Yeni Ortaçağ’da Sosyalist Devrimin Güncelliği

Kısa bir süre önce kanserin kökenine ilişkin yeni bir hipotez ortaya atıldı. Hipotezi ortaya atan bilim insanı Arizona Devlet Üniversitesi’nde teorik fizik profesörü Paul Davies, yani alanın dışından bir isim. Hipotezinin bilimsel açıdan bir geçerliliği olup olmadığını değerlendirebilecek bilgiye sahip değilim. Aslında hipotezin kendisini de çok kabaca özetleyebileceğim.

 

Kısaca şöyle: Davies, kanserin, evrimin karmaşık organizmaların ortaya çıkışından önceki bir aşamasına geri gidiş olduğunu savunuyor. Bu hipoteze göre kanserli bir hücre, insan organizmasındaki hücrelerin karmaşık yapısından uzaklaşarak, hayatta kalmak üzere milyarlarca yıl önce var olan tek hücreli canlılar gibi davranmaya başlıyor.1

 

Davies’in hipotezini destekleyen ipuçlarından bir tanesi kanserin çok hücreli canlılar arasındaki yaygınlığı. Bu da kanserin insanın evriminden çok önce ortaya çıktığını düşünmesine neden olmuş. 2014 yılında Almanya’daki Kiel Üniversitesi’nden Thomas Bosch başkanlığındaki bir araştırma ekibi, hayli erken evrimleşen çok hücreli organizmalardan olan su yılanlarının iki türünde kanser geliştiğini keşfetmiş. Bu da araştırmacıların kanserin çok hücreli yaşamın oldukça eski dönemlerine kadar gittiğini düşünmelerine yol açmış.2

 

Davies’in kanserin bir tür tersine evrim3 olduğu yönündeki hipotezini desteklemek için öne sürdüğü bir başka kanıt, tümör hücrelerinin, örneğin memeli hücrelerinden farklı olarak ölmeye programlanmamış olmaları ve çok az oksijenle yaşamlarını sürdürebilmeleri. Davies ve ekibi, bu durumun kanserin atmosferde oksijen miktarının bugünkünün çok altında olduğu bir dönemde, yaklaşık 1 ila 1,5 milyar yıl önce ortaya çıktığını gösterdiğini düşünüyor. Davies, kanser hücrelerinin metabolizmalarının normal hücrelerden farklı çalışarak şekeri çok hızlı bir şekilde enerjiye dönüştürmelerinin ve oksijenin bulunmadığı durumlardaki gibi laktik asit üretmelerinin de bunu desteklediği görüşünde. Davies’e göre kanser hücrelerinin sanki hiç oksijen yokmuş gibi tuhaf bir metabolizmaya sahip olmaları, kökenlerinin çok eskiye dayanmasıyla ilişkili olabilir.4

 

Yakın zamanda Avustralya’daki Peter MacCallum Kanser Merkezi’nden araştırmacılar bazı kanser tiplerinde kanser hücrelerinde, evrimin daha sonraki basamaklarında ortaya çıkan genlerin tümör büyümesi ve işlevindeki öneminin daha az olduğunu saptamış.

 

Davies, bu hipotezden hareketle, mevcut yaşam biçiminden daha eski bir yaşam biçimine geçişin nedeninin ne olduğunu soruyor ve buna “kanserin, kökeni çok eski zamanlara dayanan bir savunma mekanizması” olduğu yanıtını veriyor. Başka bir ifadeyle, hayatta kalma çabası kanser hücrelerinde daha ilkel genlerin harekete geçmesine neden oluyor. İşlemsel biyolog David Goode’a göre “daha primitif bir duruma geri gidiş, tümör hücresinin sadece daha hızlı bölünmesini değil, karşı karşıya kaldığı çevresel baskılara daha iyi adapte olmasını” da sağlıyor.5

 

Başta da belirttiğim gibi, bu hipotezin bilimsel bir değeri olup olmadığı konusunda bir yorum yapmam mümkün değil. Yine de Davies’in çıkış noktasındaki, kanser araştırmalarının büyük bir endüstri olduğu, dolayısıyla sorunun kaynaklarının anlaşılmasına yönelik ilk adımı atmak yerine paraya dayalı geçici çözümlerin peşinden gittiği argümanını anlamlı bulduğumu söylemeden geçemem.6 Ancak elbette bu çıkış noktası, hipotezin bilimsel geçerliliğiyle ilgili bir şey söylemiyor.

 

‘Yeni Ortaçağ’da yönetme biçimleri

Doğa bilimleriyle tarihsel ve toplumsal süreçler arasında analoji kurmak her zaman tehlikeli. Ancak analojiyi fazla ileri götürmeksizin yukarıda kabaca aktarılan “atavistik hipotezin” emperyalizme uyarlanıp uyarlanamayacağını sorabiliriz.

 

İnsanlık tarihi açısından bakıldığında emperyalizmi, kapitalizmin sağ kalım çabasının zorunlu bir sonucu olan; sistemin karşı karşıya kaldığı baskılara daha iyi adapte olmak üzere bazı özellikleri yitirdiği bir tersine evrim olarak görmek mümkün mü?

 

Analojiyi fazla zorladığımız takdirde tarihselciliğin dışına düşeceğimiz açık. Uzunca bir süredir – kabaca Sovyetler Birliği’nin çözülüşünden bu yana – bir tür “yeni Ortaçağ” yaşadığımıza ilişkin değerlendirmelerin de benzer bir sorunla malul olduğu söylenebilir. Her şeye rağmen, bir bütün olarak kapitalizmin tarihinin değilse bile, onun emperyalist aşamasının herhangi bir kesitte insanlığı ileriye götürüp götürmediğini sormanın bir meşruiyeti var.

 

Özellikle Sovyetler Birliği sonrası dünyada birkaç yıllık zaman dilimleri içerisinde, daha önce “dehşet verici” olanın sıradan hale gelmesi bu soruyu daha güncel kılıyor. Burada yalnızca yakın geçmişe kadar “dehşetli” bulunanın artık sıradanlaşması değil, bu geriye gidişin ivmesi de önem taşıyor. Bu açıdan “yeni Ortaçağ” kavramı salt retorik olarak değil, geriye doğru ivmeli hareketin bir tasviri olarak görülebilir. Kuşkusuz gidilen nokta yine “kapitalizmden başka” bir sistem değil; karşı karşıya kaldığımız karanlık emperyalizmin çirkinliğinden başka bir şey değil. Ancak emperyalizmin, kapitalizm öncesi egemenlik ve yönetme biçimlerini giderek daha yoğun bir biçimde kendisine eklemlediğini görüyoruz. Bu eklemlenmeler sistemin çoğu durumda bizzat kendisinin ürettiği baskılara adaptasyonu olarak görülebilir. Adaptasyonun, tıpkı kanser gibi, patolojiyi ağırlaştırdığı da buna eklenebilir.

 

Bu yönetme ve egemenlik biçimlerinin bazı tezahürleri üzerinden meseleye daha yakından bakalım.

 

Ortaçağ dünyasında, özellikle de geç Ortaçağ ile kapitalizmin erken aşamalarında idam seyirlik bir eylemdi. On altıncı yüzyılla on dokuzuncu yüzyıl arasında Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da idam cezasını ve aldığı biçimleri inceleyen bir çalışma derleyen Richard Ward’a göre geç Ortaçağ’da, bilhassa on altıncı yüzyılda, idam cezasının “erken modern” biçimleri görülmeye başlandı. Bunlar giderek artan bir zalimliğe, şiddete ve gösteriye dayanıyor. Mahkûm üzerinde uygulanan yöntemler, suçun niteliğine ve mahkûmun sınıfsal aidiyetine göre dikkatli bir biçimde “kalibre ediliyor”. Yine on altıncı ve on yedinci yüzyıllarda idam cezası uygulamalarında yeryüzünün “arındırıcı” güçlerine, yani toprağa, ateşe ve suya daha fazla başvurulmaya başlanıyor; bu da cezanın infazına yüklenen sembolik anlamın arttığının göstergelerinden bir tanesi. Her durumda cezalandırılan kişinin ölmeden önce en yüksek düzeyde acı çekmesi ve bu sürecin başkalarınca izlenmesi amaçlanıyor.

 

On yedinci yüzyılın sonları ile on dokuzuncu yüzyılın başları arasında ise hem infazın hem de infaz edilen kişinin cesedinin maruz bırakıldığı “cezaların” biçimi ciddi ölçüde değişiyor.7 On yedinci ve on sekizinci yüzyıllarda cezalandırmanın en korkunç biçimleri ölüm öncesi değil, ölüm sonrası uygulanmaya başlanıyor:

 

“Kısacası on sekizinci yüzyıl Avrupa’sında yönetici makamlar, on altıncı yüzyılda ön plana çıkan ölüm öncesi fiziksel işkence uygulamalarını sürdürmek konusunda giderek daha isteksiz davranırken, benzer (ve başka) yaptırımları cezalandırılanın cesedine uygulamak konusunda daha istekliydi. Ölüm sonrası cezalandırmalar on sekizinci yüzyıl boyunca ve on dokuzuncu yüzyılın başlarında uygulanmaya devam edildi, hatta bazı açılardan kapsamı genişletildi.”8

 

Burjuvazinin giderek güç kazandığı, “modern” devletin temellerinin atıldığı on yedinci ve on sekizinci yüzyıllarda Batı Avrupa’da ölüm öncesi gerçekleştirilen fiziksel işkenceler büyük ölçüde terk ediliyor ya da hafifletiliyor. Ward, Amsterdam’da kazıkta yakmanın en son 1696’da uygulandığını, Almanya’da asarak, suda boğarak ve toprağa gömerek idamın yerini on sekizinci yüzyıl başlarında giderek kılıçla kafa kesmenin aldığını aktarıyor.9 Oysa kılıçla kafa kesmek, geç Ortaçağ’da yalnızca “soylulara” bahşedilen bir ayrıcalık. On sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda artık mahkûmun canlı bedeni değil, cesedi yakılıyor, parçalanıyor, sonrasında da sergileniyor.

