaya uygun bulunmuştur. 1999’da anayasaya girmesi, Anayasa Mahkemesi’nin yorumu ile anayasaya uygun bulunan özelleştirmenin, anayasal koruma altına alınması ve yoruma dayalı farklılıkların ortadan kaldırılması amacına yöneliktir. Böylece, özelleştirme ilk kez anayasal dayanağa kavuşturulmuştur. 

“Sermayenin sınırsız hükümranlığı” (2010-2013) döneminde en önemli anayasa değişikliği, 2010 anayasa değişikliğiyle yapılan ve başta Anayasa Mahkemesi olmak üzere tüm yargıya yayılan “güdümlü yargı” operasyonudur. Kapitalizmin önündeki tüm engeller temizlenirken, kapitalizmin krizi için yapılanlar, sermayeye kaynak aktarımı, devletin ticarileştirilmesi yolları da, teslim alınan yargının emin ellerine bırakılmıştır. Yerelleşerek en ücra köşelere el atma, kentsel dönüşüm, kamu kaynaklarının özele devri, kamuda ticarileşme-şirketleşme, Meclis’i devre dışı bırakarak KHK’lerle devlet organizasyonunda ve kamu düzeninde kapsamlı değişiklikler yapma gibi değişiklikler Anayasa Mahkemesi’nin “uygunluk onayı”nı rahatlıkla almıştır. Bu döneme, anayasanın ihmal ve ihlaliyle birlikte, anayasal denetimin uyumlulaşmasıyla, “varlığı ya da yokluğu fark edilmeyen anayasalı dönem” demek yerinde olacaktır.

Ortak noktalar

1924, 1961 ve 1982 Anayasalarında da dikkati çeken önemli husus, farklı ekonomik dönemler içindeki ekonomik, sosyal ve siyasal politikaların, farklı ya da aynı siyasal yönetimlerce aynı anayasayla uygulanmasıdır. Başka bir deyişle, her üç anayasa da yürürlükte oldukları dönemlerde, farklı ekonomik dönemlerin taşıyıcısı olmuşlardır.

Kapitalizmin ekonomi politiğini anayasa yoluyla koruma, yalnızca anayasaların söz ve özleriyle değil, anayasa yargısı yoluyla da desteklenmiştir. Parlamentoların anayasanın bağlayıcılığı ve üstünlüğü ilkesi içinde çalışmasını denetleyerek, demokratik toplum düzeninin en etkin denetim aracı işlevini üstlenmesi gereken ve 1961 Anayasası ile Türkiye’ye giren “anayasa yargısı”nın, üst yapı kurumlarının rolü dışında sahne alması beklenemez. Yasalardaki açık anayasa ihlalleri dışındaki kimi istisnai yorumlar, Anayasa Mahkemesi’nin, anayasaların kapitalizme koşut ekonomi politiğini koruma ana rotasını hiç değiştirmemiştir. “Yasaların anayasaya uygunluğu” ilkesi esas alınmıştır. 1961 döneminin “lokavt”, 1982 döneminin “özelleştirme” kararlarında olduğu gibi, anayasalarda yer almayan konulara anayasal dayanak bulunabilmiştir. Anayasa kurallarının farklı dönemlerde farklı yorumlanmasını sağlayan kararlar da Anayasa Mahkemesi’nin “koruma sayfası”na yazılmıştır. Mali hükümlerde fark olmadığı halde, 1961 döneminde bütçe dışı “kamu fonu” düzenlemelerini anayasaya aykırı bulan Anayasa Mahkemesi, 1982 döneminde bu tür düzenlemeleri anayasaya aykırı bulmamış, “denetim süreçlerinin yıpranmasına” da neden olan fonlara anayasal dayanak yaratmıştır. 26 

