Türkiye Kapitalizminin Gelişmesinde Büyük Toprak Sahiplerinin Rolü: İslamcı-Liberal Tarih Yazımının Eleştirisine bir Katkı

Gelenek dergisinin 117. sayısı “Türkiye modernleşmesinin İttihatçı-Kemalist bürokratik elit tarafından tepeden yapılan bir zorlama olduğuna” yönelik liberal tezin eleştirisine ayrılmıştı. Bu eleştiri, Neslişah Başaran’ın makalesiyle1 Türkiye burjuvazisinin maddi kökenlerine yönelik bir tartışmaya da kapı aralamış durumda. Kendi adıma bu açılımın çok önemli olduğunu, Türkiye modernleşmesinin gerek müsebbibinin kim olduğu, gerekse bir “zorlama” olup olmadığı konusundaki tartışmanın nihai çözümünün Türkiye burjuvazisinin soy kütüğü konusunda, ikirciksiz biçimde öne sürülecek tezler üzerinden gerçekleşeceğini düşünüyorum. Ben bu yazıda, tartışmaya bu yönden bir katkı koymaya ve Başaran’ın makalesinde başlanılan işe kimi ekler yapmaya çalışacağım.

Liberal tarihyazımının eleştiriye tabi tuttuğumuz tezi, biraz genişletirsek şöyledir: Türkiye modernleşmesi, 1908’de iktidarı ele geçiren ve bu tarihten itibaren kelimenin “iktidar” anlamını bilhassa içeren manasıyla bir bürokrasi kuran İttihatçı-Kemalist elitin, devlet aygıtını bir kaldıraç olarak kullanarak halka dayattığı; halkın değerlerini hiçe sayan ve toplumun doğal gelişimini sakatlayan, vakitsiz ve tepeden inmeci bir süreçtir. Bu süreç uzun erimde kaçınılmaz olarak geri tepmiştir. Anadolu halkı bu dayatmayı kabullenmemiş, Cumhuriyet tarihi boyunca kendi sözünü söylemeyi her denediğinde darbeyle bastırılmış, ama nihayet AKP iktidarıyla birlikte bu vesayet rejimi devrilmiş ve seçilmişlerin atanmışlara değil; atanmışların seçilmişlere tabi olduğu, bütün eksikliklerine rağmen gerçek demokrasiye çok daha yakın bir yeni rejim kurulmuştur.

Bu tezin AKP iktidarına dair kısmının fanteziye varan idealist niteliğinin tartışılması bu yazının kapsamının dışında kalıyor. Bu yazı, yukarıda özetlenen liberal tarihyazımının iki temel unsurunu çürütmeyi hedefliyor. Bunlar;

1. 20. yüzyılın başında Anadolu coğrafyasının bir burjuva devrimi ve modernleşme atılımına sınıfsal olarak hazır olmadığı, yani İttihatçıların ve Kemalistlerin vakitsiz davrandığı,

2. Cumhuriyet tarihi boyunca burjuvazi ile bürokrasi arasında bir dikotomi bulunduğu, bu iki toplumsal yapının birbirine asla karışmayacak derecede ayrışmış ve birbirine zıt nitelikte olduğu,

yönündeki tezlerdir. Bunun için öncelikle bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin üzerinde kurulu olduğu coğrafyanın nasıl bir süreç ile kapitalistleştiğine bakacağım ve Türkiye burjuvazisinin kökenlerine dair kimi tezler sunacağım. Ancak bundan önce kısa bir yöntemsel parantez açmak gerekiyor.

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş tartışmalarında, yaşanan tarihsel dönüşüm hemen her zaman üstyapıda olup biten bir süreç olarak ele alınır ve gerek İmparatorluk’un son döneminin, gerekse Anadolu Devrimi’nin sınıfsal dinamikleri göz ardı edilir. Bu eğilime sadece 1923’ü eleştiren islamcılar ve liberaller değil, onu kutsamaya çalışan Kemalistler de sahiptir. Bu yaklaşıma göre, Osmanlı’nın çöküşü, Anadolu Devrimi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu kimi kişi ve örgütlerin karar alıp, uyguladıkları bir vakalar dizisinden ibarettir. Bu vakalar arasındaki ilişkiler de onların uygulayıcısı olan özneler ve bu öznelerin arasındaki ilişkiler üzerinden kurulur.

Ne var ki kişilerin de, örgütlerin de birer özne olarak tarihsel süreçler ile ilişkisi diyalektiktir.2 Bir tarafta bu öznelerce tarihe yapılan üstyapısal müdahaleler gerçekleşirken, diğer yanda toplumsal yapıda üretim ilişkileri hem tarihsel olayların nesnel koşullarını teşkil etmekte, hem de o olayların etkisiyle dönüşmektedir. Dolayısıyla Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş tartışılırken Tanzimatçıların, II. Abdülhamit’in, İttihatçıların ve Kemalistlerin hedef, niyet ve faaliyetleri kadar bunların üzerinde yükseldiği toplumsal yapının da tartışılması gerekir. Tartışmanın bu boyutunun eksikliği, söz konusu öznelerin toplumsal dinamikler karşısında sahip oldukları göreli özerkliğe dair öne sürülen tezlerde belirgin biçimde görülmektedir. Siyasi öznelerin, özellikle toplumsal dinamiklerin altüst olduğu devrimci dönemlerde, bilhassa da iktidarı ellerinde bulundurmaları durumunda bu dinamikler karşısında göreli özerkliklerini hayli genişletebildikleri tarihsel bir doğru olmakla birlikte; bu özerklik, tanımına da içkin olduğu üzere görelidir ve toplumsal dinamiklerden azade bir davranış yeteneği anlamına gelmez. Zira siyasi öznelerin hedef ve faaliyetleri, onların temsil ettiği sınıfların çıkarlarının bir ifadesidir.

Dolayısıyla, liberaller tarafından türlü çeşitli biçimde dile getirilen “Türkiye’de burjuvazi, devlet katından ve devletin çıkarı için yaratılacak bir zümre olarak tasarlandı.” benzeri tezler,3 öznenin nesnelliği, üstyapının yapıyı sınırsız bir özerklikle belirleyebileceği varsayımına dayanan, sadece anti-Marksist değil; düpedüz idealist, bilimsellikle uzaktan yakından alakası olmayan ahistorik fantezilerdir. Toplumsal sınıflar veya bir bütün olarak kapitalist üretim biçiminin gelişmesi kuşkusuz üstyapısal müdahale ve yönlendirmelere açıktır, ama bir sınıf “tasarlanamaz.” Bunu söylemek adlı adınca akıllı tasarımcılıktır.

Gerekli yöntemsel vurguları yaptığımıza göre, artık tarihsel olguları ele almaya başlayabiliriz.

Osmanlı İmparatorluğu’nda
bir burjuvalaşma kaynağı olarak toprak

Osmanlı’da kapitalist üretim ilişkileri ne denli gelişmişti sorusuna yanıt aranırken, öncelikle sıklıkla yapılan bir yanlışın altını çizmek gerekiyor. Bu yanlış, kapitalist mülkiyet ve üretim ilişkilerinin sınaî üretim olmaksızın oluşamayacağı şeklindeki anakronik yaklaşımdır. Buradan yola çıkarak, Osmanlı’nın yıkıldığı tarihteki sınaî üretim kapasitesinin cılızlığı,4 kapitalist üretim ilişkilerinin yokluğu şeklinde yorumlanır. Oysa tüm kapitalistleşme deneyimlerinde kapitalist üretim ilişkileri sanayi devrimini öncelemiş, kapsamlı sanayileşme ise burjuvazinin iktidarı ele geçirmesinin ardından gelmiştir. Bu yanlış varsayımın mantıksal sonucu, burjuvaziyi bir sınıf olarak sadece iktidardaki haliyle tanımlamaktır, oysa kelime manası “orta sınıf” olan burjuvazi, pre-kapitalist iktidarlar altında önce yönetilen bir sınıf olarak ortaya çıkar ve kendi sınıfsal gelişiminin bir noktasında iktidarı ele geçirecek derecede güçlenir.

