2. Dünya Savaşı ve sonrasında sosyal demokratlar ve komünist hareket

İsveç Komünist Partisi – Çeviren: Aziz Can Cengiz

Şubat 2019’da İstanbul’da Türkiye Komünist Partisi’nin ev sahipliğinde İstanbul’da yapılan Avrupa Komünist İnisiyatifi toplantısında İsveç Komünist Partisi tarafından yapılan sunumu Gelenek okuyucularıyla paylaşıyoruz.

Bu metinde İsveç’teki komünistlerin 2. Dünya Savaşı sırası ve sonrasındaki ideolojik gelişimleri anlatılacaktır. Bu zaman diliminde, “sosyalizme barışçıl geçiş“ fikri geliştirilmiş; Parti, Sosyal Demokrasi ve burjuva devletine karşı olan tavrını İsveç’teki işçi sınıfı hareketini kökten değiştirecek şekilde değiştirmiştir. Haklarındaki efsaneleri ve yanlış anlaşılmaları ortadan kaldırmak amacıyla Sosyal Demokratların rolü de ele alınacaktır.

Savaş sonrasında, Sosyal Demokratlar İsveç kapitalizminin yönetimini ele geçirmiş, onun İsveçli kapitalistlerle ve emperyalistlerle olan bağlarını güçlendirmişlerdir. Her ne kadar bu dönemin bütün bir resmini çizmek çok daha geniş ve detaylı bir çalışma gerektiriyor olsa da, biz dönemin belirleyici özelliklerinin altını çizerek belirli sonuçlara ulaşmayı hedefliyoruz.

Sosyal demokratların ekonomi-politiği

Savaş sürecinde işçilerin ücretlerinde sert bir düşüş yaşanmıştır – öyle ki, hükümet 1942 yılında işçi ücretlerini dondurmuştur. İşçi ücretlerine karşı sürdürülen sürekli saldırının bir parçası olarak ücretler çok düşük bir seviyede dondurulmuş, bunun sonucu olarak da işçi sınıfının büyük kısmı şartlardan yılmış, ücretlerin yükseltilmesi talepleri yükselmiştir. Bununla beraber, emek sömürüsü iş yoğunluğunun arttırılması yoluyla artmıştır.

Bu şartlarda komünistler 130.000 metal işçisini örgütlemiş, ücretlerin arttırılması talebi ile yaptıkları greve önderlik etme fırsatı bulmuştur. Bu grev beş ay sürmüş, kazanımları sınırlı olsa da, işçi ücretlerindeki düşüşün durmasına sebep olmuştur.

1944’te, Sosyal Demokratlar savaş sonrası dönemdeki işçi sınıfı hareketi için bir program üzerinde karar kılmış ve uygulamaya koymuştur. Bu programda kilit endüstrilerin kamulaştırılması ve genişletilmiş bir refah devleti yer alıyordu. Her ne kadar bu program burjuva sınıfı ve kapitalistlerle olan işbirliği derinleştikçe hızlıca terk edilmiş olsa da, belli başlı talepler uygulanmış; daha doğrusu işçi sınıfının militan örgütlülüğü, Komünist Parti’nin etkisi ve Sovyetler Birliği’nin zaferiyle beraber uygulanmak zorunda kalmıştır. İşçi ücretleri artmaya başlamış, emeklilik ve sağlık hizmetleri gibi haklar işçilere sunulmuştur.

1948’te Sosyal Demokratlar öncülüğündeki İsveç hükümeti, Marshall Planı çerçevesinde yardım almaya başlamıştır. Bu süreçte, İsveç toplam 107 milyon ABD doları yardım almıştır. Bu miktar Danimarka ve Norveç’in aldığı yardım miktarından az da olsa, İsveç’in ABD emperyalizmine sıkı sıkıya bağlanmasına yol açmış, İskandinavya’yı Amerikan sermayesine açan adımlardan birisi olmuştur. Bu bağlamda, İsveç’in 2. Dünya Savaşı’nın hemen arkasından Sovyetler Birliği ile ilişkiler geliştirdiğinin, hatta Sovyetler Birliği’ne ihracat yapmaya başladığının belirtilmesinde fayda vardır. Zira Marshall Planı çerçevesinde bu ilişki de sona ermiştir.

Sosyal demokrasinin 1944 programının aksine, 1950’lere gelindiğinde izlenen politika apaçık biçimde sermayeyi korumaya yöneliktir. Temel ürünlerde uygulanan fiyat kontrolünün kaldırılmasıyla gıda ürünlerinin fiyatında yükselme yaşanırken, daha önce işçilerin temel miktarda gıda ürünlerine erişimini garanti altına alan karne uygulaması kaldırılmıştır. Bunlarla beraber, hükümet ve devlet ekonominin gelişimi konusunda daha aktif bir konum almıştır. Tarıma yüklü miktarda yatırım yapılmış, kısa zamanda tarım makineleştirilmiştir. Yeni yatırımlarla bütün endüstrilerde üretim sürecinin yenilenmesi sağlanmıştır.

İsveç devleti savaş sonrasındaki dönemde daha önceki dönemlere göre ekonomik gelişme konusunda çok daha önemli bir konum sahibi olmuştur. Özellikle kâr oranı düşük olan, kapitalizmin işlemesi için kritik öneme sahip sektörlerde kamulaştırmalar yapılmıştır. Bu sektörlere örnek olarak toplu taşıma, posta ve telekomünikasyon servisleri, elektrik dağıtımı ve inşaat gösterilebilir.

İsveç tekelci sermayesinin genişlemesinde İsveç refah devletinin rolünün de altını kısaca çizmek istiyoruz. Verimli emek gücünün artışıyla beraber, endüstrinin gelişimi ihtiyacı doğmuştu. İşçilerin toplu şekilde fabrika çevrelerine taşınmak istemesi, toplu konut ihtiyacını beraberinde getirmiştir. Çözüm olarak milyonlarca ev yapılmış, bu da inşaat firması Skanska gibi firmaları dünyanın en büyük inşaat firmaları arasına sokmuştur.

Emekçi sınıflar için bunun anlamı, kendileri sahip oldukları evlerinden ayrılıp şehirlerde gerek belediyelerden gerek şirketlerden kiralamak zorunda olacakları kiralık evlere taşınmak olmuştur. Bu şekilde işçi ücretlerinin belirli bir kısmı yeniden sermayeye aktarılmış, işçi sınıfı ücretli köleliğe sıkı sıkıya mahkum edilmiştir. Bu projelerle yaşam standartları yükseltilmiş olsa da, bu yükseliş başka bir düzende mümkün olabilecek artışla kıyas dahi edilemez.