 

On dokuzuncu yüzyıl başlarına kadar varlığını sürdüren bu “cesedin cezalandırılması” uygulamasının anlamı ne? Ward’a göre şu:

 

“Geç Ortaçağ ve erken modern dönemlerin yeni ortaya çıkmakta olan egemen devletleri böylece idam cezasını, egemenliklerini ileri sürmenin ve şiddet tekellerini meşrulaştırmanın bir aracına dönüştürüyordu. Ortaya çıkmakta olan egemen devletler son derece vahşi ve çarpıcı infazlar üzerinden iktidarlarını, idam edilenlerin bedenleri üzerine kazıyordu. Cezalandırılanın bedenine uygulanan yoğun eziyet (özellikle hafif ve ağır ihanet, ayaklanma, fitnecilik ya da sapkınlık suçlarından hüküm giyenlere yönelik) elbette halkı, acımasız örnekler üzerinden sindirmek amacıyla devletin gücünün beklenmedik ve merhametsiz bir şekilde sergilenmesiydi. Ancak bedenin cezalandırılması ve ona eziyet edilmesi devletin düşmanlarını ezme kabiliyetinin ötesinde daha geniş kapsamlı mesajlar taşımayı da amaçlıyordu. Erken modern dönemde gerçekleştirilen idamlar, devletin doğal otoritesini sergilemeye çalışan son derece törensel, ritüelleştirilmiş ve sembolik olaylardı.”10

 

Bu nedenle cesedin cezalandırılmasını, genellikle kentin sınırlarında (dışarıdan gelenlerin görmesi için) ya da özel olarak belirlenmiş alanlarda teşhiri izliyor ve bu, idam edilenin ölümde bile sürgün edildiğini, yani devletin “doğal otoritesinin” ölümü de kapsadığını temsil ediyor. Cesedin ya da cesetten kalanların mümkün olduğunca uzun bir süre boyunca teşhir edilmesi de bu pratiğin bir parçası:

 

“On beşinci yüzyıl Strasbourg’unda, köpeklerin mahkûmun düşen kemiklerini alıp götürmesini engellemek üzere darağaçlarının etrafına duvar örülüyordu. Rüzgârın uçurduğu cesetler düzenli olarak geri asılır ve bazı yerlerde işkence çarkında parçalanan cesetleri dik pozisyonda tutmak üzere koşum takımları kullanılırdı. On sekizinci yüzyıl İngiltere’sinde şerifler, suçluların asıldığı darağaçlarının ve zincire vuruldukları kafeslerin dış etkilere dayanması ve suçlunun arkadaşları ya da ailesinin olası saldırılarından korunması için ciddi paralar harcıyordu. On sekizinci yüzyıl Hannover’inde, cellatların yeni bedenlere yer açmak ve malzemeden tasarruf etmek üzere teşhir edilen cesetleri izin almaksızın kendi inisiyatifleriyle indirmelerinden şikayet eden yetkililerin kalıcılık kaygısı da benzer nedenlere dayanıyordu. (…)

“Bedenin teşhiri suçlunun kendisinin yanı sıra ailesini de utandırıyordu. Bu utanç verici görüntüyü ortadan kaldırmaya ve yakınlarının düzgün bir şekilde gömülmesini sağlamaya çalışan aileler, zincire vurularak asılmış bedenin indirilmesi için yetkililere dilekçe veriyor, hatta bazı örneklerde cesedi çalmaya çalışıyordu.”11

 

Öte yandan bu açıklama, kapitalizmin ve ulus devletlerin tarih sahnesine çıktığı bir dönemde halen otoritenin (bu örnekte şiddet tekeli ve “devletin gücünün”) ölü bedenin parçalanması ve teşhiri üzerinden ilan edilmesine tatmin edici bir yanıt değil. Buna karşın (kendi başına bir çelişki olsa da) ölü bedene eziyet edilmesi ve ölünün teşhiri, hayli geç bir döneme, on dokuzuncu yüzyılın başlarına kadar varlığını sürdürüyor. İdam ritüelleri İngiltere’de 1832 tarihli Anatomi Kanunu’yla ölünün zincire asılarak teşhiri uygulamasına son verilmesine, Hollanda’da 1795’te darağacı sahalarının halk sağlığı ve kente dışarıdan gelenler açısından yarattığı sorunlar nedeniyle ortadan kaldırılması kararı alınmasına, Württemberg Kralı Friedrich’in 1811’de kalıcı darağaçlarının kaldırılması ve ölülerin teşhiri uygulamasına son verilmesini emretmesine, yine aynı yıl Prusya Adalet Bakanlığı’nın bu yönde bir karar almasına ya da ABD’de on sekizinci yüzyılın sonlarına doğru cesetlerin yakılması, asılması ya da uzuvlarının kopartılarak teşhir edilmesinin yerine disekte edilmek üzere anatomistlere teslim edilmesi kararı alınmasına kadar sürüyor.12 Her durumda kapitalizm, kitleleri yönetmenin bir aracı olarak dehşet ve sindirmeden daha etkili yöntemlere sahip olana ve dehşete düşürme ve sindirmenin de daha etkili (“gelişmiş”) biçimlerini bulana kadar bu pratikler devam ediyor.

 

Günümüzde, özellikle de son on yıl içerisinde, bu pratiğin geri döndüğünü söylesek abartmış mı oluruz? Bu infazların çoğu örnekte devletler eliyle değil, bir takım çeteler eliyle yapılıyor olmasının, bana kalırsa bir önemi yok. Ortaçağ ve erken kapitalizm döneminde infazın izlenmesi ve cesedin mümkün olduğu kadar uzun bir süre teşhir edilmesi esastı ve amaç, yukarıda belirtildiği gibi, otoritenin meşruiyetinin bu yolla dayatılması, kitlelerin dehşete düşürülerek ve sindirilerek yönetilmesiydi. “Otoriteme boyun eğmeyenin sonu böyle olur”, mesaj bu. Bu mesajın devlet dışı aktörler tarafından verilmesi, dehşet ve sindirmenin bir yönetme biçimi ve aracı olarak kullanılması açısından bir şey değiştirmez.

 

Dahası infazın seyredilmesi ve infaz edilenin olabildiğince uzun bir süre boyunca teşhir edilmesi işlevleri de yerli yerinde duruyor. Hem de Ortaçağ’da ya da erken kapitalizmde mümkün olmayan bir şekilde. İnternette basit bir aramayla Kaddafi’nin nasıl katledildiğini, Suriyeli askerlerin ya da Ezidilerin nasıl infaz edildiğini, Nijerya’da Boko Haram ya da Meksika’da uyuşturucu kartelleri tarafından koca bir köyün nasıl kıyımdan geçirildiğini, cesetlerine neler yapıldığını, Almanya’da ya da İngiltere’de insanların tırlarla nasıl ezilerek öldürüldüğünü, Ankara’nın göbeğinde insanların nasıl havaya uçurulup paramparça edildiğini vs. bulup izleyebilirsiniz. Bu infaz ve katliam görüntülerinin milyonlarca kişi tarafından izlendiğini, sosyal medya üzerinde paylaşıldığını; Hollywood tarafından bu tip infazları “estetize eden” film, dizi vb. enstrümanlar üretilerek popüler kültüre enjekte edildiğini biliyoruz. Üstelik teşhir edilen bu ölülerin kokması, dağılması, infaz edilenlerin yakınları tarafından çalınması gibi teşhiri engelleyen sorunlar da yok. İnfazlar, katliamlar ve sonrasında olanlar birer imaj olarak sonsuza dek oradalar. Gerçek olanları izlemek istemiyorsanız, aşırı gerçekçi kurgusal versiyonlarını seyredebilirsiniz.

 

Geç Ortaçağ ve erken kapitalizmde idam cezasının bu işlevi, esasen siyasi iktidarın zayıflığına işaret ediyordu. Kitleleri sindirmek, “meşru şiddeti” bilfiil görünür kılarak dayatmak… Kapitalizm geliştikçe bunlardan vazgeçmedi, ancak zamanla inceltti; daha güçlü, daha karmaşık yönetme pratikleri içinde eritti. “Kapitalizmin en yüksek aşamasında” öldürmenin törenselleştirilmesi üzerinden kitlelerin dehşete düşürülmesi ve sindirilmesi, yönetme pratikleri arasında bir kez daha ve büyük bir hızla güncellik kazandı.

 

Bir yönetme pratiği olarak sindirme, egemenliğin en başta “güvenlik” üzerinden tanımlanmasıyla birlikte ön plana çıktı. Ortaçağ’da da böyle bir işlevi vardı. Özel alanlarda teşhir edilen ölü bedenler, kentin “adaletinin” ve gücünün, dolayısıyla da “güvenliğinin” bir karinesi olarak görülüyor, bunun tehdit etmeye cüret edilmemesi gerektiğini anlatıyordu. Sovyetler Birliği sonrası dünyada belki de en hızlı aşınan iki kavramın, egemenlik ve güvenliğin, bir kez daha birbirine bu bitişmesi tesadüf değil. Dünyadaki sınırların bir yandan giderek belirsizleşmesi diğer yandan artan militarizasyonu, kapitalizmin en yüksek aşamasındaki bu hızlı geriye gidişin tezahürlerinden bir diğeri. Giderek daha fazla sınırda yükselen duvarların ya da benzeri yapıların izini sürmek emperyalizmde egemenlik ve güvenlik kavramlarının ne tür yönetme pratiklerine tercüme edildiğini anlamak açısından yararlı olacaktır.

 

Ortaçağ tarihçisi Norman Pounds, Roma İmparatorluğu’nun gerileme ve çöküşünün esas olarak kentlerin çürümesinden ve kentsel işlevlerinin kaybolmasından ibaret olduğunu savunuyor. Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra (Avrupa’da) yeni kentleşme yordamı yedi ve sekizinci yüzyıllarda şekillenmeye başlayıp, on dördüncü yüzyılda tamamlanıyor. Bundan sonraki (ve sonuncu) kentleşme dalgası ise on sekiz ve on dokuzuncu yüzyıllarda, Sanayi Devrimi’nin etkisiyle gerçekleşiyor.13

 

“Romalılar,” diyor Pounds, “kentleri, imparatorluklarına kattıkları vahşi barbarları ehlileştirmeye yarayan bir uygarlık aracı olarak görüyordu.”14 Bu nedenle kentler, birbirini dik açıyla kesen düzgün sokaklarla, tapınaklara, bazilikalara vs. bırakılan geniş alanlarla, bu binaların çevrelediği bir kent meydanıyla, mutlaka bir tiyatro, amfitiyatro ya da arenayla vs. birlikte dikkatli bir şekilde planlanıyor. Roma’nın gücünün zirvesinde olduğu dönemlerde, çoğu örnekte kentlerin duvarla çevrelenmesine ihtiyaç duyulmuyor. “Ancak,” diyor Pounds, “üçüncü yüzyılın sonlarında bu değişmeye başladı. Barbar topluluklar Ren ve Tuna nehirleri boyunca Roma sınırlarından geçerek, Avrupa’nın batısındaki ve güneyindeki kentleri tehdit etmeye başladı. Aceleyle duvarlar inşa edildi. Korunma ihtiyacı öylesine büyüktü ki arkeoloji, tapınakların ve benzeri yapıların taş elde etmek için nasıl yağmalandığının kanıtlarıyla dolu. Önem taşıyan bütün kentler duvarlarla çevrelendi; buna karşın kentlerin birçoğu yüzyıldan biraz daha uzun bir süre için sosyal ve ekonomik faaliyetin merkezleri olmaya devam edebildi. Az bir kısmı duvarları, kuleleri ve müstahkem kapıları istilacılara karşı bir düzeyde koruma sunmasa, tamamen terk edilirdi. Ancak günleri sayılıydı. Anıtsal yapılarının inşa edilmesini teşvik eden zenginlikleri, kırla kent ve kentle kent arasındaki barışçıl mal ve hizmet mübadelesine bağlıydı. Güvensizliğin ve savaşın ilk kurbanı bu değişim oldu ve Roma İmparatorluğu’nun gerilemesine kentlerin gerilemesi, hatta terk edilmesi damgasını vurdu.”15

 

Belçikalı tarihçi Henri Pirenne bundan yaklaşık beş yüz yıl sonra, dokuzuncu yüzyılda Batı Avrupa’da kentlerin var olup olmadığı sorusuna şu yanıtı veriyor:

 