Dolayısıyla, herhangi bir coğrafyanın nasıl kapitalistleştiğine bakarken, incelenmesi gereken başlıca unsur, o coğrafyadaki burjuvalaşma dinamiklerinin nasıl şekillendiği ve geliştiğidir. Bu dinamikler her örnekte Floransalı Medici ailesi kadar “kitaba uygun” olmayabilir, ancak bir pre-kapitalist iktidar altında, o iktidarın inayetinden ziyade kendi özel mülkiyeti üzerinden servet biriktiren bir toplumsal dinamik varsa, burjuvalaşma başlamış demektir.

Osmanlı coğrafyasında esasen kentli bir hayat yaşayan gayrimüslim tüccar, esnaf, zanaatkâr ve bankerlerin burjuva olarak nitelenmesine kimse itiraz etmemektedir. Aksine, Kemalistlerin iradelerine uygun bir burjuvazi tasarladıklarını iddia eden liberaller, Cumhuriyet’in kuruluş süreci ve sonrasında gayrimüslimlerin mülksüzleştirilmelerini “varolan burjuvazinin ortadan kaldırılması” olarak yorumlamaktadırlar. Ne var ki; Osmanlı coğrafyasındaki tek burjuvalaşma dinamiği gayrimüslimler değildir. 16. yüzyıldan itibaren Osmanlı taşrasındaki müslüman eşrafın da giderek kendisini mülkiyeti üzerinden tanımlayan ve bu mülkiyet üzerinden servet biriktirme faaliyetine girişen bir toplumsal yapıya dönüştüğünü görüyoruz.

Bu dönüşümün temel sebebi, imparatorluğun 16. yüzyıl ortasından itibaren içine girdiği mali bunalımın bir sonucu olarak toprak rejiminde yaşanan köklü değişikliktir. I. Viyana Kuşatması’nın başarısızlığa uğramasıyla fetihlerden gelen ganimetler, Ümit Burnu’nun keşfedilmesiyle de Uzak Asya ile Avrupa arasında İmparatorluk’un kontrol altında tuttuğu ticaret yollarını kullanan Avrupalı tüccarlardan alınan yüksek vergiler kesilmiştir. Böylelikle dışsal gelir kaynakları kuruyan İmparatorluk tarım topraklarının iktisadi yönetiminde askeri giderlerin azaltılmasını sağlayan, ancak tarımsal artığı merkezileştirmeyen tımar sisteminden5 vazgeçip, tarımsal artığı parasallaştıran ve merkezileştiren iltizam sistemine geçmek zorunda kalmıştır.

İltizam sisteminde mukataa olarak adlandırılan vergi kaynaklarından vergi toplama yetkisi, açık artırma yoluyla şahıslara devredilirdi. Açık artırmayı kazanan ve mültezim (iltizam sahibi) sıfatını elde eden kişi, açık artırmaya konu olan kaynağın vergisini geçici bir süre boyunca toplama hakkını nakit para karşılığında (çoğunlukla taksitle) satın alırdı. Eskiden toprak dışı vergi kaynaklarında kullanılmakta olan bu sistemin tarım topraklarını içerecek biçimde genişletilmesi, Osmanlı coğrafyasının başat üretimi olan tarımın özel maddi çıkarlar doğrultusunda dönüşmeye başlamasını sağladı. Peşin para karşılığında (ve çoğunlukla gayrimüslim tefecilerden borç alarak) iltizam satın alan şahıslar bu yatırımdan kâr elde edebilmek için toplayabildikleri kadar çok vergi toplamak; üstelik tarımsal üretimden alınan aşar vergisi ayni, yani ürün üzerinden ondalık olarak alındığı için topladıkları tarımsal ürünü pazara intikal ettirip paraya dönüştürmek zorundaydılar.

Vergi toplama yetkisinin özelleştirilmesine dayalı bu uygulamanın, doğası gereği burjuvalaşma eğilimlerini güçlendireceği açıktır; zira yeni toprak rejiminin baş aktörü olan mültezimin toprak ve köylü ile olan ilişkisi, tımarlı sipahinin aksine hayat boyu ve geçimlik değil, kısa vadeli ve yalın iktisadi çıkara yönelikti. Bu sistem, yerel eşrafın iktisadi açıdan güçlenmesi sonucunu yaratıyor6 ve onu daha da tavizsiz biçimde servet biriktirme amaçlı düşünmeye ve davranmaya sevk ediyordu. Böylelikle taşra eşrafı, giderek saltanattan görece bağımsız, ilkel birikim sahibi bir sınıfsal yapıya dönüşmeye başladı.

1695 yılında oluşturulan Malikâne sistemiyle, herhangi bir iltizamın ömür boyu satın alınması olanaklı hale getirildi.7 Böylelikle Osmanlı coğrafyasında büyük toprak mülkiyetinin önü açılmış oluyordu. Sermaye mantığı ile işletilen malikâneler, aynı zamanda Anadolu kırsalında, varlıkları Cumhuriyet yıllarında da devam eden önemli eşraf ailelerinin kökenini teşkil etti. Bu kesimin yükselişini İnalcık şöyle aktarıyor:

Öyle ki, fiilen bu topraklar özel mülk, mukataa sahipleri gerçek toprak sahibi, köylüler de onların kiracıları oldular. Başka bir deyişle, bütün bir eshab-ı mukataa sınıfı devlet ile köylülerin arasına girdi. Çift-hane, bu topraklardaki tarımsal üretimi düzenleyen sistem olarak varlığını sürdürdü, ama toprağın denetimini elinde tutan kişi ile çiftçi arasındaki ilişki esaslı bir değişime uğradı.(…) Şahısların ya da devletin gelirlerinin bu gibi yerel aracılar ya da mültezimler tarafından toplanmasının 17. yüzyıldan itibaren yaygın bir uygulama haline gelmesiyle, bu aracılar, zaman içinde, taşradaki gelir kaynaklarını, dolayısıyla da toprağın kullanımını ve tarımı denetimi altında tutan âyân haline geldiler.”8

Taşra eşrafının Osmanlı modernleşmesindeki yeri

İslamcı ve liberal tarihyazımında yalnızca Meşrutiyet ve Cumhuriyet’in değil, Osmanlı’nın 19. yüzyıldaki modernleşme çabalarının da esasen Tanzimatçılar tarafından tepeden dayatılan, Avrupa hayranlığı ürünü bir reformlar silsilesi olduğu zaman zaman kaleme alınır.9 Buna göre, en büyük günahı 1923’de işleyecek olan dayatmacı geleneğin kökü Tanzimat’a dayanmaktadır. Her ne kadar nihai temsilcisi Kemalizm olan düşünsel hattın köklerini Tanzimatçılarda bulmak mümkün olsa da; Osmanlı modernleşmesi kesinlikle elitler tarafından topluma değil, aksine toplumsal dinamikler tarafından saltanata dayatılan bir dönüşümdür ve özünde özel mülkiyetin dokunulmazlığı vardır.

