Gecikmiş bir Tartışma Üzerine Notlar: Rejimin Adını Koymak

Bu yazı üzerine kafa yorduğum günlerde yakın bir arkadaşımın bir sosyal medya mecrasında, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü’nde öğrenciyken, geçer not almak için Franco rejimini “askeri-merkezi otoriter” diye tanımladıklarını söyleyip, bölümdeki marksist hocaların biçimselciliğinden yakınmasına rast geldim. Benzer bir biçimselciliğin ve rejimin adını koyamama sorununun siyasi ve akademik kulvarlarıyla genel olarak Türkiye solu, özellikle de Türkiye sosyalist hareketinin bir bölümü açısından AKP iktidarı altında geçen son 12 yıl için de söylenebileceği kanaatindeyim.

Kısa bir muhasebe ile başlayacak olursak, 2007 yılına kadar Türkiye solu akademik açıdan AKP iktidarını ve Türkiye’de yaşanmakta olan dönüşümü kitabına uydurmaya çalışırken, siyasal açıdan, kendi güncel pozisyonunu belirleme, daha açık bir şekilde söylemek gerekirse “eski düzen güçleri”yle AKP’nin siyasi temsilciliğini üstlendiği liberal-muhafazakâr ittifak arasındaki kavgada pozisyon belirlemekten kaçınma kaygısıyla, ortalamacı bir teorik/siyasal çerçeveyle yetindi. Kuşkusuz 1990’larda Türkiye solunun üzerine çöken liberal sisin ve yine Kürt hareketinin yarattığı siyasi basıncın böylesi bir tavrın geliştirilmesinde önemli rolü oldu. Mevzubahis liberal sisin Türkiye solunun belirli kesimlerinin iliklerine kadar sızmasında, önemlice bir bölümünü ise burnunun ucunu göremez hale getirmesinde etkin rol oynayan başta Birikim dergisi olmak üzere liberal sol çevrelerin, aynı zamanda liberal-muhafazakâr ittifakın entelektüel mayasına belirleyici katkılar yaptıkları unutulmamalı. Benzer şekilde Kürt siyasi hareketinin, Abdullah Öcalan’ın yakalanmasının ardından içine girdiği ideolojik-siyasal kriz de, gerek Demokratik Cumhuriyet tartışmalarında gerekse emperyalizme yönelik kavrayış ve tutumdaki savrulmalarda görülebileceği üzere, Türkiye solunun belirli kesimlerinin sarih bir tutum geliştirmesini zorlaştırdı.

Fakat bir bütün olarak Türkiye solunun en azından AKP iktidarının ilk beş, hatta bana kalırsa ilk on yılındaki tespit, tarif ve tanımlama konusundaki yetersizliğini, kendi dışındaki aktörlerin belirleyiciliğine atıfla açıklamak kolaycı bir yaklaşım olacaktır. Söz konusu yetersizliğin hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde, bizatihi Türkiye solunun içinde bulunduğu siyasi-ideolojik kriz ve bunun doğrudan sonucu olan stratejik akıl yoksunluğu ve strateji üretememe halinden kaynaklandığını düşünüyorum. Etkileri hâlâ süren bu krizi ve nedenlerini çeşitli vesilelerle tartıştık, Gelenek’in bu sayısında olduğu gibi tartışmaya da devam ediyoruz. Fakat burada krizin kendisinden çok, ele aldığımız konu bağlamında nasıl tezahür ettiğine ilişkin birkaç çarpıcı örnek üzerinden ilerleyelim.

İlk olarak belirtilmesi gereken şey, Türkiye solunun, esas siyasi muarızı haline gelen siyasal İslamı, geçirdiği tarihsel dönüşüm ve bu tarihsel dönüşüme eşlik eden stratejik hamleleriyle birlikte doğru okuyamamış olmasıydı. En başından itibaren bir tarikatlar koalisyonu olarak yola çıkan AKP’nin ve en büyük koalisyon ortağı Gülen Cemaati’nin, hem ideolojik kapasiteleri hem de stratejik akılları açısından yeterince ciddiye alınmadığını söylemek sanırım yanlış olmayacaktır. Bu en açık şekilde kendisini Türkiye’de siyasal İslam’ın kitle tabanının 28 Şubat’taki “yenilginin” ardından eridiği ya da biçim değiştirdiği algısında gösterdi. Bir zamanlar Yalçın Küçük’ün ısrarlı bir şekilde hatırlattığı üzere Türkiye’de faşizmin kitle tabanının MHP’den ziyade siyasal İslam üzerinden beslendiği büyük oranda unutuldu. Siyasal İslam’ın farklı bir strateji, hatta bir dizi strateji üzerinden kendi kitle tabanını, geleneksel olarak kendisine mesafeli duran toplumsal kesimleri de kapsayacak şekilde tahkim ettiği gözlerden kaçtı. Örneğin Cihan Tuğal 2009’da ABD’de yayımlanan ve ertesi yıl Türkçe’ye de çevrilerek hayli tartışma yaratan Pasif Devrim kitabının alt başlığını İslami Muhalefetin Düzenle Bütünleşmesi olarak koymuş ve bu bütünleşmenin mekanizmalarını çözümlemeye çalışmıştı. Kitap yalnızca AKP’nin bir siyasi özne olarak, geleneksel programını tamamen terk ettiğini öne sürmekle kalmıyor, aynı zamanda kitle tabanını da bu süreç içerisinde dönüştürerek “düzen” ile uyumlu hale getirdiğini kanıtlamaya çalışıyordu.