Refah devleti öncelikle gelişkin bir kapitalizmin kurulması için ihtiyaç duyulan verimli iş gücünü yaratmak adına ortaya çıkmış olsa da, örgütlü işçi sınıfı hareketlerinin etkisi zaman zaman bu ihtiyacı aşacak kazanımlar elde edilmesini sağlamıştır. Buna iyi bir örnek olarak çocuk yardımları gösterilebilir.

Devlet ekonominin planlanmasına da müdahale etmiştir. Bu müdahalenin en çok görülen biçimi, işçilerin ekonomik bakımdan durgun bölgelerden işçi ihtiyacı olan bölgelere göç ettirilmesi politikası idi. Bu yolla devlet, üretimin verimini ve dolayısıyla sermayedarların kârını arttırıyordu. Uygulanan bir başka politika da “MTM” [Metot Zaman Ölçümü] adı verilen yöntem altında görevliler tarafından işçilerin her hareketi izlenerek daha verimli çalışma yöntemleri bulunması idi.

Her ne kadar bu dönemin bütüncül bir anlatısı olmaktan uzak olsa da, İsveç Komünist Partisi’nin gelişimine geçmeden önce bazı temel sonuçlara ulaşmak istiyoruz.

Devlet konusunda; burjuva devletinin en temel rolünün kapitalist düzenin sorunsuz devamlılığını sağlamak olduğunu belirtmekte fayda vardır. Yapılan kamulaştırmalar, halkın faydasına değil, sermayenin ihtiyaçlarına yönelik olarak yapılmıştır. Zira, ekonomik büyümenin mümkün kılınması için ulaşımın geliştirilmesi şart olmuştu. Bununla beraber hem inşaat şirketlerinin kârını arttırmak,  hem de işçileri üretim havzalarına göç ettirmek açısından işçiler için yeni toplu konutların inşa edilmesi tekelci sermayenin ilgisini çekmiştir.

İşçilerin refahının artmasını sadece kapitalizmin gelişiminin bir etkisi olarak görmek yanlış olsa da – zira işçi sınıfı kazanımlarını elde etmek için mücadele etmiş ve fedakârlıkta bulunmuştur – refah artışının bu yönünü görmezden gelmek de eşit derecede yanlıştır.

Sosyal Demokrasi, bir olgu olarak, İsveç’te işçilerin pasifleşmesini ve kapitalizme bağlanmasını sağlayan bir rol oynamaktadır. Sosyal Demokrasi olmasaydı, burjuvazinin komünistlerle etkin bir şekilde savaşması imkânsız olurdu. Sosyal Demokratların sendikal harekette ve işçi sınıfı hareketinde sahip olduğu etki, sermayenin komünistlere karşı mücadelesinde kullanabileceği en etkili silah olmuştur.

Savaştan sonra, Sosyal Demokratlar, gerek İsveç kapitalizmini etkili ve detaylı çalışmalarıyla büyüterek, gerek işçi sınıfı hareketlerini pasifize ederek, kapitalist sistemin mükemmel yürütücüleri haline gelmişlerdir.

Genel bir bakış: İKP’nin 2. Dünya Savaşı ve sonrasındaki ideolojik gelişimi

O dönemde diğer pek çok komünist partide olduğu gibi, İKP’nin taktikleri de Sosyal Demokratlar ve diğer “ilerici” güçlerle siyasi birliğe odaklanmıştır. İdeolojik değişimlerin merkezinde, lider kadroların sosyalizme barışçıl bir geçişin mümkün olduğuna ve bunun birleşik bir Marksist İşçi Partisi’nin kurulmasıyla başarılabileceğine inanmasına yol açan neredeyse saf bir iyimserlik vardı.

Bu eğilim, Dimitrov’un 1935’te Komünist Enternasyonal’e sunduğu raporda yaptığı öneriye dayandırılabilir. Bu raporunda Dimitrov; “proletaryanın yürüttüğü sınıf savaşının çıkarları ve de proleter devrimin başarısı her ülkede yalnız bir tane işçi sınıfı partisi olmasını zorunlu kılıyor” diyordu.1

İleride de göreceğimiz üzere, Dimitrov tarafından öne sürülen birleşme koşulları İKP tarafından epeyce seyreltilmiş, hatta parti kadrolarının likidasyon ile suçlanmasına dahi yol açmıştır.

İKP’nin savaş sonrası stratejisinin gelişmesinde pek çok farklı faktör etken olmuştur. Hareketin daha önce maruz bırakıldığı baskı, Komintern’in dağılmasının ardından oluşan ulusal politika izlenmesi konusundaki rahat ortam, Parti’nin savaşın son yılında yaşadığı niceliksel büyüme ve halk cephesi ve birleşik cephe fikirlerinin oluşturduğu ideolojik gelenek bir araya gelmiş ve yeni bir politikayı doğurmuştur.

Komintern’in dağılmasına yanıt olarak, Merkez Komite tarafından siyasi bir komisyon kuruldu.2 Birkaç önde gelen üyeden oluşan bu komisyon, eski Komintern programının yerine geçecek yeni bir parti programının yazılmasına öncülük ediyordu. Dört hafta sonra, 1943 yazında, partinin ulusal konferansında, komisyon çalışmalarını sundu.

Komisyonun önerisi, İKP’nin tartışmaların temeli olarak Alman Erfurt Programı3 ’ndan esinlenilerek yazılmış olan 1920 Sosyal Demokrat Programı’nı kullanması yönünde idi. Bunun sebebi olarak da “bu programın yüzbinlerce işçi tarafından yol gösterici olarak görülmesi” gösteriliyordu.4 Parti başkanı Sven Linderot, 1920 programının kabul edilmesinin ideolojik bir karardan ziyade taktiksel bir karar olduğunu belirtiyor, Sosyal Demokrat Parti’nin iç çelişkilerinden faydalanarak bu yolla Sosyal Demokratların içinde solu güçlendirmenin bir yolu olarak gösteriyordu.5

Aynı konferansta Nils Holmberg, İsveç’te Sovyetler için mücadele etmenin anlamsız olduğunu iddia ediyor, bunun yerine hedeflenenin “eski, tarihsel olarak gelişmiş olan belediye meclisleri ve ulusal meclis gibi organların ele geçirilip işçi sınıfına tahsis edilmesi” olduğunu söylüyordu.6

Konferans, komisyonun önerisini onayladı ve 1920 programını kavramlarını keskinleştirerek de olsa tartışmaların temeli olarak kabul etti.7 Bununla beraber, yeni bir program yazmakla görevli bir program komisyonu belirlendi.

