118. Ölüm Yıldönümünde Engels’i Hatırlamak mı? Unutmamak mı?

1

I. Giriş

Friedrich Engels 5 Ağustos 1895’te yaşamını yitirdiğinde arkasında koskoca bir külliyat bırakmıştı. 75 yıllık ömrünü tarihte çok az insanda rastlanan bir üretkenlik ve yaratıcılıkla doldurmuştu. Friedrich Engels adı emeğin toplumsal kurtuluşu mücadelesine  yapılmış devasa bir katkının da adıdır aynı zamanda. Lenin’in deyimiyle, “işçi sınıfının iki öğretmeninden biri” olarak Engels, muazzam bir devrimci kişilik örneğidir. Askerlik tarihinden, felsefe ve iktisata, dilbilimden matematiğe, doğa bilimlerinden tarih ve antropolojiye kadar pek çok alanla yalnızca ilgilenmekle kalmamış, aynı zamanda da son derece ufuk açıcı ve nitelikli ürünlere imzasını koymuştur.

Engels, çağının en çalışkan ve en bütünlüklü düşünürleri sıralamasında en ön saflarda yer almayı başarmış bir tarihsel kişiliktir. Çalışkanlığı salt yazdığı zihin açıcı kitap ve makaleleriyle sınırlı değildir. Bundan çok daha fazlasını yüklenmiştir Engels. Marks’ın ölümüne kadar uluslararası işçi sınıfı hareketinin ikinci önderi, Marks’tan sonra da on iki yıl boyunca bu hareketin bir numaralı temsilcisi ve örgütleyicisi olmuştur. Marks’ın kendi deyimiyle “düşünce ikizi” olmasının haricinde, Marks ve ailesine yaptığı yardımların da unutulmaması gerekiyor. Ama bunların haricinde büyük bir özelliği daha var Engels’in. Engels 19. yüzyılın bütünsel aydın tipolojisinin en parlak örneklerinden biridir ve marksist kuramın oluşmasında olağanüstü kritik yer tutan polemiklerin mimarıdır. Anti-Dühring, marksizmin en temel ve en önemli başyapıtlarından biridir örneğin. Marks’ın onuncu bölüme yaptığı katkının haricinde tamamen Engels’in eseridir Anti-Dühring. İşçi sınıfının yeni toplumsal taşıyıcı ve sınıfsız toplum hedefinde olmazsa olmaz politik özne olduğu fikri, büyük oranda Engels’in derin sezgilerinin ürünü olarak okunmalıdır.

Günümüzde Engels’in Marks’a ve marksizme karşı kullanılması çabalarından geçilmiyor. Lenin’e ve Stalin’e olan düşmanlığın Engels aracılığıyla yürütülmeye çalışılması şaşırtıcı değildir. Çağdaş Dühring’lerin sürüsüne bereket!

Bu bağlamda, sömürülen sınıfların devrim yapma hakkını “en tarihsel ve en meşru hak” olarak bilince çıkaran, işçi sınıfı hareketinin bu çok değerli “ikinci keman”ını sagıyla anmaktan öte, onu ve katkısını akıldan hiç çıkarmadan önünde saygıyla eğiliyoruz…

II. Engels üzerine yazılanlar

Almanya’nın köklü yayınevlerinden Suhrkamp’da 1983 yılında iki cilt olarak yayımlanan Marksizmin Tarihi2 adlı hacimli ansiklopedik yapıtı okura tanıtmadan önce, E. H. Carr’ın bir öğüdüne kulak verelim: “Olguları incelemeden önce tarihçiyi inceleyin”3

Prof. Predrag Vranicki 1922 Zagrep doğumlu, Yugoslavya’nın kurtuluşunda yer almış. “Yugoslav sosyalizmi”nin (deyim Suhrkamp editörüne ait) oluşumunda etkin olduğu, Suhrkamp editörünün yazarın künyesi bölümünde verdiği bilgiler arasında. Bu bilgilerin yanında küçük bir ayrıntıyı da müjdelemekten kendisini alamıyor sevgili editörümüz:

“Suhrkamp editörlüğünde Vranicki’nin yeni kitabı İnsan ve Bilim hazırlanmış bulunmaktadır” diye açıklıyor ve ekliyor: “Stalinizmle ciddi bir münakaşa içeren bu kitap, l983’ün Sonbaharında Marksizm ve Sosyalizm adıyla yayınlanacaktır.” Verilen ‘müjde’ açık olmalı, Stalinizmle hesaplaşma hedefli, vurucu olsun diye adı dahi değiştirilmiş bir metin. Demek ki neymiş yazarımız sıkı bir anti-Stalinistmiş. Suhrkamp editörünün gayretkeşliği ile Balkanlar’dan devşirilen sosyalizm içi bir kaynak Batı kamuoyunun dikkatine sunulup, önce  Stalin mitosu ardından da, birazdan göreceğimiz gibi, Engels mitosu ‘çözümlenecek’.

Hedef eser, Engels’in “Anti-Dühring”idir…

Marksizmin Tarihi’nin yazarı Predrag Vranicki, ilgili bölümde Engels’i mekanik bir materyalist olarak resmetmeye çalışarak şu eleştiriyi yazıyor: “ Engels’in örneklemelerinde  derin bir kuramsal çabayı değil, sınırlı, yüzeysel atta sorunun basitleştirilmesinden  öte, kabalaştırıldığını saptıyoruz.”4 Prof. Vranicki’nin sözünü ettiği kabalaştırma örnekleri Anti-Dühring’den. Devam ediyorum alıntılamaya: “ Onun formüle ettikleri, felsefi yorumlamaya ontolojik sorunlar kattı. Öyle ki, onun daha az bilgi sahibi izleyicileri arasında, daha sonraları, toptancı kabalaştırmaların ifadesi olan stalinizmin Diamat’ı  (diyalektik ve materyalizm, t.t.) olarak doğmuştur.”5

Aynı eser hakkında bir de Lenin’i okuyalım: “Anti-Dühring, sınıf bilincine sahip her işçinin el kitabı haline gelmişti.”’ Engels’in “en açık ve ayrıntılı eserleri içinde” Lenin, “Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu” ile birlikte “Anti-Dühring”i de sayar. Anti-Dühring için, Lenin şu nitelemede de bulunmuştu: “felsefenin, doğa ve toplum bilimlerinin en derin sorunlarının araştırıldığı çalışma…”6

Marksizm okumalarının salt Marks’la sınırlı tutulmaması, dahası Engels okumalarında ısrar edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu durumu zorunlu kılan dolaysız bir gerçek var: O da, Engels ile Marks arasında bir tür işbölümü yapılmış olmasından kaynaklı bir parçalılık durumunun varlığının inkâr edilemeyeceğidir. Marks, enerji ve birikimini kapitalizmin analizine, siyasal iktisat ve tarihe odaklarken, Engels Marksist öğretinin farklı bilimsel alanlara uygulanması, bir başka deyişle öğretinin  kuruluş sürecine yalınlık ve anlaşılırlık katarak  politik “eylem klavuzuna” dönüştürülmesi rolünü üzerine almıştı. Aralarındaki bu rol dağılımı konusunda edilen sözlerin belirli bir aşamadan sonra hiçbir değer taşımadığı kabul edilmelidir. G. Novak’ın söylediği gibi: “Tarih böylesi yakın, uyumlu ve yoğun bir entelektüel siyasal beraberliğe çok az tanık olmuştur.” (Ve yine Novak’tan aktararak B. Morris şöyle yazar: “Bu nedenle Novak haklı olarak, Engels’in her ne kadar (Marks gibi) “hareketin kanunları” gibi terimleri kullanmış olsa da toplumsal nedensellik konusunda mekanik bir yaklaşım benimsemediğini, çünkü “doğal süreçlerin dahi mekanik kavramlaştırmasına gitmediğini, gerçekliğin her iki kesimine yönelik olarak da tutarlı biçimde diyalektik bir yöntemi benimsediğini vurgular.”7

