Yaklaşan Felaket: Liberal Açlık Had Safhada

Lenin’in Ekim Devrimi’nden hemen önce kaleme aldığı çok bilinen, çok alıntılanan Yaklaşan Felaket isimli çalışmasının ilk bölümünün başlığı “Açlık Yaklaşıyor”dur. Lenin, burada tüm sistemin çöküşünden kaynaklı olarak halkın karşı karşıya kaldığı fiziksel açlıktan bahsetmektedir. 2016’ya baktığımızda da siyaseten sol adına yeni bir “felaket”in hazırlandığını, Türkiye’de bir “liberal açlık”ın büyümekte, daha doğrusu büyütülmekte olduğunu söylemek mümkün.

Bu açlığı doyurmak üzere de düzen siyasetinin mutfağında birtakım çorbaların önümüzdeki aylarda servis edilmek üzere kaynatılmaya başladığını söylemek yanlış olmayacaktır. Şu anda ise AKP kaşıkları dağıtmakla meşgul. Hani malum masaldakine benzer upuzun kaşıkları… Kaşıklar uzun… Kaşıkları alanların yemeği kendi kendilerine yemelerine imkan vermeyecek kadar uzun. AKP, açık ki, liberal açlıkla midesi kazınanların çorbayı birbirlerine yedirmeyi akıl etmeyeceğini çok iyi biliyor. Ama her ihtimale karşı bir dizi önlem daha almayı ihmal etmiyor. Kaşıkların uçları da ağıza girmeyecek kadar büyük. Masanın etrafında toplananlar ister kendi kendilerine çorbadan yemeğe çalışsınlar, isterse birbirlerine yedirmeye çalışsınlar çorba ortalığa saçılacak, ortalık batacak… AKP, çorbayı pişiren hünerli aşçı; yemeğe çalışanlar ise hazır yemeği dahi yemekten aciz muhalefet görüntüsüne sürüklenecek…

AKP çorbayı pişirirken de kaşıkları dağıtırken de hesabını, pişirdiği çorbanın her durumda yenilemeyecek, ama bunun mutlaka denenecek olması üzerinden yapıyor. Bunu yaparken de özellikle 2015 yılında ortaya çıkarılan liberal açlığa güveniyor. Tabii, bir de son kertede sermayenin belli bölmelerini temsil etmesine, bunun yanı sıra AKP tarafından düzene yedeklenemeyen emekçileri “rehin almak” ile görevli meclis muhalefetine…

Bunun yanında, hepsi AKP’nin bir hizbi haline gelmiş olan meclis muhalefetinin iki görevi daha olduğunu söylemek mümkün:

i. Siyaseti iki seçeneğe mahkum etmek, toplumun geniş kesimlerini, özellikle de emekçileri her ikisi de düzen içinde olan bu “seçenekler”in arkasında toplamak.

ii. Bu nedenle her türlü bağımsız, kendisini düzen siyaseti içinde tanımlamayan ve tanım gereği düzen dışında üçüncü bir odak oluşturma potansiyeline sahip, düzen muhalefetinin demagojik şekilde sahiplendiği kimi ilerici değerlerin gerçek sahibi devrimci seçeneğe düşmanlık geliştirmek, bu düşmanlığı beslemek.

Bugün bu görevler şu şekilde somutlanıyor: Türkiye’de siyaset giderek anayasa eksenli bir kutuplaşmanın içine sokulmak isteniyor, anayasa reformuna karşı mısın, bu reformun yanında mısın?

Enteresan olmayan bir şekilde düzenin tüm hizipleri bu anayasal eksen üzerinde uzlaşmışa benziyor.

