Mayınlı Araziye Giriş: Toplumsal Cinsiyet

 “Tarihte kendini gösteren ilk sınıf çatışması, erkekle kadın arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın karı-koca evliliği içindeki gelişmesiyle; ve ilk sınıf baskısı da dişi cinsin erkek cins tarafından baskı altına alınmasıyla aynı zamana rastlar. (…) Aile içinde erkek burjuvadır, kadın proletarya rolünü oynar”.1

Alıntının yapıldığı Engels’in Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni eseri 1884 yılında yayımlanmış olmasına karşın, cinsiyete dayalı toplumsal işbölüşümünün sınıfsal arka planını bundan daha özlü biçimde açıklayan bir tanım sanırım yapılmamıştır.

Engels’in “tarihte kendini gösteren ilk sınıf çatışması ve baskısı” olarak tanımladığı kadınla erkek arasındaki karşıtlık günümüzde, “toplumsal cinsiyet” şeklinde kavramsallaştırılan çok katmanlı bir olgu olarak karşımıza çıkıyor.

Toplumsal cinsiyetin pek çok akademisyen ve yazar tarafından yapılmış tanımları mevcut. Hemen hepsinin ortak noktası, toplumsal cinsiyetin kadınlar ve erkekler arasındaki ilişkilerin biyolojik temelden farklı, ancak bir biçimde onunla ilintili bir toplumsal kategori olduğu yönündeki vurgudur.

Diğer bir anlatımla toplumsal cinsiyet, biyolojik cinsiyet farklılığının ötesinde toplumsal bir düzeni ve toplumsal ilişkiler ağını işaret ediyor. Erkeklerle kadınlar arasında görülen anatomik farklılıklar, toplumsal ilişkilerin müdahalesiyle kategorik farklılıklara, toplumsal cinsiyete dönüşür. Söz konusu farklılıkların tarih üstü, biyolojik farklılıklarımıza içkin, ezeli ve ebedi oldukları önermesi tabloyu tamamlar. Dolayısıyla ayrımcı ve eşitsiz bir toplumsal düzenin adıdır toplumsal cinsiyet.

Buradan hareketle derli toplu bir tanıma ulaşmak mümkün: Toplumsal cinsiyet, sınıflı toplumlarda kadınlara ve erkeklere yüklenen, kültürel ve coğrafi yönlerden farklılıklar gösterebilen roller ve normlar bütününü ifade eder. Toplumsal cinsiyet, biyolojik cinsiyetten ayrı olarak yaşadığı toplumun kişiye yüklediği cinsiyettir. Dikkat edilirse toplumsal cinsiyet, bireyin kendini tanımladığı değil, toplumun bireyi tanımladığı cinsiyettir.

Toplumsal cinsiyet rejimine göre kadınlar duygusal, kırılgan ve hassasken; erkekler mantıklı, güçlü ve dayanıklıdır. Bu özellikler kadınlığın ve erkekliğin doğasında bulunur, dolayısıyla doğuştan gelir. Kadınların en önemli toplumsal rolü annelik iken, erkeklerinki ailesini geçindirmektir. Kadının bu özellikleri onu erkeğin korumasına ve şefkatine muhtaç kılar…. Sanırım bu örnekler toplumsal cinsiyet kalıplarını kafamızda somutlayabilmemiz için yeterli.

Toplumsal cinsiyet kavramı aynı zamanda toplumsal işbölüşümüne gönderme yapar. Buna göre, kadının asli görevi çocuk bakımı ve ev işleridir. Kadını doğrudan üretim süreçlerinden kopararak eve hapseden bu anlayış, kadının çalışmasına, ancak asli görevlerini yerine getirmesine mani olmadığı ölçüde sıcak bakar. Kadının ev içi emeği ise görünmez kılınır. Kadınlar ücretli bir işte çalışmaya başladıklarında ev işlerine daha az zaman ayırsalar da, çifte iş yükü toplam çalışma saatlerini arttırır.2

Marksistler için kadının ev içi emeğinin üretken emek3 olup olmadığı, yani artı-değer üretip üretmediği tartışmalı bir başlık. Ev içi emekte, yapılan işler günlük yaşamın ta kendisidir. Çalışma zamanı ile çalışma-dışı zaman birbirinden ayrılmaz. Kadın hem işçi erkeğin kendini yeniden üretmesi, hem de gelecek işçi kuşağının mensubu olan çocukların yetişmesi için emek harcayarak emeğin yeniden üretimi sürecine katkı koyar. Ev içi emeğin artı-değer üretip üretmediği tartışmasından bağımsız olarak ev işçisi kadın mülksüzdür ve işçi sınıfının bir parçasıdır.