Aynı eser hakkında bir başka Marksist aydın Paul Sweezy’e kulak verelim: “Anti-Dühring, bir yorumlama ve açıklama şaheseridir. Böylesine ihmal edilmesi ya da gözden düşürülmesi, kerametleri kendinden menkul uzman seçkinlere değil, sıradan halka hitaben yazılmış olduğundandır.”8

Evet, daha çaplı engelsologlar böyle yazıyorlar.

Brian Morris, Engels’i Marks  ve Hegel gibi diyalektik bir düşünür  sayar ve bilimsel dürüstlüğün bir örneği olarak şu ayrıma işaret eder : `“(Engels) bilimlerin birliğini vurgulamış olmakla birlikte hiçbir şekilde onları birbirleriyle eşitlememiştir.”9 Oysa Engels’in  Engels’e  karşı kullanılması ve  onun kimi vurgularının kendi bağlamından koparılarak, sisteminin  bütünselliğinden arındırılarak iğdiş etmeye yeltenilmesi Vranieki’nin Engels incelemesinin temel yöntemini ifade ediyor.

Batılı kaynaklar içinde marksizmi ve bu bağlamda da Engels’i öğrenme kaygısıyla hareket eden meraklı okur için ikinci bir ansiklopedik kaynak olan “Marksizmin Tarihsel-Eleştirel Sözlüğü”ne (HKWM) bir göz atalım.10

“Marksizmin Tarihsel-Eleştirel Sözlüğü” (HKWM), l994’ten beri Das Argument Yayınevi tarafından yayımı sürdürülen ve 2021’de, toplam 15 cilt olarak bitmesi planlanan bir ansiklopedik sözlüktür. Bu ansiklopedik sözlüğü hayata geçirenler, sözlüğün “alternatif bir perspektifle” hazırlandığını ilan etmişlerdi. Bu ansiklopedik sözlüğün Alman entelijansiyası içinde önemi yüksek. Çünkü “dogmatik” değil, “eleştirel” bir bakış açısına sahip olunduğu iddiası ile işe başlanmış. Tabii, eleştirel olununca da akan sular duruyor doğası gereği…

Liedman, bir başka  Engels “uzmanı” olan Prof. Predrag Vranicki’nin “vulgarizatör” kavramına “popularizatör”ü de ekliyor.11 Aralarındaki “fark” bununla da sınırlı değil. Liedman meseleyi biraz daha “derin”leştirerek, Engels’in “vulger”, “pozitivist” vb. bilimum meziyetleri olduğunu da listeye dahil ediyor.

Bu sözde hem tarihsel, hem de eleştirel sözlükte “Engels” diye bir madde yok; yalnızca “Engelsismus” var, yani engelsizm.  Engelsizm maddesinin yazarı Profesör Sven-Eric Liedman, bu sözlük için yazdığı makaleye  Engels’in isminin sonuna bir “izm”i ekleyerek başlamış. Liedman, l890’lardan beri kullanılan “marksizm” kavramını ilk kullananının Engels olmasından hareketle, “marksizm”in aslında Marks’ın düşünceleri olarak değil, Engels’in “Marks algılaması” olarak imâl edildiğini iddia ediyor. Arnold Künzli’yi kendisine referans alarak, “engelsizm” kavramının, aslında marksizm diye “sunulan” teoriye daha uygun olacağını söylüyor.

Sosyalist dünyada Marks’ın Kapital’inden daha çok, Engels’in Anti-Dühring’inin (ve bu eserin daha kısa bir özeti olan “Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm”in) okunup, incelendiği varsayımından hareketle, “marksizm” teriminin Engels’in dünya görüşü /öğretisi olduğunu ileri sürüyor.12

Dahası “kuramsal dogmatizm” olarak suçlanan Stalin çizgisinin sorumlusu olarak gösterme gayreti de bir tür, bir taşla iki kuş vurma  kurnazlığını da ele veriyor. Bu ucuz numaralara böylesi ‘bilimsel’ kılıf bulma çabasını teşhir etmek elbette ki, öncelikle Marksist-Leninist geleneğin önünde bir ideolojik mücadele ödevi olarak duruyor.

Sven-Erik Liedman, “Kendisini marksist gelenek içinde gören herkesin, verili post komünist koşullarda  tehlike olmamakla birlikte, en kötüsü, henüz çözülmedi için “Engelsizm’e dikkat etmesi gerektiği”nin altını özellikle çiziyor. (agy, s. 391) (4) Görüldüğü gibi, Liedman Engels(izm)i ciddi bir tehlike olarak görmektedir. Ne adına? Marks(izm) adına…

III. Marks’a Karşı Engels

Liedman’ın asıl derdinin Marks’ı Engels’den, Engels’i de Marks’tan kopararak, marksizmi düzene uygun, ehlileşmiş bir entelektüel eleştiri kuramcısı haline getirmek olduğu anlaşılıyor.

“Reel sosyalizm” diyor, Engels’den “hazır şablon üretti”. “Bu konuda tabii ki Engels kişisel olarak sorumlu tutulamaz.”13 Böylece sûreti haktan görünmeye çalışarak, şöyle devam ediyor: “Engels’in yazıları, özellikle de “Üç Diyalektik Yasası” bu sonucun yaratılmasında temel rol sahibi olmuştur.”.14

“Stalinci el kitapları” olarak Engels’in kullanıldığını, dahası Engels’in bu sonucun yaratılmasında “birinci dereceden sorumlu olduğunu” söylemek sûretiyle de derinlemesine bir tutarsızlık örneği sunmaktan geri kalmıyor. Çünkü, iki sayfa öncesinde Engels’in kendisinden sonraki gelişmelerden sorumlu tutulamayacağını yazmıştı.

Bir tartışma, daha doğrusu saldırıyı da, Rote-Ruhr-Uni’den Ingo Elbe’nin “Engelsizmde Israr: “Marx-Engels-Problemine Not”15 adlı internet erişimli  ‘inceleme’sini, konumuz açısından gerekli gördüğüm için buraya aktarmak istiyorum.