“Cevap, ‘kent’ sözcüğüne yüklediğimiz anlama göre değişir. Bununla toprağı ekmek yerine kendisini ticari faaliyete adamış bir nüfusun yaşadığı bir yerelliği kastediyorsak cevap kesin olarak ‘hayır’ olmak durumundadır. ‘Kentten’ tüzel kişiliğe sahip ve kendine özgü kanun ve kurumları olan bir topluluğu anlıyorsak, cevap yine olumsuz olacaktır. Öte yandan kenti bir idari merkez ve bir kale olarak düşünüyorsak Karolenj döneminin neredeyse kendisini izleyen yüzyıllardaki kadar çok sayıda kenti tanıdığı söylenebilir.”16

 

O halde Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden beş yüzyıl sonra Batı Avrupa’da kent olarak algılanan mekan bir çeşit içi boş kabuk; çoğu zaman metruk duvarlar ve bir kale… Pounds da aynı görüşte:

“İzleyen ‘karanlık’ yüzyıllar boyunca kentsel barınma ve kamu binaları harap oldu, ancak duvarlar, kuşkusuz giderek daha yıkık dökük bir halde, ayakta kaldı. Kentsel yaşam yeniden canlanmaya başladığında duvarlar da, istihkâmın ve kentsel güvenliğin nesnel bir göstergesi olarak halen oradaydı. İmparatorluk zamanında Batı Avrupa kentlerinde birbiri ardında yükselen ve kentlilerin güvenliğini sağlayan duvarlar onarıldı; bazı yerlerde yeni gelişen banliyöleri de çevreleyecek şekilde genişletildi ve yine hizmete uygun hale getirildi. Örneğin Londra’yı ele alalım. Ortaçağ Londra’sının duvarlarının küçük bir bölümü halen ayaktadır, ancak günümüzde temeller dikkatli bir şekilde incelenecek olursa bunların Roma işçiliği olduğu görülecektir. Roma İmparatorluğu’nun İmparator Aurelian (215-275) döneminde yaptırılan duvarları Ortaçağ boyunca kullanılmaya devam edilmiştir ve halen bazı kısımları görülebilir.”17

 

Kabuk varlığını sürdürüyor; önce içi boşalmış olsa da zamanla doluyor ve yetmediği yerde genişletiliyor. Oysa yedinci ve sekizinci yüzyıllarda başlayıp Ortaçağ boyunca gelişen bu kentleşme dalgası süresince savaşlarda kentlerin kuşatılması pek de sık rastlanan bir durum değil. Zira uzun bir süre boyunca kentler zenginliği de egemenliği de temsil etmiyor. O halde neden duvarları koruyor, duvar örmeye devam ediyorlar? Pounds’a göre duvarların birden fazla işlevi var:

 

“Kentlerin kuşatılması bu denli nadir görülüyorsa neden kentliler duvar inşa etmenin muazzam maliyetine ve zorluğuna katlanıyorlardı? Bu sorunun yanıtı, potansiyel saldırganlara karşı etkin bir savunma sağlamak olmalı. Duvarlar çok önemli bir güvenceydi. Daha önemsiz kötülüklerden, zaman zaman kırı terörize eden ufak çetelerden de korunma sağlıyordu. Bir de tabii hiç de önemsiz olmayan yerel gurur meselesi vardı. Kent duvarları kentin armasında resmediliyor ve kent mührü belgeleri tasdiklemek için her kullanıldığında duvarların imgesi yeniden çoğaltılıyordu. Son olarak duvarlar bir kolaylık da sağlıyordu. Kentsel yayılmaya sınır koyuyor ve surların ardındaki yürüyüş yolu, kentin kalabalık sokaklarının keşmekeşine girmeksizin dolaşmayı mümkün kılıyordu.”18

 

Güvenlik ihtiyacı, kentler geliştikçe egemenliğin temsiliyle birleşti. Dokuzuncu yüzyılda diyor Pirenne, kentler hem birer kaleydi hem de piskoposların ikametgâhıydı.19 Piskoposlar, Roma’nın son günlerinde inşa edilen duvarları ayakta tutmak için büyük gayret gösteriyor, Sasani ve İskandinav akınları da bu korunma ihtiyacını meşru kılıyordu. “Bu nedenle eski Roma duvarları, kentleri yeni tehlikelerde korumak üzere varlığını sürdürdü.”20

 

Buna giderek artan idari işlevler eklendi. Prensler, kale kumandanlarını yalnızca kaledeki şövalye garnizonuna komuta etme görevinin ötesinde, kent duvarlarının çevresine de yayılmaya başlayan mali ve idari yetkilerle donattılar. İlk belirtileri onuncu yüzyılda ortaya çıkan, sonraki yüzyıllarda ise ivmelenerek devam eden iktisadi Rönesans bu zeminde yükseldi. Geç Ortaçağ’da kentler, burjuvaziyi doğuran “orta sınıfın” merkezlerine dönüştü. Bununla birlikte duvarın temsil ettiği güvenlik, aynı zamanda kentlerdeki orta sınıf egemenliğinin ve buna bağlı özgürlüğün de ifadesi haline geldi. Duvar, artık kent nüfusu ve zenginliğinden daha fazlasını koruyordu:

 

“Ruhban sınıfı ve soylular gibi orta sınıfın kendisi de ayrıcalıklı bir düzendi. Ayrı bir hukuki grup teşkil ediyor ve istifade ettiği özel hukuk onu, halen nüfusun ezici bir çoğunluğunu oluşturan kır sakinlerinden ayırıyordu. … orta sınıf bu olağanüstü statüsünü korumak ve bunun avantajlarını yalnızca kendisi kullanmak durumundaydı. Orta sınıfın tasavvur ettiği anlamda özgürlük, bir tekeldi. Onun gücünün kaynağı olan ve Ortaçağ’ın sonunda bir zayıflığa dönüşen kast fikrinden daha az özgürlükçü bir fikir olamaz.”21

 

Duvarlar kentlerdeki orta sınıfın “özgürlük” üzerindeki tekelini korurken, kent dışındaki feodal iktidarı da kentlerin “özgürlükçülüğünden” koruyor. Bu anlamda güvenliği sağlama işlevinin yanına egemenlik alanları arasında bir sınır oluşturdukları söylenebilir. İtalya ve Almanya gibi merkezi devletin gelişemeyecek kadar zayıf olduğu örneklerde kent duvarları hakiki sınırları teşkil ediyor. Her durumda duvar, sadece çevrelediği alanda değil, onun dışında da bir egemenlik iddiası anlamını taşıyor.

 

Benzer bir saptamayı emperyalizm için yapabilir miyiz? Sovyetler Birliği sonrası dünyada sınır duvarları yeniden yükselmeye başladı. Berlin Duvarı 1989’da yıkılıp, “özgürlük” kavramı emperyalizmin elinde tutsak edildiğinde 16 ülkenin sınırları duvarlarla (ya da çitlerle) çevriliydi. Bugün 65 devletin, yani dünyadaki devletlerin üçte birinin sınırları duvarlarla çevrili ve hem bu sayı hem de duvarların uzunluğu artmaya devam ediyor. Sınır duvarlarının yükselmesi hiçbir örnekte sınırı kapatan ülkenin egemenliğine yönelik varoluşsal bir tehditten kaynaklanmıyor. Bu anlamda duvar bir kez daha sadece içinde kalan alanda değil, dışında bırakılan alanda da bir egemenlik iddiasını temsil ediyor. Dahası sınırları duvarlarla çevrilen bölgelerde güvenlik artmıyor, aksine azalıyor. Örneğin aşağıdaki iki grafik, sırasıyla 1990-2016 arasında ABD’nin sınır devriyesine ayırdığı bütçedeki artışı ve 1985-2013 arasında ABD-Meksika sınırının Tucson, Arizona bölümünde gerçekleşen ölümleri gösteriyor.22

 


Kaynak: U.S. Border Patrol, “Enacted Border Patrol Program Budget by Fiscal Year”,
http://​www.cbp.gov/sites/default/files/assets/documents/2016-Oct/BP%20Budget%20History%201990-2016.pdf

 


Kaynaklar için şuraya bkz.: Jones, Reece, Violent Borders. Refugees and the Right to Move, Verso, Londra, 2016, s. 45.

 

Egemenliğin güvenlikle özdeşleştirilmesi ve duvarlarla “işaretlenmesi” bildiğimiz anlamda devletlerarası sistemin de sonu anlamına geliyor. Sınırların çitlenmesi, muazzam bir hızla artan sivil nüfus hareketlerinin bir sonucu olmaktan ziyade bu hareketlere neden olan dinamiklerin tezahürlerinden bir tanesi olarak görülmeli. Duvar, dışında kalan bölgelerin egemenliğinin tanınmadığını, içeridekilerinse buna karşı “güvende” olduğunu ifade ediyor. Devletlerarası sistem de bu mantığa göre yeniden tasarlanıyor.

 

Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği verilerine göre 2016’da dünyada zorla yerinden edilmiş insan sayısı 65,6 milyondu; bu rakamın 10,3 milyonu 2016’da eklendi. Yine 2016’da 3,4 milyon kişinin daha eklendiği 22,5 milyon mülteci, 10 milyon vatansız insan bulunuyor.23 İkinci Dünya Savaşı sonrasının ölçeklerini çoktan aşmış bulunan bu kitlesel nüfus hareketleri, toprak bütünlüğüne bağlı egemenlik kavramının ilk kez temel alındığı 1648 Westphalia Barışı’na dayalı uluslararası sistemdeki “arızanın” da görülmemiş ölçüde artması anlamına geliyor. Zira Westphalia sisteminin egemen bir devletin koruması altında olmayan birey ya da gruplarla ilgili herhangi bir tasarrufu yok.24 Emperyalizmin uluslararası sistemdeki artan “arızaya” yanıtı sınırları duvarla kapatmak; ilk kez Westphalia Barışı’yla hukuki ifadesini bulan jus emigrandi’yi, yani “kendi” devletinde zulüm gören kişinin başka bir devlete sığınma hakkını ve yine mülteci hukukunun temelini teşkil eden kişinin bu hakka dayanarak sığındığı devlet tarafından garanti altına alınan “geri göndermeme ilkesini” (non-refoulement) lağvetmek.25

 

Ortaçağ’da kentler gelişirken duvarlar ortadan kalkmadı; egemenliğin değişen içeriğine göre yeni işlevler üstlenerek varlığını sürdürdü. On yedinci yüzyıldan sonra “modern” devlet anlayışının öncü unsurları şekillenmeye başladıkça sınırların ve savaşların biçimi de değişmeye başladı. Kapitalist devletin egemenliği, aynı zamanda kentin egemenliği anlamına geliyordu; bu da duvarın geç Ortaçağ’da üstlendiği işlevin sönümlenmesini beraberinde getirdi. Kentleri çevreleyen duvarların yerini haritalarda işaretlenen sınırlar aldı. Yeni Ortaçağ’da uluslararası sistemin çöküşü ve egemenlik kavramının güvenlikle özdeşleşmesi, sınırların haritadaki çizgiler olmaktan çıkıp bir kez daha fiziksel duvarlara dönüşmesine neden oldu.

 

Eşitsiz gelişme ve sosyalist devrimin güncelliği

Marksistler, yirminci yüzyılın başlarında emperyalizmin sınıflar mücadelesi açısından ne ifade ettiği sorusuna ne gibi yanıtlar veriyorlardı? Bugün gördüğümüz muazzam eşitsiz gelişme, emperyalizmin henüz yeni ortaya çıktığı bu dönemde aynı ölçüde berrak mıydı?