Yine Türkiye solunun akademik kulvarı üzerinden gidecek olursak, Türk Sosyal Bilimler Derneği tarafından iki yılda bir düzenlenen Ulusal Sosyal Bilimler Kongreleri’nde AKP döneminde ağırlıklı olarak hangi başlıkların tartışıldığını hatırlamak faydalı olacaktır. Söz konusu kongreler önemlidir, zira yalnızca akademik bir tartışma ortamı olmakla kalmazlar, aynı zamanda Türkiye sosyalist hareketinin temel gündemlerini de en azından eğilim düzeyinde yansıtırlar. Bu açıdan bakıldığında Türkiye’de siyasal İslam’ın, muhtıralar, siyasi operasyonlar, davalar ve şiddet eşliğinde iktidarını sağlamlaştırdığı yıllar boyunca, Sosyal Bilimler Kongresi’nde solcu-sosyalist akademisyenlerin ağırlıklı olarak medya, emek, kadın, eğitim gibi alanlardaki tartışmaları pek suya sabuna dokunmadan da sürdürebilecekleri neoliberal dönüşüm ekseninde ele aldıklarını görürüz. AKP, siyasal İslam, siyasal rejimin dönüşümü, faşizm gibi başlıklar ve hatta genel olarak Osmanlı-Cumhuriyet siyasal hayatı gibi sol düşüncenin hâkim olduğu, bir zamanların en parlak alanı bile ilgi çekmemektedir. Bu alanlara bakan az sayıda kişiyse yaşananları, daha “küresel” bir dönüşüm ekseninde okuyarak “otoriter popülizm” gibi kavramlarla tarif etmekte ve neoliberalizmin dünyadaki hâkim eğilimlerine uygun bir tablo resmetmektedir.

Kuşkusuz AKP iktidarının sağlamlaşması ve liberal-muhafazakâr ittifakın dağılma emareleri göstermesiyle birlikte, AKP ve rejim tartışmaları hak ettiği ilgiyi görmeye başlar, zira artık sol akademi daha fazla başını kuma gömemez. Fakat bu kez de tartışmalar yazının başında değindiğim biçimselci çerçeveye sıkıştırılır ve başta Gramsci ve Poulantzas olmak üzere Batı marksizminin otoritelerine atıflar ile yaşanan dönüşüm, kitaba uydurulmaya çalışılır. Örneğin, 2013 Aralık’ında, üstüne üstlük Haziran Direnişi yaşanmışken, Sosyal Bilimler Kongresi’nde başlığında “rejim” terimini taşıyan panel ve sunumların önemli bir kısmında aslında yaşanan şeyin bir rejim değişikliği olmadığı, hatta yeni bir hegemonyadan bile bahsedilemeyeceği ileri sürülebilmiştir. Herkes olağanüstü bir şeylerin olduğunu sezmekte, fakat aynı zamanda bu olağanüstülüğün çağrışımlarından da korkmaktadır. Yani aslına bakılırsa yine iş, siyasal strateji sorununa gelip dayanmakta, daha doğru bir deyişle stratejisizliğin meşrulaştırılması kaygısıyla kuramsal tartışmalarda bir türlü yol alınamamaktadır.

Siyaset kulvarına geldiğimizde ise, 2010 referandumunda somutlaşan siyasal konumlanışa dek ve hatta kısmen sonrasında bile, “Yesinler Birbirlerini” ya da “Üçüncü Cephe” sloganlarında vücut bulan siyasetsizliğin, siyasetten kaçışa övgünün ve zorda kalındığında başvurulmaktan kaçınılmayan vulgar uvriyerizmin, örgütsel olarak olmasa bile siyasal açıdan belirli bir etkiye sahip olduğunu ve liberal ortalamacılığa su taşıdığını söyleyebiliriz.

Dinçer Demirkent’in Ayrıntı Dergi’de yapılan rejim tartışmaları çerçevesinde dile getirdiği sav kuşkusuz doğrudur, “siyasal rejimi adlandırmak politikaya bir çağrı içerir”. Adlandırmamak da politikasızlığa… Sorun da büyük oranda buradan kaynaklanmaktadır. Türkiye solu AKP’nin ilk dönemi olarak da adlandırılan süre boyunca bir anlamda politikadan uzak durmasının bir sonucu ve göstergesi olarak rejimin adını koymaktan ısrarlı bir biçimde kaçınmıştır. Kuşkusuz bugünden geriye dönülüp bakıldığında, bu tür bir eleştirinin kolaycı olduğu iddia edilebilir. AKP’nin başından beri bir gizli gündemle süreci yönettiği fikrinin görünürdeki basitliği ve yüzeyselliğinden hareketle, retrospektif bir okuma yapıldığı ve “Bakın haklı çıktık.” diyebilmek adına sürecin olumsal karakterinin göz ardı edildiği ileri sürülebilir. Fakat sorun bir dönem yapılanlar ya da yapılamayanlarla ilgili değildir. Mesele, siyasetsizliğin kuramsallaştırma çabalarına gem vurmaya, güdük kuramsal temelin de yine siyasetsizliği ve stratejisizliği beslemeye devam etmesidir. Açıkçası bu yazının kaleme alınma nedeni tam da söz konusu pozisyonların sahte bir siyasallık maskesi altında güncel olarak yeniden üretildiğine dikkat çekmek ve zorlu ideolojik-siyasi mücadeleler sonucunda kapıdan kovulan ortalamacılığın hangi bacalardan girmeye çalıştığını göstermektir.