Sürecin ilk adımı yüzyılın başında Yeniçeri Ocağı’nın III. Selim’i tahttan indirmesi, bunun üzerine taşra ayanlarının siyasi temsilcisi konumundaki Alemdar Mustafa Paşa’nın10 II. Mahmud’u tahta çıkartması ve saltanat ile ayanlar arasında Sened-i İttifak’ın imzalanmasıdır. Yedi maddeden oluşan bu metnin tamamı padişahın otoritesinin sınırlanmasına yöneliktir. Öyle ki metin, her yerellikte vergi oranlarının padişahın vekili ile ayan hanedanı arasında müzakereyle belirleneceğini karara bağlamaktadır.11

Taşra eşrafının maddi çıkarlarını saltanata dayatmaya yönelik olan bu metin II. Mahmud tarafından imzalanmış, ancak uygulanmamıştır. Her fırsatta ayaklanmayı adet haline getirmiş olan Yeniçeri Ocağı’nı ayanların da gücüne yaslanarak tasfiye eden II. Mahmud, bu iş bittiğinde bu sefer de ayanların üzerine yürümüştür. Ne var ki; 1815-1838 yılları arasında ayanların gücünü kırmaya yönelik hamlenin sonucu tam bir fiyaskodur: Yanya Valisi Tepedelenli Ali Paşa isyanının (1822) bastırılmasının ardından alevlenen Yunan Bağımsızlık Hareketi 1832’de Bağımsız Yunanistan’ın kurulmasıyla sonuçlanmıştır. Bu ise Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın, Mısır’ın elden çıkması ve beş valiliğin Kavalalı hanedanının eline geçmesiyle sonuçlanan isyanını tetiklemiştir.

II. Mahmud, Kavalalı isyanının felakete varan sonuçlarını tam olarak göremeden ölmüş; yerine gelen Abdülmecid’in ilk yaptığı şey ise Gülhane Hatt-ı Hümayunu ile Tanzimat dönemini başlatmak olmuştur. Öyle ki, Gülhane Hatt-ı Hümayunu’nun Kavalalı karşısında alınan Nizip yenilgisinin sonucu olduğunu söylemek dahi mümkündür.

Söz konusu fermanın en önemli maddesi, özel mülkiyetin “herkes mal ve mülküne tam bir serbestlik ile malik ve mutasarrıf olacak ve kimse kimsenin işine karışmayacak” 12 ifadesindeki açıklıkla güvence altına alınmasıdır. Bunun yanı sıra Hatt, iltizamı kaldırmak, vergiyi memurlar kanalıyla toplamak ve toprağın bereketine göre artan oranlı vergi uygulamasını sabit oranlıya dönüştürmek gibi tümü burjuva nitelikli, ancak merkeziyetçi reformlar getirmektedir. Çarpıcı olan, bu reformların hiçbirinin uygulanamamış olmasıdır. Eşraf aşarın merkezden toplanmasını aktif biçimde sabote etmiş,13 doğru dürüst vergi toplanamayan bir yılın ardından saltanat geri adım atmak zorunda kalmış, üstelik Hatt’a göre başta valiler olmak üzere tüm yerel yöneticilerin vergi toplaması yasaklandığı için iltizam tamamen taşra eşrafının eline kalmıştır.

Bu kazanımların ardından geriye son pürüz olarak malikâne sistemi altında fiilen özel mülk haline gelmiş tarım topraklarının kanunen halen padişaha ait olması kalmıştı. Zaten Tanzimatçılar’ın başını ağrıtan en önemli sorunlardan biri de malikâne sahipleri tarafından malikâne sınırları dışında keyfi biçimde çitlenmiş arazilerin ne olacağıydı. Bu başlıkta da toprak sahipleri galip geldi ve 1858 yılında çıkartılan Arazi Kanunnamesi yalnızca toprakta özel mülkiyeti tanımakla kalmadı, o tarihe dek çitlenmiş araziler konusunda hiçbir düzenleme getirmeyerek taşra eşrafının keyfi biçimde genişlettiği mülkleri de yasallaştırdı.14 Böylelikle toprak sahiplerinin yüzyılın başından beri vermekte olduğu mücadele sonucunda toprakta özel mülkiyet tam anlamıyla meşruiyet kazandı ve bu mülkiyet üzerinden serbestçe ve güvenle, müsadere baskısı olmaksızın iktisadi faaliyet yürütülebilir hale geldi.

Bu çerçevede, 1858 tarihinden itibaren, Osmanlı sınırları dâhilinde büyük toprak sahiplerinin ikinci bir burjuvalaşma dinamiği olarak ortaya çıktığını söylemek kesin olarak mümkündür. Bu kesim gerek merkezi devlet aygıtına basınç yaparak, gerekse yoksul köylülükle, iltizam sisteminin piyasalaşmayı dayatan niteliği nedeniyle, zora dayalı pre-kapitalist patronaj ilişkisinden çok daha piyasa odaklı bir istismar ilişkisi kurarak kendi sınıfsal çıkarlarını savunma ve ilerletme becerisi geliştirmişti.

Diğer yandan, İmparatorluk coğrafyasında değer üretimi özel olarak artmıyor, ancak üretilen artık değere el koyan asalakların sayısı sürekli olarak artıyordu. Avrupalı emperyalistler 19. yüzyıl boyunca adım adım yarı sömürge haline getirdikleri İmparatorluk coğrafyasına ticaret limanlarından başlayıp, imtiyazlı demiryollarıyla Anadolu’nun içlerine uzanan ticari ilişkileri ve saltanatın gırtlağına kadar battığı borçların baskısı ile nüfuz ediyor, bunu yaparken de aracı olarak gayrimüslim tüccar ve bankerleri kullanıyorlardı. Görece yeni bir burjuvalaşma dinamiği olarak tarih sahnesine çıkan büyük toprak sahipleri, yoksul köylülük tarafından üretilen artığa el koymak için gayrimüslim tüccar ve bankerlerle rekabet etmek zorundaydı. Cumhuriyet’i kuracak olan burjuva devriminin pek çok önemli niteliği de bu rekabet üzerinden şekillendi.

Devrime giden yolda burjuvazinin ayrışması

Toprak sahipleriyle gayrimüslim burjuvazi arasındaki rekabetin izlerini 16. yüzyıla dek sürmek mümkündür. Tımar sisteminin dağıtılıp, iltizam sistemine geçişin ardından Osmanlı valileri, kendi eyaletlerinin iltizamını başkalarına kaptırmamak için gerektiğinde İstanbul sarraflarından borçlanmaya başlamış, böylelikle gelecekte Galata bankerlerine dönüşecek gayrimüslim tefeciler iltizam ihalelerine giren Müslümanların finansörleri haline gelmişlerdi:

Valiler, eyaletlerin vergi gelirleri karşılığında İstanbul hükümetine ödenen güvence akçesini sarraflardan borç alıyor, sarrafların bu borçlara uyguladığı yıllık faiz oranları %25’in altına düşmüyordu.
Sarrafın akrabası olan bir mutemeti valinin yanında bulunur, valinin bütün para işleri sarrafın mutemetinin elinden geçerdi. Eyaletin gelirlerini bu toplar, ürünleri üstünde ticaret yapardı. Böylece köpek balıklarına yapışan vantuzlu asalaklar gibi her valiye bir mutemet asılır, valinin kaynaklarını denetler; onu bir yanda ve daha çok şiddet ve yağmaya kışkırtırken, öte yanda, yapılan talanın sadece küçük bir parçasını valiye bırakırdı. Tarım vergilerini hasattan önce toplama yetkisini elde eder, zor durumda kalan köylülere %30 faizle borç verir, ürünlerini ucuza kapatırdı.”
15