Eleştirellik kılıfı altında çarpıtmayı iyi biliyor I. Elbe. Zâtın ihtisas alanı Engels’in Marks’ın Kapital’inin ikinci ve üçüncü ciltlerini hazırlarken, onu defrorme ettiği iddiasına dayanıyor. O da yine, ‘Marks’ın doğru, Engels’in yanlış’ olduğu fantezisini savunan şûrerakanın bir elemanı.  Marks  ile Engels arasında “geleneksel marksizmce benimsenen, Marks ve Engels’in eserlerindeki bütünlük/birlik fikrinin”  söylence olduğu ‘tez’ini (!) gündeme getiriyor. Ardından da, engelsizmin Marks’ın eserlerini, her durumda,  Kapital’in ikinci ve  üçüncü ciltlerini bozup, çarpıttığı repliğini yineliyor.

Sosyal demokrat eğilimli olduğunu bildiğimiz ve daha çaplı bir Marksolog olduğu tartışmasız olan Michael R. Krätke, “partili-resmi marksizme” olan alerjisine karşın, çarpıtma iddialarına karşı  durarak şöyle yazıyor: “Ölçüsü kaçmış ve fazlasıyla uzamış Engels tenkitlerinin aslında bitmesi gerekiyor. (Marks’ın) Elyazmalarına ulaşım mümkün olmadığı sürede bu eleştiriler yalnızca spekülasyondu; ve kanıtlanamaz iddialardı. Bugün ise bunları yalnızca çürük iddialar olarak niteleyebilirim.”16

Profesör Krätke, Engels’in bir ikilemle karşı karşıya kaldığını yazıyor ve ekliyor: “Engels ya Marks’ın ikinci ve kesin olarak üçüncü kitabını (Kapital) bitir(e)mediğini ve kendisinin bu çalışmaya devam etmesi gerektiğini ilan edecek ya da bitmiş  gibi yaparak (vurgu Krätke’ye ait, t. t.), Marks’ın araştırmalarını olduğu gibi yayınlayacaktı.”17 Sorunu, yani Engels’in ikilemini böyle özetledikten sonra Krätke, “Engels’in bu ikileme verdiği yanıt, kendisini  yazar yerine koymamak ve eserin malzemelerine karşı sadık kalmaktı”, diyor ve şu notu düşüyor: “Bundan dolayı Engels’in kınandığı da çok olmuştur”.18 Ve “Marks’in elyazmaları henüz basıma hazır değildi. Çünkü tamamlanmış değildi”19 diye de kendi yorumunu ekliyor.

Engels Kapital’in üçüncü cildinin Önsöz’ünde meselenin ayrıntıları hakkında bilgi verip zorluklarına değinir. Kapital’in ikinci cildinin 1885’te yayınlanmasından sonra, üçüncü cildin 1894 Ekim’ine kadar sarkmasını açıklarken Engels: Bir, “Yapıtı yapay ışık altında yazmasına izin vermeyen gözlerindeki zayıflığı”;

İki, “Son yıllarda uluslararası sosyalist yazındaki muazzam artış ve bu işlerin asıl yükünü omuzlayanın  Marks olması” ve Marx’in ölümünden sonra bütün yükün kendisine kalması;

Üç, Marks’ın “okuması kendisi için dahi zor olan elyazmalarının herkesin okuyabileceği şekle dönüştürülmesi” faktörlerini sıralar.20

Dördüncü zorluğu, kendi sözleriyle okuyalım Engels’den: “En büyük güçlük, cildin bütününde en karmaşık konunun ele  alındığı beşinci kısımda ortaya çıktı. Ve işte tam bu noktada, Marks, yukarıda sözü edilen ciddi hastalık nöbetlerinden birine yakalandı. Burada, gene ne son şeklini almış taslak ne de (hatta ana çizgileri sonradan doldurulabilecek) bir şema vardı; yalnızca bir başlangıç çalışması (çoğu kez düzensiz bir not yığını, yorumlar ve alıntılar). Önce, bir ölçüde birinci kısımda yaptığım gibi boşlukları doldurmaya, yalnızca değinilmiş olan pasajları genişletmeye ve böylece en azından yazarın tasarladığı her şeyi aşağı yukarı içerebilecek şekilde, bu kısmı tamamlamaya çalıştım.”

“Bunu en az üç kez denedim” diye devam ediyor Engels: “ve her seferinde başarısızlığa uğradım ve böylece yitirilen zaman, bu cildin gecikmesinin başlıca nedenlerindendir.” “Yaptıgim tek şey” diye yazar Engels: “mevcut malzemeye elden geldiğince bir düzen vermek ve ancak en vazgeçilmez ekleri yaparak Gordiyon düğümünü kesip atmaktı. Ve işte bu yolu seçerek, bu kısım için belli başlı çalışmaları 1893 ilkyazında tamamlamayı başardım.”21

Demek ki, M. R. Krätke’nin “Engels’in ikilemi” konusundaki bilgileri doğruymuş. Yanlış, hatta düpedüz yalan olan ise Rote-Ruhr Uni’den Ingo Elbe’nin zırvalıklarıymış.

Sözü Engels’in ölümü üzerine kaleme aldığı makalede Avusturyalı sosyal demokrat iktisatçı Adler’e bırakalım: “Gerçekten de Kapital’in bu iki cildi, iki insanın yapıtıdır: Marks ve Engels’in.”22

Buraya kadarki görece güncel örneklerden de gördüğümüz gibi, Engels eleştirilerinde söz dönüp dolaşıp Stalin’e geliyor. Stalin düşmanlığı ile Engels karşıtlığı bir yerde buluşuyor.

IV. Engels ve Stalin düşmanlığı

Bir, Engels karşıtlığı bugünden hareketle üretilmiyor, yani reel sosyalizm  deneyimine  karşı öfkesi olanlar bu öfkenin meşrulaştırıcı kökenlerini  araştırırken Engels’i karşılarında buluyorlar. İki, kendini “marksist ama leninist olmayan” aydın olarak niteleyen ve daha çok akademisyenler arasında görülen bir eğilim olarak “Engels’in Marks’ı ve marksizmi kabalaştırdığı” görüşü yaygındır. Bu görüşün temelinde yatan sorunun, leninizmle sorunlu olması da dahil olmak üzere asıl yöntemsel çıkış noktası, bir anlamda paradoksal olarak Lukàcs’ın kendisinin de muzdarip olduğu, “her türlü opotünizmin kaynağı, onun nedenden değil sonuçtan, temelden değil tâliden, bütünden değil parçadan” hareket eden, dahası bir ölçüde kendi sınıfsal konumunun dolayımının da etkisiyle beliren bakış açısıdır. .

Üç, reel sosyalizmin çözülmesi, yani yenilgi süreçleriyle ilgilidir.

Bir kez daha Carr’ın tarihyazıcılığı konusundaki şahitliğine başvuralım: “Tarihçi geçmişin değil bugünün insanıdır. Tarihi anlama  merakının geri planında, bugünü anlama, geleceği bilme çabası rol oynar.” Nitekim Carr, “Tarih Nedir?” sorusunu cevaplamayı  denediğinizde, “cevabınız bilerek ya da bilmeyerek, zaman içindeki kendi tutumunuzu yansıtır ve daha geniş bir soruya, içinde yaşadığımız toplum hakkında ne düşündüğümüz sorusuna vereceğimiz karşıtlığın bir parçasını oluşturur” diye yazar.23

Engels’in dönemlere göre algı farkına uğradığı konusuna geçmeden önce, Engels hakkında yazılmış  literatürün bir kaç örneğine daha bakalım.