 

Çıkış noktamızda Lenin’in Emperyalizm’i, yani “kapitalizmin en yüksek aşaması” var. Lenin, emperyalizmin “kapitalist gelişimin” en son uğrağı olduğunu ortaya koyuyordu. Kuşkusuz argüman bu düzeyde, emperyalizmin, kapitalist gelişimin bir “ileri” evresi olduğunu düşündürüyor. Zaten Lenin, Hilferding ve Buharin’in (kısmen de Hobson’un) argümanlarını takip ederek, emperyalizmin nasıl ve neden yirminci yüzyılın başlarında ortaya çıktığını, kapitalizmin emperyalist aşamaya geçişiyle birlikte kapitalist dünya pazarının hangi dinamiklerle şekillendiğini açıklamaya çalışıyordu. Ancak özellikle Hilferding’den, hatta Buharin’in daha ihtiyatlı çözümlemelerinden uzaklaşarak, dahası Kautsky’nin “ultra emperyalizm” fantezisiyle keskin bir polemiğe girerek, emperyalizme kapitalizmin “asalak” ve “çürüyen” formu yakıştırmalarını iliştiriyordu.

 

Lenin’e göre kapitalizm, emperyalizmle birlikte daha karmaşık, dünya ölçeğinde yayılmış hiyerarşik bir sistem haline gelirken, diğer yandan da insanlığı topyekun savaş ve yıkıma maruz bırakan; geç kapitalistleşen coğrafyaları yağmaya, talana, ilkel birikimin en vahşi biçimlerine açan; mali sermaye egemenliğiyle birlikte burjuvazinin artı değere el koyma biçimlerinin giderek sermayenin daha da fiktifleşmesine, dolayısıyla spekülatif rant arayışına dayandığı parazitik bir hal alıyordu. O halde Lenin’in argümanının diyalektik bir bütün oluşturan iki boyutu bulunuyor: Emperyalizm, kapitalizmin en “ileri” biçimiyken, artık tarihsel olarak geri olan bu üretim tarzının en son ve en yüksek aşaması, insanlık adına ancak ve ancak daha da büyük bir gerilemeyi temsil ediyor.

 

Analojiyi sürdürmek adına evrimsel kavramlarla ifade edersek, emperyalizm, evrimdeki bir ilerlemeyi değil, tümörleşmiş bir dokunun hayatta kalma çabasının zorunlu bir sonucu anlamına geliyor ve bazı açılardan insanlığı milyarlarca yıl önceki yaşam formlarına olmasa da yüzyıllar öncesinin sömürü ve baskı biçimlerini çağrıştıracak ölçüde geriye çekiyor. Dolayısıyla Lenin’in Emperyalizm’inden bakıldığında sorun en yalın haliyle, giderek artan bir ivmeyle insanlığı çürütmekte olan kapitalist gelişimin sadece ve sadece sosyalist devrimle aşılabileceği. Kapitalist gelişim, artık sadece gerilemedir; bu gerileme emperyalist uğrağında sadece kapitalizmin en gelişkin olduğu coğrafyalarda değil, dünyanın bütününde sosyalist devrimi güncel hale getirmiştir. Kanımca Leninist emperyalizm teorisinin özü bu.

 

Öte yandan Lenin’in Emperyalizm’ine bakıldığında bu politik özün gözden kaçmasının bir hayli mümkün olduğu söylenebilir. İlk bakışta çok tali görünen, ancak bana kalırsa önemli bir husus şu: Lenin, “Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması”na yaptığı atıflarda eserini bir “broşür” olarak niteliyor. Yalnızca tevazu deyip geçmeli miyiz? Bence hayır. Lenin, gerçekten de bir broşür yazmıştı. Zira metnin genellikle gözden kaçan bir alt başlığı da vardır: “Popüler Bir Çerçeve”. Teorik formülasyonları bu nedenle daha ziyade toparlayıcı. Broşürün nirengi noktasıysa Kautsky’nin ultra emperyalizm fantezisine indirilen darbe.

 

Broşür 1916’nın ilk yarısında İsviçre’de yazılıp, Gorkiy’in Petrograd’da kurduğu Parus Yayınevi tarafından basılmak üzere Paris’teki editörlere iletildikten sonra Menşevik editörlerin metinden Kautsky’nin ultra emperyalizm teorisine ve Martov’a yönelik eleştirileri çıkartarak yayımladıklarını not düşmek gerekir. Zira broşürün can alıcı kısmı tam da budur.26 Broşür, orijinal haliyle yeniden 26 Nisan 1917’de, “Emperyalizm, Kapitalizmin En Son Aşaması (Popüler Bir Çerçeve)” başlığıyla basılıyor.

 

Bu açıdan bakıldığında Emperyalizm’de örneğin Lenin’in “emperyalizm nedir” gibi sorulara basbayağı yanıt vermiş olması şaşırtıcı olmadığı gibi metnin değerini de azaltmaz. Ancak zaman zaman düpedüz reçete tarzında formüle edilen bu yanıtları, Leninist emperyalizm teorisinin asli unsuru olarak görmek durumunda değiliz.

 

“Reçeteyi andıran” formülasyonların bir örneği şu çokça alıntılanan pasaj:

 

“(1) üretimin ve sermayenin yoğunlaşmasının çok yüksek bir seviyeye ulaşmasıyla, iktisadi hayatta belirleyici bir rol oynayan tekellerin yaratılması; (2) banka sermayesiyle sanayi sermayesinin bütünleşmesi ve bu ‘mali sermaye’ temelinde bir mali oligarşinin yaratılması; (3) meta ihracından farklı olarak sermaye ihracının olağanüstü önem kazanması; (4) dünyayı kendi aralarında paylaşan uluslararası tekelci sermaye birliklerinin oluşması ve (5) bütün dünyanın en büyük kapitalist güçler arasındaki paylaşımının tamamlanması. Emperyalizm, tekellerin ve mali sermayenin egemenliğinin kurulduğu; sermaye ihracının bariz bir önem kazandığı; dünyanın uluslararası tröstler arasında paylaşımının başladığı; dünyanın tüm bölgelerinin en büyük kapitalist güçler arasında paylaşılmasının tamamlandığı gelişim aşamasındaki kapitalizmdir.”27

 

Lenin, açık ki broşürün yazılış amacı olan Kautsky’yle polemiğe destek olacak argümanları en keskin ve yalın şekliyle ortaya koyuyor. Kautsky’e karşı geliştirilen argümansa, bu zemin üzerinde temellendirilen, daha önce işaret ettiğim “sosyalist devrimin dünya ölçeğinde güncelliği”dir. Kaldı ki Lenin, hem Emperyalizm’de hem de daha önce ve sonra yazdıklarında, emperyalizm bağlamında sürekli olarak bu tema üzerinde durmuş, emperyalizmin kapitalizmin aldığı en son somut biçim olduğunun ve sosyalist devrim mücadelesinin alanını genişlettiğine işaret etmiştir. Örneğin 1908’de Marksist kriz teorisinin dönemin krizlerini açıklayamadığı yönündeki revizyonist argümanlarla polemik yaptığı “Marksizm ve Revizyonizm” makalesinde şunları söylemektedir:

 

“Tekil krizlerin aldığı biçimler, sıralanışları ve görünüşleri değişmiştir, ancak krizler kapitalist sistemin kaçınılmaz bir bileşeni olmaya devam etmektedir. Karteller ve tröstler üretimi birleştirirken aynı zamanda ve apaçık bir şekilde üretim anarşisini, proletaryanın varlığının yarattığı güvensizliği ve sermayenin baskısını ağırlaştırmış ve böylece sınıf çelişkilerini daha önce görülmemiş düzeyde şiddetlendirmiştir. Tam da yeni devasa tröstlerce kapitalizmin, hem tekil siyasi ve iktisadi krizler hem de kapitalist sistemin bir bütün olarak çöküşü anlamında, özellikle büyük bir ölçekte çöküşe doğru gittiği açık hale getirilmiştir.”28

 

Öte yandan Emperyalizm broşürü boyunca örneklerine rastladığımız bu gibi tanımlar, daha sonraki Marksist kuşakların elinde diyalektiğin sınırlarını zorlayan mekanik birer yoruma dönüşebilmiştir. Oysa Lenin, tam da bu ünlü pasajın öncesinde bu konuda bir uyarıda bulunmaktadır. Emperyalizmin mümkün olan en kısa tanımının yapılması gerekirse bunun “kapitalizmin tekelci aşaması” olacağını söyleyen Lenin şöyle devam ediyor:

 

“Ancak çok kısa tanımlar, ana noktaları özetledikleri için kullanışlı olsalar da, tanımlanması gereken fenomenin bilhassa önemli bazı özelliklerini çıkartmak zorunda olduğumuzdan yine de yetersizdirler. Ve bu nedenle genel olarak tanımların, bir fenomenin gelişiminin bütünü içerisindeki tüm bağlantılarını hiçbir zaman içeremeyeceğini unutmaksızın emperyalizmin aşağıdaki beş temel özelliği kapsayan bir tanımını vermeliyiz: …”29

 

Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde Marksistlerin yürüttükleri emperyalizm tartışmasının ana teması, emperyalizmin kapitalist gelişimin tarihsel seyri içerisinde bir perspektife dayandırılmasıdır. Başka bir ifadeyle tartışmanın odak noktasında kapitalizmin, emperyalizmle birlikte bir dünya sistemi olarak nasıl somutlandığı durmaktadır. Bu bağlamda Lenin’in Emperyalizm’inin, Avrupa’da sürmekte olan sınıflar mücadelesi açısından çok önemli pratik sonuçları bulunan bu tartışmada, işçi sınıfı hareketi içerisinde sosyalist devrimci bir odak yaratma hedefinin önemli bir parçası olduğu söylenebilir. Broşürün “teorik katkısı” tam da bu işleviyle alakalıdır. Kautsky’nin kapitalizmin, emperyalizmin “ötesinde” barışçıl bir aşamaya doğru evrilebileceğine ilişkin spekülasyonunun karşısına ayakları Marksizme sağlam bir şekilde basan, ama formülasyonlarında zaman zaman kestirmeci, ara bağlantılardaki ayrıntıları pas geçen bir üslupla çıkılmış olması bu etkide önemli bir paya sahip olmuştur.

 

Bu noktayı akılda bulundurduğumuz takdirde yirminci yüzyılın ilk çeyreğindeki emperyalizm tartışmalarının bugün emperyalizmle ilgili yürütülen tartışmalardan çok da farklı bir yere denk düşmediği söylenebilir. Teorik sorun, yirminci yüzyılda kapitalizmin gelişimine nasıl bakılması gerektiğiyle ilgilidir.

 

Lenin’in bütünlüklü bir argüman ve işçi sınıfı hareketi içerisinde ayrıştırıcı bir araç haline getirdiği emperyalizm teorisi bu soruna temelde politik bir yanıt vermekte, emperyalizmle birlikte devrimin bütün dünyada güncel hale geldiğini söylemektedir. Bu genel geçer bir yanıt değildir. Lenin, yirminci yüzyılın başında kapitalizmin aldığı somut biçimin işçi sınıfı açısından yarattığı devrimci olanaklara göz dikerken, kapitalizmin eşitsiz gelişimi nedeniyle sosyalist devrimin tarihsel olarak daha geniş bir alanda mümkün ve gerekli olduğunu, dahası uluslararası işçi sınıfı hareketinin yeni müttefikler (emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesi veren ulusal kurtuluş hareketleri gibi) edinme olasılığının belirdiğini ortaya koymuş ve bunlara dayalı bir devrim stratejisinin çerçevesini tanımlamıştır. Emperyalizmin yoğunlaşan iç çelişkileri ve rekabetini, verili tarihsellikteki hiyerarşisini de bu strateji ekseninde değerlendirmiştir. Teorinin merkezinde nereden bakarsak bakalım sosyalist devrim stratejisi bulunmaktadır.