Mültezimlik müessesesi zamanla Osmanlı valilerinden taşra eşrafının eline geçtikçe, gayrimüslim burjuvazinin kırdaki etkisi azaldı, ancak bu sefer de İmparatorluğun Avrupa ile olan ilişkilerine aracı oldular. Osmanlı İmparatorluğu ile Avrupa devletleri arasında ticari ilişkiler geliştikçe, bu ticari ilişkilerin Avrupa tarafında yer alan sermaye sahipleri aracı olarak İmparatorluk’taki gayrimüslimleri tercih etti; hatta bu kesim 18. yüzyıldan itibaren “Avrupa devletlerinin himayesine girerek, Osmanlı İmparatorluğu ülkelerinde sahip oldukları imtiyazattan yararlanan Avrupalı tacirler gibi, ayrıcalıklı ticaret yapan beratlı tüccar haline” geldiler.16 1838 yılında yapılan Baltalimanı Ticaret Sözleşmesi, yerli tüccarların yabancı tüccarlar ile rekabet etmesini çok zorlaştıran hükümleriyle birlikte,17 Müslüman servet sahiplerini süreçten ancak gayrimüslim tüccarların dolayımında yararlanabilir hale getirmişti. Bilhassa ithalatı hızla artan lüks malların kentlerde pazarlanması bu kesim tarafından gerçekleştirilmekteydi. Öyle ki, 1912 yılına gelindiğinde imparatorlukta iç ticaretle uğraşan iş yerlerinin % 15’i Türklere, % 49’u Rumlara, %30’u Ermenilere, geri kalanı ise Levantenler ile diğer etnik gruplara mensup gayrimüslim ve Müslümanlara aitti.18 Yüzyılın ortasından itibaren süreklileşmiş dış ticaret açığı ve savaş harcamaları sonucunda sarayın borçlanma ihtiyacı artınca bu kez de gayrimüslim (ve çoğu Avrupa devletlerinin uyruğuna geçmiş olan) Galata bankerleri hızla zenginleşti.

Osmanlı ekonomisinin neredeyse tek artık üreten kesimi tarım olduğu için, gayrimüslimlerin tarımla ilgisi sınırlı olsa da, elde ettikleri ticari ve finansal gelirler nihayetinde tarımsal artıktan pay alıyordu. Bunun sonucunda Müslüman büyük toprak sahipleriyle gayrimüslim burjuvazi arasında, Avrupa devletlerinin İmparatorluk’un içindeki uluslaşma dinamiklerini manipüle etmesinin etkisiyle de güçlenen, artık tamamen burjuva nitelikte bir rekabet söz konusuydu.

Anadolu Devrimi’ni başlatacak olan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin siyaset sahnesine çıkış sürecinde Cemiyet ile taşra eşrafı arasında sıkı ilişkiler kuruldu. İttihatçı hareket Anadolu örgütlenmesinde taşra eşrafının doğrudan bir sınıfsal temsilcisi olarak hareket etmemekle birlikte, Anadolu ile olan ilişkilerini sürekli olarak bu sınıfsal yapı üzerinden kurmuş, köylülük ile doğrudan bir temasa geçme ve bu kesimi hareketlendirme gibi bir siyaset yürütmemişti.19

Bundan daha önemlisi, büyük toprak sahipleri de kendi siyasi faaliyetlerini İttihat ve Terakki Cemiyeti üzerinden yürütüyordu. Büyük toprak sahiplerinin Cemiyet içinde bir derneği vardı. 1910 yılında kurulan, kurucu ve yöneticilerinin tamamı büyük toprak sahibi olan Osmanlı Çiftçiler Derneği, toplantılarını İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin merkez binasında yapıyordu. Bu dernek Çiftçiler Derneği Mecmuası isimli bir yayın organına sahipti ve I. Dünya Savaşı’nın ardından partileşerek 1919 seçimlerinde faaliyet göstermişti, hatta bir miktar sandalye kazanmıştı.20 Derneğin mebus seçilen üyeleri İstanbul’un işgali ve Meclis-i Mebusan’ın dağıtılmasının ardından Ankara’ya gelecek, 23 Nisan 1920’de kurulan Büyük Millet Meclisi’nde yerlerini alacaktı.21

Anadolu işgal edildiğinde, her ne kadar işgal karşıtı ulusal direniş nihayetinde Mustafa Kemal ve çevresindeki kadrolar tarafından örgütlenmiş olsa da, Kuva-yi Milliye’yi örgütleyen ve yoksul köylüleri silahlandırıp harekete geçirenler arasında azımsanmayacak sayıda Müslüman toprak ağası vardır. Taşra eşrafı, bilhassa da yakın geçmişte tehcir edilen Ermenilerin mallarına çökerek zenginleşmiş olanlar, emperyalist işgalin püskürtülmemesi halinde gayrimüslim burjuvaziyle olan mücadelelerini nihai biçimde kaybedeceklerinin ve mülksüzleşeceklerinin, üstelik Ermeni tehcirinde zenginleşenlerden özel olarak hesap sorulacağının farkındadır.

Anadolu Devrimi’nin merkezinin Ankara’ya taşındığı ve öncülüğünün Kemalistler’e geçtiği dönemde büyük toprak sahipleri ile olan ilişkiler, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin bu kesimle kurduğu ilişkilerin bir devamı niteliğinde gelişti. Devrim’in ilk ve acil ihtiyacı, savaşlardan yorulmuş ve işgale karşı kayıtsız Anadolu köylüsünü bir savaşa daha ikna etmekti. Bu konjonktürde taşra eşrafı, Kemalistler ile köylülük arasında bir aracı konuma yerleşti ve bu kritik konumu Cumhuriyet’in kuruluş süreci boyunca korudu:

Kemalistler ile eşraf arasındaki işbirliğinin bedeli, kırsal kesimdeki statükoyu korumak ve hatta güçlendirmek için yapılan üstü kapalı bir anlaşma oldu. Bu anlaşma toprak ağalarının güçlü bir unsur olarak içinde yer aldıkları bir partinin, Halk Partisi’nin kurulmasıyla tamamlandı.”22

Bu birliktelik, Anadolu Devrimi’nin sınıfsal karakteri açısından belirleyici bir öneme sahiptir. Zira daha önce değinilen iki burjuvalaşma dinamiği arasındaki rekabetin sonucunu da devrimin ulusal niteliği belirledi. Böylelikle kentli gayrimüslim mülk sahipleri devrim sürecinden dışlandı ve kapitalist Türkiye’nin sermayedarları olacak şahısların çoğu kırsal eşraftan türedi.

Cumhuriyet’in kuruluş süreci ve sonrasını ele almadan önce, şu ana kadar incelenen tarihsel kesite dair kimi ara sonuçlar çıkartmakta yarar var:

1. Bugün liberallerin “tepeden inmeci” ve “Anadolu’ya yabancı” eleştirilerinin aksine Kemalist devrim, Müslüman Anadolu burjuvazisinin sınıfsal desteği ile gerçekleşmiştir.

2. 1908-1923 dönemecinde Anadolu’da burjuva devrimin sınıfsal zemini olgunlaşmıştır ve söz konusu coğrafyanın üretim ve mülkiyet ilişkileri açısından bu noktadan geriye düşmesi artık mümkün değildir. Eğer işgal karşısında ulusal bir devrim yaşanmamış olsa, kapitalist üretim ve mülkiyet ilişkileri bu sefer de Osmanlı burjuvazisinin diğer bölmesi olan gayrimüslimlerin mülkiyetinin egemen hale geleceği, sömürge veya kukla bir iktidar koşullarında gelişecektir.