AKP, Tayyip Erdoğan’ın diktatoryal pratiklerine ve eğilimlerine yasal zemin oluşturmak, toplumsal dönüşüm programında geldiği de facto düzeyin sağlamasını almak ve yeni adımlara de jure kılıf uydurmak için “anayasal reform” talebinde. 9 Ocak tarihinde bunu şu sözlerle ifade etti Ahmet Davutoğlu:

Yeni anayasa, bütün siyasi partilerin birinci gündem maddesi olmalıdır. Bu konu günübirlik politikalarla tartışılmasını asla istemediğimiz bir konudur. Bu mesele sadece AK Parti’nin meselesi de değildir. Türkiye’nin meselesidir, tüm partilerimizin de meselesi olmak durumundadır. Buna bigane kalanlar hem toplumun huzurunda hem de tarihin huzurunda mesul olurlar. Bu milleti hala darbe anayasalarına, darbe hukukuna mahkûm edenler tarih önünde hesap veremezler. 2019’a kadar önümüzdeki 4 yıllık dönemi, en erken aşamada yeni bir anayasa ile taçlandırmak konusunda herkesi samimi bir gayrete davet ediyorum.”

“Muhalefet” de geçtiğimiz on küsur yıldan hiçbir şey anlamamış biçimde Tayyip Erdoğan’ın yetkilerinin bir çerçeveye kavuşturulması veya sınırlanması, 1982 Anayasası’nın ortadan kaldırılması, kah özerklik kah üniter yapının sağlamlaştırılması, parlamentoya yeniden itibar kazandırılması gibi talepler ile anayasa tartışmalarının kaçınılmazlığını teslim ediyor. AKP’nin davetine icabet etmek için ısınma turları yapıyor.

AKP için de, meclis muhalefeti olmaktan bile çıkan ve AKP’nin “muhalif” hizipleri haline gelen partiler için de anayasa şart görünüyor. Daha doğrusu böyle bir “şart” halka dayatılıyor. Bunun için de şimdiden duygusal bir “yıldırı” politikası devreye sokulmaya hazırlanılıyor. Bu politika gereği anayasa sorunlar yumağını çözecek bir “sihirli değnek” olarak sunulacak. Anayasa masaya geldiğinde “insanların ölmesi”nden, “faşizmden önceki son çıkış”tan bahsedilecek ve masanın meşruiyetinin sorgulanması engellenmeye çalışılacak.

Şu an için “kırmızı” çizgiler çekiliyor liberallerimiz ve diğerleri tarafından.

Kırmızı çizgiyi “Türk tipi” başkanlık modelinden çekenler var: Meksika, ABD gibi başkanlık olabilirmiş, olmadı Fransa gibi yarı başkanlık da olurmuş… Sıkıntı yokmuş. Bunlar tartışılabilirmiş, hatta tartışılmalıymış. Tıpkı diğer başlıklar gibi… Tartışma sonucunda ne olacak? Her depremden sonra doğrultu atımlı faylarla eğim atımlı fayların geometrisi ve davranışları konusunda uzman kesilen, bunları da oblik faylarla mukayese edebilen, ancak çürük binaların altında kalmaya devam eden halkımız farklı başkanlık modellerinden haberdar olacak, bunları parlamenter sistemin artıları ve eksileri ile mukayese edecek ve kararını verecek. Milli irade sandıkta yine vuku bulacak… Açıkça söylemek gerekir ki bu bir tartışma değil, üçkağıtçılıktır. Zira tartışmanın amacı gerçeklerin açığa çıkarılması, halkın bilinçlendirilmesi değil; gerçeklerin karartılarak emekçi halkın rehin tutulduğu kapitalist cehennem içinde azap çekmeye devam etmesini sağlamaktır.

Bu bağlamda ilk adım, Haziran seçimleri sonrasında cümle radikal solcumuzun koalisyon pazarlıklarına yanaşmadığı için gönül koyduğu MHP’den geldi. MHP, şaşılmayacak biçimde AKP stepneliğini kimseye bırakmamak için harekete geçti ve müzakere masasının ikinci bacağını çaktı. Bahçeli, TBMM Başkanlığı’na bir mektup göndererek ısınma turlarında bir hayli ilerlerdiklerini gösterdi. MHP, demokratikleşmenin, toplumsal bütünleşmenin sağlanması ve üniter yapının korunması gibi üç noktayı vurguluyor ve yeni anayasada parlamenter sistem ile kuvvetler ayrılığının güçlendirilmesi gereğini öne sürüyor.1 Kısacası, AKP’ye “bende her yol var” mesajı veriyor.