1944 yılının Şubat ayında, program komisyonu yılın ilerleyen döneminde kongre üyelerince oylanmak üzere yeni bir parti programı önerisini sundu. Programdan, proletaryanın diktatörlüğü, devrim hedefinin açıkça belirlenmesi ve bir Sovyet-İsveç mücadelesi gibi hayati önem arz eden ideolojik öğeler kaldırılmıştı.8 Tekel kapitalizminin devlet kapitalizmine dönüşmesi nedeniyle, sosyalizme geçiş için şartların olgunlaştığı da belirtiliyordu.9 Teklifle ilgili yorumda bulunan Linderot, partinin amacının birleşik bir İşçi Partisi’nin oluşturulması olduğu için, İKP programının böyle bir birleşik parti için kullanılabilecek bir program olması gerektiğini söyledi.10

Önerilen program, 1944 Mayısındaki parti kongresinde kabul edildi. 1921 programının ve 1928’deki Komintern programının aksine, bu programda sosyalizme giden yoldan hiç söz edilmiyordu.11 Bu eksiklik açıkça “barışçıl geçiş” fikrine destek veriyor olmasa da, bu yönde çıkarımlar yapılmasına yol açtı. Aynı kongrede, Politik Büro üyeleri Hilding Hagberg ve Fritjof Lager barışçıl geçişin “mümkün olduğunu” ve “silinip atılamayacağını” söylüyordu.12

Bütün bunlara rağmen, barışçıl geçiş fikrinin 1945 Mart’ında yapılacak olan Merkez Komite toplantısında somut bir hal alması için bir sene daha gerekecekti. Bu toplantıda, Set Persson siyasi durumu ve Parti’nin görevlerini açıklamak üzere görevlendirildi. Açıklaması şu şekilde oldu:

“Biz desteğimizi, ilerlemeyi normal demokratik yollarla […] ve barışçıl bir şekilde sağlama hedefine veriyor, ve ilerlemenin bu şekilde sağlanabileceğini biliyoruz”13

Yeni parti programının yanı sıra, 1944 kongresi Sosyal Demokratların “Savaş Sonrası Programı”nı da eylem programı olarak kabul etmiştir.

Her iki programın kabul edilme sebebi, işçi sınıfının siyasi birliğini sağlamak ve Sosyal Demokrat Parti içerisindeki sol kanadı güçlendirmekti. Savaş Sonrası Programı üzerine verdiği meşhur bir demecinde, Linderot bu programın “kapitalizmin gölgesinin başını kestiğini” iddia ediyordu.14

İKP ve Linderot’un akıl yürütmesi şu şekildeydi: programın hayata geçirilmesi kapitalist düzende mümkün olamayacaktı, ancak Sosyal Demokratlar da kapitalist düzeni hedef almayacaklarından, program ancak kapitalizmin gölgesinin başını kesmekle yetinebilirdi. Linderot’a göre bu programın en önemli tarafı herkesin işinin olması talebiydi. Bu talep, bazı başka taleplerle beraber, kapitalist düzende gerçekleştirilemezdi, yani eğer İKP Sosyal Demokratları ve sendikaları bu programdan vazgeçmemeye ikna edebilirse, onlar da bu gerçeği görecekti.15

Parti, sosyal demokrat eylem programını benimsemenin yanı sıra eski bir sosyal demokratik program üzerine kurulu bir parti programını benimseyerek, birlik için temel koşullardan birini sağlamış oldu: Sosyal Demokratların, Komünist Parti Programı’na tabi kılınması. Buradaki çelişki ise, kavramları keskinleştirilmiş de olsa komünistlerin zaten sosyal bir demokratik programı benimsemiş olmalarıydı. Bu, özünde, Sosyal Demokratların yalnızca radikal bir sosyal demokratik programa tabi olacağı anlamına geliyordu.

Savaş süresince İsveç, Komünist Parti dışındaki bütün partilerden oluşan bir koalisyon tarafından yönetiliyordu. Buna karşı koymak ve Sosyal Demokratları burjuvazi ile olan ilişkilerinden koparmak amacıyla, İKP “Sol Hükümet” sloganını ortaya attı. Komünistler, Sosyal Demokratlar ve “burjuva partilerindeki ilericilerden” oluşan bu hükümet “faşizmin ve büyük sermayenin gücüne karşı” net bir çizgi çekecekti.”16

1945 Ekim’inde Sosyal Demokratlar koalisyon hükümetinin yerine geçerek gücü ellerine aldıklarında “Sol Hükümet” sloganı terk edildi. Eski sloganla devam etmek komünistlerin devlet gücünü kendi ellerine almak istedikleri anlamına gelebilirdi.17

1945 yılını geride bıraktığımızda, Komünist Parti’nin analizlerinde ve taktiksel düşüncelerinde kayda değer değişiklikler olmuştur. Önceden Marksizm-Leninizm’in temel ilkelerinden sayılan proletarya diktatörlüğü, devrimci hareket gibi fikirler terk edilmişti. Bunların yerine önce belirsiz ve yoruma açık formülasyonlar geliştirilmiş, sonrasında ise Merkez Komite’nin yorumuyla sosyalizme barışçıl geçiş fikrine olan yol açılmıştır.

Sosyalizme barışçıl geçiş o dönemin İsveç’indeki komünistlerin değerlendirmeleri açısından merkezi önem taşımaktadır ve neredeyse oy birliğiyle kabul edilmiştir. Belli başlı parti hücreleri ve yerel örgütler memnuniyetsizliklerini dile getirmiş olsa da; parti içi muhalefet, eleştirilerini hiçbir zaman birlik içerisinde veya anlaşılır şekilde sunamamıştır.

Sosyalizme barışçıl geçiş

Barışçıl geçişe doğru olan dönüşümü anlamak için, komünistlerin bu dönemde yaşadıkları somut gerçekliği anlamak önemlidir.

Savaş süresince, İsveç Avrupa’da oluşmuş olan özel koşullardan dolayı bütün “demokratik” partilerden oluşan bir koalisyon tarafından yönetiliyordu. Komünistler ise şiddet yanlısı aşırılar olarak görülüyordu ve burjuvazi tarafından demokratik olmamakla suçlandıkları için ulusal koalisyondan dışlanmışlardı.

Komünistlere yönelik baskı

Bu dönemde, daha önce hiç olmadığı kadar baskıyla karşılaştılar. Kış Savaşı’ndan itibaren, Sosyal Demokratlar ve burjuvazi; komünistlere karşı terör saldırıları, toplama kampları ve komünist basını susturmaya yönelik girişimlerle acımasızca saldırmaya başladı.