1961 Anayasası ile başlayan, anayasa yargısıyla anayasal denetime karşın, parlamentodaki sayısal çoğunluğu çıkar amaçlı kullanan siyasal iktidarlar, anayasaya aykırı yasa çıkarmaktan vazgeçmemişlerdir. Parlamentonun denetimi, sayısal çoğunluğa feda edilirken, Anayasa Mahkemesi’nin, ekonomi politiği bozmayan dengesine karşın verdiği iptal kararları AKP’yi öylesine rahatsız etmiştir ki, bu kez Anayasa Mahkemesi’ne el atılmıştır. 2011 yılına kadar, KHK düzenlemesine ilişkin yetki yasalarını ilkesel bir denetime tabi tutan yeni Anayasa Mahkemesi, AKP’nin 2011’deki Yetki Yasası’nı, tüm esnekliğine karşın anayasaya aykırı bulmamıştır. Sonra da bu esnekliğin KHK’lere yansıyan hükümlerini kısmen ayıklamaya girişmiştir. Yeni Anayasa Mahkemesi’nin bir başka dönüşü ise, esnek laiklik yorumu olmuştur.   

1961 ile anayasaya giren planlama, 1982 Anayasası ile sürdürülmüştür. Ama “sermayenin karşı saldırısı” döneminin anayasası, planlama için 1961’den farklı bir çerçeve çizmiştir. 1961 Anayasası’nda, “temel haklar ve ödevler” kısmının “sosyal ve ekonomik haklar ve ödevler” bölümünde, “ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmayı demokratik yollarla gerçekleştirmek; bu amaçla, ulusal tasarrufu artırmak, yatırımları toplum yararının gerektirdiği önceliklere yöneltmek ve kalkınma planları yapmak” şeklinde dile getirilen planlama, 1982’de “malî ve ekonomik hükümler” kısmına yerleştirilmiştir. 27 Böylece, planlanma “temel haklar” korumasından çıkarılmıştır. Öte yandan, piyasa ekonomisi ve özelleştirmeye uygun bir farklılık da söz konusudur. Üretimi artırmak, fiyatlarda istikrar, dış ödemelerde denge gibi amaçlar planlamaya eklenmiştir. Önemli bir husus da 1961’de Devlet Planlama Teşkilatı (DPT), anayasal kurum olarak anayasada yer alırken, 28 1982’de “bu amaçla gerekli teşkilatı kurmak” sözcükleriyle yetinilmiştir. Nitekim DPT, “sermayenin sınırsız hükümranlığı” döneminde AKP’nin KHK’leriyle 2011’de kaldırılmış, planlama işleri “hizmet bakanlığı” bünyesine yedirilmiştir. 

 Anayasalar, “mülkiyet” ve “vergi” gibi iki ana konuyu düzenlemiş ve korumuştur. Bu alanlarda, “toplum yararı”, “mali güç, adaletli ve dengeli dağılım” gibi anayasal ilkeler konulsa da ne sınırsız mülkiyet hakkı, ne yer altı ve yerüstü kamu kaynaklarının özelleştirilmesi ya da piyasa hizmetine sunulması, ne rant paylaşımında büyük sermaye avantajı, ne de  “vergi yükünün dar ve sabit gelirlilerin, emekçilerin üstüne yıkılması” önlenebilmiştir; aksine kaynak paylaşımında ve gelir ve servetlerin yeniden dağılımında sermaye lehine aktarım düzenekleri korunmuştur. Anayasa hükümlerine karşın, devletin ekonomik artıktan dolaysız vergiler yoluyla aldığı pay azalmış; vergi sistemi, sermayeye vergi ayrıcalıkları, eşitsiz vergi yükü dağıtımı ve vergi gelirlerinin harcanmasında büyük sermayeye pay aktaran düzenekleriyle adeta “dev bir emme basma tulumbaya” dönüştürülmüştür.