Tartışmalarda farklı pozisyonlar

Bu anlamda Türkiye solunun bütünü açısından baktığımızda gecikmiş olduğunu söyleyebileceğimiz rejim tartışmasının yakın dönemde canlanması, beraberinde stratejiye ilişkin gelişkin tartışmaları da getirdiği ölçüde yeni kuramsal imkanlar yaratabilir. Fakat bu imkanlara geçmeden önce, canlanma emareleri gösterdiğini söylediğimiz tartışmanın genel çerçevesine ve kavramsal avadanlığına göz atmanın faydalı olacağını düşünüyorum.

Öncelikle rejim tartışmalarında bir canlanma gözlemlendiğini söylerken tam olarak ne kastettiğimi açıklamalıyım. Yazının başında da belirttiğim rejimin adını koymaktan imtina etme ve rejim değişikliğini kuramsal olarak tanımlamaktan kaçınma çabaları karşısında Deniz Yıldırım, 9 Şubat 2013 tarihinde soL gazetesinin Sol Bakış eki için kaleme aldığı “Hakim Rejim Dönüşümü Teorilerinin Eleştirisi” yazısında dönüşümü tarihsizleştiren, sıradanlaştıran ve sınıfsal içeriğinden soyutlayan yaklaşımların hakimiyetinden söz ediyordu. Bunlar arasında Türkiye solu üzerinde en fazla etkili olan kuşkusuz dönüşümü sıradanlaştıran yaklaşımlardı. Burada sıradanlaştırmadan kasıt AKP iktidarı döneminde Türkiye’nin geçirdiği siyasal dönüşümün daha dünya-tarihsel bir çerçeveye oturtularak, Berlusconi, Sarkozy ya da Putin’in otoriter siyasetlerinin bir türevi olarak görülmesi ve neoliberal dönüşümün belirleyiciliğine odaklanılarak AKP giderse çok da bir şeyin değişmeyeceğinin vaaz edilmesiydi (bkz. aynı yazı).

Öyle görünüyor ki Haziran Direnişi’nin ardından AKP’nin rejim inşa sürecinde gelmiş olduğu nokta artık süreci ve AKP’yi sıradanlaştırmayı Türkiye solunun en apolitik ve ekonomist unsurları için bile imkansız hale getirdi. Yine, rejim inşa sürecinde “eski düzenin temsilcilerinin” tasfiyesinin büyük oranda tamamlanması da “üçüncü cephe” çağrılarının siyasal işlevini azalttı. Bunun sonucunda rejimin karakterini tartışmaya yönelik uzunca bir süredir yapılan çağrılar ve atılan adımlar daha fazla karşılık bulmaya başladı. Henüz ortada bir tartışma bulunduğunu ya da bu tartışmanın gelişkin ve ilerletici olduğunu söylemek mümkün değil. Fakat Ayrıntı Dergi, Başlangıç, Praksis gibi yayınlarda siyasal rejime odaklanan tartışmaların birbiri ardına yayımlanmasının (ya da yayımlanmak üzere olmasının) veya Fatih Yaşlı, Deniz Yıldırım ya da Ergin Yıldızoğlu tarafından geliştirilmeye çalışılan tezlerin daha geniş bir kitleye hitap eder hale gelmesinin, rejim ve strateji başlığında daha bütünlüklü ve cesur bir müdahaleye davetiye çıkardığı söylenebilir. Bu tür bir davete nasıl icabet edilebileceğine dair genel bir çerçeve ortaya koymadan önce, tartışmanın ürettiği üç temel pozisyonu belirginleştirerek devam edelim.

Bu pozisyonlardan ilki aslında doğrudan tartışmanın içinden doğmamıştır, daha ziyade bu yazıda genel olarak Türkiye solu başlığı altında eleştirilen kesimin dışında yer alan ve (ne zaman “aydınlandıklarından” bağımsız olarak) bir dönem liberal-muhafazakâr ittifaka su taşımış kesimlerin kendi konumlarını güncelleyerek, tartışmaya müdahale etme çabalarının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Örneğin Nuray Mert “Evet Kandırıldık, Ama İyi ki Kandık!” 1

 başlıklı yazısına, AKP’ye “İslamcı” demekte uzunca bir süre tereddüt ettiklerini ve belki de bu nedenle “İslamcılık” üzerine yeniden tartışmaya başlamanın zaman aldığını kabul ederek başlıyor. Bununla birlikte Mert, bu gecikmenin kemalistlerin iddia ettiği gibi bir “gaflet”in sonucu olmadığını, bilakis AKP’yikendi kendisini tanımladığı şekliyle “muhafazakâr-demokrat” olarak görmenin ve kemalistlerin kendilerini zorladığı niyet okumasını reddetmenin, otoriter bir siyaset tarzından uzak durmanın gereği olduğunu belirtiyor. Mert’in kandırıldıklarını kabul ettiği noktaysa kendisini uzun süre muhafazakâr bir parti olarak sunan AKP’nin, birden bire devrimcileşmesi, siyasetin köklü bir restorasyonuna yönelmesi ve kendisini geçmişten radikal bir kopuşun öznesi olarak sunmaya başlaması. Bu noktada kandırıldıklarını belirten Nuray Mert, pek çok “demokratın” aksine siyasal dinin kamu alanının yanında, siyasal alanda da rahatlıkla yer alabilmesi fikrine destek vermeye devam ettiğini ifade ederek, demokratik siyasetin, başka referanslara ne kadar açıksa, dini referanslara da o kadar açık olması gerektiğini vurguluyor. Mert’e göre sorun bu referansların kendisinde değil, bir dayatma biçiminde ortaya çıkmasında. Kemalistler gibi otoriterliğe savrulmaktansa kandırılmış olmayı yeğleyen Mert’in yaklaşımı, bir yandan AKP’nin İslamcılığını geç de olsa kabul ederken, diğer yandan meseleyi basit bir dayatma-demokrasi ikilemine hapsedip bütün siyasi-ideolojik içeriğinden arındırarak, kapıdan kovulup bacadan girmenin en çarpıcı örneklerinden birini sunuyor.