AnaBritannica’nın24 “Engels” maddesinde kimi somut bilgi hatalarına rastlamakla birlikte (örneğin, Engels’in babasının  “ılımlı liberal görüşler”e sahip olduğu25 ya da Alman İdeolojisi’nin Marx ve Engels’in işbirliğinin “ilk ürünü olan ortak yapıt“26 olarak nitelenmesi gibi), gözlem ve saptamalar çarpıcı bir doğruluk gösteriyor. Şöyle yazıyor AnaBritannica’da:

“Sosyalist ülkeler dışında Engels’in marksizmin gelişimindeki rolü üzerinde yeterince durulmamış, genellikle Marks’la birlikte değerlendirilmiştir.”27 Bu değerli saptamadan sonra, şu önemli gözlemde bulunuyor AnaBritannica yazarı: “Engels’e sonradan gösterilen ilgi ise, yalnızca Marks’la aralarındaki farkı ortaya koymak için yapıtlarının daha yakından incelenmesi biçiminde olmuştur. Bazı uzmanlar bu incelemeler sonunda ‘gerçek marksizmden sapmaları ve çeşitli çarpıtmaları Engels’in yapıtlarına ve etkisine bağlamışlardır.”28

Olağanüstü bir gözlem!

Marksist-Leninist (ML) çizgi dışındaki sol gelenek Marks ile Engels arasındaki “fark”a konsantre olurken, ML  gelenekte ise “benzerlik” vurgusu öne çıkıyor. Farkçılar enisonu “engelsizm”i üretirken, benzerlikçiler ise, Engels’in olağanüstü bir tevazûyla kendini “ikinci keman” olarak nitelemesinden cesaret de alarak  “ve” bağlacı arkasında ikincilleştirdikleri Engels’i neredeyse görünmez kılmışlardır (tüm aksi yöndeki vurgu ve niyetlerine rağmen…)

AnaBritannica yazarının, tüm çarpıcı gözlemlerine karşın, gözden kaçırdığı bir olgu var. Yenilgi dönemlerinde Engels’in farkçılar tarafından topa tutulup, günah keçisi ilan edilmesine karşın, benzerlikçilerce tam tersi yönde tutumla sahiplenildiği, korunduğu, saygı gördüğü gerçeğinin es geçilmesidir.

Engels üzerine onbinlerce sayfalık yazılı ürün vardır. Bunların azımsanamayacak bir kısmı yanlış ve çarpıtılmış ‘bilgi’lerle doludur. Yeri gelmişken belirtmek gerekiyor ki, Wikipedia’nın Türkçe Engels maddesinde tamamen yalan yanlış bilgiler verilmiştir. Asla itibar edilmemelidir. Efsaneye göre, okuyalım, Engels “1833 yılında tanık olduğu yaygın yoksullukla sarsıldı. Fabrikada 3,5 yıl çalışıp ayrıldı ve maden ocaklarında işçi olarak çalışmaya başladı. Ve aynı zamanda bazı gazetelere haftalık makale gönderiyordu. Gençlik yılları sefalet içinde geçip gidiyordu. Günde 18 saat mesai yapıyor, geri kalan zamanında da komünist kuram üzerine makaleler yazıyordu. Babası’nın ölümünden 2,5 ay sonra annesini de kaybetti. Kendisi gibi maden ocaklarında çalışan kardeşleri 1842’de tünel çökmesi sonucu hayatlarını kaybettiler. Engels artık yalnızdı.”29

Bir başka yanlış bilgi örneği de Aydınlık gazetesinin adı belirtilmemiş bir yazarından: “Üç buçuk yıl bir fabrikada, fabrikadaki işinden ayrıldıktan sonra da maden ocaklarında işçi olarak yaşamını sürdürdü. (…) Ezilen emekçiler gibi o da 18 saat kesintisiz çalışıyordu. Geri kalan zamanını yazmaya ve yaşamsal gereksinimlerini gidermeye ayırıyordu. (…) Kendisi gibi maden ocaklarında çalışan kardeşlerini 1842´de maden ocağı tünelinin çökmesi sonucu yitirdi. Aileden geriye yalnızca kendisi kalmıştı ve yalnızdı. Yalnızlığını Marks’la giderecektir.“30 Wikipedia’nın yanlış bilgisiyle olan benzerlik şaşırtıcı…

Engels, babasının isteğine boyun eğerek önce Bremen’e gidip aile işletmesini idare etmiş, ardından da Manchester’de uzun yıllar kendi  işletmesini yönetmiştir. 1863’den sonra da emekli olup, Londra’ya Marks’ın yakınına yerleşmiştir. Madende değil 18 saat, hiçbir zaman çalışmamıştır. 18 saat madende çalışan bir insanın herhangi bir entelektüel faaliyet içine girebileceğini düşünmek akıl dışıdır.

Örneğin, Engels’in babasının “ılımlı liberal görüşler”e sahip olduğu ya da Alman İdeolojisi’nin Marks ile Engels’in işbirliğinin “ilk ürünü olan ortak yapıt”  olduğu iddiaları gibi. Oysa Engels’in babası muhafazakâr bir Piyetistti31. Ve Marx ile Engels’in ilk ortak yapıtları da Alman İdeolojisi değildi. Alman İdeolojisi, Marx ve Engels’in dostluklarının ilk dönemlerine ait (1843-1847) dört klâsik metinden üçüncüsüdür. Bu dönemin dört eserinin kronolojik sıralaması şöyledir: Kutsal Aile (1845, Marks ve Engels), Feuerbach Üzerine Tezler (1845, Marks), Alman İdeolojisi (1846, Marks ve Engels) ve Felsefenin Sefaleti (1847, Marks).32

V. 1914’e kadar ve 1914 sonrası Engels algısı üzerine
(“fark”a ve “benzerlik”e odaklananlar)

Garath Stedman-Jones, “Friedrich Engels” maddesi hakkında yazdığı makalesinde, birisi ilginç, diğer ikisi daha az  ilgi çekici üç tez öne sürer. Öncelikle “Engels algısı”nın Batı’da ve Doğu’da farklılığına işaret eder ve bu algının dönemlere göre değişim gösterdiğini vurgular. Garath Stedman-Jones’un “l9l4 sonrası Engels algısı” konusundaki gözleminin önemi, II. Enternasyonal’in çözülüp, Ekim Devrimi’nin tarih sahnesine çıkışını betimlemesi açısından  sembolik bir “Birinci Dünya Savaşı” basitliğinde anlaşılmamalıdır. Burada önemli olan unsur, Iİkinci Enternasyonal reformizminin / revizyonizminin çöküp,  Ekim Devrimi’nin doğuşunun  “1914 sonrası”  olarak işaretlenmesidir.