MHP’nin demokratikleşme, parlamenter sistemi güçlendirme vurguları yaptığı bir ortamda CHP ve HDP’nin tartışmaya balıklama atlayacaklarını tahmin etmek çok da yanlış olmayacaktır.

Bir önceki dönem CHP’den milletvekili olan ve HDP tarafından kendisine cumhurbaşkanlığı adaylığı için teklif götürülen eski AİHM yargıcı Rıza Türmen geçtiğimiz günlerde şöyle yazdı:2

2016 yılında yeni anayasa konusu Türkiye’nin siyasal gündeminin başına oturdu. 1982 anayasasının sakıncaları, yeni bir anayasaya duyulan gereksinme yanında bugün yeni bir anayasanın önemini ve aciliyetini arttıran başka nedenler var. Türkiye, Güneydoğu’da büyük bir iç çatışmanın içine girmiş bulunmakta. Şiddetin dozu arttıkça ve süresi uzadıkça Kürt sorununa barışçı bir çözüm bulmaktan uzaklaşıyoruz. O nedenle, derhal çatışmanın durdurulması ve sorunun bir görüşme sürecine sokulması önem taşıyor. Kürt sorununun çözümü ise kaçınılmaz bir biçimde yeni bir anayasadan geçiyor. (…) Yeni anayasanın yapılma yöntemi, anayasanın kendisi kadar önemli. Ancak katılımcı, toplumun her kesiminin içinde olduğu bir yöntemle demokratik bir anayasa yapılabilir, bir toplumsal uzlaşma sağlanabilir.

Türmen’e teşekkür etmek lazım. Tartışmalarda kullanılan bir argüman setini kırmızı çizgileri olabildiğince net şekilde ifade ettiği için… Diğer taraftan, bir argüman seti daha mevcut. O da “öz yönetim” cephesinden geliyor. Demokratik Toplum Kongresi’nin (DTK) 27 Aralık’ta yaptığı on dört maddelik öz yönetim açıklamasında sekiz kez yeni demokratik anayasaya gönderme yapılıyor. Metnin sonuç kısmında da şöyle deniyor:

Demokratik özyönetimlerin Türkiye’nin demokratik birliği ve halkların ortak geleceği temelinde gerçekleşmesini ve bu nitelikte demokrasiyi ve özgürlükleri güvence altına alacak demokratik bir anayasa yapılması zorunludur. Böyle bir anayasa tüm toplumsal kesimler, farklı etnisiteler ve inanç topluluklarının özgür ve demokratik yaşama kavuşması açısından da vazgeçilemez önemdedir. Yalnızca bir halkın, bir kesimin, bir topluluğun özgür ve demokratik yaşamını sağlayan ama diğerlerine hak tanımayan bir anayasa, siyasal ve toplumsal bir sistem düşünülemez.

Yeni bir anayasa yapılacak ve sihirli bir anahtar olan bu yeni anayasa sayesinde demokrasi, özgürlükler güvence altına alınacak, tüm toplumsal kesimler, farklı etnisiteler ve -olmazsa olmaz şekilde vurgulanan- inanç toplulukları özgür ve demokratik bir yaşama kavuşacak.

Hem Türmen’in, hem de DTK’nın anayasayı gerekçelendirirken işaret ettikleri ortak bir nokta daha var: Avrupa Konseyi. Rıza Türmen, anayasanın yazımı sürecinde tıkanma yaşanırsa Venedik Komisyonu’na başvurulması gerektiğini söylerken DTK da yaptığı açıklamada Avrupa Konseyi Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na Türkiye’nin düştüğü şerhlerin kaldırılması gerektiğini söylüyor. Avrupa Konseyi’nin gözetiminde yahut ilkeleri çerçevesinde yazılacak bir anayasa ülkemizi cennete çevirecek!

