Sosyalizmin İktisadı Üzerine

Sosyalizmin iktisadından kastedilen en azından bu yazı kapsamında iktisadi uygulamalar ya da teknikler değil. Bu yazının konusu olan çerçeve yaşanmış sosyalist kuruluş deneyimleri söz konusu olduğunda ekonomik politikaların tekil siyasal kararların ele alındığı bir tarih incelemesi olmayacak. Tikel olarak ele alınan deneyim ancak kendi sınırlı tarihselliği içinde açıklanabilir. Kuramsal bir açılım denemesi ise yaşanmış olanın tarihselliği ile sınırlanmamış daha geniş bir tarihsel çerçeveye oturtulmak durumundadır. Bu çerçeve genel olarak kapitalizmden sosyalizme geçişin tarihselliğidir.

Bu yazıda sosyalist ekonomi ya da sosyalist kuruluş ile ilgili bütünlüklü bir teorik inşa amaçlanmıyor. Yazı bu alanda mütevazı bir girişimi hedefliyor: Sosyalist kuruluşun tarihsel öncüllerinin bir çerçevesi olarak sosyalizmin iktisadının kimi tartışmaların ışığında irdelenmesi.

Sosyalizmin iktisadını bir kuramsal çerçeve olarak ele almanın belirli güçlükleri var. Bunlardan ilki sosyalizmin iktisadına ilişkin bilgi ve görgümüzün reel sosyalizm deneyimi ile sınırlanmış olmasıdır. Evet sosyalizm ancak reel olarak mümkündür. Sosyalizm bir tarihsel sıçramanın elde ettiği tüm mevzileri koruyarak nihai hedef yani sınıfsız toplum ile “bugün” arasındaki çizgide yaşanmış ve/veya yaşanan deneyimi bir bütün olarak kapsadığı ölçüde gerçek olabilir. Geçmişteki deneyimlerin olduğu kadar gelecekteki girişimlerin de ancak böyle gerçek olabileceğini bilmek gerekiyor.

Peki güçlüğün kaynağı nerede? Marx’ın yöntemle ilgili yazdıkları bize yol gösterebilir:

“Kural olarak, en genel soyutlamalar ancak mümkün olan en zengin gelişmenin ortasında bir şeyin birçok şeyde, her şeyde ortak olarak belirdiği durumlarda ortaya çıkarlar. Bu bir şey, o zaman artık sadece tikel biçimler altında düşünülebilir olmaktan çıkar” 1 . Marks ve Engels’in gelecek topluma dair tasarımlarının sosyalist kuruluş denemelerine bütün yönleriyle kılavuzluk edebilecek bir tamlık içermediği önermesi genelde kabul gören ve sıkça tekrarlanan bir değerlendirmedir. Gelişiminin ileri aşamalarında gözlemleme şansına sahip olmadığımız bir somutluğun teorizasyonunu ancak belirli sınırlar içinde gerçekleştirebiliriz.

O halde sormamız gereken soru şudur: Çözülüş döneminin verilerini de içine alacak şekilde; yetmiş küsur yıllık deneyim geçiş toplumunun kuramsal çerçevesini tamamlamaya temel oluşturacak yeterli somut zenginliği sunmuyor mu? Kuşkusuz hayır. Öte yandan bu temelin Marx’ın Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisinde ya da Engels’in AntiDühring’deki gelecek topluma dair tasarımlarının mahkûm olduğu kısıtlılığın ötesine geçmesi mümkündür. Eldeki birikim bu alanda daha fazlasını söylemeye imkân verecek bir somut zenginlik arz ediyor.

Yukarıda Grundrisse’den yaptığım alıntı emek kavramı ile ilgili. Marx toplumsal gelişmenin ancak belirli bir noktasında emek kavramının tikel somut varlık tarzından kurtarılmış bir biçimde düşünülmesinin mümkün olabileceğini anlatıyor. En gelişkin örnekleriyle ele alındığında reel sosyalizm deneyiminin de “tikel biçimler altında düşünülebilir olmaktan” çıkan ortak çizgiler, açığa çıkarttığı söylenebilir. Sözünü ettiğim ortak çizgiler geçiş döneminin bütününü sarmalamaktan çok kapitalizmden kopuş ve sosyalist inşanın öncülleri noktasında düğümlenmektedir.

Geçiş toplumları yani reel sosyalizm sözkonusu olduğunda bugüne kadar gerçekleştirilen kuramsal üretimin belirli siyasal tercihlerin basıncı altında olduğunu da gözlemlemek gerekiyor. Bu konudaki literatürün en dikkat çekici yanı çoğu durumda varolan deneyimin eleştirisi ya da apolojisini kalkış noktası olarak almasıdır. Bunda elbette bir gariplik yok. Öte yandan reel sosyalizmin yeni sol eleştirisinin, kuramsal çerçevenin olgunlaştırılması konusunda sosyalist kuruluşun maddi temellerine ilgisizlikten kaynaklanan bir zayıflığı olduğuna dikkat çekmek gerekiyor 2 .