İlk olarak, komünist gazete Ny Dag [Yeni Gün] saldırıların merkezindeydi. Önce gazetenin aldığı bütün kredileri geri çekerek, sonrasında gazete satıcılarını gazeteyi satmamaya zorlayarak ve son olarak reklam verenleri gazeteden reklamlarını çekmeleri yönünde tehdit ederek basını susturmaya çalıştılar. Parti, üye ve sempatizanlarını harekete geçirerek, partinin ekonomisine vurulması planlanan darbeyi engelledi.

İkinci adım yargı yolunu kullanmaktı. “Yabancı ülkelerle ilişkilere zarar vermek” suç haline getirildi ve komünist basın sürekli bu suçla suçlanmaya başladı. Bunun karşısında, sıkça, yazılar eski Uluslararası Tugay gönüllülerinin imzasıyla çıkarılmaya başlandı ve gazetelerin resmi editörleri olarak onlar gösterildi. Zaten İspanya’dan döndükleri için fişlenmiş oluyorlardı ve birkaç ay hapse girmek de kalacak yer ve yemek sorunlarını çözmenin bir yoluydu. Bu yolla verilen en uzun ceza hükümetin Finlandiya’daki gerici unsurlara verdiği desteği eleştiren bir yazıdan dolayı eski bir İspanya gönüllüsüne verilen 5 aylık ağır koşullar altında çalışma cezası idi.

Bu taktiklerin işe yaramayacağı anlaşılınca, baskı iyice ağırlaştı. 1940 yılında, parlamento (Komünist milletvekilleri ve bir liberal milletvekili hariç) oybirliği ile Komünist Parti’nin yasaklanmasını mümkün kılan bir yasayı kabul etti. Yasa bu amaçla kullanılmamış olsa da varlığı Parti’nin sürekli yasadışı hale gelme tehlikesi altında yaşaması anlamına geliyordu. Tehditler dolayısıyla, Parti başkanı Sven Linderot çoğunlukla toplantılara katılamadı, zira Parti O’nun tutuklanmasından endişeleniyordu. Neredeyse eş zamanlı olarak, polis ülkedeki bütün parti bürolarını, parti üyelerinin evlerini ve komünist ağırlıklı işçi sendikalarını aramaya tabi tuttu.

İşçi sendikalarında ve işçi sınıfı hareketinde, Sosyal Demokratlar bazı sendikalarda komünistlerin üye olmasını veya seçilmesini yasaklamaya çalıştı. Sosyal Demokratlar, gazetelerinde komünistlerin “kökünün kurutulmasını” propaganda ediyor, “komünistler konusunda duygusallığa yer olmadığını” ve de “komünistlerin bildiğimiz anlamıyla insan olmadığını” iddia ediyorlardı.

Aynı zamanda hükümet, komünist gazetelerin İsveç trenleri veya İsveç posta servisi kullanılarak taşınmasını yasakladı. Bunun üzerine dağıtımı Parti, ülke çapında seyahat eden parti üyeleri aracılığı ile sağlamaya başladı.

Atmosferde yoğun bir anti-komünizm kokusu vardı, dolayısıyla sürekli yeni saldırılar düzenleniyordu. Ny Dag’in Stockholm ofisi sağcı gençler tarafından basıldı. Neyse ki İspanya İç Savaşı gazileri ofiste hazır bulunuyordu ve saldırıyı kolayca savuşturdular. Parti üyeleri ve savaş gazileri parti örgütlerini vardiyalar halinde saldırganlardan korudular.

İsveç’in kuzeyinde ise komünistler Stockholm’de oldukları kadar şanslı değillerdi. 3 Mart tarihinde polis ve liberal parti temsilcilerinin, yerel sağcı gazetecilerle el ele vererek komünist gazete Norrkensflamman [Kuzey Işıkları’nın Alevi]’ın ofisine düzenledikleri bombalı saldırıda ikisi çocuk beş insan yaşamını yitirdi. Ölenlerden birisi İKP Merkez Komite üyesi, aynı zamanda Norrkensflamman üyesi olan Arthur Hellberg idi. Suçlulara sembolik cezalar verildi ve kısa sürede salıverildiler. Bu saldırı, İsveç tarihinin en kanlı terör saldırısı olarak tarihe geçmiştir.

Eş zamanlı olarak, pek çoğu savaş tehdidinden dolayı orduya çağrılmış olan binlerce komünist kadro, çoğu İsveç’in kuzeyinde bulunan toplama kamplarına alındı. Dış dünya ile herhangi bir bağları olmadan, idam edilip edilmeyeceklerini bilmeden bu kamplarda tutuldular. Toplama kamplarında tutulan kişilerden birisi Norrkensflamman saldırısında eşini ve çocuğunu kaybetmiş olmasına rağmen çıkmasına izin verilmedi.

Bu toplama kamplarının ilki 1939’da kurulmuş ve Nazi Almanyası’nın Sovyetler’e karşı ilerlemede olduğu süreçte bu kamplar muhafaza edilmiş ve genişletilmiştir. Savaşın gidişatı değişmeye başladığı gibi bu kamplar da yıkılmaya başlanmıştır. Savaş sırasında genç komünistlerin tutulduğu kampların dışındaki toplama kampları Sosyal Demokrat hükümet tarafından kurulmuş, Nazi işgalinden kaçmakta olan yabancı komünistler bu kamplarda tutulmuştur.

İkinci Dünya Savaşı sırasında İsveçli komünistlerin üzerindeki bu baskı, İsveç komünist hareketinin ideolojik gelişimini etkileyen faktörlerden birisi olmuştur. Bu baskının bir sonucu olarak, Parti çok daha ihtiyatlı hareket etmiş, diğer partiler ve devrimci olmayan işçiler tarafından kabul edilmek amacıyla demokratik görünmek gittikçe daha da önem kazanmıştır. Aşağıda açıklanan diğer faktörlerin yanı sıra, Parti’nin ideolojik değişiminin dayandığı somut taban budur.

Savaş sonrası yıllarda komünistlere yönelik saldırılar

Savaşın ardından, komünistlerin karşılaştığı baskı daha önce görülmemiş şekiller aldı. Gerek Sovyetler Birliği’nin prestijinden, gerek komünist hareketin büyümesinden (1944 parlamento seçimlerinde komünistler %10’dan fazla oy almışlardı) dolayı eski yöntemler kullanılamadı. Bunun yerine, komünistlere işçi sınıfı hareketinin içinde düzenlenen saldırılar yoğunlaştı. 1948 yılında, Sosyal Demokrat Başbakan Taga Erlander, “işyerlerinin, komünizmle olan savaşın meydanları” olduğunu söylüyordu.