DTK’nın “öz yönetim” açıklamasının ardından AKP’nin halka dönük saldırılarını artırması, HDP’yi kapatma tehdidinde bulunması ve HDP’li belediye başkanlarını “ihtimal” sebebiyle tutuklamaya başlaması Kürt Siyasi Hareketi’nin (KSH) tavrını pek de değiştirmişe benzemiyor. Özgür Politika’da Heval Taha imzasıyla 12 Ocak 2016 tarihinde yayımlanan yazı şöyle başlıyor:3

Ahmet Davutoğlu’nun meclis başkanının öncülüğünde başlattığı yeni anayasa çalışmaları tarihi bir dönemeç olabilir. Bu potansiyel mevcut. Bu yüzden bir önceki dönem anayasa yapım sürecini sabote edenlerin bu sefer daha dikkatli olmaları gerek. Fakat halihazırda AKP iktidarı ve Saray hegemonyasının yaklaşımları bu anlamda en ufak bir umut dahi barındırmıyor.

Yazının geri kalanında AKP’nin Kürt halkına, Rojava’ya dönük tahammülsüzlüğü, anti-demokratik ve militer politikaları edebi bir dille anlatıldıktan sonra, sonunda tekrar şu noktaya dönülüyor:

Oysa yeni anayasa tartışmaları bu anlamda çok önemli bir fırsat olarak ortada duruyor. Çözüm isteyenler için 14 maddelik DTK bildirisi Kürt sorununun çözümüne katkı sunabilecek sivil bir anayasanın omurgası niteliğinde. Bu dikkate alınmalı.

Şaşırtıcı mı, bilmiyorum. Uzun bir listesi yapılan AKP’nin baskıcı ve milliyetçi pratikleri, neden onunla siyasi bir zeminin paylaşılmaması gerektiğinin değil de acilen anayasa eksenli bir masa etrafında buluşulması gerektiğinin gerekçesi haline geliyor. Görünüşe bakılırsa, bildiğimiz masal yeniden anlatılıyor ve bu masalla “uçurumdan önceki son çıkış” olan anayasa söylemiyle uçurumu kazan AKP’nin anayasa hamlesine zemin kazandırılıyor.

Ancak önemli bir sorun var. O sorun da AKP’nin rüya anayasası ile muhalefetin sihirli değneğinin -benzer bir zeminde yükseliyor olsalar dahi- birbiri ile örtüşmemesinden kaynaklanıyor. Durum böyle olunca önemli bir ihtiyaç ortaya çıkıyor: Bu vizyonların buluşturulması için Lenin’in “liberal simsarlar” dediği kişiler devreye giriyor ve “yeni” masallar icat ediyorlar. İki taraf arasında aracılık yapacak, bundan da “komisyon” alacak liberal simsarlar ellerini ovuşturmaya başladı bile.

Ahmet İnsel bir örnek olabilir. İnsel, 12 Eylül 2010 referandumundan önce “Yetmez ama evet” kampanyasının bayrak sallayanlarından biri olarak şöyle demişti: “Paketin hiçbir maddesinin demokrasi açısından bizi daha geri bir noktaya götürdüğünü söylemek mümkün değil… Öküzün altında buzağı aramayalım…” Aynı Ahmet İnsel geçtiğimiz günlerde, 5 Ocak tarihinde Cumhuriyet gazetesinde “Teşkilatı Mahsusa Ruh Hali” başlıklı yazısında ise şunları söyledi: “Gücün mutlak bölünmezliği inancıyla perçinlenmiş, İslamcı muhafazakâr bir halaskâr beklentisiyle pekiştirilmiş bir otoriter tahakküm arzusu giderek daha açık biçimde sergileniyor. Bu ise toplumsal muhalefeti her reform adımı arkasında bir başka kasıt aramaya itiyor. Çoğu zaman da gerçekten çıkıyor.”4

Buzağıyı bulmuş, daha doğrusu aranan buzağıyı elleriyle doğurtanlardan birisi olan Ahmet İnsel, “yurttaş haysiyeti” meselesini özellikle öne çıkarıyor. Bir süredir dikkat çektiği yurttaşlık mefhumundan anayasa tartışmalarına zıplamak kendisi için zor olmayacaktır. İnsel, ısınma egzersizlerine başlamış görünüyor.