 Bu ana başlıklar uygulama örnekleriyle değerlendirildiğinde 1924, 1961 ve 1982 Anayasalarının ortak buluşma noktası “kapitalizmin ekonomi politiği” olarak ortaya çıkmaktadır. Ne 1924 Anayasası dönemindeki “açık ekonomi koşullarında yeniden inşa” ve “korumacı-devletçi sanayileşme” dönemleri, ne de 1961 Anayasası’nın ilk on yılındaki demokratik özgürlük ve çalışma yaşamındaki gelişme dönemi, kapitalizmin ekonomi politiğinden sapma göstermiştir. Dahası, tüzük ve programlarında “sosyal demokrat” ya da “demokratik sol” olduğunu yazıp “sol parti” olduklarını beyan eden, halkın geniş kesiminin de “sol parti” olarak tanımladığı partilerin siyasal iktidara katıldıkları dönemlerde de kapitalizmin ekonomi politiği küçük esnemeler dışında değişmemiştir. Kapitalist sömürünün özü ise hiç değişmemiştir. “İşsizliği önlemeye elverişli ekonomik bir ortam yaratmak” için devlete gerekli önlemleri alma görevi yükleyen bir anayasa (1982/49. madde), sermayeye yedek emek ordusu yaratmak için işsizliğe engel olamadıkça, esnek ve güvencesiz çalıştırmaya, emeğe baskıya engel olmadıkça “sömürünün özüne hizmet” nitelendirmesinden kurtulamayacaktır. 

Anayasaların, dışarıdan etkilenmesi, 1876 ve 1961 Anayasalarında olduğu gibi yalnızca burjuva demokrasisi uyarlanmasıyla sınırlandırılarak anlatılamaz. Bu olsa olsa kimilerinin gözünde olumlulaştırmaya ve kapitalizmin uluslararası etkilerinin, anayasa hareketine etkilerini perdelemeye neden olur. Aynı perdeleme, 1982 Anayasası’na evet denilmesinde de yaşanmıştır. Anayasa’nın halkoylaması, 12 Eylül 1980’le gelen militarist yönetimden kurtulup, sivil ve demokratik yönetime gerekçesi üzerine oturtulmuştur. 

1982 Anayasası’nın 24 Ocak 1980 kararlarıyla başlayan “sermayenin karşı saldırısının” anayasası olduğu hep unutturulmaya çalışılmıştır. AKP’nin yeni anayasa girişiminin de “darbe anayasasından kurtulma” söylemi üzerine kurulması, aynı perdeleme gerekçesinin 2010’lu yıllara taşınmasından başka anlam vermez, yeni anayasanın “piyasacılık-gericilik” ekseninde emperyalizmin daha fazla güdümünde olacağı gerçeğini değiştirmez.

Anayasalar, kapitalist ekonominin ulusal-uluslararası ayrımı yapmaksızın tüm kurum ve kurallarının kabulünün yolunu açarak, hukuksal meşruiyete kavuşturulmasında önemli işlev üstlenmişlerdir. 1982 Anayasası’nın, uluslararası anlaşmaları kabul ve uygun bulmayı düzenleyen 90. maddesi bu konuda esnek yolları açmıştır. 

Kapitalist sömürünün özünü oluşturan “sınıflı toplum”, Türkiye’nin anayasa hareketlerinde hep var olmuştur. 1961 Anayasası’nın 4. maddesindeki, “egemenliğin kullanılması, hiçbir suretle belli bir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz”, 12. maddesindeki, “hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz” hükümleri, 1982 Anayasası’nın 6. ve 10. maddelerinde de aynen tekrarlanmıştır. Bu hükümler, mevhum-u muhalifinden okunduğunda sınıflı toplumun varlığının anayasal ifadesi olmak yanında, varolan sınıfsal imtiyazları görünmez kılmak işlevine de sahip olmuşlardır. İki anayasanın egemenlik maddelerinde (madde 4 ve 6) yer alan düzenlemenin, 1924’ün “egemenlik” maddesinde (madde 3) yer almadığı, eşitlik maddesinde ise (madde 69), “her türlü grup, sınıf, aile ve kişi ayrıcalıkları kaldırılmıştır ve yasaktır” şeklinde yer aldığı görülmektedir. 

Nitekim 1982 Anayasasında, siyasal partiler için “sınıf veya zümre diktatörlüğü”nü “savunmayı ve yerleştirme”yi amaçlamama sınırlaması yer alsa da, bu sınırlama “sermaye sınıfının hegemonyasını” 29 önlememiştir. “Kanun önünde eşitlik” ilkesiyle “toplumsal eşitsizlik” tescil edilmiştir. 