Reel sosyalizme dair köklü bir siyasal tercihe sahip olmadan sosyalist iktisatla ilgili söz söylemek mümkün değildir. Ancak günümüzde, yukarıda sözünü ettiğim, siyasal tercihlerin kuram üzerindeki basıncı reel sosyalizm deneyini sorumlu bir biçimde sahiplenenler açısından hafiflemiştir. Sosyalizmin yaşadığı çözülüşün ardından eleştirel yaklaşımın bir kanalda serbest kalması anlamında değil. Reel sosyalizme yaklaşımda siyasal olan ile kuramsal olan arasındaki ilgi dağılımının ikincisi lehine yoğunlaşabilmesi anlamında.

Başka bir biçimde tekrar etmek gerekirse ilk başta kuramsal çerçevenin yaşanmış sosyalist kuruluş deneyimlerin sundukları somut zenginlikten “kurtarılması” gerekmektedir. Kurtarılması derken yöntemsel bir yaklaşımdan söz ediyorum. Yaşanmış olan belirli bir soyutlama ile ele alınmalıdır. Reel sosyalizm deneyiminin tarihi gözönüne alındığında bu işlemin Marx ve Engels’in geçiş toplumunun teorizasyonu alanında söylediklerinin ötesine geçen ancak geçiş toplumunun belli kertelerinin aydınlatılması ile sınırlı bir alan açacağı aşikâr sayılmalıdır. Bu kerteler geçiş toplumunun ileri evrelerinden çok kapitalizmden kopuş ve sosyalist inşanın ilk evreleri ile ilgilidir. Bu yaklaşım yazının alanını epeyce daraltacaktır kuşkusuz. Sağlam bir kavramsal temelin ortaya çıkarılması her şeye hükmetme iddiasındaki spekülatif yeni sol denemelerden -ki keskin reel sosyalizm eleştiricilerinin yaptıkları kanımca buduryeğ tutulmalıdır. Bizim de böyle bir iddiamız yok zaten.

SOSYALİST KURULUŞUN YASALARI ÜZERİNE

Öncelikle yazının başlığı ile ilgili bir değinmede bulunmak gerekiyor. Sosyalizmin iktisadı adlandırması sosyalist kuruluşun bir altbaşlığı olarak yanılsamaya açık bir durum yaratıyor. En başta sosyalizmin iktisadı kapitalizmden kopuş tarihselliğinde bir kavramsal çerçeveye oturabilir.

Sosyalist kuruluş sınıfsız topluma yönelen bir inşa süreci olarak belirli kertelerinde olumlu anlamıyla değil kapitalizmin olumsuzlanması temelinde kendisini varedecektir. Aynı nedenle sosyalizmin iktisadının kavramsal çerçevesi öncüllerini marksist ekonomi-politik eleştirisi içinde bulmak durumundadır.

Buradan elbette sosyalist kuruluş sürecine kapitalizmin ekonomik yasalarının yön vereceği ya da bu yasaların kuruluş süreci içinde eski halleriyle işlemeye devam ettikleri sonucu çıkarılmamalıdır. Tam tersine sosyalist kuruluş kapitalist toplumun yasallıklarının ilga edildiği bir toplumsal süreç olarak yaşanır 3 . Sosyalist ekonomi kapitalist ekonomiye veya önceki tarzlara ait bir dizi kategoriyi devralır: Ücretler, fiyatlar, piyasa, para… Üstelik bunlar piyasa kategorisi hariç meta ekonomisinin dışında da varlıklarını sürdürürler. Fakat bu kategorilerin varlığı ait oldukları tarihsel temelden bağımsızlaşmıştır işlevleri ve hizmet ettikleri toplumsal ilişkiler farklılaşmıştır. Kapitalist ekonomiye ait kimi kategorilerin sosyalist bir ekonomide iş görüyor olmaları yalnızca sosyalist kuruluşun -“içinden çıkıp gelinen” topluma ait ilişkilerin bir tarafını oluşturdukları çelişik yapısından kaynaklanmaz.

Ücretlerin fiyatların parasal mübadelenin varlığı; ne emek piyasasının varlığına ne değer yasasına ne de örneğin bir işletmeden diğerine girdi transferinin piyasa aracılığı yani satış ile gerçekleştiğine delalettir 4 . Piyasanın bile -kavramın anlamını zorlamak kaydıyla üretim cephesini dışarıda bırakacak bir biçimde merkezi planın öngördüğü biçimde dağıtımı yapılan tüketim maddeleri arasında tüketicilerin seçme hakkına sahip olmaları (tüketici özgürlüğü) anlamında oldukça daraltılmış bir biçimde meta ekonomisi olmadan da işlediği söylenebilir.

Tüm bu kategorilerin varlığı sosyalist ekonominin bir geçiş ekonomisi olarak çelişik yapısından dem vurarak geçiştirilmemelidir. Bu kategorilerin sosyalist ekonomideki rolleri değişik düzeylerde farklılaşır. Ücretlerin, fiyatların, para dolaşımının, planlı ekonominin işleyişinde çok önemli parametrik fonksiyonları vardır. Öte yandan bu kategorilerin varlığı, toplumsal üretimin değişik kollarının nicel bir kıyaslamanın konusu olmas,ı herkese emeğine göre ilkesinin bölüşümün temel karakterteristiği olmaya devam etmesi gibi, geçiş toplumu ile bolluk toplumu arasında mesafeye işaret etmektedir.