Daha açık ve oyuna daha hızlı dahil olanlar mevcut. Bu hızlı oyuncular, sürecin önündeki taşların kestirme yoldan nasıl temizleneceği derdinde. Bu noktada, mesela, AKP’nin anayasa “vizyon”u ile KSH’nın anayasa “vizyon”unun buluşturulması önem kazanıyor. Örneğin, Cuma Çiçek, Birikim’in internet sitesinde yazmış olduğu “Hem Başkanlık Hem Özerklik: Uzlaşı Mümkün mü?” başlıklı yazısında şunları söylüyor:5

Göründüğü kadarıyla her iki aktörün de bir rejim değişikliği talebi var. AK Parti bu değişikliği başkanlık sistemi etrafında dile getiriyor. Öte yanda, HDP/DBP’nin temsil ettiği anaakım Kürt hareketi ise özerklik/özyönetim talebinde bulunuyor. Temel mesele bu iki vizyonun ne kadar uyuşabileceği. AK Parti başkanlık sistemi modelini “tek adamlaşma”, “otoriterleşme”, “denge ve denetleme mekanizmalarının ortadan kalkması” gibi kaygıları gidererek, Kürtlerin özyönetim/özerklik taleplerini yerel ya da bölgesel ölçekte kapsamlı bir adem-i merkezileşmeyi içerecek şekilde revize edebilir mi? Öte yanda, anaakım Kürt hareketi çok-ölçekli ve çok-aktörlü denge ve denetleme mekanizmalarına dayalı, demokratik normları gözeten bir başkanlık sistemini, kapsamlı bir yerel ya da bölgesel adem-i merkezileşmeyi içermesi durumunda kabul edebilir mi? Bu noktada, belki Öcalan’ın konuşması bir anlam kazanabilir. Zira, barış/çözüm sürecinin iki mimarından biri olan Öcalan’ın bu gidişat hakkında ne düşündüğünü bilmiyoruz.

Şimdilik çözüm sürecinin ikinci mimarının kim olduğu sorusunu bir kenara bırakalım. Türkiye halklarının üzerine çökmüş bir projenin “mimarların suçu olup olmadığı” sorusunu da. Burada önemli olan, yazının işaret ettiği politik sonuç ve liberal simsarların misyonunu açığa çıkaran karakteri.

Yazının işaret ettiği ve Suriyeleşme gibi tespitlerin eşlik ettiği6 politik sonuç, yenişemeyen tarafların mevcut pozisyonlarından taviz vererek “bir orta noktada buluşmaları”dır. Bu buluşma elbette Çiçek, vb. simsarların katalizörlüğünde gerçekleşecektir. Niçin? Elbette ki sistemin sürebilmesi, mevcut çarkın bozulmadan dönmesi ama aynı zamanda bu simsarların ayrıcalıklı siyasi ve “entelektüel” konumlarının tahkimi için. Yine geçtiğimiz günlerde Birikim’in müdürü Ömer Laçiner’in PKK’ye çatmasının arkasındaki gerekçe de budur: Son dönem izlenen politika, liberallere simsarlık pratiklerini gerçekleştirme şansı vermemektedir. Masa kalmayınca, pazarlık olmayınca yahut masa onların ulaşabildiğinden başka bir zemine ötelendiğinde simsarın da işi bitmektedir. Laçiner’in feryadının nedeni budur. Simsarlık yapılacak zemin ortadan kalkmıştır. O halde masa acilen yeniden kurulmalıdır. Neticede sürüngen bile rızkına koşuyor.