Tanıl Bora’nın bir miktar tartışma yaratmayı da başaran daha yakın tarihli “Hegemonya” 2 başlıklı yazısı kuşkusuz bu ölçüde açık sözlü değil. Hegemonyanın yerini diktatoryaya bırakma eğiliminde olduğuna ilişkin tezlerin (Bu temayı daha sonra ele alacağım.) pek de yersiz olmadığını kabul ettiği kısa yazısında Tanıl Bora, AKP’nin “altın çağında” elde ettiği (ve kuşkusuz Birikim çevresinin tarihsel olarak önemli bir katkı sunduğu) hegemonik kazanımların baki olduğunu ve bunun büyük oranda muhalefetin siyaset yapma biçimini de belirlediği söylüyor. Bora’ya göre hegemonyanın bu gücü, muarızlarını kendisine karşı bir tür “antici” pozisyona hapsederek, iktidarın zihniyet dünyasına kısılıp kalmaya zorluyor. Kuşkusuz burada kastedilen zihniyet dünyası siyasal İslam’ın ideolojisi, ki Bora’nın bir parantez içinde verdiği örnekler de bununla ilgili. Bora bu noktada karşı-hegemonya iddiasının biraz da iktidar yokmuş gibi davranabilmeyi gerektirmesinden hareketle “kendi sözümüzü kurmaktan, kendi ağımızı örmekten, kendi hikâyemizi yazmaktan” söz ediyor. Birikim çevresinin sözü, ağı ve hikâyesi bizim için bir sır değil, fakat burada gözden kaçırılmaması gereken esas mesele tıpkı Nuray Mert’in yazısında olduğu gibi, Bora’nın da AKP’nin siyasal projesi ve ideolojik ajandasındaki İslamcılığı mücadelenin merkezinden çıkarmaya yönelik bir çağrıda bulunuyor olması.

Bu noktada liberal soldan sosyalist sola kayarak, yine yakın tarihli iki yazı üzerinden yukarıda bahsedilen üç pozisyondan ikincisine geçebiliriz. Kısa bir süre arayla Foti Benlisoy ve Cihan Tuğal, doğrudan rejimin niteliği tartışmasına girmeseler de, bununla yakında bağlantılı olan strateji sorunsalı üzerinden iki alternatif hat önerdiler. Bu yazı söz konusu alternatifleri tartışmaya açmak için uygun bir yer değil, zaten Benlisoy ve Tuğal’ı bu yazıda ayrı bir pozisyon başlığı altında ele almamızı gerektiren şey de önerilerinden ziyade, kaçınmayı vaaz ettikleri şeydeki ortaklıkları. Benlisoy, isim vermeden Birleşik Haziran Hareketi’ni eleştirdiği “Birleşik Bir Hareket İçin” başlıklı yazısında, 3 toplumsal karşılığı iyice cılızlaşmış, toplumsal ve sınıfsal mücadele alanlarındaki bütünlüklü “inşa” faaliyetlerinden giderek uzaklaşmış, bu nedenle de “ortaya”,yani genel “kamuoyuna” konuşur hale gelmiş sosyalist solun siyasal hattının giderek daha fazla “genelin” hassasiyetleri (bu noktada aklımıza laikliğin gelmemesi kaçınılmaz, ÇS) çerçevesinde şekillendiğini öne sürüyor. Benlisoy’a göre bu tür bir süreç, Türkiye’nin 2000’lerde yaşadığı siyasal alt üst oluşla birleştiğinde, sosyalist solun politik ve ideolojik tutarlılığını yitirmesi ve sosyalist sol açısından giderek düzen içi tavır alışların belirleyici hale gelmesi anlamına geliyor. Öneriyse AKP’nin “mütedeyyin-muhafazakâr mahalleyi” pekiştirip “batıcı-laik mahalleyi” izole ederek çevrelemeye dönük hamlelerine yanıt verecek şekilde her iki “mahalleyi” de enlemesine kesecek ve her ikisini de bölecek bir örgütlenme çizgisi geliştirmek.

Cihan Tuğal de benzer bir noktadan, Evrensel gazetesine verdiği bir röportajda 4 Türkiye solunu Gezi’yi laiklik üzerinden okumakla eleştirerek bu tür bir sosyolojik tahlilin solu bitireceği uyarısında bulunuyor. Türkiye’deki esas laik kalkışmanın 2007’deki “faşist” eylemler olduğunu söyleyen Tuğal, Gezi’nin esas meselesinin demokrasi ve kapitalist yıkıma karşıtlık olduğunu ileri sürüyor. Tuğal’a göre kitlelerin karşı çıktığı şey İslamileşmenin kendisi değil, “Erdoğan’ın İslamileşmeyi gayet gurur kırıcı biçimde yapıyor oluşuydu”.