Şöyle yazar Stedman-Jones: “1914’ten önce Engels sınırsız bir üne sahipti. O, sosyalist hareket için marksizm’in bir dünya görüşü olarak yayılmasında Marks’tan daha fazla etki sahibi olmuştu”. Ve devam eder: “Bununla birlikte 1914’ten ve Rus Devrimi’nden sonra konumu sarsılmıştır. Bir yanda Sovyet Marksistleri onun yazılarındaki apaçık bilimciliği (scientism), resmi “diyalektik materyalist” felsefenin bir parçası olarak vurgularken, Batılı sosyalistler de onu pozitivizm ve revizyonizmle suçlamışlardır.” Ardından da şu görüşü öne sürer: “Her iki değerlendirme çizgisi de ciddi hatalarla yüklüdür, çünkü Engels pozitivizm öncesi bir kuşağa dahildir. Marx’ın dışında, onun güvendiği rehberi Hegel ve Fourier olmuştur; ve onun sosyalizm yorumu bu çerçevede anlaşılmalıdır.”33

Stedman-Jones’in “dönemsel sınıflama” fikri hariç, içeriğe yönelik değerlendirmeleri ciddi sakatlıklar taşımaktadır.

Bir kez, Engels 1914 öncesinde her zaman, tümden “sınırsız bir üne sahip” miydi? Bu söylemin, kısmen gerçeği yansıtan bir argüman olabilmesi için, “Marx’ın ölümünden sonra” kaydının koyulması gerekmez miydi? Madem bu kadar ün ve otorite sahibiydi, nasıl oldu da yazıları yer yer sansürlendi ya da hasıraltı edildi? Hem de bizzat parti merkez yayın organı olan Neue Zeit’da…

İkincisi, “Rus Devrimi’nden sonra konumu sarsılmıştır” diyor. Sormak gerekir: Kim için ve kimin gözünde? Sözü edilen konum sarsılmasının Sovyetler Birliği’nde yaşanmadığı açık olmalı.

Bu yazılardan da anlaşılacağı üzere, Bolşeviklerin iktidarı ele geçirmelerinden sonra, Engels’le ilgili olarak “Batılı sosyalistlerin onun için pozitivizm (ve revizyonizm) eleştirilerinde bulunduklarını” yazar. Bu, “devrimden sonrası” için bir küçük not düşme zorunluluğu duyuyorum: Bu eleştirinin başlangıcı, iddia edildiği gibi devrimden hemen sonra,  Sovyetler Birliği’nde işler kısmen yoluna girmeye başladığında değildir. Tam tersine, Batı’daki devrim ve Komün denemelerinin başarısızlıkla sonuçlanmasından sonradır asıl “başlangıç”. Lenin’in 1920’de kaleme aldığı “’Sol’ Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı” broşürü tamamen bu konu üzerinedir. Burada Lenin’in asıl seslendiği Batılı marksistlerdi ve amacı da onlara Ekim’in deneyimlerini aktarmaktı.

Engels’in “Batılı sosyalistler arasında” gözden düşmesinin kaynağında yatan asıl ‘motivasyon’, Batı’daki devrim denemelerinin başarısızlığı, bunun yarattığı yılgınlık ve kendileri dışında bir sorumlu, suçlu arama çabasıydı. “Stalinizm” bahanesi ise çok sonraları uydurulmuş bir şeydir. Kendisini sapan sayanın başkasını kuş olarak görmesini “doğal” karşılamak gerekir.

Perry Anderson’un “Batı Marksizmi”34 hakkındaki iki saptamasına yer vermeyi gerekli görüyorum. Anderson, Batı marksizminin iki özgünlüğü olduğunu ileri sürerek, şöyle sıralıyor:

Bir, marksizmin dışındaki çağdaş burjuva düşünce sistemleriyle kurduğu süreğen ortaklık; iki, (konumuzla doğrudan ilgili yan da bu zaten) Engels’in katkısının reddi. Sözü Anderson’a bırakıyorum: “Engels’in katkısı geçersiz kılındığında, Marks’ın kendi mirasının sınırlılığı eskiden olduğundan çok daha açık bir şekilde görünecek, eserlerini tamamlamak ihtiyacı da daha ivedi bir sorun haline gelecektir.”

Üçüncü olguyu yazabilmek için, üçüncü kuşak Batı marksizmindeki “Engels geleneğini red” çizgisinin hangi temel korkuya doğduğunu belirlemek zorunlu oluyor. Şöyle yazıyor Anderson, “proletarya devrimlerinin Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa kapitalizminin ileri bölgelerinde uğradığı başarısızlığın doğurduğu Batı marksizmi, sosyalist teori ile işçi sınıfı pratiği arasında gittikçe artan kopukluk içinde gelişti.”35 Yenilginin yarattığı bu temel korku burjuvazi tarafından bir başka dolaylı olguyla tâhkim edildi: Refah devleti.  Şüphesiz bu kavram çok sonralara aittir. Bununla birlikte, 1929 Büyük Krizi’ni Keynesyen istihdam politikalarıyla aşmayı başaran kapitalist/emperyalist sistem (bu kısma kadar Anderson’un gözlemleriyle uyum halindeyim, ancak buradan itibaren belli olacak ki, Anderson’un pek de hoşuna gitmeyeceği gibi) Sovyetler Birliği’nin dolaysız etkisiyle, kitle tüketimine, halk sağlığına, eğitime vb. bütçeler ayırarak kapitalizmi tahammül edilebilir sınırlar içinde tutmaya yönelik önlemlere başvurdu. Anderson’un beğenmeyip, “bürokratik” bulduğu Sovyetler Birliği’nin kapitalizm üzerindeki “sosyalleştirici” etkisi muazzamdır.

Yenilen ve ateşi sönümlenmeye yüz tutan Batı’da, solun serüveni bambaşka mecralara akıverdi. “Marksist teorinin asıl odak noktasını politika ve ekonomiden felsefeye, resmi merkezini de parti toplantılarından fakültelere kaydıran dış belirleyici etkenler bu dönemin iç karartıcı tarihinde yazılmıştır.”36

Bir “meslekten filozoflar” kuşağı doğdu.

Lukacs’dan Althusser’e, Korsch’dan Colletti’ye tüm  kuramcılar meslekten felsefeciydiler. Konu seçimleri de ekonomi ve politikadan felsefe ve estetiğe kaydı”, diye not eder Anderson.37 Emekçi pratiğiyle ilişkisi kopan ‘marksist aydın’ dil olarak da isçi sınıfının anlamadığı, anlamasının da istenilmediği elitist ve ezoterik bir kapalı devre jargona evrildi. Marksist teori ve proletarya pratiği ilişkisini sağlayan “politik alan”, demodeleştirilip, marksist teori ile burjuva teorisi arasında ince, ama süreğen bir ‘yeni ilişki’ dizayn edildi. Bir tür, ‘teori için teori’cilik peydahlandı. Engels’in marksizmden sökülüp atılması çabalarını Batı marksizminin ayırt edici özgünlükleri arasında sayar P. Anderson.

VI. Lukacs’ın Marks ile Hegel’i kalıcı ittifağa çekme isteğinin kurbanı engels oldu

Engels tartışmalarının “engelsizm” gibi bir ucubeye evrilmesi temelde bu dördüncü olgudan kaynaklanmasa da, bundan güç alıyor. Yani kuramın kimin için kurgulandığı sorusunun kuramın nasıl kurgulanacağı ve nasıl hayata geçirileceği sorularından yalıtık olarak ele alınmasının imkansızlığı…

Macar Komünü’nün yenilgisi üzerine Viyana’ya sığınan Lukács 1922’nin son ayında kaleme aldığı Tarih ve Sınıf Bilinci’nin Önsöz’ünde38 şöyle yazar: “Kısaca amaç, diyalektik yöntem  sorununu canlı ve güncel ya da ivedi sorun olarak bir tartışmanın odak noktası haline getirmektir.”