Biyolojik cinsiyet/toplumsal cinsiyet

Biyolojik cinsiyet ile toplumsal cinsiyet arasındaki ayrıma ve geçişkenliğe dair pek çok farklı görüş mevcut. Bazı yazarlar, kromozomlardan hormonlara kadar insanın çeşitli yönlerinin, erkekler ile kadınlar arasındaki doğuştan gelen davranış farklılıklarının kökenini oluşturduğunu iddia ediyor. Bu görüşe göre toplumsal cinsiyetin toplum tarafından belirlenmeyen, “biyolojik/doğal” bir tarafı var.

Karşıt görüşü savunanlar, sadece erkeklerle kadınlar arasında değil, hemcinsler arasında da görülen biyolojik farklılıkların toplumsal kategoriler haline ancak toplumsal cinsiyet normları sayesinde getirildiğini, bu normlar olmaksızın biyolojik cinsiyet farklılığının toplumsal rol ve sorumlulukların belirlenmesinde temel ölçüt olamayacağının altını çiziyor.

Bazı yorumcular ise bir adım daha ileri giderek, toplumsal cinsiyeti var eden kültürel kuruluş sürecinden biyolojik cinsiyetin de nasibini aldığını savunuyor. Biyolojik cinsiyet/toplumsal cinsiyet ikiliğini reddeden bu yaklaşım, ilkinin doğal, ikincisinin ise toplumsal olduğu önermesine kuşkuyla bakıyor. Erkeklerle kadınlar arasındaki sayısız biyolojik benzerliğin üzerinin toplumsal cinsiyet tarafından örtüldüğüne dikkat çeken bu görüş, biyolojik cinsiyetin de bu bağlamda inşa edilmiş/toplumsal bir tarafı olduğunu savunuyor.

Toplumsal cinsiyet tartışmasında marksistler biyolojik cinsiyet farklılıklarına mı, yoksa tarihsel olarak oluşturulmuş toplumsal cinsiyet farklılıklarına mı odaklanmalı? İkisi arasındaki geçişkenliği göz ardı etmeden ve biyolojik cinsiyetin toplumsal cinsiyet olmaksızın dünyayı erkekler ve kadınlar olarak ikiye bölmekte ne ölçüde yeterli olacağı sorusunu aklımızın bir köşesinde tutarak, bu soruya toplumsal cinsiyet farklılıkları lehine yanıt vermek mümkün.

Biyolojik cinsiyet ile toplumsal cinsiyet arasındaki diyalektik ilişkide son kertede belirleyen toplumsal cinsiyettir. Zira toplumsal cinsiyeti belirleyen de egemen üretim ilişkileridir. Farklı kültürler, coğrafyalar ve tarihsel kesitlerde kadınlara ve erkeklere toplumsal olarak yüklenen roller ve sorumluluklar bütünü olarak toplumsal cinsiyet, üretim ilişkilerinden ve toplumsal koşullardan bağımsız düşünülemez.

Bu noktada Marx’ın Alman İdeolojisi’nde yaptığı uyarıyı dikkate almalıyız: “Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda egemen düşüncelerdir. Başka bir deyişle, toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen zihinsel güçtür.4” Dolayısıyla yazı boyunca toplumsal cinsiyet kavramını kullanırken, toplumsal cinsiyetin kapitalist üretim ilişkileri altında büründüğü biçimi ve işlevi kastediyor olacağım.

Toplumsal cinsiyetin kapitalist üretim ilişkilerindeki rolü

Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni isimli kitabında Engels, modern insan türünün yüz bin yıldan uzun bir süredir dünyada görülmesine karşın insanların ancak birkaç bin yıldır, özellikle ilkel komünal toplumdan sınıflı topluma geçilmeye başlamasıyla birlikte aile olarak tanımlanan birimler halinde yaşamaya başladığına dikkat çeker.