Bir başka soru şudur; sosyalist kuruluş süreci, yeni bir tarihsel-toplumsal süreci, kapısını aralaması bakımından bütünüyle kapitalizmin anti-tezine indirgenemez, öyleyse kendisine özgü bir tarihsel dinamiğe sahip olmalıdır. Bu durumda söz konusu dinamiği harekete geçiren yasallıklar nerede aranmalı? İlk olarak sosyalist ekonomide işleyen nedensellikler ve zorunluluklar ile yasallıklar arasında bir ayrıma işaret etmekte fayda var. Örneğin ulusal ekonominin birimleri ve çeşitli unsurları arasındaki ilişkiyi merkezi planlama örgütü içinde düzenleyen bir dizi nedensellikten sözetmek mümkündür. Bunlar planlama aygıtının örgütlenme biçiminden, seçilen planlama tekniklerine, ekonomik birimlerin teknolojik yapısından, dış ticaret verilerine kadar bir dizi parametreye bağlı olarak işlerlik kazanırlar. Benzer bir biçimde, Stalin’in “ekonominin uyumlu gelişmesi yasası”5 olarak sözünü ettiği bir yasallıktan çok gözetilmesi gereken bir kurala işaret ediyor. Dahası hangi nedenselliklerin hangi ağırlıkta işlerlik kazanacağı konusu sosyalist kuruluşa önderlik etmekte olan siyasal iradenin tercihleriyle de yönlendirilir. Bağlantılı bir biçimde ücretler konusu da aynı çerçeve içinde ele alınabilir. Bilindiği gibi eşitlikçilik sosyalist ekonominin tartışılmaz bir yönelimidir. Yalnızca öznel bir tercih olarak değil, üretici güçlerinin gelişmesine koşut olarak artan emek üretkenliğinin sonuçlarından biri olarak, ücret eşitliği aynı zamanda sosyalist ekonominin nesnel bir yönelimini ifade eder. Öte yandan ücretler emek arzının sektörel dağılımının dengeli bir biçimde gerçekleşmesini sağlamak açısından bir planlı ekonominin önemli bir değişkeni olarak rol oynarlar. Ücretler planlamanın vazgeçilmez bir değişkeni olmaya devam ettikleri sürece, planlı ekonominin değişik dönemlerinde ücret makası (ücret farklılaşmaları) ile toplam toplumsal üretimin dağılımı yönlendirilir.

Belirli bir sektörel dağılıma denk düşen ve belirli bir düzeydeki ücret farklılaşması üretici güçlerin gelişme düzeyi veri alındığında ekonomik göstergelere belirli bir biçimde yansır. Emek arzının sektörel dağılımı ile ücret makası arasındaki nedensel bağıntı planlı ekonominin vazgeçilmez bir unsuru olmakla beraber sosyalist ekonominin bir yasası sayılamaz. Sosyalist kuruluşta yasallığı ifade eden eşitlik yönelimidir: Yani makinalaşmanın ve teknolojik gelişmenin ortaya çıkardığı daha kısa çalışma süresi eşliğinde toplumsal refahın çalışma süresine giderek daha az bağımlı kılınmasıdır.

Sosyalist ekonomide işleyen tüm nedensellikleri o ekonomik sisteme yön veren yasallıklar olarak formüle etme yanlışına düşmemek gerekir. Üstelik birçok durumda bu nedenselliklerin önemli bir bölümü konjonktüre ve belirli dönemlere özgüdür.

“Herhangi bir geçiş biçiminin tarihsel yerini ayrıntılarda yitip gitmeden ya da. Yüzeysel bir betimlemeyi somut bir sistemin bilimsel çözümlemesi olarak sunmaya çalışan kaba iktisada düşmeden anlamamız ancak, tüm süreçte iki kutbu (başlangıç ve son) daima göz önünde bulundurmakla mümkündür” 6 . Sosyalist kuruluş sürecinin yasalarından sözettiğimizde kapitalizmden kopuş ile sınıfsız toplum hedefi arasındaki gelişme doğrultusuna yön veren nedensellikleri anlamak gerekir. Burada ilk olarak sosyalist kuruluş süreci içinde siyasal iradenin alanının genişlediğini saptamak gerekiyor. Sosyalist kuruluş sürecinde ileriye dönük atılımların başlangıç noktası her durumda siyasal irade olmak durumundadır. “Toplumsal devrimi önceleyen siyasal iktidarın fethi, tek atımlık bir barutun ateşlenmesiyle toplumsal olana bir defaya mahsus bir itkide bulunamaz. Sosyalist devrim siyasal iktidarın makul bir zaman limitinde toplumsal devrime lokomotif hizmeti görmesini gerektirmektedir” 7 . Bu bir yasallıktır. Sosyalist kuruluş en başta bir siyasal program olarak vardır ve bu program sınıflar mücadelesinin ihtiyaçları ile sosyalist toplumun ihtiyaçlarını bütünleştiren uzanımlara sahip olmak durumundadır.