 

Buradan argümanın siyasal iktisada dayanan temellerini tamamen bir kenara atalım sonucunu mu çıkarmalıyız? Hayır. Ancak bu temelleri günümüzde emperyalizmin dinamiklerini ve krizlerini açıklamakta birer reçete olarak kullanmanın, Leninist bir yaklaşım olmadığı söylenebilir.

 

Daha somut konuşalım. Yukarıda alıntılanan tanıma dayanarak, belirli bir ülkenin emperyalist olup olmadığına karar verilemez. İki nedenle: Birincisi bu tanım, bir bütün olarak kapitalist gelişmenin emperyalizm biçimini almasıyla ilişkilidir; dolayısıyla emperyalist sistemin tek tek unsurlarına aynı şekilde uyarlanamaz. İkincisi tanımda sıralanan unsurların neden ve nasıl ortaya çıktıkları ve aralarında nasıl bağlantılar olduğu açık değildir ve zaten Lenin, böyle olmadığı konusunda bizi uyarmaktadır.

 

Lenin’in (ve Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi’nde Buharin’in) ilgilendikleri konu, verili tarihsellikte, yani yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde hızla serpilerek somut bir dünya sistemi haline gelen kapitalizmin hangi iç dinamikler sonucunda bu noktaya evrildiği ve bunun yarattığı sonuçlardır. Bu sonuçlardan ayırt edici olanlarından bir tanesi, emperyalizmle birlikte artık tüm dünyanın kapitalistleşme yoluna girmiş olması, dünya pazarının oluşması ve emperyalist güçler tarafından paylaşılması. Dönemin tartışmalarının odak noktasında duran sorulardan bazıları şunlar: Kapitalist dünya sistemi oluşabildi mi, oluştuysa sistemin gelişimi burada duracak mı; emperyalist yayılma sistemin kendiliğinden çöküşünü beraberinde getirir mi; emperyalizm bir zorunluluk mu yoksa basitçe önde gelen kapitalist ülkelerin politik bir yönelimi mi; sistemin artan uluslararasılaşması uluslar arasındaki çelişkilerin giderek aşılmasını beraberinde getirir mi?

 

Dönemin Marksistlerinin yanıt aradıkları bu sorulardan hiçbiri doğrudan emperyalizmin verili hiyerarşisinin durumu ve geleceğiyle ilişkili değildir. Bu konu, hiyerarşinin verili durumu ve geleceği, bir bütün olarak sistemin varlığı ve sonuçlarıyla ilgili tartışmanın bir alt başlığı olarak ele alınmıştır. Dahası Lenin, emperyalizmle birlikte bütün dünyada sosyalist devrimin güncel hale geldiğini formüle ederek, emperyalist hiyerarşinin geleceğiyle ilgili tartışmalara son derece politik bir yanıt üretmiştir. Örneğin Almanya’nın I. Dünya Savaşı’yla birlikte emperyalist hiyerarşideki konumunun nasıl değişeceğiyle ilgilenmemiş, Alman işçi sınıfının sosyalist devrimci bir hatta örgütlenmesi halinde yanında emperyalist talan ve işgal politikalarının canlandırdığı ulusal kurtuluş savaşlarını yürüten ülkeler ya da görece geç kapitalistleşmiş olmasına karşın kapitalizmin emperyalist aşamasıyla birlikte sosyalist devrimin gerçekleşebileceği bir olgunluğa ulaştığı Rusya gibi coğrafyalardaki olası devrimci iktidarlar gibi, geçmişte var olmayan müttefikler bulacağını ortaya koymuştur. Buradan iki sonuç çıkarılabilir: bu politik tavrıyla Lenin, hem bir dünya sistemi olarak kapitalizmin “kendiliğinden” çökeceği yönündeki iddialara karşı Marksist bir yanıt üretmiş hem de emperyalist hegemonyanın geleceğinde işçi sınıfını doğrudan bir belirleyen, bir özne olarak konumlandırmıştır. Kuşkusuz Lenin bunları, politik yaklaşımın maddi zeminin son derece güçlü olduğu, ama işçi sınıfına ihanet eden politik aktörlerin de hayli etkin olduğu bir dönemde yazmıştır.

 

21. yüzyılın emperyalizmi mi?

Lenin (ve Buharin) emperyalizmin en önemli özelliklerinden birinin, tekelci sermayenin uluslararasılaşmayla ulusal karakterinin güçlenmesinin at başı gitmesi ve buna bağlı olarak emperyalistler arası çelişkilerin yoğunlaşması olduğunun altını çiziyordu. Bu da dünyanın “ultra emperyalizm” spekülasyonun vaaz ettiği gibi barışçıl bir işbölümü altında “istikrara kavuşmasının” imkansız olmasını, kapitalizmin ulusal gelişiminin eşitsiz niteliği nedeniyle güçler dengesinin sürekli değişmesi sonucunda herhangi bir “kararlı dengenin” uzun süre devam edememesini açıklıyor. Başka bir ifadeyle, emperyalist güçler arasındaki rekabet, tekelci sermayenin artan uluslararasılaşmasına zorunlu olarak eşlik eden devlet-sermaye bütünleşmesi ve buna bağlı ulusal niteliği nedeniyle şiddetlenme eğilimi gösteriyor. Krizler, bu eğilimin ivmelenmesine ve bazı durumlarda dünya ölçeğinde yayılmasına yol açıyor.

 

Öte yandan Lenin, Buharin’in Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi’ne yazdığı kısa önsözü ilk bakışta bu yaklaşımla çelişkili gibi görünen şu cümlelerle bitiriyor:

 

“Bununla birlikte soyut anlamda, emperyalizmden sonra kapitalizmin yeni bir evresinin, yani ultra emperyalizmin ‘tahayyül edilebileceği’ inkar edilebilir mi? Hayır, edilemez. Böyle bir evre tahayyül edilebilir. Ancak pratik olarak bu oportünist olmak, günümüzün acil sorunlarından geleceğin acil olmayan sorunlarına yüz çevirmek anlamına gelir. Teoride ise bu, gerçek gelişmelerin kılavuzluğunu reddedip keyfi bir şekilde bu gelişmeleri böylesi rüyalar adına terk etmek anlamını taşır. Gelişme eğilimin istisnasız bütün tröstleri ve bütün devletleri masseden tek bir dünya tröstüne doğru olduğuna şüphe yok. Ancak bu gelişme öylesine şartlar altında, öylesine bir hızla, – yalnızca iktisadi değil, siyasi, ulusal vs. – öyle çatışmalar, çelişkiler ve altüst oluşlarla ilerliyor ki tek bir dünya tröstü somutlaşmadan, ulusal mali sermayelerin ‘ultra emperyalist’ bütünleşmesi gerçekleşmeden çok önce emperyalizmin patlaması ve kapitalizmin kendi zıttına dönüşmesi kaçınılmaz.”30

 

Bu satırlar Aralık 1915’te yazılıyor. Aradan yüz yılı aşkın zaman geçtikten sonra emperyalizm çökmediğine, kapitalizmin kendi zıttına dönüşmediğine göre “ultra emperyalizme” daha yakın olduğumuzu söylemek mümkün mü? Başka bir şekilde soralım; yirmi birinci yüzyılda emperyalizm ultra emperyalizm midir?

 

Yazının girişinde emperyalizmin somut bir olgu haline geldiği andan itibaren barındırdığı “ivmeli geriye gidişin” günümüzde bir tür Yeni Ortaçağ halini aldığı savunuldu. Bu, “ultra emperyalizmin” vaaz ettiği “barışçıl”, görece istikrarlı bir dünya sistemi tahayyülünden çok farklı bir gerçeklik. Yine önceki bölümlerde Leninist emperyalizm teorisinin kapitalist gelişmenin diyalektiğini bu şekilde ortaya koyduğu ifade edildi. Lenin’in yukarıda aktarılan paragrafta söyledikleri de bu çerçevede değerlendirilebilir: Kapitalist gelişme bir yandan tek bir dünya tekelinin oluşması ve uluslar arasındaki çelişkilerin giderek sönümlenmesi yönünde “teorik” bir eğilim barındırırken diğer yandan sermayenin bu ölçekte yoğunlaşmasını, dolayısıyla ulus devletin “hizmetlerine” artık ihtiyaç duymadığı bir düzeye ulaşmasını imkansız kılan bir tersine eğilimi de barındırıyor. Lenin, bu diyalektik hareketin ikinci boyutunun baskın olduğunu, sınıflar mücadelesinin acil görevlerinin bu eksende tanımlanması gerektiğini söylüyor.

 

Bugünden bakıldığında bir yandan uluslararası tekellerin yüz yıl öncesine kıyasla çok daha büyük bir güce ve ölçeğe ulaştıkları, bu tekellerin ve mali sermayenin çıkarları doğrultusunda işleyen uluslararası piyasalarla emperyalist devletlerin bazı politikaları ve arayışları arasında bir dizi uyumsuzluğun doğduğu söylenebilir. Bu durum devletle sermaye arasındaki çelişkinin, genellikle birincisinin “hareket alanının” ikincisi lehine daralmasıyla sonuçlacak şekilde yoğunlaşması olarak yorumlanabilir. Yine yüz yıl sonra, uluslararası tekellerin ulaştığı ölçek ve yaygınlık nedeniyle emperyalist merkezler arasındaki çelişkiler kadar işbirliğinin, ittifakların ve çıkar ortaklıklarının da belirleyici hale geldiği buna eklenebilir. Peki bunlar ultra emperyalizme doğru eğilimin artık daha somut, daha yakın olduğu anlamına gelir mi?

 

Yirmi birinci yüzyılda emperyalizmi buna benzer bir mantıkla açıklamaya çalışanlar mevcut. Adına “ultra emperyalizm” denmiyor ama örneğin “süper emperyalizm” (Mandel, Panitch, Gindin), “yeni emperyalizm” (Arrighi, Gowan, Harvey, Callinicos, Serfati), “imparatorluk” (Negri ve Hardt) ya da “küresel emperyalizm” (Screpanti)31 gibi kavramsallaştırmalar mevcut. Bu kavramsallaştırmaların ortak bir çıkış noktası bulunuyor: emperyalist güçler arasındaki ilişkilere, özellikle hegemonik ilişkilere yüklenen anlam.