1941 yılında, İsveç Sendikaları Birliği (LO) merkezileştirilerek grev kararlarının merkezi liderlik tarafından alınması gerekliliği getirilmişti. Bu sayede sendikal gücün, aynı zamanda on binlerce sendika temsilcisinden oluşan güçlü bir örgütlenme kurmakta olan sosyal demokratların eline geçmesi sağlandı. Bütün bunlar savaş sonrasında komünistlere karşı kullanıldı.

1945’te sosyal demokrat sendika liderliği tarafından sendikal hareketteki komünistler ile sosyal demokratlar arasındaki güç dengesini belirlemek üzere bir araştırma düzenlendi. Araştırma sonucunda sendikaların temsilci kurullarının onda birinin komünistlerin elinde olduğu, bu sayede de 1945’te Metal İşçileri Grevi’ni düzenleyebildikleri belirlendi. Komünistlerin fişlenmesi aynı zamanda gizli servis eliyle ve başka yöntemlerle en azından 70’lere kadar devam etti. Sonuç olarak, yüz binlerce komünist, barış aktivisti, sendikacı ve diğerleri Sosyal Demokratların yardımıyla gizli servis tarafından fişlendi.

Bu araştırmadan faydalanarak, komünistlere daha etkin şekilde saldırmak mümkün oldu. Sosyal Demokratlarla bağlantılı seçilmiş sendika temsilcileri komünistlere karşı mücadele etme eğitimi aldı. Parayla tutulan ajitatörler komünistlerin ağırlıkta olduğu mahallelere gönderildi ve buna benzer pek çok önlem alındı. Bu şekilde, sosyal demokratların, komünistlerin işçi sınıfı hareketi içinde gördüğü desteği yavaş yavaş tasfiye etmesi mümkün oldu.

Baskı dışındaki faktörler de ideolojik gelişmeleri tetikledi. Bir burjuva tarihçisinin anlattığı şekliyle:

“Hem program hem de [Merkez Komite’nin] açıklamaları Avrupa’daki çağdaş olayların etkisiyle gerçekleşmiştir. […] Kızıl Ordu’nun ilerleyişi, devletlerin yıkılması, işgal altındaki ülkelerdeki direniş ve Kıta Avrupasındaki Sosyal Demokrasi’nin radikalleşmesi; İsveç’teki ruh haliyle birleştiği zaman kayda değer bir iyimserliğe yol açmıştır.”18

Bu faktörlere, hem yedinci Komintern Kongresi’nden gelen ideolojik birikimi ve birleşik işçi partilerinin kurulması veya halk cepheleri/birleşik cephelerde birleşilmesi gerektiği iddialarını, hem de komünistlerin karşı karşıya kaldıkları baskı altında “yayın organlarının ve partilerinin yasallığını savunmak amacıyla artan şekilde demokrasi yoluna itildiklerini19 eklememiz gerekir. Burada vurgulamak gerekir ki, Parti’nin niyeti hiçbir zaman sınıf uzlaşmacı veya reformist olmamıştır, hedefi sosyalizmdir. Geriye dönüp baktığımızda, çıkan sonucu ve yaptıkları analizi eleştirebiliriz, ancak niyetlerinin iyi olduğunu kabul etmemiz gerekir.

Hem iyimserlik hem de ihtiyattan (buna korku demek özellikle de komünistlerin katlandıklarını düşününce yanlış olur) oluşan bu arka planda, sosyalizme giden yoldaki değişiklikler görülmelidir. Parti’nin belirlediği bazı kritik faktörler, onları barışçıl bir geçişi desteklemeye itmiştir.

Bu faktörlerin en önemlileri şunlardır:

  • Genel olarak, güç dengelerinin işçi sınıfının lehine değişmiş gibi görünüyor olması, ve Avrupa’nın genelinde bu değişiklik daha da büyük olduğundan20 , İsveç’te de devam edeceği yönündeki beklenti büyüktü. Bu gücün kazanılmasının arkasındaki sebep “işçi sınıfının devlet aygıtı içerisinde belli başlı pozisyonları tutmayı başarmış olması”dır.21
  • İşçi sınıfının örgütlü gücü şu şekillerde kendini göstermiştir: güçlü ve birleşik bir sendika konfederasyonu (LO), işçi sınıfı partilerinin parlamentoda, pek çok bölgesel mecliste ve belediye meclislerinin büyük kısmında çoğunlukta olması.22
  • Burjuvazi hem ekonomik hem de siyasal açıdan dağınık durumdayken, işçi sınıfının sayıca çoğalarak o tarihte toplumun %60’ından fazlasını oluşturması.23
  • Özellikle ilham verici olan Doğu Avrupa’daki halk iktidarlarının büyümesi idi. Bu durum Parti içinde yoğun olarak ele alınmıştı ve İsveç’te bir halk iktidarı kurulması mümkün görülmekteydi.24

Sosyalizme barışçıl geçiş çerçevesinde birbirini besleyen üç ana koldan ideolojik sapma yaşanmıştır.

Öncelikle, barışçıl geçiş; odak noktasının sapması üzerine kuruludur. Geleneksel Marksizm-Leninizm sermaye ile emek arasındaki temel çelişkinin bilimsel tespiti üzerine kurulu iken, barışçıl geçiş çerçevesindeki temel çelişki demokrasi ile gericilik arasında kurulur. Buna bağlı olarak demokratik merkeziyetçilik zayıflar ve bunun yerine bir kitle partisine dönüşüm gerçekleşir.

Bu çelişkideki sapma aynı zamanda Sosyal Demokrasinin tahlilindeki bir sapmadan beslenmektedir: eğer basit çelişki demokrasi ile gericilik arasında kuruluyor ise, haliyle bütün demokratik güçler gericiliğe karşı müttefik konumunda olurlar. Bu, kapitalizme koltuk değnekliği ettiklerinden dolayı emek-sermaye çelişkisi bağlamında düşman olarak görülen Sosyal Demokratları da kapsar.

Bu her iki eğilime bağlı olarak, burjuva devletine olan bakışta da sapma meydana gelmiştir. Parti’ye yönelik saldırılara karşı vurgulanan burjuva demokrasisinin korunması ve genişletilmesini savunma gerekliliği ile birlikte, Parti’nin barışçıl geçişi desteklemek için tespit ettiği bir takım “somut şartlar” bir araya gelerek burjuva devletin tahlili açısından bir revizyona sebebiyet vermiştir. Sovyetleri kurmak için savaşmak yerine, Parti “eski, tarihsel olarak gelişen belediye meclisleri ve ulusal meclis gibi organların ele geçirilip işçi sınıfına tahsis edilmesi” için savaşıyordu.25

Yazının devamında, o tarihteki İsveç Komünist Partisi tarafından üretilen sosyalizme barışçıl geçiş fikrinin anlaşılması için merkezi önem taşıdıklarından bu üç sapmayı tahlil edeceğiz.