Sosyalist kuruluş sürecinin dinamikleri nihai hedefe doğru bir gelişme doğrultusunu ifade ettiği ölçüde yasa olarak adlandırılabilirler demiştik. Sosyalist kuruluşta meta üretimine ve piyasaya alan tanınması zorunluluğu, ne kadar eşitsiz gelişme yasasının dikte ettirdiği bir kaçınılmazlık olursa olsun, bir yasa sayılamaz. Meta üretiminin tanındığı sektörler ve yayıldığı alana bağlı olarak yolaçacağı birçok sonuç olacaktır, ancak bunlar sözgelimi “sosyalist ekonomide meta üretiminin zorunluluğu yasası”na hükmetmemiz için bir neden oluşturmazlar. Sosyalist kuruluş toplumsal üretimin devamlılığı açısından meta üretimine başvurur ancak gelişme dinamiğini buradan almaz.

Benzer ve ilişkili bir biçimde Preobrajenskiy’nin “sosyalist ilkel birikim yasası”nı da sosyalist kuruluşun bir yasallığı olarak adlandıramayız. Preobrajenskiy’e göre Sovyetler Birliği’nde NEP dönemi, tarımdan (özel sektör) sosyalist sanayileşmeye (devlet sektörü) kaynak aktarma mekanizması yoluyla “sosyalist ilkel birikim yasası”nın bir gereği olarak yaşanmıştır. Proebrajenskiy için sosyalist kuruluşun ilk evrelerinde özel sektör ile devlet sektörünün çelişik biraradalığı ilkel birikim yasasının temelini oluşturur. NEP’in bolşevik önderliğin kırlara yönelirken dayandığı kültürel ideolojik ekonomik kurgularını kapsayan siyasal bir rasyonalitesinin olduğu biliniyor. Aynı şekilde tarımdan sanayiye yeterli miktarda kaynak aktarıldığı için değil tam tersine sonuçta sovyet işçi sınıfını açlığa mahkûm ettiği için ve kırlarda sosyalizme doğru bir hamle yapılmaksızın Sovyet iktidarı ayağa kalkamayacağı için NEP’e son verilmiştir. Yani NEP’in terkedilmesi bir siyasal rasyonaliteye dayandırılmıştır. NEP ile ilgili siyasal rasyonalite siyasi iradenin içinde hareket edebileceği bir açıyı anlatıyor. NEP bir sosyalist kuruluşa özgü yasallığın ürünü değildir. İleri sıçramalar ise sosyalist kuruluşta yasallıkları ifade eder. Bu yasallık kapitalizmin kör yasalarından farklı olarak belirli bir siyasal irade ekseninde biçimlenir. Üretim araçlarının özel mülkiyetinin ilgasının mümkün olan en yaygın bir biçimde gerçekleştirilmesi,, emek gücünün bir meta olmaktan çıkarılması, üretimin en yaygın biçimde merkezi planlamanın konusu haline getirilmesi, tüketim maddelerinin ve hizmetlerin bollaşması, kalitesinin artışı, ucuzlaması ve temel olanlardan başlamak üzere bedelsizleşmesi emek verimliliğinin artışı ve işgünün kısaltılması vb. gibi başlıkları birbirine bağlayan nedensellikler sosyalist ekonominin yasallıklarını ifade eder. Bunun yanında bütün bu başlıkların sosyalist kuruluş sürecinde realize edilmesi, az ya da çok ancak belirleyici bir oranda iradi müdahalelere gereksinim duyar.

Bir bütün olarak sosyalist ekonominin temel yasası iktisadın toplum üzerindeki hâkimiyetinin giderek azaltılmasıdır. Stalin’in sosyalist ekonominin temel yasası ile ilgili söyledikleri açılımları ile beraber düşünüldüğünde oldukça yerindedir. “Sosyalizmin bir temel ekonomik yasası var mıdır ?Evet vardır. Bu yasanın ana çizgileri ve istemleri nelerdir? Sosyalizmin temel ekonomik yasasının ana çizgileri ve istemleri aşağı yukarı şöyle formülleştirilebilir: Üstün bir teknik temel üzerinde sosyalist üretimi durmadan geliştirerek ve yetkinleştirerek bütün toplumun artan maddi ve kültürel gereksinimlerinin azami tatminini sağlamak “8 .