Benlisoy ile Tuğal’in tezleri arasındaki benzerlik, hatta bunların yukarıda Mert ve Bora üzerinden örneklenen liberal pozisyonla temas noktaları yeterince açık olmalı. Her iki ismin de isim vermeden eleştirdikleri siyasal konumlanış, Birleşik Haziran Hareketi ile yeni bir kimliğe ve bedene kavuşan ve mücadelenin odağına AKP rejiminin gerici saldırılarını koyan Türkiye sosyalist solunun ana gövdesine ait. İster ezilenlerin “sınıfsal” gündemlerine odaklanmak, isterse daha genel bir demokrasi mücadelesi vaaz edilsin, aslında istenen şey gericilik karşıtı mücadelenin, hem siyasi hem de ideolojik boyutlarıyla bir an evvel geri çekilmesi.

Rejim tartışmaları çerçevesinde gündeme gelen üçüncü pozisyonun ise, bu ilk iki pozisyonla karşılaştırıldığında, rejimde yaşanan dönüşümü ve bu dönüşümün gerici karakterini çok daha fazla ciddiye aldığı açık. Yaşanan dönüşümü AKP’nin hegemonik iktidarından diktatoryal bir rejime geçiş olarak tasvir eden bu pozisyon hem rejimin karakterine daha fazla odaklanıyor, hem de açık ya da örtük olarak gericilikle mücadeleyi rafa kaldırmayan bir strateji gündeme getiriyor. Örneğin Dinçer Demirkent yazının başında da atıfta bulunduğum yazısında rejimin “Yeni Türkiye” olarak adlandırmasının hem bir “devri sabık” yarattığını, hem de yitirilen hegemonik gücün yerine bir diktatörlüğün yerleştirilmesini meşrulaştırdığını dile getiriyor. Demirkent’e göre, kendisine kurucu bir güç atfeden Erdoğan ve hareketinin siyasal hegemonyasını yitirmesi, diktatoryal yöntemlere yönelinmesi ve siyasal iktidar ile ona tabi olanlar arasındaki dengenin ancak korku ile yaratılabilecek hale gelmesi sonucunu doğurmuştur. Deniz Yıldırım da benzer bir hegemonik kriz tespitinden hareketle AKP rejiminin, daha fazla zora yaslanan her baskıcı rejim gibi ahlaki önderliğinin zayıflığına, hegemonik araçlarla yönetememeye karşı bir telafi mekanizması, toplumsal uyanışların bastırılmasına karşı bir pansuman tedavisi ve zorun meşrulaştırılması yolunda bir rıza unsuru olarak İslamizasyon’u pekiştirdiğini öne sürüyor. Devlet eliyle İslamlaşma hamlesinin, bu anlamda hegemonik üstünlüğün kaybedilmesinden kaynaklı, safları sıklaştırıcı bir önderlik stratejisi olduğunu belirten Yıldırım, AKP’nin toplumsal-siyasal muhalefetin yükselişi karşısında artan oranda çıplak zora başvurdukça ve muhalefet cephesi giderek genişledikçe kendi tabanına kapandığını ve “telafi İslamcılığı”na açıktan yaslandığını ileri sürüyor. 5

Gerek Demirkent’in gerekse Yıldırım’ın hegemonik kriz ve bu krizin telafisi olarak diktatoryal yöntemlere ya da İslamcılığa yönelme tespitlerini, elbette bütünüyle bir kenara bırakmak mümkün değil. Her şeyden önce AKP’nin gerçek ve yeni krizlere gebe bir yönetememe bunalımının içinde debelendiği, herkesin hesaba katması gereken çok açık bir gerçek. Fakat ben AKP rejimine atfedilen diktatoryalleşme ve İslamcılağa yönelme eğilimlerinin, yazılarda ima edildiği kadar hegemonik krizle irtibatlandırılabileceği kanısında değilim. Yani söz konusu yönelimlerin temelinde AKP’nin yükselen toplumsal muhalefet karşısında sıkışmasından ziyade, çok daha köklü bazı stratejik tercihlerin, daha açık bir ifadeyle yeni rejim inşasının kendi içsel mantığının yattığını düşünüyorum. 6 Rejim tartışmaları söz konusu olduğunda bu içsel mantığın yeterince açık bir şekilde kuramsallaştırılamamasının, İslamizasyon’a ya da diktatoryalleşmeye yönelik belirli stratejik sonuçları da olan eksikli bir okumaya kapı araladığı kanaatindeyim. Tartışmayı ilerletmek adına, bu içsel mantığa da işaret edecek şekilde, “rejim” kavramını çeşitli ön ekler ile birlikte kullanılabilecek bir etiket olmaktan çıkartıp, stratejik içerimleri olan kuramsal bir silah haline getirmek için bir çerçeve çizmek gerekiyor.


“Rejim”den ne anlamalıyız?