Sonuç

Genç Osmanlılar ile başlayıp, Türkiye’nin kuruluş dönemlerinden bugünlere hem yeni anayasalar hem de anayasa değişiklikleriyle gelen anayasa hareketleri, “kapitalizmle bütünleşme” ve “kapitalizmle devam”ın inişleri ve çıkışlarıyla birlikte tüm özelliklerini yansıtır ve taşır. “Sermaye-devlet”, “burjuvazi-bürokrasi” işbirliği de ara ara farklı renklere bürünse de anayasalarda hep yerini bulur. Anayasa sözünde adı doğrudan konmasa da, özünde hep “sınıflı toplumun” gerekleri ve burjuva sınıfının egemenliği korunur. 1921’in özellikli durumu dışında, yeni anayasalar ve anayasa değişiklikleri, topluma anlatılan gerekçeler ne olursa olsun “burjuvazinin iç çelişkisi”ni veya daha genel olarak, “toplumsal güç ilişkilerini” de yansıtır.        

Toplumsal güç ilişkilerinin nasıl ki devleti ve hukuku da sarması kaçınılmazsa, sınıflı toplumlarda egemen sınıfın bu sarma işleminde belirleyici olması da kaçınılmazdır. Sermaye, egemen toplumsal güç olarak, varlığını sürdürebilmek için kendi varoluş koşullarına uygun yapılar ister ya da yapı değişikliğine gereksinim duyar. Yeniden üretim ve dağıtım için kural koyucu süreci, kural koyucuları, kuralları, yargı dahil denetim mekanizmalarını etkiler, bunların düzenlenmesine veya değiştirilmesine dolaylı ya da dolaysız katılır. Bu alanda en etkili müdahale ise uluslararası ilişkilerden, kurumlardan ve kurallardan gelir.

Anayasalar da bu kural ve koşullardan soyutlanmaz/soyutlanamaz. Kapitalizmin ekonomi politiği, tüm gelişmeleriyle devletin organizasyonuyla birlikte hukuku ve anayasaları belirler. Anayasalar, kapitalizmin ekonomi politiğini yansıtırlar. Kendi başlarına, zamandan ve mekandan yalıtılmış varoluşları yoktur ve olamaz. Yansıttıkları ekonomi politik, kendi ekonomi politikleri olarak okunur. Anayasaların önemi ve özelliği, “bağlayıcı ve üstün” olmaları nedeniyle “üst yapı”nın, kapitalizmin ekonomi politiğine uyumunu sağlayacak önlemleri almak, güvenceyi sağlamaktır. Halkın yaşam koşullarının kısmen de olsa düzeltilmesi ya da sömürülen kitlelerin tavırlarının kırılması gibi nedenlerle başvurulan devlet kapitalizmi de, ekonomiye müdahale etse de kamu mülkiyeti üzerinden üretime katılsa da kapitalist-emperyalist ekonominin genel yasalarından soyutlanamaz, sömürgeciliğin niteliklerini değiştiremez. Devlet, egemen sınıf adına, yaptırım tehdidiyle, halktan belirli davranışlar ve sınırlamalar ister, bunun dayanağını da anayasada bulur.

Yeni Osmanlılar’dan devralınan, Cumhuriyet’in kuruluşundan bugünlere gelen anayasa hareketleri, kimi dönemlerde demokratik gelişmeye, sosyalleşmeye, hak ve özgürlük genişlemesine, çalışma yaşamına ve emek dünyasına olumlu katkılarda bulunma yollarını açsalar da, esas olarak kapitalizmin yeni koşullara ve uluslararası değişime uymasında ve kendini korumasında kolaylaştırıcı rolde olmuşlardır. Statik kaldıkları dönemlerde dahi kapitalizmin ekonomi politiğinden uzaklaşmamışlardır; sözleri de özleri de kapitalizmin ekonomi politiğine ters düşmemiş, onunla özdeşleşmiştir. Demokratik gelişme dönemleri ise çeşitli kırılmalarla, sistemin yatağına yerleştirilmiştir.