3. Dolayısıyla, devrimin ulusal niteliği de salt İttihatçı ve Kemalistler’in ulusalcı tercihlerinin ürünü değildir. 19. yüzyılın başından itibaren gayrimüslim burjuvazi ile Müslüman-Türk toprak sahipleri arasında ciddi bir gerilim birikmiş durumdadır ve saltanatın sessizce kabullendiği işgal, gayrimüslim burjuvazinin nihai zaferi anlamına da gelecektir. Bu koşullarda büyük toprak sahiplerinin maddi çıkarları, işgal karşıtı, saltanat karşıtı ve milliyetçi bir devrimden yanadır. Ulus devlet, böyle bir devrimin doğal, kaçınılmaz sonucudur.

Devrim sonrası ve kuruluş yılları

Gösterdiğimiz gibi, 1923 vakitsiz bir zorlama değildi. Peki, devrimden sonra ve kuruluş yıllarında devrime destek veren mülk sahiplerinin iktidar ile ilişkisi nasıl şekillendi? Liberal tarihyazıcıların iddia ettiği gibi Kemalist bürokrasi kendisi dışındaki herkesi iktidardan dışlayıp kendi burjuvazisini yaratmaya mı girişti, yoksa var olan ilkel birikim kendi burjuvalaşma yolunu buldu mu?

Cumhuriyet’in ilanından önce yapılan İzmir İktisat Kongresi, büyük toprak sahiplerinin sınıfsal çıkarlarını yeni iktidarın bir parçası olarak savunmaya başladıklarını gösteren önemli bir dönüm noktasıdır. Kongreye işçi, çiftçi, tüccar ve sanayici delegeleri katılmıştır. Bu gruplardan her birinin ismini taşıdığı toplumsal kesimi ne denli temsil ettiği ayrı bir tartışma konusu olmakla beraber, çiftçi delegelerinin tamamının büyük toprak sahibi olduğu bilinmektedir. Kongrede çiftçi delegelerin aşarın kaldırılması yönündeki önerisi karara bağlanarak kongre tutanaklarına girmiş, diğer yandan boş durumda bulunan çiftliklerin köylülere dağıtılması önerisi ise çiftçi delegelerin itirazıyla reddedilmiştir.23

İzmir İktisat Kongresi, münferit bir olay değildir. Devrimin destekçisi olan büyük toprak sahipleri, artık yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin iktidarının organik bir parçası haline gelmiştir ve tek parti dönemi boyunca bu kesimin meclisteki sayısal temsiliyeti, iktidardan dışlandığı yönündeki iddiaları boşa çıkartacak derecede süreklidir.

Tablo 1: 2. Dünya Savaşı’na Kadar Meclis’te Toprak Sahipleri24

Yasama Dönemi

1920-19233

1923-1927

1927-1931

1931-1935

1935-1939

1939-1943

Milletvekili Sayısı1

436

333

335

348

444

464

Çiftçi Milletvekili Sayısı2

60

50

43

68

61

60

1. Sandalye sayısını değil, ilgili yasama döneminde (ara seçimler dâhil) milletvekili seçilmiş kişi sayısını göstermektedir.
2. Bir milletvekilinin çiftçi olarak tanımlanması için biyografisinde ağa, çiftçi, ziraat, bağcılık, tarım gibi mesleklerden bir tanesi bulunmalıdır.
3. 1920-1923 Yasama Döneminde hakkında hiçbir biyografik bilgi bulunmayan 23 milletvekili vardır.

 

Diğer yandan, mesleği “ticaret” olarak görünen ancak toprak ağası olduğu bilinen milletvekilleri de bulunmaktadır. Örneğin sonraki yıllarda TARİŞ’e dönüşecek olan Aydın İncir Müstahsilleri Kooperatifi’nin kurucusu, 5. Yasama Dönemi Aydın Milletvekili Mehmet Nazmi Topçuoğlu ile 1950 yılına dek tüm toprak reformu tartışmalarının merkezinde yer alan,25 şiddetli reform aleyhtarı büyük toprak sahibi Mehmet Emin Sazak verilebilir. Topçuoğlu’nun mesleği “ticaret ve iktisat”, Sazak’ın mesleği ise “ziraatçı, serbest ticaret, kereste fabrikası kurucusu” olarak geçmektedir.26 Mehmet Emin Sazak bilhassa önemli bir örnektir, zira ikinci yasama döneminde, Mustafa Kemal tarafından aday gösterilmemiş, bağımsız aday olup seçilmiş, bunun üzerine bir süreliğine Halk Partisi’nden ihraç edilmiş,27 buna rağmen sekizinci yasama döneminin sonuna dek (yani 1950’ye kadar) her dönem milletvekili olmuş, ayrıca Demokrat Parti’nin kurucuları arasında yer almıştır.

Taşra eşrafının meclisteki varlığı yalnızca sayılardan ibaret değildi. Bu kesim, devletin tarım ve kırsal kesime yönelik politikalarını ustalıkla manipüle ediyor, böylelikle ciddi zenginleşme olanakları elde ediyordu. İlk kazanım 1925 yılında aşar vergisinin kaldırılması oldu. Daha önce 26 kez görüşülmüş olan28 konu 10 Şubat 1925’te TBMM’ye geldikten bir gün sonra Şeyh Sait isyanı çıktı, bunun üzerine tasarı derhal görüşüldü ve 17 Şubat 1925’te 1’e karşı 151 oy ile kabul edildi. Bir toprak ağasının başkaldırısının meclis üzerinde ne denli etkisi olduğu çarpıcı olmakla birlikte daha önemli olan, toplandığı son yıl olan 1924’te bütçe gelirlerinin % 28,6’sını29 oluşturan aşarın yokluğunda ortaya çıkan açığın 1926 yılından itibaren şeker ve gazyağından alınan vergiler ile kapatılmış olmasıdır. Bu, ortaya çıkan mali boşluğun, emekçi sınıfların zorunlu harcamalarının daha fazla vergilendirilmesiyle doldurulması anlamını taşımaktadır.

1926 yılında Medeni Kanun ve Borçlar Kanunu’nun çıkartılmasıyla topraktaki özel mülkiyet yapısına kesinlik kazandırılmıştır. Bununla birlikte, toprak sahiplerinin mülkiyetlerini yoksul köylüleri mülksüzleştirerek hızla genişlettiği bir döneme girilmiştir. Bu süreçte tehcir edilen Ermeni ve mübadele edilen Rumlardan kalan gayrimenkullere çoğunlukla yerel eşraf el koymuştur.30 Esas zenginleşme ise Osmanlı’dan Cumhuriyet’e miras kalan karışık ve yanlışlarla dolu, dolayısıyla her türlü üçkâğıtçılığa uygun tapu kayıtlarının bir zenginleşme yolu olarak kullanılmasıyla yaşanmıştır. Öyle ki, mübadeleyle Anadolu’ya gelen muhacirlere dağıtılan arazilerin bir bölümünün dahi büyük toprak sahiplerinin mülkü altında girdiğine dair deliller mevcuttur.31

Büyük toprak sahiplerinin çıkarlarının meclisteki temsiliyeti, bekleneceği üzere, toprak reformu tartışmalarında da kendisini göstermiştir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında toprak reformu tartışması, Meclis’in yalnızca kulislerinde görüşülmüş, ne bir komisyona havale edilmiş ne de bir kanun tasarısı olarak ele alınmıştır.32

Toprak reformu tartışmaları 1930’larda ilk kez meclis gündemine geldiğinde ise bu tartışmalar boyunca büyük toprak sahiplerinin sözcülüğünü üstlenecek olan Mehmet Emin Sazak, “büyük arazilerin taksimi için yeni bir karar mı veriliyor, yeni bir kanun mu yapılıyor? (…) Toprak sahibi olmak bu memlekette ayıpmış gibi bir manzara hasıl oluyor. Yavaş yavaş büyük emval sahibi olmak, çok para sahibi olmak fena telakki edilmeye başlanırsa bunun sonu nereye varır?” şeklinde konuşmuştur.33 Neticede toprak reformu tartışmaları kent ve kır burjuvazisinin çıkarlarının önce ayrışıp, ardından bu ayrımı da ortadan kaldıracak biçimde birleştiği 1946-1960 dönemine ertelenmiştir.