Yazının başında tarif ettiğimiz liberal açlığın bir diğer özelliği ise belli bir düzeyden sonra sürekli artacak olmasıdır. Bu nedenle şundan emin olmak gerekiyor: Üçüncü geleneksel “Yetmez ama evet” (YAE) şenlikleri yaklaşıyor. İsteyen ikinci diye kendisini kandırabilir, yahut kendisinin de bu şenliklerin birinde “yetmez ama…” dediğini gizlemeye çalışabilir ancak gelen üçüncü YAE’ci dalgadır.7 Bugün yapılması gereken, anayasa tartışmaları ile AKP’ye meşruiyet kazandıracak, hareket sahasını genişletecek en ufak adım atılmadan, yeni bir yetmez ama evet dalgasına karşı bir hat örmektir. Emekçi halkın öncülerinin olabildiğince geniş kesimlerinin mücadeleye kazanılmasını sağlamak, anayasa tartışmaları esnasında yaratılacak sahte ikilikler üzerinden yeniden düzene yedeklenmelerini engellemek için en önemli adımlardan biri bu hattın sağlam örülmesidir.

Konumuz madem “açlık” oradan devam edelim ve biraz klasiklere dönelim. Direniş hattını kurarken yapacağımız önemli işlerden biri, bir yandan düzenin kendisiyle mücadeleyi sürdürmek, bir yandan da bu sahte ikilikleri ortaya çıkaranları “yemek”tir. Lenin’in deyişi ile “Kadet-yemek” asli işlerimizden biridir. Kadet-yeme konusunu bir miktar açalım.

Kadetler, yani Anayasal Demokrat Parti, Rusya’da burjuvazinin reformist-liberal temsilcileridir. İki devrim arasındaki süreçte yaşamış olan bu burjuva liberal parti, burjuva demokrasisinin yerleşmesini ve bunun için reformlar yapılmasını siyasi bir öncelik hale getirmiş ve bu süreçte Rus siyasal yaşantısına ağırlık koymuştur. O derece ki, 1905 – 1917 arasında pek çok veçhede Rus siyaseti iki kutuplu bir görüntü çizmektedir. Bizim bakacağımız 1912 uğrağında siyasetin bir yanında merkezinde Kadetler tarafından temsil edilen liberal demokratların durduğu ve bolşevikler dışında “sol” güçlerin toplandığı bir geniş “anayasacı” cephe, diğer yanında Çarlığı savunan siyasal güçler bulunmaktadır.

Kadetler canhıraş bir şekilde bu reformist hattın etrafında antimonarşist ve sol güçleri toparlamaya ve siyaseti kutuplardan birinin kendileri olduğu iki kutuplu bir zemine sıkıştırmaya çalışmaktadır. Lenin’in üzerine en fazla mesai harcadığı meselelerden biri, bahse konu sahte ikiliği bolşeviklerin nasıl olup da dağıtacağı ve bağımsız, üçüncü bir siyasi hattı nasıl tesis edeceği olmuştur.

Lenin, söz konusu süreçte bu konuda iki önemli makale kaleme almış ve konuya ilişkin bolşevik bakış açısını gözler önüne sermiştir. Nevskaya Zvezda’da (Neva Yıldızı) Haziran ayında yayımlanan “Liberallere Karşı Polemiklerimizin Önemi ve Doğası”8 başlıklı makalede Lenin, öncelikle birlik sorununun liberaller tarafından “politik bir sorun olarak değil, bir çöpçatanlık faaliyeti” olarak ele alınmasına itiraz eder. Lenin’e göre sorun politik bir sorundur ve burjuva-liberaller bunu bir çöpçatanlık faaliyeti olarak ele alıp, siyasi birlik ya da işbirliği değil tabiyet talep etmektedir. Zira liberaller, destek talep ettikleri siyasal hatların politik programlarındaki “derin farklar”ı kabul etmekte, ancak yine de kendi politik hatlarını tartışmasız şekilde üstün bir pozisyona yerleştirmekte ve bu bakış açısıyla bir cephe önermektedirler. Lenin için bu durum kabul edilemezdir. Ancak daha kabul edilemez olan, Kadetleri her eleştirdiğinde Lenin’e dönen karşı eleştiri oklardır. Bu okların ortak özelliği, Kadetleri eleştirmenin zamanı olmadığıdır. Sorulan soru şudur: Sağcıları eleştirmek dururken neden burjuva demokratlar hedef alınmaktadır? Lenin’in yanıtı nettir: Kadetler karşı-devrimcidir, milliyetçidir, emperyalisttir, kitle hareketlerinden korkmaktadır ve eski düzeni temsil eden kimi kurumlarla birlikte hareket etmektedir. Buna ek olarak bolşevikler, liberallere yönelttikleri her tür suçlamayı çok daha kuvvetli bir şekilde sağcılara yöneltmektedir. Lenin’e göre liberallere karşı verilen kavga monarşistlere karşı verilen kavgadan içerik açısından daha derin, daha tutarlı ve daha zengindir.