 

Anılan teorizasyon denemelerinin tek tek ne söyledikleri ayrı bir çalışmanın konusu olabilir. Burada kabaca yüz yıl öncesinin Marksistlerinin32 yürüttüğü emperyalizm tartışmasıyla bugün süregiden tartışmalar arasındaki bir benzerliği not etmekle yetineceğim. Lenin’in yukarıda aktarılan pasajda belirttiği gibi, yüz yıl önce de Marksistlerin bir bölümü bugünün acil sorunlarından geleceğin acil olmayan sorunlarına yüz çevirerek oportünizme yelken açtılar. Kapitalist gelişmenin ilerlemesiyle kapitalist sömürünün ve sınıf mücadelesinin ortadan kalkacağını savunmuyorlardı. Bugün devrimci sınıf mücadelesinin ertelenmesini, yarın daha büyük bir ölçekte (dünya ölçeğinde) sınıf mücadelesinin olanaklı hale geleceğini ileri sürüyorlardı. Bir bölümü bunu emperyalizmin doğası gereği kararsız ve kendi kendine çökmeye mahkum bir sistem olduğu üzerinden, bir başka bölümü ise emperyalizmin dünya ölçeğinde homojen bir sınıf mücadelesine imkan tanıyan daha ileri bir aşamaya yol açacağı üzerinden savunuyordu. İşçi sınıfı hareketinde tam da bu eksende bir yarılma yaşandı. Güncel devrimci olanak ve görevleri görmezden gelenlerle bu olanak ve görevleri kucaklayanlar arasında. Lenin ve takipçileri için emperyalizm tartışması aynı zamanda sosyalist devrimin güncelliği tartışmasıydı. Kautsky ve takipçileri içinse sosyalist devrimin hiç gelmeyecek bir bahara ertelenmesinin…

 

Öte yandan günümüzdeki tartışmaların bir farklılığı uluslararası işçi sınıfı hareketinin yüz yıl öncesine göre çok daha geri durumda olduğu bir dönemde yürütülüyor olması. Dolayısıyla acil sorunların – bunu sosyalist devrimin güncelliği olarak okuyun – acil olmayan sorunlarla ikame edilmesi, doğrudan “kendi” burjuva iktidarlarıyla girdikleri işbirliğini rasyonalize etmeye çalışılması biçimini almaktan ziyade, emperyalizmin mevcut hegemonik yapısının yerini neye bırakabileceğine ya da sınıflar mücadelesinin “kapitalizmin belirsiz geleceği” içerisinde nasıl bir biçim alabileceğine ilişkin spekülasyonlara dönüşmüş bulunuyor.

 

Lenin, emperyalist güçler arasında çelişkilerin yoğunlaşmasının kaçınılmaz olduğunu savunuyor ancak bu çelişkilerin emperyalizmin verili hiyerarşisini nasıl değiştireceği sorunuyla ilgilenmiyordu. Zira sosyalist devrimin güncelliğine dayalı teorik çıkışı, emperyalist hiyerarşinin geleceğinin sınıflar mücadelesinin acil görevlerinin yerine getirilmesiyle belirleneceği varsayımına dayanıyor: emperyalistler arasındaki çelişkiler, yalnızca sosyalist devrime sunduğu olanaklar ölçüsünde anlam taşıyor. Dahası bu çelişkilerin emperyalistler arasında çeşitli işbirliklerinin, ittifakların kurulabilmesi ihtimalini dışlayan bir yönü de yok. Leninist emperyalizm teorisi, emperyalistler arası çelişkileri sosyalist devrimin belirleyici ve yegane kategorisi olarak konumlandırmıyor, ancak devrimin güncelliğinin somut bir hal almasının önemli girdilerinden bir tanesi olarak kabul ediyor.

 

Yirmi birinci yüzyılda emperyalizmin başka bir biçim aldığını savunan bir İtalyan Marksistin Lenin’i tam da bu noktada tahrif etmesi neden bu başlığın yerli yerine, yani sosyalist devrimin güncelliğiyle ilişkisi bağlamına yerleştirilmesi gerektiğine ilişkin fikir veriyor:

 

“(…) O halde Lenin’in bahsettiği emperyalizmin, kapitalizmin en yüksek aşaması olmak şöyle dursun, aslen büyük çokuluslu şirketlerin larvasının, İngiliz şirketlerin daha on dokuzuncu yüzyılın sonlarında yapmaya başladıkları gibi, ortaya çıkıp küresel bir ölçeğe ulaşarak dünya ekonomisinde hızla yükselmeye başlamadan önce ulus devletlerin kozasında büyüdüğü bir geçiş evresi olduğu söylenebilir. Kozalar açıldıktan sonra emperyalistler arası rekabet keskinliğini yitirdi ve örneğin ulusal yönetici sınıfların siyasi iktidar arzusu ve büyük güçlerin yine bundan kaynaklanan jeopolitik üstünlük hırsları gibi nedenlerle devamlılık gösterenlerse büyük sermayenin ‘mensupları arasındaki çelişkiler’ derecesine düştü. (…)

 

“Sermayenin talep ettiği ekonomik dünya düzeni büyük güçlerin, antlaşmaların, uzlaşmaların ve emperyalistler arası savaşların değil, piyasaların yönettiği, egemeni olmayan bir küresel yönetişim düzenidir. Hegemonik bir devletin ya da bir avuç egemen devletin yönetimi anlamında bile ‘dünya devleti ve küresel bir hükümeti bulunmayan bir dünya toplumu’ (Beck, 2000, 13) vardır.

 

“Buradan bakıldığında emperyalistler arası rekabet ne uzlaştırılamazdır ne de temel bir öneme sahiptir; bunlar kapitalist birikim tarafından üretilmemektedir. (…)

 

“Ben, günümüzün büyük kapitalistlerinin asıl çıkarının, her ne kadar belirli ülkelerin kapitalistleri bazı kesimleri sık sık siyasi sınıfların eskimiş emperyal hırslarını kullanmaya çalışsalar da, emperyalistler arası rekabeti şiddetlendirmek şöyle dursun, ortadan kaldırmak yönünde olduğunu iddia ediyorum. Bu teze dayanarak ‘küresel emperyalizmin’ bir ön tanımını öneriyorum: Dünya ekonomisinin emperyalistler arasında mühim bir çatışma olmadan kontrol edildiği bir sistem.”33

 

Screpanti’nin tezi de sınıflar mücadelesini dışlamıyor, emeğin durumunun uluslararası ölçekte giderek homojenleşeceğini, benzeşeceğini varsayıyor. Bunda itiraz edilecek bir yan göremiyorum; emperyalist ülkelerde de işçi sınıfının ağır kayıplar yaşadığı doğru. Ancak buradan sınıflar mücadelesinin giderek benzeşen işçi sınıflarının “küresel sermayeye” karşı mücadelesi biçimini alacağı sonucuna varmak, emperyalizmin “egemeni olmayan” bir sistem üretmekte olduğunu iddia etmek tam da Lenin’in ultra emperyalizm teorisini topa tutma gerekçesine denk düşüyor: sosyalist devrimin güncelliğinin inkar edilmesi, bugün sınıflar mücadelesinin dayattığı acil görevlerin belirsiz bir geleceğin “mücadelesiyle” ikame edilmesi.

 

Yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinde karşı karşıya olduğumuz tablo emperyalist güçler arasında bir çatışma ihtimalinin zayıfladığını değil, tam tersine bir dizi cephede arttığını gösteriyor. Ancak bu ille de emperyalist güçler arasında fiziksel bir çatışma çıkması anlamına gelmediği gibi, bu çatışmalar sonucunda kapitalizmin sonunun geleceğini de ifade etmiyor. Ancak bu durum kapitalist gelişmenin doğasına içkin gerilemenin en vahşi şekillerde ve büyük bir ivmeyle yaygınlık kazanması, kitleleri yönetmenin Ortaçağ’dan kalma biçimlerinin yeniden güncellik kazanması anlamına geliyor. Egemenlik ortadan kalkmıyor, daha gerici, daha ilkel, daha çürümüş bir biçim alıyor.

 

Günümüzde emperyalizmin yüz yıl öncesine göre daha güçlü bir hiyerarşiye sahip olmasından, sistemin barındırdığı iç çelişkilerin ortadan kalktığı ya da yer değiştirdiği sonucu çıkmaz. Oysa Screpanti’ye göre “küresel emperyalizm” tam olarak bu:

 

“Karl Kautsky’ye göre tek bir dünya tröstünün oluşması, sermayenin ulus devletler üzerinde bir çeşit hayırlı üstünlük kurmasına neden olacaktı. Sermaye, dünyanın tröstleşmiş şirketler tarafından düzenli bir şekilde iktisadi olarak sömürülmesiyle ilgilendiğinden devletler nihai olarak kapitalist çıkarlar tarafından rekabetlerini aşmaya ve barış ve işbirliğine dayalı bir uluslararası ilişkiler sistemi kurmaya zorlanacaktı. Günümüzün küresel emperyalizminde dünya barışına ulaşılmadığı, hatta ulaşılmasına yönelik belirsiz bir eğilimin dahi bulunmadığı kesin. Bununla birlikte ana devletler arasında belirli bir işbirliği eğilimi ortaya çıktı. Bu eğilim dik başlı ülkelere nüfuz etmek amacıyla ortak askeri operasyonlar düzenlenmesinde ve G2, G7, G10, G20 gibi çeşitli çerçevelerde ortak bir iktisat politikası belirlemeye yönelik etkisiz çabalarda kendini gösteriyor. Pek çok örnekte her iki eğilim de büyük sermaye tarafından cesaretlendiriliyor. Güçlü ulusal kapitalist lobilerin faaliyetleri tarafından desteklenmeleri de mümkün. İlginç olansa küresel kapitalist sistemde bu lobilerin, ister ABD’de, ister Avrupa’da, isterse Japonya’da olsun, siyasi sınıfları çokuluslu sermayenin çıkarları doğrultusunda manipüle etmeleri. Dolayısıyla (…) sermayenin ulus devlet üzerindeki üstünlüğü belirli bir anlamda vücut buluyor; ancak sermayeler arasındaki düzenleme yasasının sömürünün maksimize edilmesine yönelik rekabet olduğu göz önünde bulundurulursa bunun etkilerinin faydalı olduğu hiçbir şekilde söylenemez.”34

 

Lenin ve Buharin, emperyalist hiyerarşinin tekelci sermayeyle devlet arasındaki artan bütünleşmenin bir türevi olarak şekillendiğini savunuyorlardı. Hiyerarşinin daha karmaşık bir biçim alması, tekellerin devletlere olan ihtiyaçlarını da devletlerle bütünleşme düzeylerini de etkilemez. Siyasi olanla iktisadi olan arasındaki çelişki ise basitçe devlet-sermaye çelişkisine tahvil edilemez. Devletler arasındaki çatışmalar aynı zamanda tekeller arasındaki çatışmalardır ve bunun tersi de doğrudur. Mevcut hegemonya krizinin kritik halkalarından biri de budur: emperyalist devletler, tekellerin birikim arzusunu mevcut hiyerarşi ve hegemonya ilişkisi kapsamında tatmin edecek şekilde yönetme kabiliyetini yitirmiştir. Bu da pek çok alanda arkaik ve tuhaf görünen enstrümanların gündeme gelmesine neden olmaktadır. Yeni Ortaçağ, emperyalizmin hegemonya krizinin bir yansımasıdır.

 

Hegemonya krizi

O halde somut olarak hegemonya krizinin dinamiklerini tartışarak bitirelim. Lenin’in emperyalizmi tahlil ettiği dönemde bugün gördüğümüz anlamda bir “hegemonya krizinden” söz etmek mümkün değil. Zira bugün anladığımız anlamda emperyalist hegemonya esasen İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıktı. Emperyalizm ortaya çıktığı andan itibaren hiyerarşik bir sistemdi. Ancak bu hiyerarşinin hegemonik bir biçim alması ABD merkezli emperyalist hiyerarşiyle belirgin hale geldi. Bundan öncesi emperyalist güçler arasındaki bir “hegemonya mücadelesi” dönemi olarak görülebilir.