Tüm bu söylenenlerden sosyalist kuruluş sürecinin nesnellikten bütünüyle azade siyasal iradenin keyfi olarak biçimlendirdiği bir süreç olarak tarif edildiği anlaşılmamalı. Sosyalist inşanın her adımında bina edilen kazanımlar aynı zamanda siyasal iradenin ileriye dönük adımlarının nesnel dayanağını oluşturur. Kapitalist toplumun tarihsel dinamiği kendiliğinden işleyen bir yasallığın ürünü olarak karşımıza çıkarken, sosyalist kuruluş, veri olan nesnelliği dönüştürerek kendisine yeni nesnel dayanaklar yaratır. Bir diğer deyişle sosyalist kuruluş hem kendi hareket yasalarını oluşturur hem de onlara dayanarak yol alır. Örneğin sosyalist planlama üretimin belirli bir düzeyde toplumsallaşmasını gerektirirken, ekonominin sosyalist örgütlenmesi toplumsallaşmayı daha ileri noktalara taşımanın nesnel temellerini güçlendirir. Peki buna göre mantıksal olarak sosyalist kuruluşun ileri evrelerinde toplumsal gelişmenin nesnel yasalarının siyasal iradenin yerine geçmesi gerekmez mi? Sosyalist kuruluş aynı zamanda sınıflar mücadelesinin bir konusu olmaya devam ettiği sürece iradi süreçlerin hareket ettirici” rolü ortadan kalkmaz.

BİR TARTIŞMA: DEĞER YASASI

Değer yasası sosyalizmde işlerliğini yitirir mi? Bu soruya vereceğimiz cevap değer yasasının tarihsel önemi oranında konumuz açısından da önemlidir. Bir önceki bölümde söylediklerimize gönderme yaparsak eğer geçiş ekonomisinin çelişkili yapısı iki ayrı dünyanın zorunlu biraradalığına indirgenirse birbirlerine karşıt olarak işleyen iki ayrı tarihsel dinamiğin sosyalizme ait olanın ağır basması koşulunda, sosyalizmin gelişme doğrultusuna itki kazandırdığını varsaymış oluruz. NEP’ten kollektivizasyona geçişin bir kopuş olarak yaşanması bu varsayımı yanlışlamıştır. Yukarıda belirttiğimiz gibi bu Preobrajenskiy’nin paradigmasıdır. Preobrajenskiyi’nin sosyalist ilkel birikim modelinde, sosyalist ekonominin belirleyici ağırlığı konusundaki korumacılığına rağmen meta üretimine sosyalist sanayileşmenin kendisine kaynak yaratması açısından temel bir rol tanınmış olur.

Sosyalist kuruluşun ilk evrelerinde meta ekonomisinin varlığını sürdürmesine bir itirazımız olamaz itirazımız meta ekonomisinin sosyalist kuruluşun bir dinamiği olarak varsayılmış olmasınadır.

Sosyalist ekonomi ilk başta üretim araçlarının özel mülkiyetinin ortadan kaldırılması emek piyasasının ilgası ve ürerimin planlı hale getirilmesi yoluyla sosyalist üretim ilişkilerinin temelini oluşturur, meta ekonomisinin kaderi bu üretim ilişkilerinin oluşturduğu tarihsel toplumsal bütünün baskısı altındadır. Buradaki baskının gücü yalnızca meta üretimiyle planlı ekonominin karşılaştırmalı ağırlıklarına, ya da siyasal iradenin tercihini baştan belirli bir taraftan yana koymuş olmasına değil planlı ekonominin bir üretim ilişkileri sistemine yaslanıyor olmasına bağlıdır. Bu anlamda sosyalist ekonominin eski toplumsal sistemin devrettiklerini tasfiyesi, dinamiğini siyasal iradenin sahip olduğu tarih bilincinin yanısıra sosyalist üretim ilişkilerinin sunduğu nesnel temelden de alır.

Örneğin tarımda sınırlandırılmış bir özel mülkiyet temelinde gerçekleştirilen meta üretimi ve kapitalist üretimin yasallıklarının, aynı şekilde değer yasasının işlediği anlamına gelmez. Domatesin bir meta olarak üretildiği ancak bir kilo domatesin karşılığını oluşturan ücret paydasının sosyalist cumhuriyet ulaştırma bakanlığına bağlı bir işletmede istihdam edilen bir demiryolu işçisine ait olduğu ekonomik sistemde değer yasası iktidardan düşmüştür.

Kapitalist üretimin yasallıkları ayrı bir tarihsel-toplumsal bütün içerisinde sosyalist üretimin yasallıkları ayrı bir tarihsel-toplumsal bütün içerisinde işler. Bu nedenle sosyalist kuruluşun yasaları kapitalizmden kopuş ile sınıfsız toplum hedefi arasındaki tarihsel sürece özgüdür.

Değer yasasının işlemesi için belirli bir gelişkinliğe ulaşmış bir mübadele sistemi gereklidir. “…birbirlerine benzemez emeklerin ortak bir ölçüye bağlanması, bir günlük a emeğiyle bir günlük b emeğinin ikisinin de “emek” olduğunun söylenmesi ve birbirleriyle eşitlenmesi ancak gelişmiş bir mübadele sisteminde ortaya çıkabilir. … Örneğin Konya’da buğday üreten ve karşılığında tuz almak isteyen çiftçi kendi cemaati içinde buğdaya talep bulamıyorsa (ulaşım vs. gibi gerilikler nedeniyle. MS) ve buğday talebi olan İstanbul’daki alıcıyla temasa geçemiyorsa: ürününü emek-değerinin çok altında elden çıkarmak, kendi yüz günlük emeğinin ürünü olan buğday karşılığında başkasının üç günlük emek ürünü olan tuzla yetinmek zorundadır” 9 .