Lukács, yenilgi sonrası “marksizm üzerine” düşünmeye başlıyor. Ve Lenin”in 1920’de kaleme aldığı “ ‘Sol Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı” adlı broşürdeki problematikten çok farklı bir noktada, yani kapitalizmi aşma hedefine odaklanmak yerine marksizmdeki ‘iç sorunlar’ı aşma yoluna yöneliyor. Lenin, devrimin deneyimlerini derlerken, Lukács yenilginin ‘deneyimlerini’  teorize ediyor.

Hegel’e “köpek ölüsü”39 muamelesi yapılması konusunda Marks’ın yaptığı uyarıları nakledip, Engels ve Plehanov’un bu sorun konusunda gösterdikleri çabaları azımsamakla başlayarak (“Engels ve Plehanov’un gösterdiği çabaların etkisi de çok zayıf oldu”40). Şöyle yazıyor: “Gerekirse yazar (yani Lukács, t. t.), doğru veya yanlış, ortodoks marksizmi Engels’in kendisine karşı da (italikler benim, t. t.) savunduğu görüşündedir”41

Ve devam ediyor Lukács: “O nedenle ortodoks marksizm, Marks’ın kendi araştırmalarının sonuçlarını hiç eleştirmeden kabullenmek demek sayılan,  şu ya da bu teze inanmak, “kutsal”` bir kitabı yorumlamak demek değildir ki…”  gibi ne suya ne sabunu dokunan sözlerden sonra şu tezini yineliyor: “Tam tersine. Ortodoksluk yalnız ve yalnız yöntem konusundadır; doğru araştırma ve sorgulama yönteminin diyalektik marksizmde bulunabileceği,  bu yöntemin sadece onun kuruluşunun anlayışı veya çizgisinde geliştirilebileceği, genişletilip derinleştirilebileceği şeklinde varılan bilimsel bir kanaattır.”42

“Diyalektik marksizm“ teriminin sorunluluğu bir yana, yöntem konusunu abarttığı gibi, teorinin karşısına da koymaktan kendini alamaması dikkaten kaçmıyor Lukács’ın: “(diyalektik marksizm) Terimin pratik özünü, yöntemden ve onun kendi nesneleriyle olan ilişkilerinden çıkarmalıyız; yoksa teorinin “kitleleri kavrama” denen momenti kof bir görüntü olup çıkar. Öyle olur ki, kitleler bambaşka amaçların peşine düşerler. Bu durumda girişecekleri hareketin teorisi fiili hareketleri arasındaki bağlantı zorunlu olmaktan çıkar, salt rastlantısal hale gelir.”43

Neymiş? “Teorinin pratik özünü, yöntemden ve onun kendi nesnesiyle olan ilişkilerinden çıkarmalıymışız. Yani yöntemin teoriye başatlığını  talep etmeliymişiz, yoksa “kitleler bambaşka itici güçlerin amaçlarının peşine düşerler”…

Lukács’ın önerisi, açık ki, Hegel’in yöntem/sistem çelişkisini, yönteme dayanarak aşan Marks’ın çizgisini aşırı zorlayarak, Marksizmin metodolojizm’e  lehimlenmesinden  başka bir şey değildir. Fazladan da olsa, bu “zorlama”nın hangi siyasal koşulların ürünü olduğuna dair gözlemin altının bir kez daha çizilmesi gerektiğini söylemeden olmaz.

Bir tekrar daha, Metodolojizm, teoriyi teori için yapma anlamına geliyor, Lukacs’ın çözüm önerisi bundan ibaret.

Ölü köpek tekmelenir, ama “köpek kavramı havlamaz!”

Lukács, havlamayan köpeği tekmeliyor.

Lukács kapalı devre bir teori tartışmasına girişiyor. Kendini bu duruma o kadar alıştırıyor ki, kitlelerin kurtuluş özlem ve zorunluluğunu, kitlelerin ‘nasıl’ kurtulacağı sorusunun bir türevi haline getiriyor. Bunu da Engels engelini aşıp, Hegel’e dönerek yapmaya çalışıyor.

Yenilgi ve pratik sınıf mücadelesinden kopukluk metodolojizmi davet ediyor.

Lukács, Lenin ile Engels arasında açık bir ‘fark’ ortaya koyuyor. Bu fark, Lenin’in lehine görünse de, bu da kuşkuludur.

Önce Lenin’i ikiye ayırıyor; Kuramcı Lenin ve politikacı Lenin olarak. Kuramcı Lenin’i göklere çıkarırken, politikacı Lenin’i kerhen destekliyor. Lenin’deki öfkeyi taşkınlıkla niteleyen görüşlere yarım ağız karşı dururken, kuramcı yanıyla “Marksist yöntemi doğru dürüst  anlamanın anahtarını elimize yeniden tutuşturuyor” diyor.44

Burada geçen “yeniden” sözcüğünün altını çizmeyi gerekli görüyorum. Keza, Lukács aynı sayfada Engels’e yönelik şu ifadeyi de kullanıyor: “(…) Yazar,  ortodoks marksizmi Engels’in kendisine karşı da savunduğu görüşündedir.” Ve ekliyor: “ Marks’ın öğretisine, ondan sapmadan, onu düzeltme veya iyileştirmeye kalkışmadan bağlı kalıyoruz. Buradaki iddia ve açıklamanın bir yorumdan, Marks’ın teorisini Marks’ın  anladığı gibi sergilemekten öteye bir iddiası yok.”45

Görüldügü gibi Lukács beş önerme ortaya atıyor:

Bir, Marks’ın görüşlerine ortodoks marksizm denir.

İki, Marks’ın teorisi, Marks’ın anladığının dışına çıkmıştır.

Üç, Marks’ın teorisi ve marksizm eş anlamlı şeyler değildir.

Dört, Marks’ın öğretisi olan ortodoks Marksizm, Engels’in katkısının dışında bir öğretidir.

Beş, yazar bu öğretiyi Engels’e karşı (da) savunma eğilimindedir.

Lukacs, Engels’i “bir yığın kafa karışıklığına yol açmakla” itham ediyor.46

Lukacs’in Hegel ile Marks’ı kalıcı ittifaka çekme isteğinin asıl kurbanı Engel olmuştur.

Günümüzde de kendisini “marksist akademisyen” olarak tanımlayan pek çok insan Engels konusunda Lukacs’ın izini takip ediyor.

Nasıl oluyor da Engels’in marksizmi kabalaştırdığı iddiaları çağdaş marksist akademisyenler arasında bu denli taban bulabiliyor?

VII. Olağan talileşme ve Engels

Lafı dolandırmayacağım:

Bir, reel sosyalizmin çözülmesinin yarattığı güven kaybı.

İki, siyasi iktidar perspektifinden kopuk, örgütsüzlüğü erdem sayan  Marks -severlik.

Üç, akademinin bilimsel görünen akıl almaz tutuculuğu.