 

Hegemonyadan belirli bir gücün üç işlevi birden üstlenmesi anlaşılabilir: Küresel jandarmalık, sermaye birikiminin sürükleyiciliği ve küresel bankerlik. Kuşkusuz kültürel alanda hegemonyadan, ideolojik hegemonyadan ve hegemonyanın başka biçimlerinden de söz edilebilir. Ancak kanımca bu üç işlev, diğer alanlardaki hegemonya açısından da belirleyicidir.

 

Halen var olan emperyalist hiyerarşi bu hegemonik işlevlerin ABD tarafından üstlenilmesi ve Sovyetler Birliği’ne karşı yürütülen karşı devrimci mücadele temelinde şekillendi. 1960’ların sonlarına kadar bu üç işlevi bir arada yürütmeyi başaran ABD günümüzde bu gücü yitirdi. Bu bir çırpıda değil, tarihsel bir süreç boyunca, türlü gelgitlerle gelişti.

 

Bretton Woods sisteminin yıkılması küresel bankerlik işlevinin sarsılmasına neden oldu, ancak ABD uluslararası ticaretin dolarizasyonu üzerinden doların uluslararası rezerv para konumunu sürdürmesi sayesinde bu işlevi üstlenmeye devam etti. Öte yandan bu durum ABD’nin giderek artan bir açık veren bir ekonomi olmasına, dolayısıyla sermaye birikiminin motor gücü olma işlevini sürdürmekte zorlanmasına neden oldu. Finansal balonlar borca ve iç tüketime dayalı büyümenin bir süre daha devam ettirilmesini sağladı, ancak bu silah da kaçınılmaz olarak geri tepti. 2008 itibarıyla ABD’nin hem küresel bankerlik hem de büyümenin motoru olma işlevlerinde yaşadığı erozyon bir hegemonya krizi boyutuna ulaştı. Bu iki işlevdeki aşınma ABD’nin küresel jandarmalık rolünün maliyetini de taşımasını giderek zorlaştıracak.

 

Emperyalizmin bir hegemonya krizine girmesi, bu hegemonya temelinde tanımlanan hiyerarşideki yer değiştirmelerin hızını artırdı. Daha önce hiyerarşinin çeperinde yer alan Çin ve Rusya gibi güçlerin yaptıkları girdiler hiyerarşideki sürtünmeleri çeşitli cephelerde artırmaya başladı. Krizle birlikte Çin ve ABD arasında, ABD hegemonyasının devamına dayanan “simbiyotik ilişki” giderek bozulmaya başladı.

 

ABD’nin 1990’lar ve 2000’lerdeki stratejisi genişleyici mali politikalara, genişleyici para politikalarına, finansal deregülasyona ve borca dayalı büyüme sürecinin en büyük destekleyicisi konumundaki Çin’le (açık veya örtülü) işbirliği içinde yürütülen kur politikalarına dayanıyordu.35 Çin’in stratejisi ise kısıtlayıcı mali politikaları, merkezi olarak idare edilen para ve bankacılık stratejilerini, korumacı ticaret ve sanayi politikalarını ve merkantilist kur politikalarını temel alıyordu.36 Yuan’ın eksik değerlenmesi Çin’in cari fazlasını, tasarruf ve döviz rezervi bolluğunu destekliyor, bu rezervler özellikle ABD’de portföy yatırımlarında değerlendirilerek ABD’nin tüketim, kamu harcamaları ve cari açığının finansmanında kullanılıyordu.37 Kuşkusuz bir de spekülatif balonun şişirilmesinde… Doların uluslararası rezerv para işlevine verdiği bu destek Çin’in üretim, üretkenlik ve ihracat artışını sürdürmesine yardımcı oluyordu.38 Bu ilişki, birincisi ABD’deki balon şişmeye devam ettiği, ikincisi diğer ülkeler dolar senyorajını kabul ettiği sürece sürdürülebilirdi; 2008 kriziyle birlikte ağır bir darbe aldı.39

 

Bu durumun ABD’yi olduğu kadar Çin’i de sarstığına kuşku bulunmuyor. Bu nedenle Çin’in kriz sonrasında izlediği politika, özellikle Rusya’yla kurulan ittifak, bir yandan çelişkileri derinleştirirken, diğer yandan dolar hegemonyasına hayat öpücüğü veren çelişkili bir yol izledi:

 

“Aslında [Çin’in] genişleyici para politikaları, cari fazlanın neden olduğu aşırı değerlenmenin önlenmesine yardımcı oldu. Dünya ticaretindeki yavaşlamanın etkilerine karşı koymayı hedefleyen iç talep genişlemesine dayalı bir politika temelinde kurun yeniden değer kazanması bir dizi amaca hizmet eder: İthal hammaddelerin, özellikle enerji ve gıda maliyetlerini azaltarak enflasyonist baskıların kontrol edilmesi, üretimin ticarete konu olabilir mallardan ticarete konu olmayan mallara kaydırılarak yeniden dengelenmesini sağlamak, uluslararası ödemeler sisteminin gelecekte yeniden düzenleneceği öngörüsüne bağlı olarak Yuan’ın prestijini artırmak. Çin bu şekilde ABD’nin isteklerini karşıladı ve geçmişte olduğuna kıyasla daha güvenilir ve daha az oportünist bir konum alarak iki ülke arasındaki simbiyotik ilişkiyi tahkim etti.”40

 

Screpanti’ye göre son başlıkla ilgili, yani Yuan’ın uluslararası rezerv para rolünü üstlenmesine yönelik hamlelerdeki artışsa söz konusu ilişkinin uzun vadede sürdürülemez olduğuna işaret ediyor:

 

“Ayrıca para otoriteleri, Yuan’ın bir uluslararası ödeme aracı olarak kullanılmasını artırmak üzere Birleşik Krallık, Avrupa Birliği, Hong Kong, Güney Kore, Brezilya, Türkiye ve diğerleri gibi bir dizi ticari ortağın merkez bankalarıyla döviz takası anlaşmaları imzaladı. Ardından Dünya Bankası’ndan farklı bir uluslararası kalkınma bankası kurulması için BRICS’le bir anlaşma yaptılar. Bu anlaşma, işlemlerin yüzde 50’sinin dolar cinsinden yapılmaması şartına dayanıyor. Son olarak kısa bir süre önce İran ve Rusya’dan aldığı petrolün karşılığını Yuan cinsinden ödeyen Çin’in bu politikayı sürdürmek niyetinde olduğu anlaşılıyor. Çin parasının küresel ticaretin finansmanındaki payının neden hızla arttığını anlamak mümkün. 2013’te bu pay Euro’nun payını geçerek (yüzde 8,66’ya yüzde 6,64) ikinci sıraya çıktı.”41

 

Oysa bu tespit, yani krizle birlikte Çin’in uluslararası rezerv para işlevini devralmak için hamle yaptığı iddiası hayli tartışmalı. Zira Çin’in mevcut emperyalist hegemonyaya, özelde dolar hegemonyasına bağımlılığının çarpıcı bir örneği tam da bu bağlamda verilebilir. SWIFT verilerine göre 2014 yılında Yuan’ın uluslararası ticaretin finansmanındaki payı yüzde 9’a kadar çıktıktan sonra büyümenin hız kesmesiyle birlikte bu oran da tepetaklak gitmeye başladı. 2016’da Yuan’ın payı yüzde 6,5 düştü, 2017 ortasında uluslararası ticaretin finansmanında Yuan’ın payı yalnızca yüzde 1,6, yani İsviçre Frankı’nın bile gerisindeydi. Aynı dönemde ABD Doları’nın payı yüzde 42,1, Euro’nun payı yüzde 31,1’di.42 Bu tabloya Çin’in büyüme oranının da krizle birlikte ivme yitirmeye başlaması eşlik ediyordu. IMF projeksiyonuna göre önümüzdeki yıllarda Çin’in reel GSYH büyüme hızı “yükselen piyasalar ve gelişmekte olan ekonomilerin” ortalama büyüme hızına yakınsayarak yüzde 5’ler civarına inecek.43 Screpanti’nin aktarımına göre Çin Merkez Bankası’nın hesaplamaları, Çin ekonomisinin her yıl kırdan kente göç edenlere yönelik yirmi milyon yeni istihdam sağlamak için yılda asgari yüzde 8 büyümesi gerektiğini gösteriyor.44

 

Aslında Çin’in hiçbir zaman Yuan’ı uluslararası rezerv para haline getirme hedefiyle hareket etmediği, daha doğrusu zaten böyle bir hegemonik iddianın altını doldurmaktan çok uzak olduğu söylenebilir. Çin’in hamleleri Yuan’ı ABD Doları’nın yerine geçirmekten ziyade, uluslararası para sisteminin dolara bağımlılığını azaltmayı hedeflediğini düşündürüyor. Nitekim Çin Merkez Bankası Başkanı Zhou Şiaoçuan 2009’da, “O halde arzulanan uluslararası para sistemini reformdan geçirme hedefi, tek tek ülkelerden bağımsız bir uluslararası rezerv para yaratmaktır”45 diyordu.

 

Ancak Çin’in ABD’yle simbiyotik ilişkisinin bozulmasına verdiği bu stratejik yanıtın, krizin ikinci dip noktasının Avrupa’da, özelde Euro nedeniyle yaşanmış olması gibi bir açmazı bulunuyor. Almanya merkezli Avrupa’nın tam da para birliği politikaları nedeniyle krize yanıtı “reel değersizleşme” oldu. Para birliğine katılarak esasen aşırı değerli bir para birimiyle çalışarak ihraç pazarlarını yitiren ve Almanya merkezli “işbölümüne” tabi hale gelen pek çok güney Avrupa ülkesi, kriz sonrasında devalüe edecekleri bir paraya sahip olmadıkları için kemer sıkma paketleri üzerinden emeğin payını hızla azaltma ve maliyetleri kısma, yani “reel değersizleşme” yoluna gitti. Ancak bu politika aynı anda birçok ülke tarafından uygulandığı için krizin daha da derinleşmesine engel olması mümkün değildi. Bu nedenle Avrupa Birliği’nin uzun bir bunalımdan çıkmasının “kapitalist gelişme” bağlamındaki tek gerçekçi yolunun bir yandan sömürü oranlarını artırmaya devam etmek, diğer yandan da Euro projesine son vermek olduğu giderek daha belirgin bir hal aldı. Bu tabloda Euro’nun dolar hegemonyasına rakip olması fikri de inandırıcılığını kaybetti. Avrupa’nın uzun dönemli bir bunalıma girmesiyle birlikte Çin’in tek bir ülkeye bağlı olmayan uluslararası rezerv para oluşturulması stratejisi de darbe almış oldu.

 

O halde hegemonya krizi ABD’nin özellikle birikimin sürükleyiciliği ve küresel bankerlik işlevlerini yerine getirmekte zorlandığı, ancak diğer emperyalist odakların bu işlevleri üstlenecek güçten uzak olduğu bir duruma işaret ediyor. Kanımca Marksistlerin odaklanması gereken asıl husus, bu krizin yeni bir hegemonyaya geçiş anlamına gelip gelmeyeceği değil, bugün sınıf mücadelesi açısından yarattığı sonuçlar. Burada da en öncelikli gündem, uzunca bir dönemdir geri çekilmekte olan işçi sınıfı mücadelesine yeni bir ivme kazandırabilecek olanaklara odaklanmak olmalı.