Nişanyan’ın yalın açıklaması değer yasasının belli bir ürünün belirli bir miktarda harcanmış soyut emeğe denk düştüğü önermesine indirgenemeyeceğini gösteriyor. Zaten bu haliyle sözkonusu önerme hiçbir şeyi açıklamaz. Değer yasası soyut emeğin, belirli tarihsel koşullarda ürünlere yani üretimin değişik kollarına nasıl dağıtıldığını açıklar. Değer yasası emeğin değişik üretici faaliyetlere dağıtımının nasıl gerçekleştiği ile ilgilidir dağıtımın kendisi ile değil. Soyut emeğin bir diğer deyişle üretim potansiyelinin farklı işler arasındaki dağılımı bolluk toplumu dışında Robinson Crusoe’nun tek kişilik adasında bile hayati bir zorunluluktur. Burada sözü Kapital’deki değer kavramının anlaşılmadığından Kugelmann’a yazdığı bir mektubunda kızgınlıkla yakınan Marx’a bırakabiliriz. “Değil bir kaç yıl bir hafta için bile olsa çalışmayı bırakması halinde bir ulusun yokolacağını her çocuk bilir. Farklı gereksinmelere tekabül eden ürün miktarlarının farklı ve nicelik olarak belirli toplam toplumsal emek miktarları gerektirdiğini de gene her çocuk bilir. Toplumsal emeğin belirli oranlarda dağılması yolundaki bu zorunluluğun toplumsal üretimin belirli bir biçimiyle yokedilemeyeceği, olsa olsa bunun görünüş biçimini değiştirebileceği self-evident’tir (ortadadırçın). Hiç bir doğa yasası yok edilemez. Farklı tarihsel durumlar içinde değişebilen şey, yalnızca bu yasaların kendilerini onun içinde ortaya koydukları biçimdir. Ve toplumsal emeğin iç bağıntısının bireysel emek ürünlerinin özel değişimi içerisinde ortaya çıktığı toplum düzeninde ,emeğin bu oransal dağılımının kendisini ortaya koyduğu biçim bu ürünlerin değişim-değeridir” 10 .

Peki kapitalizmin aşıldığı, sosyalist ekonomide toplumun toplam üretken kapasitesinin yani toplam toplumsal soyut emeğin üretimin değişik dalları arasındaki dağılımı nasıl gerçekleşecek?

Kapitalist ekonomide bu dağılım birbirlerinden bağımsız üreticilerin tamamen kendi mülkiyet çıkarları doğrultusunda ürünlerini mübadele etmeleriyle sağlanır. Sosyalist ekonomide bu merkezi planlama yoluyla gerçekleşir. “Burjuva toplumunun özü üretimin a priori bilinçli bir toplumsal düzenlenişinin bulunmayışındadır. Ussal ve doğal olarak zorunlu olan, kendisini ancak gözleri görmeden işleyen bir ortalama olarak ortaya koyar” 11 .

Planlama a priori bir düzenlemedir. Sosyalist planlamada üretimin değişik sektörler arasındaki dağılımı, kamu çıkarları doğrultusunda önceden verilen kararlar uyarınca gerçekleşir. Planlamayı sosyalist kuruluş süreci içerisinde tarihsel bir çerçeveye oturtan yalnızca iktisadi bir mekanizma olarak sahip olduğu nitelik değildir. Sosyalist planlamayı mümkün kılan, toplam toplumsal üretimin birbirlerinden bağımsız özel çıkarların mülkiyet çıkarlarının bileşkesi olmaktan çıkarılmasıdır. Sosyalist planlamayı mümkün kılan üretim araçlarının özel mülkiyetinin tasfiyesidir. Bu nedenle planlama sosyalizmde bir üretim ilişkisidir.

Sosyalist bir ekonomide meta üretiminin, bağlantılı olarak değer yasası ve özel mülkiyetin kalıcı bir oranda varolması gerektiğini ve/veya bunun kaçınılmaz olduğunu düşünenler bu fikri değer yasasının tarihsel içeriğini muğlâklaştırılmasına dayandırıyorlar.

Sovyet ekonomisinin işleyişine ilişkin 1920’lerdeki tartışmalarda Buharin değer yasasının özünde evrensel olduğu görüşünü savunuyor.

Buharin’e göre değer yasasının planlı sosyalist işleyişinin, kapitalist ekonomideki işleyişinden tek farkı ürünlerin toplam toplumsal soyut emek miktarı içinde oransal karşılığının, piyasa kurallarının bilinçli olarak uygulanmasıyla önceden hesaplanıyor olabilmesidir 12 .