Dört, Engels aleyhtarı külliyatın dışarıdan değil, ‘içeriden’ gelen bolluğu.

Beş, ikinci kemanlığın sosyalist dünyada Engels’i  görünmez kılması.

Altı, “Marks  ve Engels…” tekrarının yarattığı ve “ve”  bağlacıyla ikincilleştirilen  olağan talileşmenin  kurbanının Engels olması…

Stedman-Jones’un sözü geçen makalesine dönersek, önemli “ipuçları” veriyor bize. Engels’in Batı’da ve Doğu’da farklı dönemlerde, farklı şekilde algılandığı argümanı haricinde bir doğrusu daha var; o da, Engels’in “pozitivizm-öncesi bir kuşağa dahil olduğu” gerçeği. Makalenin “ilginç” olan kısmı buradan geliyor kanısındayım. Kuşku yok ki, “14 öncesi ve 14 sonrası” ayrımı yerinde bir ayrım. Çünkü İkinci Enternasyonal revizyonizminin tayin edici potansiyel dinamiklerinin emperyalist bir savaş eşiğinde nasıl kırıldığını betimleyen ipuçlarını taşıyor. Ancak, devrimin merkezinin Batı’dan Doğu’ya doğru kaydığı ve bu eksen kaymasının Ekim Devrimi ile sonuçlanmasının “Engels algısı” üzerinde yarattığı etkinin, 14 öncesi/14 sonrası tasnifini de kapsayan, daha büyük bir bölmenin konusu olduğu fikrini yineliyorum.

Teori, kendisini Ekim Devrimi ile ete kemiğe büründürmüştür. İnsanlık tarihinin en büyük devrimi sahne almıştır. 11. Tez, tez olmaktan çıkıp, realite haline gelmiştir. Engels, işte bu koşullarda, Doğu’da “işçi sınıfının iki büyük öğretmeni ve bilim adamı”ndan (Lenin) biri olarak haklı bir onur kazanmışken; batıda, “vulger”, “pozitivist”, “bilimci”, “Marks’ın görüşlerini deforme eden” biri olarak resmedilerek damgalanmaya çalışılmıştır.

Bu bağlamda, Garath Stedman-Jones’in hem Batı hem de Doğu’daki “Engels algısı”nı aynı kefeye koyup tartmaya çalışan objektivist tutumu, anlamsız bir akademizmin taraflar üstü olma heveslisi bakışını ele veriyor: “Her iki değerlendirme çizgisi de ciddi hatalarla yüklüdür…”(!)

Batı’da Engels’in nasıl  algılandığı konusunda iki unsuru saydık. Tekrarda yarar var. Bunlardan birincisi, İkinci Enternasyonal’in ihanetidir, ikincisi de, Avrupa’daki devrim denemelerinin başarısızlığa uğraması ve bunun sonucunda ortaya çıkan çok yönlü çözülmeler…

Üçüncü unsuru Perry Anderson  söylemişti zaten:

Marksizmin, dışındaki çağdaş burjuva düşünce sistemleriyle kurduğu süreğen ortaklık ve Engels’in katkısının reddi.

Burada sözü tekrar Anderson’a bırakıyorum: “Engels’in katkısı geçersiz kılındığında Marks’ın kendi mirasının sınırlılığı eskiden olduğundan çok daha açık bir şekilde görülecek, eserlerini tamamlamak ihtiyacı da daha ivedi bir sorun haline gelecektir.“47

VIII. Yeni solculuğun eski müştereği: Engels karşıtlığı

Perry Anderson, “Batı solunun gizli müştereği Gramsci’dir” demekte ne kadar haklıysa, bana göre, benzer bir yaklaşım Engels için de pekala  savunulabilir. Buna göre, Avrupa marksizminin ve bilumum Yeni Solculuğun müştereği açıkça Engels’in Marks ve marksizm’den koparılma gayretidir.

Engels’i marksizmin mucidi ilan eden her yaklaşımla hesaplaşılmalıdır.  Çünkü bu iddia, Engels’in işçi sınıfının toplumsal kurtuluş mücadelesine olan saygın katkısını teslim etmeyi değil, tersine onu bu mücadelenin  yozlaştırılmasına olanak tanıyan biri olarak betimleme iddiasında olan bakış açısını ifade ediyor.

Mülkiyet ilişkilerini sorgulamayan, siyasi iktidar mücadelesini programının baş önceliği olarak görmeyen bir “kuram” ancak entelektüel gevezelik olabilir. Bunun içindir ki, Engels “ezilen sınıfların en meşru ve tarihsel hakkı olarak devrim yapma hakkı”ndan söz etmiştir.

Bu bağlamda:

1. Engels, solumuzun oldukça büyük bir kesiminde hatırlanmamaktadır; hatta tamamen unutulmuştur!

2. Engels, burjuva aydınları nezdinde ise, sola oranla, daha az unutulmuştur.

3. Burjuva aydınlarının  Engels ilgisinin ardında marksizmin altını oyma gayretkeşliği vardır.

4. Engels’i burjuva dünyasında savunmasız bırakmak, Marks’ı sipersizleştirmektir.

Lenin’in Engels’e yaklaşımı sahiplenici eleştirellik temelindedir. Sahiplenmese şöyle yazar mıydı: “Marx ve Engels’in işçi sınıfına yapmış oldukları hizmetler birkaç sözcük içinde şöyle ifade edilebilir: Onlar işçi sınıfına kendini bilmeyi, kendi bilincine ulaşmayı öğrettiler ve boş hayallerin yerine bilimi koydular. İşte bunun içindir ki, Engels’in adı ve yaşamı her işçi tarafından bilinmelidir.” (1895, Sonbahar)

Lenin, 1905-7 yenilgisinin bilançosunu çıkarırken şu ilginç gözleminden, “1907’de Engels’in reddedilmesi, 1908’de de Engels’in bilinmezcilik doğrultusunda ‘düzeltilmesi’ girişimleri”nden söz eder48

Demek ki, reddetme, unutma ve  çarpıtma  hep var(dı). Anlaşılan o ki, bunların tümü yenilgi dönemlerinin klasikleri.

Engels yalnızca unutulmamıştır, daha da kötüsü, çarpıtılmıştır. Lukacs’dan Lieberman’a uzanan bir çeşitlilikte bu yaklaşımı tespit etmek mümkündür.

En son örneğini 2012 yılının başında yayımlanan  “Friedrich Engels: Marksizmi İcâd Eden Adam”49 kitabıyla İngiliz tarihçi Tristram Hunt teşkil ediyor.  Sorma gereksinimi duymadan edemiyorum, bir burjuva tarihçi niçin 2012 yılında oturup 574 sayfalık Engels biyografisi yazmayı düşünür ki?

Engels ile “düşünce ikizi” olduklarını bizzat Marks söylemiştir. Ayrıca Marksist literaturün en büyük eserlerinden olan Anti-Dühring’in onuncu bölümü de doğrudan Marks tarafından kaleme alınmıştı. Aralarında belirli bir işbölümü olduğunu da birbirleriyle olan yazışmalarından bildiğimiz halde, nasıl oluyor da  Engels’in ”Marks’ın düşünceleri olarak Marksçı sistematiği deforme ettiği” gibi bir iddia ortaya atılabiliyor?