Bu tür bir tartışmaya geçmeden önce marksist literatürde “rejim” ya da “rejim dönüşümü” meselelerinin, hak ettikleri kuramsal ilgiyi görmediklerini ve genellikle son derece biçimselci bir yaklaşımla ele alındıklarını kabul etmeliyiz. Aslında bu marksizmin doğrudan burjuva siyaset bilimi ve anayasa hukukundan devraldığı bir araz. Geleneksel burjuva siyaset biliminin siyasal rejimleri, yasama ile yürütme erkleri arasındaki ilişkilerin kurumsallaşma biçimlerine göre sınıflandırması ve bu anlamda parlamenter, başkanlık ya da yarı başkanlık gibi rejimlere formel tanımlar getirmesi bu arazın önemli bir parçasını oluşturuyor. Buradan yola çıkarak Türkiye’de bir rejim değişikliği yaşanmadığını ya da ancak bir anayasa değişikliğinin ardından başkanlık sisteminin gündeme gelmesiyle böylesi bir değişiklikten söz edilebileceğini öne sürmek mümkün. Liberal burjuva biliminin eleştirisi üzerine kurulu olan “devletçi” tarihsel sosyoloji geleneğinin siyasal rejimlere getirdiği yeni tanımın da sorunu çözdüğünü söyleyemeyiz. Söz konusu gelenek, siyasal rejimleri, örgütlü siyasi aktörlerle devlet arasındaki bütün bir etkileşimler kümesi biçiminde tanımlayarak, 7 liberal siyaset teorisinin bir adım ötesine geçse de, devlet ile toplum arasında kurguladığı karşıtlık ve sınıf körlüğü nedeniyle farklı bir biçimselciliğin içine düşer. Böylece siyasal rejimler “demokrasi ve devlet kapasitesi” eksenleri arasında denk düştükleri noktaya göre tanımlanır.

Marksistlerin genellikle siyasal rejimlere ilişkin olarak yukarıdaki tanımları veri kabul edip, siyasal analizlerini bu tanımlar üzerinde inşa etmekte beis görmediğini söylemek haksızlık olmaz. Bunun batı marksizmi içindeki önemli bir istisnası olan Nicos Poulantzas ise devlet ve faşizm çözümlemelerinde “rejim” kavramına özel bir yer atfetse de bu, ancak devlet biçimine bağımlı ikincil bir öneme sahiptir. Örneğin Poulantzas’a göre, özgül rejimler, belirli kapitalist devlet biçimleri içinde, devletin ideolojik aygıtlarıyla baskı aygıtları arasındaki karşılıklı ilişki ve bunların özerklik dereceleri tarafından belirlenir. 8

 Poulantzas’ın eserlerinin belirgin bir özelliği olan farklı kavramların yeterince analitik bir biçimde tanımlanmaması ve farklı bağlamlarda farklı anlamlara gelecek şekilde kullanılması, rejim bahsinde de kimi sıkıntılara yol açar. Fakat her halükarda Poulantzas’ın rejim ile kastettiği şey, çeşitli aygıtların öne çıkmasıyla tanımlanan “bonapartizm, askeri diktatörlük, faşizm” gibiiçi somut örneklerle doldurulabilir kategorilerdir.

Marksistlerin “rejim” kavramına karşı ilgisizliklerinin bir başka nedeni de, özellikle Türkiye örneğinde, Gramsci’nin hegemonya kavramının her boşluğu doldurabilecek, adeta karşılıklı iletişimi kolaylaştıran genel geçer bir terim olarak yerli yersiz kullanımıdır. Tanıl Bora’nın yukarıda bahsi geçen yazısında belirttiği gibi hegemonya kavramını ailecek çok sevdiğimiz doğrudur ve bu sevgi yer yer gelişkin kuramsal müdahalelerin önünü kesen bir mahiyette kullanılabilmektedir. Örneğin hegemonya ile birikim rejimi arasındaki mütekabiliyetten hareketle, neoliberal birikim rejiminde gerçek bir kırılma yaşanmadığından, AKP’nin özgül bir hegemonik projeye sahip olmadığı iddia edilebilmiştir. Ya da benzer bir biçimde Gramscici anlamda hegemonyanın temel bir özelliği olan “ahlaki ve entelektüel” önderliğin siyasal İslam açısından son derece güdük oluşundan hareketle bırakın rejimi, bir hegemonya değişiminden bile söz edilemeyeceği dile getirilebilmiştir.

Kavramın Gramsci’deki özgün kullanımına bu aşırı sadakatin yanı sıra, bütün tarihsel/kuramsal bağlamından koparılması ve her tür ideolojik açıdan hâkim/baskın pozisyon ya da siyasi yönetebilme beceresi ile eşitlenmesi de önemli sıkıntıları beraberinde getirmektedir. Zira Gramscici anlamda hegemonya kavramı, belirli bir tarihsel momentte komünist hareketin Avrupa’daki krizine yanıt üretme çabasının ürünüdür ve bu anlamda mevzi/manevra savaşı ya da organik aydınlar vasıtasıyla işçi sınıfının karşı hegemonyasının kurulması gibi çok önemli stratejik çıkarımları vardır. (Söz konusu çıkarımların devrimci değeri ve buradan yola çıkılarak Avrokomünizm’e giden yol kuşkusuz bu yazının konusu değil. Fakat geçerken söz konusu kavramların gelişigüzel kullanımı konusunda bir uyarıda bulunmakta da sakınca yok.) Dolayısıyla bu tarihsel bağlam ve stratejik çıkarımlar göz ardı edilerek yapılan hegemonya analizlerinin faydadan çok zarar getireceği ortadadır.