Söz konusu makale çok gürültü kopardığından Lenin bir makale daha yazma gereksinimi hissetmiş ve bolşeviklere yöneltilen “Kadet-yeme” eleştirisine açıklık getirmiştir.9 Öncelikle Lenin’e göre soldan gelen “Kadet-yeme” eleştirilerinin temelinde parti fikrine dair kafa karışıklığı vardır ve bu eleştiriler likidatörler tarafından dile getirilmektedir.

Lenin bu makalede kendi eleştirilerinin özünü de netleştirmiştir. Lenin’in yaptığı tartışmanın özünü siyasetin liberaller tarafından iki cenaha sıkıştırılması meselesi oluşturmaktadır ve Kadetizme dönük tüm bu eleştiriler, aynı zamanda sorunların sunuluşu itibariyle gericiliğe, sağcılara dönük eleştirilerdir. Lenin’e göre “anayasa yandaşlığı ve karşıtlığı” biçiminde formüle edilen ve gerçek bir taraflaşma oluşturabilecek üçüncü cenahları boğan bu iki kutuplu siyasal alan kavrayışı, liberallerin sınıfsal aidiyetleri ile ilgilidir.

İktisadi bir bakış açısıyla liberaller, burjuvazinin iktisadi çıkarlarını savunma amacını taşıdıklarından, halk hareketini sınırlamakla mükelleftirler. Bunu sınırlamanın yolu, halkı sahte ikiliklerin içine çekmekten geçer. Dolayısıyla, liberallerin siyaseti iki kampa sıkıştırmalarının ardında aslında kendi iktisadi çıkarlarını hedef alacak üçüncü bir odağın ortaya çıkmasını engellemek isteyen burjuvazinin mücadelesi yatmaktadır. Bir de meselenin siyasal boyutu vardır. Lenin bu boyutu şöyle anlatır:

Siyasal bakış açısından liberalizmin sınıf doğası nedir? Aynı toplumsal öğelerin hareketinden korkmaktır, zira bu hareket, burjuvazinin kıymet verdiği siyasal ayrıcalıkların altını oymaya muktedir bir harekettir. Bu politik ayrıcalıkların herhangi bir parçasını elde tutmak için üçüncü cenahın bağımsızlığını engellemek, tüm muhalefeti herhangi bir yerde değil fakat “anayasaya taraf ya da karşıt” formülüyle ifade edilen hatta toplamak bir zorunluluktur.”

Bolşevikler ve menşevikler arasındaki önemli farklardan biri de burada ortaya çıkmaktadır. Zira, Menşevik Martov için işçilerin anayasal rejim ile mutlakiyetçi rejim arasındaki çelişkiyi kavramaları “yeterlidir”. Lenin, buna şiddetle itiraz eder ki meselenin can alıcı noktasını da burası oluşturmaktadır. Menşevikler, işçi sınıfına ve sınıfın çıkarlarına liberallerin inşa etmeye söz verdikleri Rusya çerçevesinden yaklaşmaktadır, işçi sınıfının inşa edeceği Rusya perspektifinden değil. Lenin’in ise yaklaşımı tamamen farklıdır: “Henüz ortada yeni bir Rusya yoktur. İnşa edilmelidir.”