Sınıflı toplumların ortaya çıkmasından önce insanlar çocuk yetiştirmenin kolektif olarak yürütüldüğü klanlar halinde yaşıyordu. Bu klanların pek çoğu anaerkildi, yani soy ana tarafından belirleniyordu. Sınıflı toplumların ortaya çıkışı, anaerkilliğin de sonunu getirdi:

“Analık hukukunun yıkılışı, kadın cinsin büyük tarihsel yenilgisi oldu. Evde bile, yönetimi elde tutan erkek oldu; kadın aşağılandı, köleleşti ve erkeğin keyif ve çocuk doğurma aleti haline geldi.5

Kadının “proleterleşmesi”, ilk sınıflı toplumların ve tek eşli, ataerkil ailenin tarih sahnesine çıkmasıyla aynı momente denk düşer. Doğurganlığı ön plana çıkarılan, ev işlerine harcadığı emek görünmez kaldıkça üretim süreçlerine yaptığı dolaylı katkı yok sayılan, doğrudan üretimden giderek koparılan kadının içine çekildiği kölelik koşulları kapitalizmle birlikte daha çetrefilli bir hal kazandı.

Sanayi Devrimi sonrasında, burjuvazinin sermaye birikimine duyduğu ihtiyacın artmasıyla birlikte işgücüne katılımı çarpıcı biçimde artış gösteren kadınlar, ev işlerinden kurtulmuş olmadılar, aksine fabrika ile ev işleri arasında daha fazla ezildiler6. Kapitalizm çelişkili biçimde bir taraftan kadını proletarya ordusuna dâhil ederek burjuva ailesini ayakta tutan bağları zayıflatırken7, diğer taraftan yeni işgücünün, ileride işçi olacak çocukların üretilmesi için ailenin varlığına ihtiyaç duymayı sürdürdü.

Fiziksel, zihinsel ve duygusal yönlerden erkeklere kıyasla daha sınırlı bir potansiyele sahip oldukları iddia edilen kadınlar, erkeklerle aynı işlerde daha ucuza çalıştırıldı. Erkeklere göre daha düşük ücretler alan kadın işçiler, evlerine döndüklerinde ücretsiz olarak ev işlerini yapmaya da devam ettiler. Görüldüğü gibi toplumsal cinsiyetin de bir ekonomi-politiği var. Bundan hem fabrikadaki burjuva, hem de ailedeki “burjuva” kazançlı çıkıyor.

Sovyetler’in ilk kadın bakanı olan Aleksandra Kollontay, Marksizm ve Cinsel Devrim isimli eserinde kapitalizmde tek eşli aile ile mülkiyet ilişkileri arasındaki ilişkiye dikkat çeker:

“Kapitalist üretim tarzının, insanlığın ekonomik etkinliğinin kesin ve ölümsüz biçimi olarak ilan edilmesiyle eş zamanlı olarak, monogamik evlilik sürekli ve dokunulmaz bir sosyal kurum olarak ilan edildi. (…) Mülkiyet ve aile birbirine sımsıkı bağlıydı. Burjuvazinin bu iki temel direğinden biri sarsılırsa, diğerinin sağlamlığı tehlikeye girerdi.”8

Düzenin en küçük birimi olan ailenin işlevlerinin, burjuvazinin işgücü ihtiyacına süreklileşmiş bir yanıt üretmek ve kadının ev işleri için harcadığı emeği karşılıksız bırakmakla sınırlı olduğu söylenemez. Burjuva toplumunda ailenin aynı zamanda sosyolojik bir işlevi vardır. Bunlardan birisi de çocukların toplumsal cinsiyet rollerine uygun biçimde yetiştirilmesidir. Çocuklar toplumsal cinsiyet rollerini ilk olarak ebeveynlerinden görür ve öğrenirler; oğlan çocuğuna “erkek gibi”, kız çocuğuna “kadın gibi” olmak aile kanalıyla empoze edilir.

Diğer taraftan, burjuvazinin yeni ve ucuz işgücüne bağımlılığının bir sonucu olarak tek eşli ailenin varlığına duyduğu ihtiyaç, üremeye yönelik olmayan birliktelikler kuran eşcinsellere yönelik düşmanlığı da beraberinde getirdi. Erkekler ve kadınlar için tanımlanmış toplumsal cinsiyet normlarına uymayan geyler ve lezbiyenler hasta ve sapkın ilan edildi. Geçmişi kapitalizm öncesine uzanan eşcinsel düşmanlığının kapitalizmde daha kurumsal bir karakter kazandığını görürüz. Ortaçağ’da günah sayılan sodomi, Avrupa’da ulus-devletlerin inşasıyla birlikte modern ceza kanunlarında suç olarak tanımlanmıştır.