Odak noktasının sapması: ’emek-sermaye’ çelişkisinden ‘demokrasi-gericilik’ çelişkisine

Kapitalist ve emperyalist toplumun temel çelişkisi emek ve sermaye arasındaki çelişkidir. Bu sınıflardan biri diğerini sömürmekte ve diğer sınıf tarafından üretilen artı-değere el koymaktadır. Bu çelişki kapitalist toplumun altyapısında vardır: kapitalizm, bu çelişki sayesinde ayakta durmaktadır.

Zamanın bahsettiğimiz noktasında, bu görüşten temel çelişkinin demokrasi ve gericilik arasında olduğu düşünülen bir görüşe kaymak mümkündür. Bunun anlamı, odağın kapitalizmin üzerine kurulu olduğu somut gerçekten uzaklaşıp kapitalizmin aldığı farklı şekillere kaymasıdır. Bu şekilde, odak, altyapıdan üstyapıya kaymış olur.

1946’da yapılan 13. Parti Kongresi’ndeki konuşmasında, Linderot bunu daha programatik şekilde ifade etmiştir. Onun iddiasına göre “mücadele cephesi demokrasi ile gericilik arasındadır”.26 Bu yalnızca İsveç’te değil, bütün dünyada böyledir. Linderot’un konuşması, kongre tarafından partinin çizgisi olarak kabul edilmiştir.27 Bunun açtığı en doğrudan sonuç, burjuva ve işçi demokrasileri arasındaki farkın belirsizleşmesi, dolayısıyla bu iki farklı demokrasi türü arasındaki farkı anlamanın zorlaşmasıdır.28

Sapma 1946 yılında resmileşmiş olabilir, ancak daha önceden beri Parti’nin taktikleri buna göre belirlenmekte idi. Stratejik seviyede odak noktasındaki sapma, ülkedeki bütün burjuva demokratik ve ilerici unsurları gericiliğe karşı birleşmeye davet eden “Demokratik Blok” sloganının kullanılmasına sebep olmuştur. Bu yeni Blok daha önceki “Sol Hükümet” sloganının yerine geçmiştir ve de Savaş Sonrası Programının genişletilmesinin üzerine kuruludur. Bu genişleme de Sosyal Demokratlar, LO ve İKP tarafından gerçekleştirilmelidir. Bunun arkasındaki fikir, gericiliğe karşı net bir çizgi çekecek demokratik bir platform kurmaktır.29

Bu sapmanın bir başka sonucu olarak, demokratik merkeziyetçilik giderek daha da zor bir hedef haline geldi. Eğer amaç demokrasi mücadelesi için olabildiği kadar fazla insanı toplamak ise, üyelik için katı kurallar koymak mantıklı değildi. Merkez Komite adına konuşan Gunnar Öhman, şu soruyu soruyodu:

“Partimize hangisinin faydası daha büyük olur? Yüzde yüz temiz ve net komünistlerden oluşan, halktan uzak küçük bir elit grup mu, yoksa işçi sınıfıyla doğal ve somut bağları olan, ancak kafası daha az net üyelerden oluşan bir toplumsallık mı?”

Kendisinin bu soruya cevabı da şu şekilde oldu:

“Partimiz karşılıklı sohbet ve takdir için kurulmuş bir topluluk veya bir çeşit cemaat olamaz ve olmayacaktır, aksine partimiz kapıları bütün sınıf yoldaşlarımıza ve güçlerini işçi sınıfı için kullanmak isteyen herkese açık olan kavgacı bir işçi örgütüdür. Partimizin inşasında kovalamamız gereken yüzde yüz temiz komünist elitler değil, bilinçli komünist militanların toplumsal örgütlülüğüdür.”30

Bir başka konuşmasında, Öhman kendisinin “sekter” dediklerini (özünde, kitle çizgisi fikrine katılmayanlardan bahsetmektedir) işçi sınıfının gelişkinlik düzeyi en altta olan kısımlarını hesaba katmamakla suçladı.31 Bu düşünce şekli incelendiği zaman, kastedilen açıktır: “sekterler” bilinçli işçilerle uğraşırken işçi sınıfının en alt tabakalarını hesaba katmamaktadır. Bunun karşısında, Merkez Komite’yi temsilen konuşan Öhman, işçi sınıfının en alt tabakalarına odaklanmak istemektedir.

Sonuç olarak, 1944 ve 1946 kongreleri yeni üyelerden beklenen şartları düşürmüş, üye olmayı kolaylaştırmıştır.

Daha önce belirtildiği gibi, Hagberg, 1920 sosyal demokrat programının değiştirilmiş versiyonun kabul edilmesinin, yüzbinlerce işçi tarafından yol gösterici niteliği taşıdığından önemli olduğunu belirtmiştir. Bu, Parti ve halk kitleleri arasında kurulan ilişkiyi tepetaklak etmekte, Parti işçi sınıfına önderlik etmek yerine, sınıfı takip eden konuma oturmaktadır: işçilerin yol gösterici olarak gördüğü şeyi, Parti de benimsemektedir.

Haliyle, bu eğilim Parti’nin öncü karakterini zayıflatmış, öncü parti yerine kitle partisi anlayışını getirmiştir. Bu, temel çelişki konusunda yaşanan sapmayla ve de Parti’nin geliştirdiği birlikçilik anlayışıyla el ele gitmektedir.

Şimdi bahsedeceğimiz Sosyal Demokrasi tahlili konusu da buna bağlıdır.

Sosyal demokrasi’nin rolü ve fonksiyonu

İKP’nin çizgisinin merkezinde Sosyal Demokrasi ile kurulacak birlik çerçevesinde işçi sınıfının siyasal birliği vardı. Zira temel çelişkiyi demokrasi ile faşizm arasında görmenin mantıksal sonucu buydu.