Tüm bu aktarılanlar, daha kuruluş yıllarında dahi Türkiye burjuvazisinin Kemalist bürokratlar tarafından tasarlanmış, devletin gölgesinde beslenip büyütülmüş bir “kapıkulu sınıf”tan ibaret olmadığını göstermektedir. Bu dönemde CHP üyesi olan ve İş Bankası çevresinde kümelenen, çoğu Kurtuluş Savaşı sırasındaki askeri faaliyetlerinin sağladığı fırsatlar ile zenginleşmiş bir kesim olduğu da, bu kesime mensup kişilerin bazılarının burjuvazinin önemli temsilcileri haline geldiği de doğrudur. Ne var ki; burjuvazinin, Osmanlı’dan beri sahip olduğu büyük ölçekli, toprağa dayalı mülkiyeti özellikle ziraat ve ticaret alanında kapitalist bir çerçevede işleten, sınıfsal çıkarlarının gayet bilincinde bir kesimi daha vardır. Bu kesim düpedüz Kemalistlerin iktidar ortağıdır ve devletten en az birinci kesimdeki türedi burjuvalar kadar, hatta belki de daha fazla istifade etmektedir. Üstelik bu kesim, kentli burjuvazi ve onların sınıfsal temsilcisi olan Kemalist kadrolar ile kurduğu ittifak dağıldığında kendi partisini kurarak iktidara gelmeyi başaracak derecede siyasi beceri sahibiyken, diğer kesim bilhassa 1930’lardaki devletçi dönemden itibaren Kemalistler tarafından hor görülmeye başlanmış,34 kuruluş döneminde bu kesim tarafından kurulan işletmelerin çok azı 1960’ları görebilmiştir35.

Dolayısıyla Cumhuriyet tarihinin ilk yıllarından itibaren bürokrasi ile burjuvazi arasında ne birincinin ikinci üzerinde sürekli olarak baskı kurduğu bir zıtlık, ne de net bir ayrışma olduğunu söylemek mümkündür. Türkiye burjuvazisinin devrim sonrası serpilen kentli kesimi de,36 toprak mülkiyeti arka planından gelen kesimi de bu yazıda gösterildiği üzere devletle iç içedir ve her iki kesim bu birliktelikten ziyadesiyle beslenmektedir. Bunun aksi yönde yorumlanabilecek az sayıda tekil örnek ise, Türkiye’de Kemalist devlet adamlarının kapitalizmin bekası ve burjuvazinin tarihsel çıkarları konusundaki ufkunun, tek tek burjuvaların sahip olduğu sınıf bilincinin ilerisinde olması37 sonucundan başka bir şey değildir.

Geriye yanıtlanması gereken son bir itiraz kalmaktadır: “Ama 27 Mayıs…”

Kent ve kır burjuvazisinin ayrışması ve birleşmesi

Kapitalizmin doğal eğilimi kentlileşme ve sanayileşme yönündedir. Dolayısıyla Türkiye’de de büyük toprak sahiplerinin giderek kentlileşmesi, kırdaki mülklerini de kapitalist birer işletmeye dönüştürmesi beklenirdi. Bu sürecin yavaş işlemiş olmasının en önemli sebebi büyük toprak sahipliğinin beraberinde getirdiği siyasi ranttı. Bu rant, devletin kırdaki varlığının toprak ağası şahsında sağlanıyor olmasına dayanıyor ve toprak ağasına köylüyü sınırsızca istismar etme özgürlüğü sağlıyordu.

Kuruluş yıllarında Kemalistler’in en büyük korkusu, hızla sanayileşemeyen, yakın gelecekte de sanayileşmesi mümkün görünmeyen ülkede köylülüğün kentlere göç etmeye başlamasıydı. Örneğin sonraki yıllarda Tarım Bakanı görevini yapacak olan Hatipoğlu, Büyük Buhran’ın tarımdaki sonuçları üzerine yazdığı eserinde [göçler] vaktından evvel ve birden bire büyük nufus kalabalıklarının proletaryalaşmasını ifade eder. Bu ise Türkiye için ne ökonomik, ne de sosyal hoş gelen bir şeydir. Bu sebepten Türkiye küçük ölçüde de olsa, çiftçiliği terk ve çiftçilikten soğumayı lâkayt karşılayamaz” şeklinde uyarılarda bulunuyordu.38 Toprak reformu, bu korkuya karşı üretilmiş bir çözüm önerisiydi, ancak köylülüğü toprak ağaları üzerinden yönetmek daha gerçekçiydi, üstelik toprak reformunun dayatılması durumunda iktidar bloğunun dağılması kaçınılmazdı ve bunun olası sonuçları da aynı derecede ürkütücüydü. Bu nedenle büyük toprak sahipleri, kuruluş yılları boyunca serbestçe, vergi dahi vermeden39 servet biriktirdiler.

II. Dünya Savaşı ve hemen ardından Türkiye’nin bir parçası haline geldiği uluslararası konjonktür bu kesime elindekinin de ötesinde olanaklar sundu. Büyük toprak sahipleri savaş yıllarında buğday karaborsacılığı üzerinden hesaplanamayacak boyutlarda kazanç sağladılar.40 Savaş sonrasında ise, Türkiye’nin Marshall Planı’na tarımsal ürün ihracatçısı olma şartıyla dâhil olması sonucunda başlarına bu kez devlet değil, doğrudan doğruya emperyalizm kuşu kondu. Büyük toprak sahiplerinin çıkarlarını, burjuvazinin geri kalanının çıkarlarından ayrıksı biçimde temsil eden Demokrat Parti’nin (DP) kurulması da, 1945’te Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu ile bir kez daha gündeme getirilen toprak reformunun nihai olarak bertaraf edilmesi de bu koşullarda gerçekleşti.

1950’lerin ilk yarısında tarıma akan Marshall Planı kaynakları, DP çevresinde bulunan ve bu kaynaklara erişebilen toprak sahiplerinin kapitalist çiftçilere dönüşmesini sağladı. Bu dönüşüm, büyük toprak sahiplerinin burjuvalaşma sürecinin son adımıydı. Makineleşme için yapılan yatırım arttıkça bu yatırımın yapıldığı çiftlikler birer kapitalist işletmeye dönüşürken, sahiplerinin burjuvazinin geri kalanı ile aralarındaki çıkar farklılıkları da silikleşti. Neticede, ülkenin büyük bölümünde kentli burjuvazininkilerden ayrı çıkarlara sahip bir toprak ağasından bahsedilmesi imkânsız hale geldi. Behice Boran bu dönüşümü, bu yazının konusuyla manidar bir uyum içinde olan “Türkiye’de Burjuvazi Yok Mu?” başlıklı yazısında şöyle değerlendiriyor:

Sonra şu çok söz konusu olan ve şikayet edilen toprak ağalarını ele alalım. Tarımda feodal artıklar süregelmekte olmakla beraber ağaların eski feodal beyler durumunda olmadığı, büyük derecede burjuvalaşmış oldukları da meydanda. Dış piyasalar için istihsalde bulunan, makineli tarım yapan Cadillac’lı güney toprak ağaları artık tarımda kapitalist istihsal sistemi uygulayan büyük burjuva çiftçilerdir.”41