Türkiye kapitalizminin içine girdiği (kavramın kullanımıyla ilgili endişelerimizi şimdilik bir kenara bırakalım ve hâkim dille konuşalım) “hegemonik krizin” 1980 darbesinin ardından kronikleştiği ve 1990’ların ikinci yarısındaki restorasyon hamlesinin, “bir hegemonik proje olarak” başarısızlığını müteakiben yerini bir rejim savaşına ve değişikliğine bıraktığı tespitinden yola çıkmamız, bu yazı boyunca eleştiri konusu yapılan rejim tahlillerine ve strateji/stratejisizlik önerilerine alternatif bir çerçeve için önemli imkanlar sunmaktadır. Zira sadece 2010 sonrasında değil, 2000’ler boyunca tanıklık ettiğimiz şey basit bir hegemonya dönüşümü değil, hegemonyanın üzerinde kurulacağı siyasal zeminin alt üst oluşudur.

Eğer siyasal rejim, sınıflar mücadelesinin kristalleştiği ve içinde cereyan etmeye devam ettiği söz konusu siyasi zemine atıfla tanımlanacak olursa, yaşanan dönüşümün gerçek niteliğini ve olası sonuçlarını kavramak kolaylaşacaktır. Böylesi bir tanım üç ayak üzerine oturmalıdır. Bunlardan ilki iktidar bloğu olarak tarif edebileceğimiz egemen sınıfın siyasi, idari ve ideolojik temsilcilerini de kapsayacak şekilde örgütlenme biçimidir. İkinci ayak, verili bir toplumda siyasal egemenliğin meşru sahibi olarak görülen ulusun (yani siyasal toplumun) tanımlanma biçimidir. Burjuva demokrasilerinde uzun yıllar süren kanlı mücadeleler sonucunda istikrarlı ulus tanımlarına ulaşılmış olması bizi yanıltmamalıdır. Türkiye gibi krizin süreklileştiği ülkelerde ulus tanımı da 1990’lar sonrasında sürekli bir meydan okumayla karşılaşmıştır. (Kaldı ki, artan emek göçünün, Batılı burjuva demokrasilerini sürükleyeceği krizin işaretleri de uzun süredir sezilmektedir.) Üçüncü ayak ise ilk iki ayak üzerinde yükselen rejimin kurulması, alternatiflerin bertaraf edilmesi, meydan okumalara yanıt üretilmesi ve elbette rejimin sürekliliğinin sağlanması için kurucu öznenin devamlı olarak strateji üretmek zorunda olmasıdır.

Bu üç ayak üzerinden Türkiye’nin geçirdiği son on iki yıl değerlendirildiğinde, var olan iktidar bloğunda önemli hiyerarşik kaymaların ve tasfiyelerin gerektiğinde zor kullanılarak gerçekleştirildiği açık olarak görülecektir. Süreklileşmiş kriz koşullarında bir siyasal parti olarak hareket etme becerisi kazanmış olan ordunun bu becerisinin yok edilmesi, hâlâ devam etmekte olan AKP ile Gülen Cemaati arasındaki mücadele, sermayenin bileşiminde gözlenmesi mümkün olan kaymalar hep bu değişimin işaretlerdir.

İkinci olarak ve çok daha önemlisi, AKP iktidarı, Türkiye’de ulus tanımının Kürt meydan okuması karşısında içinde bulunduğu krizi, yeni bir ulus tanımıyla aşmayı temel amaç olarak belirlemiştir. Fatih Yaşlı’nın sünni-ulus adını vermeyi önerdiği 9 bu yeni ulus tanımı, yalnızca Türkiye Cumhuriyeti içinde değil, sınırların ötesinde de yeni bir hayali cemaatin siyasal egemenliğin yegane temsilcisi olarak ortaya çıkmasını hedeflemektedir. Bu açıdan bakıldığında AKP’nin ne neo-Osmanlıcılık olarak adlandırılagelen dış politika yönelimi olumsal ve arızidir, ne Alevilere yönelik kurumsallaşmış ve sistematikleşmiş dışlama mekanizmaları geçicidir, ne de başta eğitim olmak üzere toplumsal yaşamın her boyutunu dinselleştirmeye yönelik hamleleri hegemonik kriz nedeniyle kitle tabanını tahkim etmeye yönelik hamlelerdir. Yeni bir iktidar bloğu ve ulus tanımı üzerinde yükselen AKP rejiminin attığı adımlar, iktidarını sürdürme reflekslerinden ziyade söz konusu rejimin herhangi bir geriye dönüşü engelleyecek şekilde tahkim edilmesini amaçlayan stratejilerdir.


“Rejim” tartışması neden önemli?

Bu noktanın gözden kaçırılmaması ve rejimin adının koyulması yazının başında belirttiğimiz gibi politikaya davettir. Fakat aynı zamanda davetiyenin üzerinde adres de bulunmaktadır ve adresi göz ardı etmenin Türkiye soluna hiçbir getirisi yoktur. Hatta Cihan Tuğal’a atıfla söyleyecek olursak esas böylesi bir göz ardı ediş Türkiye solunu bitirecektir. Bunun biri güncel, diğeri tarihsel olan iki nedeni bulunuyor. Güncel verilerle bakıldığında, AKP iktidarının 2010-2014 arasındakilere kıyasla çok da büyük krizlere gebe olduğu artık herkesin malumu. AKP’nin bu krizleri ne türlü stratejilerle aşmaya çalışacağı ve sonucun az çok neler olabileceği de öngörülebilir durumda. Özgür Şen’in soL portal’da da ifade ettiği gibi 10 rejim inşası sürecinin AKP’nin iktidarı kaybetmesine neden olacak bir krizle karşılaşması halinde Türkiye sosyalist hareketinin oyun dışı kalması, telafisi mümkün olmayan sonuçlar doğurur ve sol yalnızca Erdoğan’ın mağlubiyetini izlemekle kalmaz, kendi yenilgisinin de tanığı olur.