Yaklaşan üçüncü yetmez ama evet şenliklerine bizim yaklaşımımızın özünü de işte bu nokta oluşturmaktadır. Sol liberaller yukarıda da anlattığımız gibi AKP ile buluşulan bir orta noktada inşa edecektir, yahut Avrupa Komisyonu’nun kriterleri çerçevesinde oluşturulacak bir Türkiye perspektifinden emekçi halkın çıkarlarına yaklaşmakta ve o çerçevenin dışına çıkılmaması için kalın duvarlar örmektedirler. Bütün çabaları AKP ile girmiş oldukları Hacivat-Karagöz oyununun, kayıkçı kavgasının bozulmasını engellemektir. Bu çabanın arkasında da hangi anadili konuştuğunun bir önem teşkil etmediği patronların kendi düzenlerini sürdürme isteği ve gayreti vardır.

Dediğimiz gibi sahte ikiliklere, işçi sınıfının rehin alınmasına karşı bir direnç hattı örülmelidir. Şimdiden… Gecikmeden… Bu hat aynı zamanda inşa edilecek yeni ülke için mücadele hattıdır da.

Bu direnç ve mücadele hattının en önemli çıktılarından biri bizim cenahta liberal açlığı bastırıp, başka bir açlığı pekiştirmek olmalıdır. “Kadet-yeme,” bizim ve emekçi halkın öncülerinin yepyeni bir açlık hissetmesi için hayati önemdedir:

Sosyalist iktidar açlığı!

Bu hattın başarısının ölçütü ve çıktısı bu açlıkla “kıvranan” yeni kadroların ve giderek kitlelerin açığa çıkması olacaktır.

Dipnotlar

  1.  “Bahçeli, TBMM Başkanı’nın mektubuna cevap verdi”, Ortadoğu Gazetesi, 13 Ocak 2016, http://goo.gl/1a3CgU.
  2.  Rıza Türmen, ‘Yeni Bir Anayasaya Doğru’, T24, 1 Ocak 2016, http://goo.gl/UcIlf4.
  3.  Heval Taha, “Uçurumdan önce son çıkış yeni anayasa…”, Yeni Özgür Politika, 12 Ocak 2016, http://goo.gl/BzfrQg.
  4.  Ahmet İnsel, “Teşkilatı Mahsusa Ruh Hali”, Cumhuriyet, erişim 13 Ocak 2016, http://goo.gl/DwcRmZ.
  5.  Cuma Çiçek, “Hem Başkanlık Hem Özerklik: Uzlaşı Mümkün mü?”, Birikim, 08 Ocak 2016, http://goo.gl/Ofv1m1.
  6.  Çiçek, aynı makalede ağzındaki baklayı çıkarmadan şöyle diyor: “Son beş ayda yaşadıklarımız çoktan Suriye yoluna girdiğimizi gösteriyor. İnsanlar kent merkezlerinde tankla, topla, roketlerle süren savaşın ne zaman biteceğini bıkıp usanmadan sorarken, tarafların açıklamaları ve eylemleri daha da kötü günlerin bizi beklediğini gösteriyor.”
  7.  Önceki iki YAE kampanyasından kastımız, 2010 referandumundaki orijinal kampanyaya ek olarak “tatava yapma”lı yerel seçimden başlayarak Demirtaşlı cumhurbaşkanlığı seçimlerine, oradan da 2015 seçimlerine kadar uzanan süreçtir. İkinci YAE kampanyasının bir bölümüne eklemlenenler tıpkı orijinal YAE’ciler gibi AKP düzeninin değirmenine su taşıdıklarını, bu esnada devrimci bir direnç hattı kurmaya çalışanları “politika bilmezlik” ile suçladıklarını gizlemeye uğraşarak yaklaşmakta olan ve sezdikleri yeni YAE’ci dalgayı “ikinci” olarak adlandırıyorlar.
  8.  Vladimir İ. Lenin, “The Nature and Significance of Our Polemics Against the Liberals”, Marxist Internet Archive, 19 Haziran 1912, https://goo.gl/C0v6t1.
  9.  Vladimir İ. Lenin, “A Talk on ‘Cadet-Eating’”, Marxist Internet Archive, 26 Ağustos 1912, https://goo.gl/SUO2YQ.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×