Söylem eleştirisinin eleştirisi

Gündelik davranış, konuşma ve giyinme pratiklerimizi belirli kalıplarla düzenleyen toplumsal cinsiyet rejimi kendi söylemini de yaratmıştır. Söz konusu kalıplar çoğu zaman cinsiyetçi ve homofobiktir. Toplumsal cinsiyet rejimi söylem aracılığıyla hem bu kalıpları, hem de ayrımcılığı toplumsal hayatın olağan akışı içinde sürekli yeniden üretir.

Çocukluğumuzdan itibaren seçilmiş rol modeller ve homojonize edilmiş bir örneklem evreni üzerinden hepimize empoze edilen toplumsal cinsiyet rolleri, söylemle pekişir. Cinsiyetçi söylemin kendini en açık biçimde gösterdiği alanlardan biri, tüketim ürünlerinin pazarlama biçimlerinde kullanılan argümanlardır. “Erkek gibi ye”, “kadınsı dokunuş”, “ailenizin seçimi”, vs. gibi sloganlar hem toplumsal cinsiyet rollerini bilinçaltımıza işler, hem de cinsiyetçi söylemi kamufle ederek normalleştirir. Bunun yanı sıra, burjuva toplumunun temel yapı-taşı olan aile, aynı zamanda temel tüketim birimi olarak sunulur.

Söylemin kendine özgü bir parçasını oluşturan argo, ayrımcılığın kendisini en fazla ve çıplak biçimde hissettirdiği alandır. Kadınsı olan her şey birini aşağılamanın dolayımı olarak kullanılırken, cinsel pratikler kadın bedenine gönderme yapılarak birisi üzerinde egemenlik kurmanın, ondan intikam almanın veya ona bedel ödetmenin ifadesi haline dönüştürülür. Seksist küfürler gündelik dilin o denli doğal bir parçası haline gelmiştir ki, pek çok kadın bu küfürleri kullanmakta beis görmez.

Cinsiyetçi söylemin liberal eleştirisi, bu söylemin kullanılmasını veya kullanılmamasını bireysel bir tercihe indirger. Buna göre herkes söylemine dikkat eder, cinsiyetçi unsurları dilinden temizler, söylemini dönüştürürse sorun büyük ölçüde ortadan kalkar. Bu söylem kullanılmadığı takdirde onu yeniden üreten süreç de sekteye uğrar. Belki de bu yüzden bir liberalle konuşmanızın hatırı sayılır bir bölümü, sizin söyleminizdeki cinsiyetçi sözcükleri düzeltmesi ile geçer.

Şüphesiz kullandığımız söyleme dikkat etmeliyiz, ancak bununla yetinemeyiz. Cinsiyetçi söylemin liberal eleştirisine ancak marksistler tarafından yapılabilecek müdahale, söylem ile üretim ilişkileri arasındaki toplumsal ilişkiye işaret etmektir. Toplumsal cinsiyetin kendisi gibi ürettiği söylem de kapitalist üretim ilişkilerinin dolaylı ve dolayımlı pek çok görüngüsünden, yapı ile üst-yapı arasındaki diyalektik ilişkinin toplumsal bir yansımasından başka bir şey değil. Bu bağ kurulmadığında tuhaf bir idealizm devreye girer, araba atların önüne konularak söylem düzeltildiğinde, onu üreten mekanizma da düzeltilebilirmiş gibi bir yanılsama yayılır.

Tüm su söylenenlerden “devrime kadar argoya devam” sonucu çıkmaz. Söylem-üretim ilişkileri bağını bir kez kurduktan sonra, hiç kimse asıl kaynağını bildiği cinsiyetçi söylemi kullanmayı kolay kolay aklından geçirmeyecektir.