Bu yeni tahlille ve odağın kaymasıyla beraber, İKP’nin kısa vadeli hedefi Sosyal Demokratların içindeki sol kanadı güçlendirerek birleşmeyi kolaylaştırmak haline geldi. Henüz 1942 yılında, Linderot Sosyal Demokrat Parti’nin içindeki iki karşı eğilimin altını çizmişti: sol ve sağ. Buradan yola çıkarak, Linderot er ya da geç partinin ortadan ikiye ayrılacağını, hal böyleyken de güçlü ve kavgacı bir sol kanada ihtiyaç olduğunu iddia ediyordu.32 Savaş Sonrası Programı’nın kabul edilmesiyle de aynı sonuç hedefleniyordu: komünistlerin bu programı kabul etmeleri Sosyal Demokratların programı terk etmelerini zorlaştıracak, dolayısıyla Sosyal Demokrat Parti’nin sol kanadı güçlenecekti.

Parti’nin bu yıllardaki eylemlerinin merkezinde Sosyal Demokratlarla verimli bir iletişim kurarak bir halk cephesi iktidarı kurmak yatıyordu. 1945’teki Metal İşçileri Grevi sırasında Linderot “eğer bu kış bir veya iki sektörde grev olursa, Sosyal Demokratlar bizi arayacak ve onlarla konuşmak isteyip istemeyeceğimizi soracaklardır.” diyordu.33

Yukarıda da belirtildiği gibi, hedef Sosyal Demokratlarla beraber bir “Demokratik Blok” inşa etmekti. Eğer bu Blok inşa edilebilirse, parlamentodaki ve diğer meclislerdeki işçi sınıfı temsilcileri harekete geçerek önce demokrasiye, ardından da sosyalizme doğru adımlar atabilirdi. Bu amaca yönelik hareket etme amacıyla Hagberg, Parti’nin sosyal demokratlara karşı “iyimserce temkinli” olduğunu belirtirken, Parti; kendisinin artık muhalefette olmadığını, zira Savaş Sonrası Programı’nın bütün işçi sınıfı hareketinin ortak programı olduğunu ilan etti.34

Son tahlilde, Parti çizgisi yalnızca 10 yılda tepetaklak edilmiş oldu ve Sosyal Demokratlar sosyalizm mücadelesinde müttefik ilan edildiler.

Bu metinde inceleyeceğimiz son büyük sapma, sosyalizme barışçıl geçiş fikrinde hayati rol oynayan burjuva devletinin tahlili konusudur. Zira Parti’nin teorik yayın organlarında, o dönemde İsveç sosyalizmine giden yolun “İsveç demokrasisinin üzerine inşa edileceğini” görebilirdiniz.35

Devlet: Dönüştürmek mi devirmek mi?

Bu dönemdeki İsveçli komünistlerin tahlillerine göre, devlet kapitalizmden ve onun somut altyapısından gitgide uzaklaşır: devlet hakim sınıfın elinde bir araç olmayı bırakır, ve hakim sınıfın yön verdiği neredeyse tarafsız bir araca dönüşür. Yani işçi sınıfının da sermayenin devlet üzerindeki hakimiyetini kırıp devleti kendi faydasına kullanması mümkündür.

Merkez Komite Üyesi Carl-Henrik Hermansson, işçi sınıfının devlet organlarının içindeki yerini genişlettiğini, ancak devletin halen “aslen burjuvazinin yönetme gücünü kullanmasını sağlayan bir araç” olduğunu iddia ediyordu.36 Buna bağlı olarak, Komünist Parti’nin kısa vadeli amaçlarını şöyle tanımlıyordu:

“Devlet aygıtının içinde Komünist Parti ve işçi sınıfı adına Komünist Parti’nin yönetme gücü kullanmasını mümkün kılacak düzeyde gücü ele geçirmek.”

Bu bakış açısının açığa çıkardığı birçok gerçek vardır, ancak en önemlisi, burjuvazinin devlet üzerindeki gücünün geçici ve kırılabilir olduğunu iddia eder ve aynı zamanda sahip olunan gücü devlet üzerindeki etkiye bağlar – devlet üzerinde ne kadar etki sahibi olunursa, o kadar yönetme gücü kullanılabilir. Haliyle, bu düzen dışı siyasetten parlamenter siyasete dönüşün göstergesidir.

Soldan gelebilecek bir eleştirinin önünü almak amacıyla, Hermansson bu yaklaşımın Sosyal Demokratların yaklaşımıyla ilişkilendirilemeyeceğini söyler. Sosyal Demokratlar sosyalizme yavaş ve aşamalı geçişi, yani işçi sınıfının pasif kalmasını savunurken, Komünist Parti’nin devlet aygıtı içerisinde gücünü arttırması beraberinde işçi sınıfı hareketliliğinin de artmasını getirecektir.37Tabii ki bugün geriye dönüp baktığımızda, komünistlerin bu hamlesinin de işçi sınıfını aynı şekilde pasifize ettiğini rahatlıkla görebiliyoruz.

Hagberg, 1944’te Parti Kongresi’nde yaptığı konuşmasında, devlet gücünün işçi sınıfına geçmesi için, siyasi çoğunluğun yeterli olmadığını ifade etmektedir. Bunun sağlanması için:

“Kayda değer bütün devlet organlarının işçi sınıfının eline geçmesi gerekir. Bu organların ele geçirilmesi ve de yasama ve yürütme erklerinin eski kapitalist üretim düzenine karşı harekete geçirilmesi ile, üretim araçlarına halk adına el konulması sağlanabilir.”38

Yalnız Hagberg ve Linderot değil, daha önce alıntıladığımız gibi Nils Holmberg de benzer ifadeler kullanmış, sovyetler kurmak için savaşmanın mantıksız olduğunu, Komünist Parti’nin görevinin eski burjuva devlet organlarının işçi sınıfının kullanımına tahsis edilmesi olduğunu söylemiştir. Ek olarak Holmberg devlet organları hakkında “onları dönüştürmeli, yeni bir içerik ve farklı yetkiler vermelisiniz.” demiştir.39

Bu şekilde, burjuva devletinin yalnızca burjuva sınıfına ait bir araç olmadığı ve devlet gücünün sosyalizmi kurmak için işçi sınıfı tarafından kullanılabileceği düşüncesi Parti içinde oturtulmuş oldu.

Demokrasi-gericilik bağlamı içerisinde devletin demokratikleşmesinin önünde duran en büyük engel gerici partiler ve kolluk kuvvetleri, ordu, yargı ve hapishaneler üzerindeki kontrolleri idi.40 Bunun yardımıyla gerici partiler “parlamenter reform çalışmalarını genellikle gülünç yöntemlerle yavaşlatıyor, bu da halk kitleleri içinde ulusal meclise olan güveni azaltıyor, ulusal meclisin taraflı ve zayıf görünmesine yol açıyordu.”41

Burjuva devleti hakkında geliştirilen yeni tahlil mantıken ona farklı bir yaklaşımı da beraberinde getiriyordu. Komintern döneminde program burjuva devletinin yok edilmesini net bir şekilde hedeflerken, Linderot ulusal ve bölgesel meclisler ile belediye meclislerini propaganda yapılacak alanlar olarak görüyordu. Varılan noktada ise, komünistler kendileri işçi sınıfının burjuva parlamentosuna olan güvenini sağlamaya çalışıyor, daha önceki görüşlerinden tamamıyla alakasız bir yöne sapıyorlardı.