Yenisi de yapılsa, değişikliklere de konu olsa, anayasa tarihindeki ekonomi politik okuma, kapitalizmin ekonomi politiğinin “basit yansıması”nı işaret etmektedir. Hukuk içinde, “bağlayıcılığı”yla hiyerarşik üstünlüğe sahip olan bir anayasa metninin, bir sınıfın hegemonyası karşısında acizleşmesi düşünülemeyeceğine göre, anayasaların “üst yapı”nın en “uysal” metinleri olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Anayasaların ikiyüzlü tavrı hiç değişmemiştir: Sermaye karşısında pasif, emek karşınında aktif… Birinciye sınırsız izin ve ödün, ikinciye baskı… Buna sermayenin anayasal serbestliği de denilebilir.

Bu, kuşkusuz, anayasaların daha demokratik veya daha anti-demokratik yönde dönüştürülmesinin hiçbir siyasi/toplumsal anlamı olmadığı sonucuna götürmez. Daha demokratik bir anayasa mücadelesini de anlamsız kılmaz. Ancak bu mücadelenin sınıfsal mücadele ekseninden büsbütün kopuk olamayacağının vurgulanmasını sağlar.     

Anayasaların ekonomi politiği, içinden çıktıkları ve içinde yaşadıkları ekonomik ve toplumsal ilişkilerin kağıda yansımasından başka bir şey değildir; esnekliği de taşır, katılığı da… Koşullara bağlı olarak ortamın rengine uyan bukalemun da olur, kabuk değiştiren yılan da… Ama hem ana iskeletini korur, hem de “temel”e kayıtsız koşulsuz bağlı olur. Ekonomik sorun ve krizlerin nedeni hiç olmamıştır, olmaz da… Kendisi içinden çıktığı ulusun sınırları dışına çıkmasa da, emperyalizmin ekonomi politiğini hiç yadsımaz. Ta ki, “sınıfsız-sömürüsüz” toplum içinden çıkana, sosyalist toplumun anayasası olana kadar…

Yeni anayasa da, AKP’nin Cumhuriyet’ten uzaklaşıp dönüştürdüğü politika ve ilişkilerin, yasama ve yargı dahil tüm devlet organlarının piyasaya uyumunun, uluslararası sermayenin sınırsız dolaşımının, piyasacılığın ve esnek laiklik tanımıyla derinleştirilen gerici yaşam tarzının, toplumun şoven ve dinsel karşıtlık yoluyla denetiminin tamamlayıcısı ve taşıyıcısı olacaktır. AKP’nin, üzerinde oynama rekoru kırdığı anayasaya karşın, anayasayı ihmal ya da ihlal ederek, yasalarla, KHK’lerle, diğer hukuk metinleriyle ve fiili durumla oluşturduğu bu “Cumhuriyet dönüşümü”, yeni anayasaya olduğu gibi yansıyacaktır. Yeni-liberal dünyanın kapitalist ekonomi politikasının ve emperyalizmin, yeni sömürü ve birikim rejiminin Türkiye’ye biçtiği rolü gereğince yerine getirmek için, başkanlık-eyalet sistemi arasında sınırsız pazarlık olanakları da fazlasıyla denenecektir.

Behice Boran’dan esinlenerek, 30 demokrasi, “ekonomik anlamda gerçek bir demokrasiye dayanmadan, halk kitlelerini insanca yaşam düzeyine çıkarmadan”, politik ve hukuksal bir rejim olarak da “bir anlam ifade etmez ve aslında gerçekleşmez”. Fiili olanaklar mevcut olmadan, anayasada yazılı eşitlik, özgürlük, sosyallik, demokratik toplum düzeni de gerçekleşmez. Toplumun anayasasını yapmak için “önce halkı yurt ve dünya meseleleri üzerinde bir fikre sahip olabilecek ve fikrini ifade edebilecek”, sonra eşitlik-özgürlük diyalektiğini yaşama geçirecek hale getirmek gerekir.