Tarihsel açıdan bakıldığında, her rejimin inşa ve idame ettirilmesi için uygulanan stratejilerin sonuçları nedeniyle güzergah belirleyici bir nitelik arz ettiği unutulmamalıdır. Yani belirli bir rejimin inşası sürecinde atılan adımlar, bütünlük sergilemeleri ve sonuç alıcı olmaları halinde, hem rejime karşı mücadele edenlerin siyasi stratejilerini, hem de rejimin yerini krize ve muhtemel bir rejim dönüşümüne bırakması durumunda ortaya çıkabilecek seçenekleri sınırlarlar. Örneğin bu açıdan yeni CHP’nin rejimi veri olarak kabul eden sağ pozisyonu ya da Kürt siyasi hareketinin Diyarbakır’da topladığı Demokratik İslam Kongresi veya Haziran Direnişi karşısında aldığı pozisyon tesadüf değildir. Aynı şekilde ülke tarihine kısa bir bakış da, Abdülhamid’in İslami İstibdat Rejimi’ni inşa ederken izlediği stratejilerin (örneğin Ermenilere yönelik pogrom ve mülksüzleştirme hareketinin), düşüşünü takip eden Meşrutiyet rejiminde imparatorluktan gayrimüslimlerin tasfiyesi ile sonuçlanacak bir felaketin tohumlarını nasıl attığını hatırlatacaktır.

Sonuç olarak, Türkiye sosyalist hareketi kurulmasına karşı direnişi örgütlemekle sorumlu olduğu rejimin adını doğru koymak durumundadır. Türkiye soluna musallat olan stratejisizliğin üzerinden gelmek için atılacak tek değilse de, ilk adım bu olmalıdır. Eğer ad koymada bir sorun yaşanıyorsa, adı koymuş olanlara akıl öğretmekten bir an evvel vazgeçilmelidir.

Bu noktada adı koymuş olanlara da küçük bir öneride bulunmakta fayda olduğunu düşünüyorum. Uzun bir süre boyunca AKP rejimini, yapısal ve tarihsel sınırları nedeniyle kurulmasında zorluklar yaşanan bir İkinci Cumhuriyet olarak adlandırageldik. Belki de Aytek Soner Alpan’ın soL dergi’de çıkan yazısına kulak verip, yeni bir kavram üzerine düşünmenin zamanı gelip geçmektedir. İkinci Cumhuriyet kavramı, kitleler nezdinde doğrudan bir etkisi bulunmayan apolitik tınılarının yanı sıra, ısrarlı bir şekilde sahip çıkmamız gereken cumhuriyet kavramının içerdiği tarihsel olarak olumlu çağrışım nedeniyle de terk edilmelidir. AKP tarafından inşa edilmekte olan rejimin cumhuriyetle uzaktan yakından bir ilişkisi kalmamıştır. Eğer cumhur artık bir mezheple özdeşleştirilir hale gelmişse, rejimin adı ya da sıfatı da buna uygun olmalıdır.

Yazının en başında bahsi geçen marksist hocalarından yakınan dostumun sözleriyle bitirecek olursak, mezhepçi-faşist rejimi geçer not almaya çalışan çocuklar gibi tanımlamak yerine hak ettiği şekilde adlandırmanın vaktidir.

Dipnotlar

  1.  http://www.diken.com.tr/evet-kandirildik-ama-iyi-ki-kandik/ (01/09/2014)
  2.  http://www.birikimdergisi.com/haftalik/hegemonya (10/12/2014)
  3.  http://baslangicdergi.org/birlesik-bir-hareket-icin-foti-benlisoy/ (27/12/2014)
  4.  http://www.evrensel.net/haber/100424/gezideki-demokrasiyi-laiklige-baglamak-solu-bitirir (23/12/2014)
  5.  “AKP’nin Telafi İslamcılığı”, (23 Mart 2014, BirGün Pazar). Bu noktada sevgili dostumuz Yıldırım’a haksızlık yapmamak için bir not düşmek gerekiyor. Burada sadece Yıldırım’ın hegemonik kriz ve İslamizasyon arasında kurduğu ve bir ölçüde işlevselci olduğunu düşündüğüm ilişkiyi sorguluyorum. Yıldırım’ın uzunca bir süredir, rejim tartışmalarını gündemde tutma çabaları unutulmamalı.
  6.  Daha önce Fatih Yaşlı ile birlikte hazırladığımız başka bir çalışmada, Hegemonya’dan Diktatorya’ya başlığını kullanmış olmamızın buradaki tespit ile çelişmediğini vurgulamak isterim. Zira orada kasıt liberal-muhafazakâr ideolojik hegemonyanın dağılarak yerini diktatoryaya bırakması değil, bu hegemonya üzerinde bir diktatörlük inşası idi.
  7.  Örneğin bkz. Charles Tilly, Kolektif Şiddet Siyaseti, Ankara, Phoenix, 2009.
  8.  Nicos Poulantzas, Faşizm ve Diktatörlük, çev. Ahmet İnsel, İstanbul, İletişim, 2004, ss.362-370.
  9.  Fatih Yaşlı, AKP, Cemaat, Sünni-Ulus, Yordam, İstanbul, 2014.
  10.  http://haber.sol.org.tr/yazarlar/ozgur-sen/akp-koalisyonunun-sonu-103126 (16/12/2014)