Bir “piyasa sosyalizmi” kuramcısı olan Wlodzimierz Brus’un Buharin’e yanıt oluşturabilecek görüşü oldukça yerinde: “…herhangi bir fiyat yapısının varlığının ekonominin değer yasasına tabi kılındığının kanıtı olduğu inancı bu yasanın tüm nesnel değerini yok edecektir. Çünkü o zaman yasa hükümetin fiyat politikasına çerçeve oluşturamadığı gibi, yol gösterici de olamayacaktır” 13 . Buharin’in değer yasası olarak adlandırdığı çeşitli toplumsal gereksinimleri ifade eden ürünlerin karşılaştırılabilir nicelikler olarak karşımıza çıkıyor oluşu ve aynı zamanda bu karşılıklı oranların toplam toplumsal soyut emeğin paydalarını oluşturmasıdır. Bu mekanizmanın kendisinin değer yasası olarak adlandırılamayacağına yukarıda değinmiştik. Değer yasası mübadele ilişkilerinin yani piyasanın toplumsal üretimin bütününü kapsadığı zaman işler.

Öte yandan başka bir piyasa sosyalizmi kuramcısı Alec Nove değer yasasının evrensel niteliği konusunda daha kapsamlı görüşler oluşturmaya çalışıyor. “Değer kategorisi tarihsel sınırlarının ötesine geçen bir anlam taşımakta mıdır” sorusuna Nove’nin alıntı yaptığı bir araştırmacı, Louis Basle iki tür değer yasasının varolduğu şeklinde cevap veriyor. Birincisi tamamen teknik bir içerik taşımakta, emeğin çeşitli faaliyetlere dağıtımıyla ilgilidir bu nedenle evrenseldir (dy1), diğeri ise bu birincisinin meta ekonomisindeki dışavurumu ile ilgilidir (dy2) 14 .

Basle’nin iki tür değer yasası tarif etme girişimi boşunadır. Basle ‘nin formülasyonu (Nove’nin Basle’nin formülasyonu ile ilgili aktardıklarından hareket ettiğimizi belirtmek kaydıyla) “iki tür yerçekimi yasası vardır biri genel yerçekimi yasası diğeri ise bunun ay yüzeyindeki dışa vurumu ile ilgilidir” demekle aynı şeydir.

Basle’nin yasa dediği eğer toplumsal emeğin dağılımının evrensel zorunluluğunu anlatıyorsa dy2’nin bir yasa oluşu bütünüyle dyl’in dy2’yi içeriyor olmasından kaynaklanır çünkü dy2 dyl’in dışavurumu olarak formüle edilmiştir. Bu durumda dy2’nin yasa olarak nitelenmesi saçmadır. Eğer yasa toplumsal emeğin dağılımının meta ekonomisinde nasıl gerçekleştiğini açıklıyorsa dyl’i değer yasası olarak adlandırmanın dolayısıyla iki tür değer yasası tarif etmenin bir anlamı kalmaz. Louis Basle’nin denemesini Nove’nin de sahiplenişi değer kavramına tıpkı Marx’ta kullanım değerinin sahip olduğu türden tarih dışı bir içerik kazandırma yönündedir.

Ünlü kitabının bir başka bölümünde, “Marx’ın kendisi, benim görüşümce, kullanım değerlerini birbirleriyle kıyaslanamayacak kadar önemsiz değerlendirmekte ve, her şey bir yana değer ile kullanım değeri arasında yapay ve geçersiz bir ayrıma giderek pek çok karışıklığa neden olmuştur” diye yazmaktadır 15 . Bir kere Marx’a göre metaları bir mübadelenin yani kıyaslamanın konusu haline getiren onların yararlılıkları yani sahip oldukları kullanım değerleridir, ancak bu kıyaslamanın belirli oranlarda gerçekleşmesi değer yasasının belirleyiciliği altında gerçekleşir. Aslında Nove’nin varmak istediği sonuç değerin ürünlerin somut ve doğal-maddi varoluşlarına içkin olduğunun kanıtlanmasıdır. Bu yaklaşım neo-klasik iktisadın ürünlerin değerini onların tüketiminin doğurduğu tatmine indirgeyen marjinal-fayda teorisinden başka bir noktaya götürmez.

Öte yandan değer yasasının işlemediği bir toplumda elbette üretilen ürünleri yararlılıkları bir kıyaslamanın konusu olacaktır. Ancak bu kez kıyaslamanın asıl ekseni ürünlerin arasında değil üretken faaliyetin kendisi ile gereksinimler arasında olacaktır çünkü söz konusu ürünler değişim için değil toplumsal gereksinimleri karşılamak üzere üretilecektir. İşte bu nedenle planlama sosyalist kuruluş sürecinde üretken faaliyetin çeşitli gereksinmeler arasındaki dağılımı konusunda toplumun kendi kaderini eline alması anlamına gelmektedir.