 

 

 

 

Dipnotlar

  1.  Konu bu yönüyle, “Yeni Anayasa mı, Yeni Toplumsal İlişki ve Yapı mı?” başlıklı yazımızda çalışılmıştır. Gelenek 117, Kasım 2012, s. 99-112.
  2.  Anayasa Mahkemesi’nin 1969 tarihli bir kararında belirttiği gibi, “bir kurala tek başına düşünülerek anlam verilmek istenmesi, o kuralın, bağlı bulunduğu bütünün bir parçası olması nedeniyle, ilke olarak, hukuka uygun bulunmaz” (AYMK., 23,24,25.10.1969 günlü, E.1967/41, K.1969/57).
  3. Bülent Tanör, Anayasal Gelişme Tezleri, YKY Yayınları, 2008, s.14.
  4.  Egemenliği “Osmanlı ailesi”nde, yasama ve yürütmeyi padişahta tutan, yargı gücünü bağımsızlaştıran 1876 Anayasası, Meclisi Mebusan 1878’de Abdülhamit tarafından kapatılınca askıya alınmış, II. Meşrutiyet’le 1908’de yeniden uygulanmaya başlamıştır. Çeşitli maddeleri, 1909 ile birlikte, ikisi 1914’te, dördü 1916’da olmak üzere yedi kez değişikliğe uğramıştır. 1909, Meclis’in hükümetten daha güçlü hale getirilmesi ve özgürlüklerle dikkati çekmiştir. 1876’nın, 1909 değişikliğinden önceki özgün metnini, 1921’de TBMM’de yaptığı bir konuşmada Mustafa Kemal, eski rejimden devrimci kopuşun gereği olarak “paçavra” olarak tanımlamıştır.
  5.  E.G. Mears, Modern Türkiye, 1924’den aktaran Korkut Boratav, Türkiye İktisat Tarihi 1908-2009, İmge Yayınevi, 2012, 17. Baskı, , s.19.
  6.  

    Bülent Tanör age. s.141-142. Tanör, bu özete, “özetlenen genel tezler değişik yazarlar ve çevrelerce geliştirilmiştir. Elbette bunlar arasında da önemli sayılabilecek farklar vardır. Ancak bu durum, siyasal ve anayasal gelişmelerin değerlendirilişi açısından, aralarındaki yakınlığın belirtilmesine engel değildir” açıklamasıyla, “Lenin-Stalin-Mao-Dimitrof, Türkiye Üzerine, Aydınlık, İstanbul 1977” notu düşmüştür.