Sosyalizmde toplumsal cinsiyet sorunu

“Burada karşı karşıya olduğumuz şey, kendi temelleri üzerinde gelişmiş biçimiyle bir komünist toplum değil, tersine, kapitalist toplumdan çıkıp geldiği biçimiyle bir komünist toplumdur. Dolayısıyla bu toplum, her açıdan, ekonomik, moral ve zihinsel açılardan, rahminden çıktığı eski toplumun doğum izlerini hala taşır.9

Marx’ın Gotha Programının Eleştirisi’nde sözünü ettiği, komünist toplumun kapitalizmin rahminden çıkmış formu olan sosyalizmin taşıdığı doğum izleri arasında toplumsal cinsiyeti saymak pek ala mümkün. Sosyalizm, kapitalizmden devralınan tüm çelişkileri bir günde çözecek bir sihirli değnek değilse, bu çelişkilerin tasfiyesi için siyasi devrimden sonra da, hatta asıl o zaman mesai harcayacağımız aşikâr.

Bu noktada kritik soruyu sormak gerekiyor: Sosyalizm, kapitalizmden devraldığı toplumsal cinsiyet rejimini tasfiye mi edecek, yoksa kendi toplumsal cinsiyet rejimini mi inşa edecek?

Sosyalizmin kendine özgü bir toplumsal cinsiyet modeli kurması, kadınla erkek arasındaki biyolojik farklılıkların toplumsal, kültürel ve ekonomik sonuçlar doğurmasının kaçınılmazlığını kabullenmek anlamına gelir. Sosyalist toplumdan kapitalizmin doğum izlerini tamamen silmeye yönelik verilecek mücadelede açılacak böylesi bir gedik, hem eşitlik fikrinin insan doğasına aykırı olduğu yönündeki liberal demagojiye prestij kazandırır, hem de Yeni İnsan’ı yaratma mücadelesini sakatlar.

Toplumsal cinsiyet, kadın/erkek dikotomisi üzerinde yükselir. Kadınlığı ve erkekliği kendi içinde homojonize eden, kadın ve erkeklerin sırtına standardize edilmiş davranış, giyinme ve konuşma kalıpları yükleyen, bunların dışına çıkan her türlü durumu burjuva ahlakının argümanlarıyla mahkûm eden toplumsal cinsiyet tasfiye edilmelidir. Toplumsal cinsiyet rollerinin yerine ise; cinsiyete ve insanın doğuştan getirdiği hiçbir özelliğe atıf yapmayan, insanın üretici ve dönüştürücü yönlerini vurgulayan, insanı hiçbir kimliğe hapsetmeyen ancak emekçi kimliğini öne çıkartan bir yurttaşlık bilinci konulmalıdır.

Toplumsal cinsiyet kalıplarına uymayan LGBT’lerin özgürleşmesinin yolu da ancak böyle açılabilir. Bilhassa geyleri ve lezbiyenleri tanımlarken kullanılan, bu kişilerin mevcut erkeklik ve kadınlık modellerine uymadıkları, bunun dışına çıktıkları yönündeki argümanlar ancak toplumsal cinsiyetin tasfiyesiyle birlikte dayanaksız kalır. Geyliğin kadınsı, lezbiyenliğin erkeksi olmakla ilişkilendirilmesi, erkek/kadın dikotomisinin merkeze alınmasının sonucudur.

Toplumsal cinsiyetin tasfiyesi aynı zamanda “cinsiyetsiz toplumun” da inşa sürecidir. Cinsiyetsiz toplum kavramıyla kastedilen, toplumsal cinsiyetin tasfiyesiyle birlikte biyolojik cinsiyetin de önemsizleştiği, kadın/erkek dikotomisinin aşıldığı, tüm toplumsal cinsiyet rollerinin ve kalıplarının yerini eşitsizlik üretmeyen kişisel farklılık ve benzerliklere bıraktığı bir toplumsal düzendir.

Üretim ilişkilerinin doğrudan veya dolaylı olarak biçimlendirdiği yönleriyle burjuva toplumunun izlerinin silinmesi, toplumsal cinsiyetin tasfiyesi gerçekleşmeksizin mümkün olmaz. Bu ise ancak, söz konusu toplumsal ilişkileri üreten sınıflı toplumun ortadan kaldırılması hedefinin bir parçası olarak gerçeklik kazanabilir. Dolayısıyla cinsiyetsiz topluma ancak sınıfsız toplum kurma mücadelesinde mesafe katedilerek ulaşılabilir.