Büyük toprak sahiplerinin burjuvalaşma sürecinin tamamlanması 27 Mayıs’a giden süreçte önemli bir faktördü. Zira bu kesimin kentli burjuvazininkilerden ayrıksı çıkarları DP’nin kuruluş sebebiydi. Bu ayrım ortadan kalktıkça, DP varlık nedenini yitiriyordu. Diğer yandan, 1950’lerin ortasına gelindiğinde Marshall Planı çerçevesinde Batı Avrupa’nın yeniden inşası tamamlanmış, emperyalizm artık Türkiye’den yeni kurulan Avrupa sanayisinin müşterisi olmasını beklemeye başlamıştı. Bu da daha kentli ve yüksek gelir düzeyine sahip bir toplumsal yapı gerektiriyordu ki bu, DP’nin bölüşüm politikalarına aykırıydı. Böylelikle DP, köylülükten aldığı oylar nedeniyle iktidardan düşmeyen, ancak emperyalizmin talepleri ve Türkiye burjuvazisinin çıkarlarına uygun politika geliştiremeyen bir pozisyona sıkıştı. 27 Mayıs Darbesi, bu koşullarda yapılan ve Türkiye kapitalizmini içine sıkıştığı açmazdan çıkartan bir düzeltme hamlesiydi ve amacı vesayet kurmak değil, devletin yeniden Türkiye burjuvazisinin çıkarlarına uygun biçimde işlemeye başlamasını sağlamaktı.

Sonuç ve tartışma

Bu yazıyı kaleme alırken öncelikli hedefimiz Türkiye tarihinde burjuvazi ile bürokrasi arasındaki ilişkiler hakkında islamcı-liberal cenah tarafından üretilen anlatının temel tezlerini çürütmekti. Bu doğrultuda Türkiye burjuvazisinin oluşum sürecinin iki kanalından biri olan büyük toprak sahiplerinin burjuvalaşma sürecini inceledik ve aşağıdaki şekilde özetleyebileceğimiz sonuçlara ulaştık:

1. İttihatçı ve Kemalist devrimciler salt iradi ve tepeden inmeci bir devrim sürecinin tek müsebbibi değildi, devrimi Osmanlı’nın Müslüman-Türk büyük toprak sahipleriyle ittifak içinde gerçekleştirdiler ve devrimin maddi taşıyıcısı bu sınıfsal yapıydı.

2. Türkiye burjuvazisi Kemalist bürokratlar tarafından İş Bankası gölgesinde yetiştirilmiş bir sınıftan ibaret değildi. Bu dinamiğe paralel, toprak mülkiyeti üzerinden gelişen ikinci bir burjuvalaşma dinamiği mevcuttu.

3. Bu dinamik de diğeri gibi devlet politikalarından ziyadesiyle besleniyor, ancak onun aksine gerektiğinde Kemalist yönetimle pazarlığa ve çekişmeye girmekten çekinmiyordu. Nitekim toprak sahipleri, çıkarları 1920’lerden beri Kemalistlerle içinde oldukları ittifak çerçevesinde savunulamayacak (dilerseniz, mızrak çuvala sığmayacak) hal aldığında, kendi partilerini kurup iktidara gelecek derecede bir siyaset becerisi gösterebilmişti.

4. 27 Mayıs Darbesi bu dinamiğin tasfiyesi değildi. Cumhuriyet tarihi boyunca zaman zaman ortaklaşan, zaman zaman çekişen iki kulvarda akan burjuvalaşma süreci büyük toprak sahiplerinin 1950’ler boyunca yaşadığı dönüşümle tekleşti ve Türkiye burjuvazisinin (ve diyalektik gereği işçi sınıfının) oluşum süreci tamamlandı. Bu tarihten itibaren, burjuvazinin iç gerilimleri tamamen ortadan kalkmasa da, ağa-fabrikatör çekişmesi gündemden düştü ve modern sınıf mücadelesinin ülke siyasetinin başat belirleyicisi olacağı, devlet kadrolarının da burjuvazinin çıkarlarını işçi sınıfına karşı savunup, bu doğrultuda formasyon kazanacağı bir döneme girildi.

İslamcı-liberal ideologların Anadolu burjuva devrimi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu konusunda ürettikleri, artık belirli bir bütünlük kazanmış olan tarih anlatısı, İkinci Cumhuriyet’in kuruluşu olarak tanımladığımız kapsamlı dönüşümün ideolojiler alanına yönelik en önemli müdahalelerinden birini oluşturuyor. Bu anlatıyı entelektüel açıdan güçlü kılan başat faktör ise ona Marksist geçmişten gelen liberal ideologların yaptığı, sözde sınıfsal analizler içeren katkılar. Ne var ki; bu katkıların barındırdığı tutarsızlıklar, aynı zamanda anlatının yumuşak karnını da teşkil ediyor. İslamcı-liberal ideologlar Birinci Cumhuriyet’i sınıfsal bir pozisyondan eleştiremeyecekleri için temsil ettikleri ideolojinin eski rejimin ideolojisiyle olan karşıtlığına sınıfsal dayanaklar bulamıyor; dolayısıyla bu dayanakları icat etmek zorunda kalıyorlar. Cumhuriyet tarihi boyunca bürokrasi ile burjuvazi arasında bir doğrultu ortaklı değil, bir dikotomi olduğu tezi, bu tezi destekleyen çarpıtılmış ya da uydurulmuş tüm olgularla birlikte, islamcı-liberal tarih anlatısının en önemli unsurunu oluşturuyor.

Bu nedenle, Türkiye burjuvazisinin kökenleri konusundaki tartışma Türkiye sosyalistlerinin, yeni Osmanlıcı islamcılar ve her türlü devrimci atılıma kategorik olarak düşman liberallerin ittifak içinde ürettiği gerici tarihyazımına karşı verecekleri mücadelede en önemli başlıklarından birini oluşturuyor. Bu yazının yukarıda ifade edilen ve bir tartışma çerçevesi sunduğunu umduğum dört sonucunun derinleştirilerek ele alınmasının, sosyalist cenaha önemli miktarda düşünsel cephane sağlayacağını düşünüyorum.