Buradan bir başka noktaya geçilebilir. Değer yasası işlemese bile sosyalist ekonomide, kaynakların sınırsız olmadığı tüm toplumlarda olduğu gibi toplam toplumsal soyut emeğin üretimin değişik kollarına uygun bir biçimde dağıtılması gibi bir sorun vardır. Bu önsel olarak ürünlerin yararlılıklarının dışında, onların üretimine ne kadar emek vakfedileceğinin de hesabedilmesini gerektirir. Bu zorunluluk sosyalist üretim ilişkilerinin verili bir üretici güçler temeli üzerinde “herkese emeği kadar” ilkesi ile “herkese ihtiyacı kadar” ilkesi arasındaki tarihsel çizgi üzerinde yeralmasının bir sonucudur. Buradan hareketle toplumsal üretimin dağılımında ölçüt olarak onların yararlılığını öne çıkartan toplumsal üretim düzeyi ile ürünlerin ve ihtiyaçların karşılaştırmalı niceliklerini öne çıkartan düzenleyici mekanizmanın baskısı altında bulunduğu üretim düzeyi sosyalist ekonominin gelişkinliğinin göstergeleri olarak ele alınabilir.

Bu bağlamda sosyalist ekonomide fiyatlandırmanın, parasal mübadelenin varlığı değer yasasının değil “herkese emeği kadar” ilkesinin bir kanıtı olmaktadır. “Herkese emeği kadar ilkesinin” değer yasasının işlemesiyle bir ilgisi olmadığı açık olmalı: “Üretim araçlarının ortak mülkiyeti üzerine kurulu ortaklaşa bir toplumsal düzen içinde üreticiler ürünlerini değişmezler; aynı biçimde, ürünlerinin içerdiği emek burada bu ürünlerin değeri olarak onların taşıdığı gerçek bir nitelik olarak görünmez” 16

Marksist sınıfsız toplum çözümlemesi üretici güçlerin gelişiminin önündeki bütün sınırlamaların kalktığı bir bolluk toplumunun tarihsel olarak mümkün olduğu fikrine dayanmaktadır. Sosyalizm aynı zamanda bir tarihsel hareket olarak toplumun ve insanlığın iktisadın boyunduruğundan kurtulacağı bir tarihsel-toplumsal evrenin koşullarının nesnel olarak hazırlanmasıdır. Bugünün bireyinin tüketim alışkanlıklarının çizdiği sınırlan içerisinde düşünüldüğünde, geleceğin bolluk toplumunun tasavvur edilmesi imkânsız olacaktır. Nove’ye göre bolluk fırsat maliyetinin sıfır olduğu bir nokta olarak tanımlanıyor. Bolluk durumunda tüketici tercihlerinin birbirini dışlayıcı olmaması gerekiyor. Bu bolluğun bir göstergesi olarak doğrudur fakat bu noktada Nove yalnızca bir piyasa iktisatçısı olarak değil fakat aynı zamanda sıradan bir piyasa aktörü bir kapitalist gibi tüketici davranışlarının psikolojik kalıplarını öne sürüyor; “İnsan her zaman daha fazlasını ister” 17 . Nove’nin insan doğasına ilişkin olarak tartışılmaz bulduğu bu güdü bolluğun imkânsızlığı vargısına temel alınıyor. Bu fikir, burjuva ideolojisinin çok bilinen argümanlarıyla akrabalığı bir yana insanların özlem ve istemlerini onlara sunulan metalar karşısında sınırsız tüketme motivasyonu ile sınırlamaktadır. İnsanlık tarihi ürünlerin bollaşması ve onları edinmenin sıradanlaşması oranında Nove’nin mutlak olduğunu varsaydığı edinmeciliğin en azından bazı tekil mallarda köreldiği örneklere tanıklık etmektedir “…toplumsal servetin artışı üretici güçlerin gelişmesi ve kapitalizm sonrası kurumların gelişmesiyle birlikte, talebin elastiki olmayışıyla nitelenen, dolayısıyla bedava dağıtılabilecek olan mal ve hizmetlerin sayısı artan hızla çoğalabilir. Bütün tüketim malları ve hizmetlerin -diyelim ki yüzde 60 ya da 75’e varan bölümü bu şekilde dağıtıldığı zaman bu birikimli artış genel “insanlık durumu”nu dramatik bir değişikliğe uğratmış olacaktır”18 . Bireylerin toplumsal gereksinimlerinin tabi olduğu bir hiyerarşi her zaman varolacaktır. Sosyalist toplumda üretici güçlerin gelişmesinin en temel olanlardan başlamak üzere gereksinimlerin tatminini sıradanlaştırması kapitalizmin üretici güçler üzerinde yarattığı yıkım ortaya çıkardığı israf ve gelir eşitsizliği düşünüldüğünde güçlü maddi dayanaklara sahip bir önermedir.

Ütopyalar sınıf mücadelelerinde hayal gücünün siyasal bir kimlik kazanması şeklinde ortaya çıktılar. Marksist “ütopya” bir hayal mahsulü değil toplumların tarihsel gelişme yasalarının işaret ettiği bir gelecek toplum tasarımıdır. Ütopya “varolmayan yer” anlamına geliyor. Marksist sınıfsız toplum tasarımını ütopya sözcüğünün yarattığı tedirgin edici hayalcilik çağrışımından kurtaran bu tasarımda varolmayanın gelecekte mümkün olana dönüşmesidir.

 

Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×