Siyasi devrimi, iktidarın işçi sınıfı tarafından fethini takip eden toplumsal devrim, toplumsal cinsiyetin tasfiyesinde yol aldıkça, bir başka doğum lekesi, burjuva ailesi de temellerinden zayıflar:

“Kadının kurtuluşunun ilk koşulu bütün kadın cinsinin yeniden toplumsal üretime dönmesidir ve bu koşul karı-koca ailesinin, toplumun iktisadi birimi olarak ortadan kaldırılmasını gerektirir. (…) Üretim araçları toplumsal mülkiyete geçtikten sonra, karı-koca ailesi, toplumun iktisadi birimi olmaktan çıkar. Özel ev ekonomisi, toplumsal bir sanayi haline dönüşür. Çocukların bakım ve eğitimi bir kamu işi olur; toplum, meşru ya da gayrimeşru, bütün çocukların bakımını üzerine alır.10

Engels’in ortadan kalkacağını belirttiği mülkiyete dayalı, kadın-erkek dikotomosi üzerine inşa edilmiş burjuva ailesidir. Bunun yerini ise karşılıklı aşka dayalı gerçek özgür birliktelikler alabilir. Marksizmin aileye bakışı tarihsel materyalist kavrayışın eşsiz bir örneğini sergiler: Toplum geliştikçe aile biçimi de gelişmek, toplum değiştiği ölçüde aile biçimi de değişmek zorundadır. Toplumsal cinsiyetin tasfiye edildiği sosyalist toplumda sadece mülkiyet ilişkilerinden değil, aynı zamanda kadın-erkek dikotomisinden de sıyrılan ailenin eşcinselleri kapsamaması için hiçbir neden kalmaz.

Yukarıda tartışmaya çalıştığım önermeler doğrultusunda, yazıyı şu çıkarımla noktalayabilirim: “Cinsiyetsiz toplum”un ve toplumsal cinsiyet normlarından özgürleşmiş Yeni İnsan’ın yaratılması, sınıfların ortadan kaldırılması mücadelesinin bir parçası olarak ele alınmalı, toplumsal cinsiyet tartışmaları hapsedildiği liberal bağlamdan çıkarılarak kapitalizmin ve burjuva toplumunun sorgulanacağı bir zemine taşınmalıdır.

Dipnotlar

  1.  Friedrich Engels, Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, s. 78, 87, Sol Yayınları, 2010.
  2.  Bu konuya dair kapsamlı bir çalışma için bkz. Gülnur Acar Savran, Beden Emek Tarih, Kanat Kitap, 2004.
  3. “İşçiler tek başlarına ele alındıklarında artı-değer üretmiyor görünümü verebilirler; oysaki emeğin toplumsal karakteri her bir işçinin burada ya da başka bir yerdeki kapitalistin sermayesinin artışına katkı koyuşunu açıklar. Bu üretken emek anlamına gelir ve bu nedenle de üretken emek kol emeğine daraltılabilecek bir kategori olamaz.” Anıl Çınar, Sınıfı kavramak: Sorunu ortaya koymak, Gelenek 128, Aralık 2015.
  4. Karl Marx, Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, s. 70, Sol Yayınları, 1992.
  5. Friedrich Engels, Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, s. 68, Sol Yayınları, 2010.
  6. “Toplumsal üretim yolunu -ama yalnız proleter kadına- yeniden açan, günümüzün büyük sanayidir; ama bu yol, öylesine koşullar içinde açılmıştır ki, kadın, eğer ailenin özel hizmetiyle ilgili görevlerini yerine getirmek isterse, toplumsal üretimin dışında kalır ve bir şey kazanamaz; buna karşılık, eğer toplumsal üretime katılmak ve kendi hesabına kazanmak isterse, ailesel görevlerini yerine getirmekten uzak kalır.” a.g.e., s. 87
  7. “Eğer bazı şeyler ailenin bugünkü biçimini yıkabiliyorsa, bunlar bireyselliğin üstün güçleri değil, durgun görünen ama yaşamı yorulmaksızın yeni temeller üzerinde adım adım yeniden kuran üretim güçleridir.” Aleksandra Kollontay, Marksizm ve Cinsel Devrim, s. 22, Akademi Yayın, 2011.
  8.  a.g.e. s. 24.
  9. Karl Marx, Gotha Programının Eleştirisi, s. 177, Sol Yayınları, 2004.
  10. Friedrich Engels, Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, s. 88, 89, Sol Yayınları, 2010.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×