Bu iddianın iler tutar tarafı olabilir mi? Elbette yok!

IX. “Leninizm’in uzun gölgesi…”

En son Engels üzerine yazan bu İngiliz tarihçinin kendi kaleminden okuyalım: “Engels tarafından kodlanan marksizmin temel ögeleri, 20. yüzyılın  resmi Markist-Leninist ideolojisi tarafından temel yapılmıştı. 1989’un tozundan dumanından sonra Marks ve Engels’in fikirleri olarak sosyalizm, artık leninizm’in uzun gölgesi tarafından karartılamaz. Şimdi, bir kez daha Marks ve Engels’e önyargısızca bakabiliriz.”50

İşte böyle…

Bütün dert, asıl dava,  “leninizm’in uzun gölgesi”nden kurtulma çabasıymış. Söz konusu Engels bile olsa. Lenin’in Engels’e ilişkin olarak gündeme getirdiği “1907’de reddedilip, 1908’de ‘düzeltilmesi’ girişim”leri bir kez daha sahneye konulmuş görünüyor.  İkinci Enternasyonal revizyonizminin yasalcı, çoğunluk partisi modeline kurban edilmeye çalışılan bu büyük komünist usta, 70 yıllık reel sosyalizm deneyiminin ertesinde bir kez daha revize edilmeye çalışılıyor. Bu kez de leninizme set çekme çabasının bir ürünü olarak… Eşitsiz ve bileşik gelişim yasasının henüz yasa düzeyinde olgunlaş(a)madığı bir dönemde, çoğunluk modeline bağlı kitle partisi fikriyle ilgili kimi ikircikleri Engels’e kalıcı bir yönelim olarak atfedilemez. Bu yasanın mimarı olan Lenin de Engels’e bu açıdan bakmış ve bu açıdan onu yorumlamıştır.

Uluslararası işçi sınıfı hareketinin bu değerli önderi, ikinci büyük ustası Friedrich Engels’i aramızdan ayrılışının 118. yılında da hiç unutmuyoruz!

Anısı önünde bir kez daha saygıyla eğilerek…

Dipnotlar

  1. Gelenek’in notu: Bu yazı, yazarı tarafından Engels’in ölüm yıldönümünde yayınlanmak üzere dergimize ulaştırılmış ancak Gelenek’in bir 121. sayısı tamamen Haziran Direnişi’ne ayrılmış olduğu için gecikmeyle 122. sayıda yayınlanabilmiştir. Bu vesileyle büyük yazar ve devrimci Friedrich Engels’i, gecikmeyle de olsa, bir kez daha saygıyla ve sevgiyle anıyoruz. 
  2. Predrah Vranicki, Geschichte des Marksismus, Suhrkamp, 1983, Erste Auflage 
  3. E. H. Carr, Tarih Nedir?, İletişim Yay. ,4. Baskı, 2003, s.27 
  4. A.g.e., s.222 
  5. A.g.e., s.222 
  6. Lenin, 1895 Sonbahar 
  7. G. Novak’tan aktaran Brian Morris, Din Üzerine Antropolojik İncelemeler, İmge Yay.,1.Baskı, 2004, s.77 
  8. Paul Sweezy, aktaran P. Burkett, Marx ve Dünya, Epos Yay., 1.Baskı, 2004, s.18 
  9. A.g.e., s. 79 
  10. HKWM, Argument Verlag, Berlin-Hamburg, 2. Auflage 1998, Band 3, s. 384 
  11. A.g.e., s.222 
  12. A.g.e., s. 384 
  13. A.g.e., s. 387 
  14. A.g.e., s. 387 
  15. Ingo Elbe, Rote-Ruhr-Uni, Die Beharlichkeit des Engelismus: Bemerkung zum Marx-Engels-Problem (internet erişimi bu başlıkla mümkün) 
  16. Marx-Engels- Jahrbuch, Akademi Verlag 2007, s.157 
  17. A.g.e., s. 157 
  18. A.g.e., s. 157 
  19. A.g.e., s. 160 
  20. Küçük bir not: Marks ve Engels, dostluklarının başlangıcı olan 1843’den Marks’ın ölüm yılı olan 1883’e kadar olan yaklaşık 40 yıl içinde, birbirlerine toplam 1386 mektup yazdılar. 
  21. Kapital, 3. cilt, Engels’in Önsöz’ü, Sol Yay. , 2. Baskı, s. 14 
  22. “Friedrich Engels”, Yelena Stepanova, Yurt Kitap, 1994, s.10 
  23. A.g.e., s. 27 
  24. Anabritannica, cilt 8, s.195 (Türkçe baskı) 
  25. A.g.e., s. 194 
  26. A.g.e., s. 194 
  27. A.g.e., s. 195 
  28. A.g.e., s. 195 
  29. http://tr.wikipedia.org/wiki/Friedrich_Engels 
  30. 9 Ağustos 2012, Aydınlık Gazetesi 
  31. Protestanlık içinde dindarlığı ve tutuculuk tonu zamanla koyulaşan bir mezhep eğilimi 
  32. “Sosyalizm Ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi”nde `“Engels” maddesi üzerine yazılan makalede, “Engels” adı, 8 sayfa içinde toplam 37 kez geçiyor iken,  “Marks ve Engels” ifadesi 16 kez geçiyor. “Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi” adlı derlemede Engels’den yalnızcu 9 sayfada söz edlilmiş  (9 sayfa boyunca değil, yalnızca 9 sayfa içinde). Bunlar da neredeyse istisnasız olarak, olumsuz bir bağlamdadır.“Engels” adı yalnız başına topu topu 7 kez; “Marks ve Engels” olarak da 7 kez yazılmıştır. Bunu karşının örneğin, Herbel Spencer 29 sayfada söz  konusu edilmiş, Durkheim 167 sayfada, Come 93 saylfada, Darwin 21 sayfada konu edilmiştir. Lenin’e l0 sayfa,  R. Luxemburg 2 sayfada ancak yer bulabilmişken, Max Weber’e  tam l25 sayfa alan tanınmış. 
  33. Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi, T. Bottomore, R. nispet, Verso Yay., 1. baskı 
  34. Batı’da Sol Düşüce, Perry Anderson, Birikim Yay., Nisan 1982, 1. basım, s.40 
  35. A.g.e., s. 143 
  36. A.g.e., s. 79 
  37. A.g.e., s. 82-83 
  38. Tarih ve Sınıf Bilinci, Belge Yay. , 1. baskı, 1998, s.52 
  39. A.g.e., s. 47 
  40. A.g.e., s. 47 
  41. A.g.e., s.46 
  42. A.g.e., s. 54 
  43. A.g.e., s. 54 
  44. A.g.e., s. 46 
  45. A.g.e., s. 46 
  46. A.g.e., s. 56 
  47. A.g.e., s. 40 
  48. “Was Tun?”, Ausgewewählte Werke, Band 1, s. 358, Dietz Verlag, Berlin 1998). 
  49. Friedrich Engels: Der Mann, der den Marxismus erfand, Tristram Hunt,  Propyläen Verlag, 2012 
  50. A.g.e., s. 14