  7. Burada, II. Meşrutiyet’in siyasal yönetiminin, kısa sürede “emperyalizmle ve yerli işbirlikçi burjuvazi” ile uzlaşmaya girişmesi, demokratik hakların budanması ve “Birinci Paylaşım Savaşı”na girilmesi gibi somut durumlarla da değerlendirilmelidir.
  8. Glsneck, j., Kemal Atatürk ve Çağdaş Türkiye, Onur, 1976’dan aktaran Bülent Tanör, age. s.144.
  9. 1876 ve 1921 Anayasaları, 1924 Anayasası ile yürürlükten kaldırılmıştır.
  10. Kabul Tarihi: 20.4.1924
  11. Değişiklik tarihleri: 10.4.1928, 10.12.1931, 5.12.1934, 5.2.1937, 29.11.1937.
  12. 1924 Anayasası’nın dili 1945 yılında bütünüyle değiştirilmiş; ancak bu değişiklikten 1952 yılında geri dönülmüştür. 24.12.1952 günlü, 5997 sayılı Yasayla, 1945’de 4695 sayılı Yasayla Türkçeleştirilen anayasa yürürlükten kaldırılmış, 1924 Anayasası yeniden yürürlüğe konulmuştur.
  13.  Boratav, age.
  14. Boratav, bu dönemi “liberal bir dış ticaret rejimi içinde dış dengenin sağlanamayacağının anlaşıldığı; bu nedenle dış ticaret kontrollerine gidilen; ancak ticaret açıkları yine ortadan kalkmayan, hatta müzminleşen; öte yandan geniş kamu kesiminin özel sermaye birikimiyle işlevsel bir bütünlük içinde eklemlendiği bir ekonomik yapının yerleştiği yıllar” olarak özetlemektedir (age. s.109). Dönemin özellikleri, “ekonomik gelişmenin bir önceki ve bir sonraki dönemlere göre durgun” bir konjonktürde bulunması, “plansız-programsız, günü gününe yönlendirilmesi” olarak açıklanabilir. 27 Mayıs 1960 sonrasında ise, “planlı bir ekonomi politikası” anlayışına yönelerek ekonomiyi yeniden genişleyen bir doğrultuya sokma çabaları söz konusudur. 1961 Anayasası, bu planlı ekonomi politikasının taşıyıcısı olmuştur.
  15.  Yürürlük: 20 Temmuz 1961.
  16. 1949’da kurulan, Türkiye’nin 1952’de katıldığı Kuzey Atlantik Anlaşması Teşkilatı (NATO), üye sayısını, faaliyet alanını ve amacını genişleterek yaşamaya devam etmektedir. Merkezi Antlaşma Teşkilatı (CENTO) ise, Sovyetler Birliği’nin Ortadoğu’da nüfuz kurmasını önlemeye yönelik olarak, Türkiye, İran, Irak, Pakistan ve İngiltere arasında, NATO’nun uzantısı olarak, 1955’de Bağdat Paktı adıyla kurulan karşılıklı güvenlik ve savunma örgütünün devamıdır. Irak’ın 1959’da çekilmesiyle merkezi Ankara’ya taşınan paktın adı, Merkezi Antlaşma Teşkilatı olarak değiştirilmiş, Pakt yeni kimliğiyle bu tarihten itibaren ekonomik, kültürel ve teknik işbirliği alanlarına yönelmiştir. Örgüte katılmayan ABD, gözlemci olarak kalmış, ancak etkin rol oynamıştır. 1979’da önce İran’ın ardından da Pakistan’ın çekilmesiyle CENTO’nun varlığı sona ermiştir. 27 Mayıs 1960’ta işlevine son verilen II. TBMM binası, 1961-1979 yılları arasında CENTO’nun son genel merkezi olarak kullanılmıştır. NATO’nun güncel değerlendirmesi için bkz. Ali Rıza Aydın, “Anayasa ve Egemenlik Açısından Patriotlar ve NATO Askerlerinin Türkiye’ye Yerleştirilmesi”, http://www.sosyalistlerinmeclisi.org/node/43.
  17. 1950’lerin ikinci yarısından itibaren Batı’da sosyalist ekonomilere ve planlama sistemine karşı duyulan ilgi artışı da özellikle vurgulanmalıdır.
  18. Planlı kalkınmaya geçişin, 1958 mali iflasından (moratoryumdan) sonra, alacaklılar konsorsiyumunun bir talebi olarak gündeme geldiği de unutulmamalıdır. Bu bakımdan 1930’ların plancılığı, tamamen iç dinamiklerin sonucu olmak bakımından daha da değerlidir.