Dipnotlar

  1.  Neslişah Başaran, “Türkiye’de Modernleşmenin Faili Bürokrasi mi Burjuvazi mi? Türkiye Burjuvazisinin Doğuşu ve Modernleşmenin Sınıfsal Temelleri Üzerine”, Gelenek, 117, Kasım 2012.
  2.  Edward Hallett Carr, Tarih Nedir?, 8. Baskı, İletişim Yayınları, 2005, s.62.
  3.  Ahmet İnsel, “Türkiye’de Burjuvazinin Serüveni”, Görüş, 76, Aralık 2012, s.15. Bu vesileyle, Ahmet İnsel’i ait olduğu yerde, Görüş’ün sayfalarında görmekten duyduğum mutluluğu da belirtmek isterim.
  4.  Korkut Boratav, Türkiye İktisat Tarihi 1908-2007, 14. Baskı, İmge Yayınları, 2010, s.20.
  5.  Tımar sisteminde belirli bir bölgenin vergileri sipahilere, kendi geçimlerini ve söz konusu bölgenin düzenini sağlamak, ayrıca imparatorluğun savaşa girmesi halinde emrinde belirli sayıda askerle birlikte savaşa hazır bulunmak kaydıyla devredilirdi. Bu sistem, tarımsal artığa dayalı verginin yerelde kalması karşılığında askeri giderlerin önemli bir bölümünü ortadan kaldırıyordu. Ömer Lütfi Barkan, “Timar”, Bütün Eserleri içinde, der. A. Nesimi, M. Şahin, A. Özkan, Gözlem Yayınları, 1980.
  6.  İlber Ortaylı, Türkiye Teşkilat ve İdare Tarihi, 2. Baskı, Cedit Neşriyat, 2008, s.143.
  7.  Ömer Lütfi Barkan, “Malikâne-Divânî Sistemi”, Bütün Eserleri içinde, der. A. Nesimi, M. Şahin, A. Özkan, Gözlem Yayınları, 1980.
  8.  Halil İnalcık, “Çiftliklerin Doğuşu: Devlet, Toprak Sahipleri ve Kiracılar”, Osmanlı’da Toprak Mülkiyeti ve Ticari Tarım içinde, der. Ç. Keyder ve F. Tabak, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1998, s.23.
  9.  Ali Bulaç, Din, Kent ve Cemaat: Fethullah Gülen Örneği, Ufuk Kitap, 2008, s.100.
  10.  Halil İnalcık, “Sened-i ittifak ve Gülhane Hatt-i Hümâyûnu”, Osmanlı İmparatorluğu: Toplum ve Ekonomi içinde, 2. Baskı, Eren Yayıncılık, 1996, s. 343.
  11.  İnalcık, s.345.
  12. İnalcık, s.351.
  13.  Halil İnalcık, “Tanzimat’ın Uygulanması ve Sosyal Tepkileri”, Osmanlı İmparatorluğu: Toplum ve Ekonomi içinde, 2. Baskı, Eren Yayıncılık, 1996, s.373.
  14.  E. Attila Aytekin, “Agrarian Relations, Property and Law: An Analysis of the Land Code of 1858 in the Ottoman Empire”, Middle Eastern Studies, 45/6, 2009, s.945.
  15.  Urquhart’tan (1833, s.107) aktaran Yahya Sezai Tezel, Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi, 4. Baskı, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2000, s.57.
  16.  İbid, vurgu orijinal metinde.
  17.  Baltalimanı Ticaret Sözleşmesi ile Osmanlı İmparatorluğu ipek, zeytinyağı, tahıl gibi zorunlu gereksinimleri karşılayan malların ticaretini saltanatın nezaretinde tek bir kişinin eline bırakan Yed-i Vahit (tekel) sistemini kaldırmış, bir daha mal ticaretine olağanüstü vergiler ve yasaklar getirilmeyeceğini taahhüt etmiş, ayrıca gümrük vergisi oranlarını yeniden belirlemiştir. Anlaşma öncesinde ithalat ve ihracattan % 3 gümrük vergisi, imparatorluk içerisinde bir eyaletten diğerine mal taşıyan tüm tüccarlardan da % 8 iç gümrük vergisi alan Osmanlı Devleti, anlaşmayla birlikte dış gümrük vergilerini ithalatta % 5’e, ihracatta ise % 12’ye yükseltmiş, ancak yabancı tüccarları iç gümrük vergilerinden muaf tutmuştur. Şevket Pamuk, Osmanlı Ekonomisinde Bağımlılık ve Büyüme 1820-1913, 3. Baskı, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2005, s.17.
  18.  Tezel, a.g.y., s.98.
  19.  Feroz Ahmad, İttihat ve Terakki (1908-1914), Sander Yayınları, 1971, s.238.
  20.  Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, Cilt 2: Mütareke Dönemi, Hürriyet Vakfı Yayınları, 1986, s.364.
  21.  Osman Tiftikçi, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Burjuvazinin Evrimi, El Yayınevi, 2003, s.418.
  22.  Feroz Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu, 3. Baskı, Kaynak Yayınları, 2005, s.96.
  23.  Tiftikçi, a.g.y., s.506.
  24.  Veriler TBMM Albümü (1920-2010) Cilt 1 (1920-1950) isimli eserden türetilmiştir. (der. S. Yıldırım ve B.K. Zeynel, 2. Baskı, TBMM Basın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü Yayınları, 2010).
  25.  Nevzat Evrim Önal, “Türkiye’nin Siyasi ve İktisadi Tarihinde Toprak Reformu Tartışmalarının Rolü”, Memleket Siyaset Yönetim, 5(12), s.12.
  26.  TBMM Albümü (1920-2010) Cilt 1 (1920-1950), s.243 ve 259.
  27.  Emin Sazak, Emin Bey’in Defteri, 2. Baskı, Bilgeoğuz Yayınları, 2009, s.229-232.
  28.  Yalçın Küçük, Türkiye Üzerine Tezler (1908-1998) Cilt 1, 5. Baskı, Tekin Yayınevi, 1997, s.95.
  29.  İzzettin Önder, “Cumhuriyet Döneminde Tarım Kesimine Uygulanan Vergi Politikaları”, Türkiye’de Tarımsal Yapılar (1923-2000) içinde, der. Ş. Pamuk ve Z. Toprak, Yurt Yayınları, 1988, s.119.
  30.  Boratav, s.56; Mübeccel Kıray ve Jan Hinderink, Social Stratification as an Obstacle to Development: Study of Four Turkish Villages, Praeger Publising, 1970, s.18.
  31.  Örneğin: İsmail Hüsrev Tökin, Türkiye Köy İktisadiyatı, İletişim Yayınları, 1990, s.196.
  32.  “ – Pekala, dedim, şimdi Mecliste eşraf, toprak ağaları, hacılar, hocalar yok mudur? Bunlar Mustafa Kemal’in reformlarını destekleyecekler midir? Bu gericiler yine reformlara karşı geleceklerdir. Mustafa Kemal halka değil bu gerici kuvvetlere dayanıyor. Anayasada toprak reformunu, işçi haklarını sağlayacak maddeler yok. Türkiye sınıfsız bir toplumdur, diyorlar. Ezilen işçiler, köylüler haklarını nasıl koruyacaklardır?
    Mazhar Müfit bu defa kızmadı. Düşünerek cevap verdi:
    – Mustafa Kemal bir çok reformlar yapmak istiyor. Toprak reformu için burada ağalarla, özellikle Kürt ağaları ile Kürt mebuslardan Feyzi Bey’ler ve diğerleri ile konuşmalar yaptı. Bu reform meselesi, çok çetin bir mesele. Ağalara toprak reformunu anlatmak imkansız. Bu reformu ele almak, bütün ağaları, eşrafı kaybetmek demektir. Şimdilik toprak reformu defterini kapadık.” – Sabiha Sertel, Roman Gibi, Ant Yayınları, 1969, s.75.
  33.  Akt. Bilsay Kuruç, Mustafa Kemal Döneminde Ekonomi, Bilgi Yayınevi, 1987, s.169.
  34.  Örneğin Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Ankara romanı, bu “aferistlere” yönelik bir karalama metni niteliğindedir.
  35.  Ayşe Buğra, Devlet ve İşadamları, 2. Baskı, İletişim Yayınları, 1997, s.85.
  36.  Başaran, a.g.y., s.55.
  37.  Metin Çulhaoğlu bunu “dar ufuklu sermaye, geniş ufuklu bürokrasi açısı” olarak kodluyor. “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Modernleşme: Elitlerin Zorlaması Mı?”, Gelenek, 117, Kasım 2012, s.15.
  38.  Şevket Raşit Hatipoğlu, Türkiye’de Zirai Buhran, Ankara Yüksek Ziraat Enstitüsü Yayınları, 1936, s.87.
  39.  1925’te aşarın kaldırılmasıyla tarımsal üretim fiilen maliye sisteminin dışına çıkmıştı.
  40.  Nevzat Evrim Önal, Anadolu Tarımının 150 Yıllık Öyküsü, Yazılama Yayınları, 2010, s.83-89.
  41.  Behice Boran, “Türkiye’de Burjuvazi Yok Mu?”, Yön, 1(39), s.9.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×