 

Bu açıdan hegemonya kriziyle bağlantılı dört sonucun önem taşıdığını düşünüyorum:

 

Birincisi, ABD hegemonyasının artık sistemin bütünü açısından Amerikan çıkarlarını merkeze alan bir “istikrar” unsuru olamadığını, bizzat hegemonik gücün sistemin en büyük istikrarsızlık kaynağı haline geldiğini görüyoruz. ABD, hegemonik işlevlerini yerine getiremediği hiyerarşiyi sürdürmek için sisteme sürekli müdahale etmek zorunda. Ancak bu müdahaleler aynı zamanda sistemin kurulu iktisadi, siyasi ve ideolojik kurum ve yapılarını paralize ediyor; bu da sistem içindeki rekabetin şiddetlenmesine neden oluyor. Örneğin Rusya’nın Suriye ve Ukrayna’daki politikalarının biraz da bu nedenle “olanaklı” hale geldiği söylenebilir. Tek taraflı müdahaleyi meşrulaştırmaya yönelik bozucu girdilerin bir sonucu, kendi içinde daha tutarlı ve kısmen savunmacı argümanlarla müdahalede bulunan bir rakibe hareket alanı sağlamıştır. İçinden geçtiğimiz dönemde ve yakın gelecekte ABD’nin bu tür gelişmeleri stratejik bir bütünlük içerisinde bastırabilmesi, mevcut hegemonyaya tabi kılabilmesi beklenmemelidir. ABD bu gücünü daha da fazla yitirecek, “arızalar” artacaktır.

 

İkincisi artan iç rekabetin, mevcut hegemonyanın merkezinde duran ittifakları zayıflatıp, bozucu ittifakları güçlendirmesi. Bugün dünyada savaş alanlarından çevreye, enerji tedarik yollarından uluslararası kurumlara kadar bir dizi alanda derinleşen çelişkilerde, örneğin ABD-AB ortaklığının, NATO misyonunun karşısına etkili bir Rus-Çin ittifakının ya da onun bölgesel tezahürlerinin (Rusya-İran vb.) çıkması bundandır. Ancak hegemonik kriz koşullarında hiçbir ittifakın ya da işbirliğinin kalıcı olması beklenmemelidir. Dolayısıyla belirgin bir stratejiye dayanmayan pragmatik, hatta birbiriyle çelişen yakınlaşmalar şaşırtıcı olmamalıdır. Yoğunlaşan iç çelişkilerin işçi sınıfı mücadelesine enerji taşıması, yalnızca işçi sınıfı mücadelesinin emperyalist odakların bütününden bağımsız, devrimci bir hatta güç biriktirmesiyle mümkündür.

 

Üçüncüsü hegemonya krizinin bizzat önde gelen emperyalist ülkelerdeki krizleri derinleştirmesi. Amerikan devletinin sürdürmekte zorlandığı hegemonik misyonun maliyetinin sorgulanmasına dayalı bir kriz yaşaması, “Atlantik ittifakının” kritik halkası Avrupa Birliği’nin İngiltere’nin Birlik’ten çıkma kararıyla başka bir yapıya dönüşmek zorunda kalması bu çerçevede görülebilir. Uluslararası işçi sınıfı hareketi açısından emperyalist merkezlerde (buna Çin ve Rusya’yı da dahil ediyorum) sertleşmekte olan sınıf mücadelesinin öneminin arttığı söylenebilir.

 

Dördüncüsü emperyalizmin hegemonya krizi, emperyalizmin yönetme becerisini her açıdan zayıflatırken ilkel ve geri yönetme biçimlerini güncelleştirmektedir. Bu ivmeli geri gidişe karşı direncin sınıfsal karakterinin belirgin hale getirilmesi son derece önemli. Bu açıdan kritik halka, gericiliğe karşı direncin bütünlüklü, ayakları bağımsız sınıf siyasetine basan bir zeminde yeniden üretilmesi. Yani sosyalist devrimin güncelliğinin siyasete tercüme edilmesi.

Dipnotlar

  1. Wapner, Jessica, “A New Theory on Cancer: What We Know About How It Starts Could All Be Wrong”, http://www.newsweek.com, 17.7.2017.
  2. agm.
  3. Tersine evrim genellikle popülasyon düzeyinde, nesiller boyunca yaşanan bir değişim sonucunda kazanılan bir özelliğin kaybı anlamına geliyor. Kanser ise vücudun içerisinde evrim geçiriyor. Bu açıdan hücre bölünmesini kontrol eden genetik bilginin kaybının, bir tür tersine dönüş olduğu söylenebilir.
  4. agm
  5. agm,
  6. Aynı makalede ABD’de kanser araştırmalarına yapılan yatırımın 1990’dan bu yana aşağı yukarı iki katına çıkarak yılda 125 milyar dolara ulaştığı, 2020’de ise 173 milyar dolara çıkacağının tahmin edildiği aktarılıyor. Buna karşın yine ABD’de 2016 yılında 1,6 milyon kişiye kanser teşhisi konmuş ve yaklaşık 600 bin kişi kanserden hayatını kaybetmiş.
  7. A Global History of Execution and the Criminal Corpse, derleyen: Richard Ward, Palgrave Macmillan, İngiltere, 2015.
  8. age, s.4.
  9. age, s. 6.
  10. age, s. 9-10.
  11. age, s. 12-13.
  12. age, s.17-18.
  13. Pounds, Norman, The Medieval City, Greenwood Press, Westport, 2005.
  14. age, s.4
  15. age, s.4-5.
  16. Pirenne, Henri, Medieval Cities: Their Origins and the Revival of Trade, Princeton University Press, Dördüncü Baskı, Princeton, 1946, İngilizce’ye Çeviren: Frank D. Halsey, s. 56.
  17. N. Pounds, age, s. 25.
  18. age, s. 30.
  19. H. Pirenne, age, s.69.
  20. age, s.70.
  21. age, s. 213-214.
  22. Uluslararası Göç Örgütü verilerine göre ABD-Meksika sınırındaki ölümlerin hızı 2017’nin ilk 7 ayında bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 17 arttı. Bu esnada ABD Başkanı, Meksika sınırındaki duvarı tüm sınıra yayma çabalarını sürdürüyordu.
  23. UNHCR, Global Trends: Forced Displacement in 2016, http://www.unhcr.org/5943e8a34
  24. Orchard, Phil; A Right to Flee: Refugees, States and the Construction of International Cooperation, Cambridge University Press, 2014, s.4.
  25. 1951 tarihli Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Sözleşme’nin 33(1) maddesinde şöyle tanımlanıyor: “Hiçbir Taraf Devlet bir mülteciyi ırkı, dini, taabiyeti, belirli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi fikri nedeniyle hayatının veya özgürlüğünün tehdit altında olacağı ülkelerin sınırlarına, her ne şekilde olursa olsun geri göndermez veya iade (‘refouler’) etmez.”
  26. Lenin’in Toplu Eserleri’nin İngilizce baskısında, Parus editörlerinin metne sansür uygulamanın ötesinde, metinde ciddi tahrifatlar da yaptıklarını öğreniyoruz: “Lenin’in kullandığı pererastaniye (emperyalizm haline gelen kapitalizm) ifadesi prevraşçeniye (dönüşüm) şeklinde, reaktstonnıy harakter (ultra emperyalizm teorisinin gerici karakteri) ifadesi otsalıy harakter (geri karakteri), vb. şeklinde değiştirilmiştir.” (V.I. Lenin, Collected Works, cilt: 22, Progress Publishers, Moskova, dipnot 80, s.378).
  27. Lenin, V.I., Imperialism, The Highest Stage of Capitalism (A Popular Outline), Collected Works, cilt: 22, Progress Publishers, Moskova, İkinci Baskı, 1974, s. 266.
  28. Lenin, V.I., Marxism and Revisionism, Collected Works, cilt: 15, Progress Publishers, Moskova, İkinci Baskı, 1974, s. 35-36.
  29. V.I. Lenin, age, s.266.
  30. Bukharin, N., Imperialism and Worl Economy, Monthly Review Press, New York, 1973, s. 14.
  31. Parantez içinde verilen isimler hayli geniş bir literatürde anılan kavramları ortaya atan veya savunan entelektüellerin tamamını değil, önde gelenleri kapsıyor. Kavramları açımladıkları çalışmaların bibliyografyası fazlasıyla uzun bir liste oluşturacağı için ilgili yazarların çalışmalarını merak eden okur, burada daha ayrıntılı ele alınan Screpanti’nin kitabına başvurabilir (Screpanti, Ernesto; Global Imperialism and the Great Crisis. The Uncertain Future of Capitalism, Monthly Review Books, New York, 2014).
  32. Burada Marksizmin dışına düşen, Lenin’in var gücüyle kavga ettiği İkinci Enternasyonal önderlerini de kastediyorum.
  33. E. Screpanti, age, s.50-52.
  34. age, s. 109.
  35. age, s. 159-160.
  36. age, s. 156.
  37. Çin’in 2008-2016 arasında elinde tuttuğu ABD tahvillerinin değeri ortalama 1 trilyon 625 milyar dolardı. 2008’de Çin’in sahip olduğu ABD tahvillerinin değeri 1 trilyon 205 milyar dolarken bu rakam 2016’da 1 trilyon 630 milyar dolara çıkmıştı (ABD Maliye Bakanlığı, 2008-2016 yıllarına ait “Foreign Portfolio Holdings of U.S. Securities” raporları).
  38. age, s.184.
  39. age, s. 160.
  40. age, s. 186-187.
  41. age, s. 187.
  42. “China’s yuan slips to 7th place in global trade finance – SWIFT”, Reuters, 25 Mayıs 2017.
  43. IMF, World Economic Outlook, Nisan 2017.
  44. age, s. 185. Çin’in reel GSYH büyüme hızı 2010’dan bu yana yüzde 10,6’dan yüzde 6,7’ye düştü. Öte yandan resmi işsizlik oranı 2003’ten bu yana yüzde 4’ler civarında seyrediyor (IMF, World Economic Outlook (Nisan 2017) veritabanı). Dolayısıyla Çin’in muazzam miktarda yatırım payına dayanan mevcut büyüme hızının halen işsizliği kontrol altında tutmak için yeterli olduğu söylenebilir. Ancak mevcut eğilimler sürdüğü takdirde yatırımların hız kesmesi ve işsizliğin artmaya başlaması kaçınılmaz. Çin kapitalizmin sürdürülemezliğini tartışan başka bir Marksist iktisatçının şu değerlendirmesi de buna işaret ediyor: “Mevcut küresel kapitalist işbirliğinde Çin kapitalizmi imalat sanayi üretiminde uzmanlaşmış bulunuyor. Bu da Çin’in sanayi altyapısına muazzam bir yatırım yapmasını gerektiriyor. Sonuç olarak Çin kapitalizmi diğer önde gelen kapitalist ülkelerden çok daha yüksek bir birikim oranına sahip olageldi. (…) Çin’in birikim oranı yüzde 70’e yaklaşıyor. Yüzde 70’lik bir birikim oranıyla Çin’in kâr oranını yüzde 10’un üzerinde tutmak için yüzde 7’den daha hızlı büyümeye devam etmesi gerek.” (Li, Minqi; China and the Twenty-First-Century Crisis, Pluto Press, Londra, 2016, s. 138).
  45. “Zhou Xiaochuan: Reform the International Monetary System”, http://www.bis.org/review/r090402c.pdf
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×