  19.  Türkiye’de Planlama için bkz. Seriye Sezen, Devletçilikten Özelleştirmeye Türkiye’de Planlama, TODAİE Yayın No:293, 1999.
  20.  Şahnaz Gerek, Ali Rıza Aydın, Anayasa Yargısı ve Vergi Hukuku, Seçkin Yayıncılık, 2. Baskı, 2010. s.168-170.
  21. Burada, kamu ekonomisinin yönetiminde karar alma mekanizmalarının merkezileştirilerek güçlendirilmesi, yürütme organının parlamento aleyhine güçlendirilmesi, geleneksel bütçe ilkelerinin, temel mali yasaların ve denetim süreçlerinin dışına çıkılması, ekonominin –bağımlılık yaratıcı şekilde- dışa açılmasının sağlanması ve uluslararası ekonomik bütünleşmenin gerçekleştirilmesi, tekelci yapıların pekiştirilmesi, iç talebi daraltıcı adımların atılması, istikrar politikalarıyla örtüşen vergi politikaları, emek maliyetlerinin aşağıya çekilmesi, kaynak dağılımında siyasi karar alma süreçleri gibi ana başlıklar sıralanabilir.
  22. ANAP iktidarı döneminde iki değişiklik girişiminde bulunulmuştur. İkisi de siyasal haklarla ilgilidir. Birincisi, (seçme hakkının yirmibir yaşından yirmiye indirilmesi, TBMM milletvekili sayısının dörtyüzden dörtyüzelliye çıkarılması, siyasi yasakların kaldırılması) 1987’de kabul edilmiş, ikincisi (yerel seçimlerin bir yıl erkene alınması) 1988’de Meclis’te kabul edildiği halde, halkoylamasında reddedilmiştir.
  23. Özel radyo ve televizyon kurulması, bu değişiklikten önce fiili durum yaratılarak gerçekleştirilmiş, fiili durum daha sonra, anayasa hareketlerindeki yaygın yöntemle, anayasaya yansıtılmıştır.
  24.  1995’de, darbe döneminin anayasa koyucusunun yazdığı anayasanın, darbeye gönderme yapan “Başlangıç” bölümü değiştirilmiş, dernek kurma özgürlüğündeki sınırlamalar kaldırılmış, sendikal sınırlamalar ve siyasi faaliyet yasağı kaldırılmış, kamu görevlilerine toplu görüşmeli sendikal hakkı getirilmiş, seçme hakkı yirmi yaşından onsekize indirilmiş, yurt dışındaki vatandaşlara oy hakkı getirilmiş, tutuklulara seçme hakkı tanınmış, seçimlerde “temsilde adalet, yönetimde istikrar” ilkesi getirilmiş, partilere üye olma yaşı yirmibirden onsekize indirilmiş, yüksek öğretim elemanları ve öğrencileri için siyasi partilere üyelik yolu açılmış, siyasi partilerin uyacakları esaslar esnetilmiş, TBMM’nin milletvekili sayısı dörtyüzelliden beşyüzelliye çıkarılmış, milletvekillerinin parti değiştirme yasağı kaldırılmış, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarına ve kooperatiflere siyasi faaliyette bulunma yasağı getiren düzenlemeler değiştirilmiş, kapatma davalarında siyasi partilere sözlü savunma hakkı tanınmıştır.
  25. “IMF güdümünde uygulamaya konulan istikrar ve yapısal uyarlama programının” Türkiye’yi yeniden şekillendirmeye başladığı ve seçeneksizlik yönünde güçlü bir kamuoyu oluşturma kampanyasının sürdürüldüğü ortamda, “neoliberal egemen ideolojiyi” tartışılabilir kılabilme çabaları için bkz.: Bağımsız Sosyal Bilimciler; (i) IMF Gözetiminde On Uzun Yıl: Farklı Hükümetler Tek Siyaset, Yordam Kitap, 2007. (ii) 2008 Kavşağında Türkiye, Yordam Kitap, 2008. (iii) Türkiye’de ve Dünyada Ekonomik Bunalım, Yordam Kitap, 2009. (iv) Derinleşen Kriz ve Türkiye’ye Yansımaları: Ücretli Emek ve Sermaye, Yordam Kitap, 2011.
  26.  Oğuz Oyan, Ali Rıza Aydın, Türkiye’de Maliye ve Fon Politikaları: Alternatif Yönelişler, Adım Yayıncılık, Ankara, 1991.
  27. 1961 Anayasası, 41. madde, 1982 Anayasası 166. madde.
  28. 1961 Anayasası 129. madde.
  29. 1982 Anayasası’nın, “sınıf ve zümre egemenliği”ni savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayan siyasi partiler kurulamayacağına ilişkin hükmü (madde 68), 1995’de siyasi partilerin “sınıf ve zümre diktatörlüğü”nü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayamayacağı şekline getirilmesi özel bir not olarak anımsanmalıdır.
  30. Behice Boran, Türkiye ve Sosyalizm Sorunları, 1969.