Sonuçlar

Bu metinde, İkinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında İsveç Komünist Partisi’nin dömüşümünü ve Sosyal Demokratların rolünü eleştirel olarak ele almaya çalıştık. Vardığımız sonuçlar şunlardır:

  • Komünist Parti programı ve ideolojisi, devrimci durum içinde olunup olunmadığına bakılmaksızın devrimci kalmalıdır. İKP’nin devrimci olmayan durumlarda devrimci olmayan programlara ihtiyaç olduğu yönündeki yanlış fikirleri İsveç’teki komünist hareketi derinden etkilemiştir ve hala etkilemektedir. Komünistlerin görevi gerek devrimci durumlarda gerek devrimci olmayan zamanlarda, devrim yapmak olarak kalmalıdır. Her ne kadar 1945’te reel sosyalizmin etkisi karşı konulamaz görülmüş ve sosyalizme barışçıl geçiş fikirlerinin oluşmasına yol açmışsa da, biz artık böyle bir ihtimal olmadığını biliyoruz – sosyalizme barışçıl geçiş, kapitalizme yamanmak anlamına gelmektedir.
  • Revizyonizm ve oportünizm büyük sıçramalarla değil, kendi başlarına zararsız görünen küçük değişimlerle gelir. 1945 İKP’sinin 1960’lardaki Sol Parti’ye tek sıçramada dönüşmesi imkansız olurdu – zira buna karşı oluşan tepki çok büyük olurdu. Bunun yerine, bu dönüşüm her biri yeni bir ideolojik ve siyasal bakış açısı getirerek yeni adımların önünü açan küçük adımlarla gelmiştir. Proletarya diktatörlüğünün terk edilmesi bize net bir örnek sunmaktadır. 1943’te bu fikir terk edildiği zaman, anında yerine somut bir şey konulmamış, basitçe parti programından çıkartılarak sosyalizme geçiş hakkında yeni yorumların önü açılmış, zamanla sosyalizme barışçıl geçiş fikrinin önünü açmıştır. Her bir adım bir diğerini getirir, yani ilk adımın atılması tehlikelidir.
  • Burjuva devletinin sınıf karakteri değiştirilemez – tavizler vermesi sağlansa bile, burjuva sınıfına entegre kalacaktır. Devleti içeriden dönüştürme ve devlet içinde güç kazanma fikri işçilerin kendi öz örgütlülüğünü güçlendirme amacını unutturmuş, onun yerine partilerin meclisteki pozisyonlarını güçlendirme amacını koymuştur. Bu da Parti’nin sendikal hareketteki gücünü ve devrimci potansiyelini zayıflatmıştır. Bu düşüncenin altyapısını belirttik, ancak net olmak gerekir: burjuva devleti dönüştürülemez, sosyalizmin inşasında kullanılamaz – komünistlerin görevi halen kitlelerin devlete olan güvenini kırmak ve devletin sınıf karakterini ifşa etmektir. Bunun anlamı burjuva devletinin işçi sınıfına ve İsveç’teki tüm ezilenlere sunduğu refah düzeyine kanmamamız gerektiğidir. Bu refahın sunulması, İsveç tekellerinin zamanın belirli bir momentinde ihtiyaç duydukları şeylerin bir yan ürünüdür, ancak aynı zamanda, işçilerin örgütlülüğü bu refah düzeyinin belli başlı kısımlarını tekellerin ihtiyaç duydukları verimlilik artışından bağımsız olarak elde etmiştir. Bu sayede işgücünün yeniden üretilmesi sağlanmış, İsveç tekelci sermayesinin büyümesi için gerekli altyapı sağlanmıştır. İsveç refah devletinin kurulması, devletin emri altında tekelci sermaye tarafından gerçekleştirilmiştir. Örneğin toplu konutların inşası, inşaat şirketlerinin kayda değer şekilde büyümelerine sebep olmuş, dünyanın geri kalanına açılmalarının önü açılmıştır.
  • Halk cepheleri ve birleşik cepheler Sosyal Demokrasiye karşı oluşan birleşmeci tavrın temelini atmıştır. Dimitrov’un 1935’te birleşik cepheler ve halk cepheleri için planlarını ortaya koyması, Sosyal Demokrasi’ye karşı alınan tavrın değişmesi anlamına gelmiştir. Bu tavır İsveçli komünistler tarafından iyice geliştirilmiş ve sonuç olarak onları Sosyal Demokratlarla alakalı kayda değer tavizler vermeye, Marksizm-Leninizmin değişmez ilkelerini aşamacı ve reformist bir anlayış için çöpe atmaya itmiştir. Birleşik cepheler ve halk cepheleri faşizm-demokrasi çelişkisini öngörmüş, bu çelişki de belli başlı komünist partiler tarafından daha da geliştirilmiştir. İsveç’te İkinci Dünya Savaşı sonrasında faşizm-demokrasi çelişkisinin yerini gericilik-demokrasi çelişkisi almış, bu da Parti’yi kapitalizmin ekonomi politiğinin bilimsel bir değerlendirmesini yapmaktan iyice uzaklaştırmıştır. Bu sapma İsveç komünist hareketini günümüze kadar etkilemiş, pek çok komünistin “sağ siyaset” ile veya İsveçli Demokratlarla olan mücadeleyi öncelik olarak görmesine sebep olmuştur. Bu eğilim Sol Parti’nin siyasetinin en az sağ partiler kadar kapitalist olduğunu görmezden gelerek “sol siyasetin” kapitalizm çerçevesinde temize çıkarılmasını beraberinde getirir.
  • Sosyal Demokrasi, halen sosyalizm yolunda yürüyen işçi sınıfının düşmanıdır. Yukarıda bahsedildiği gibi, birleşik cepheler ve halk cepheleri Sosyal Demokrasi’nin sosyalizm yolunda müttefik olarak görülerek ona kucak açılmasına yol açmıştır. Bu bakış açısı sosyalizme barışçıl geçiş fikrinin alametifarikalarındandır ve Sosyal Demokrasi’nin rolünün işçileri düzen içinde tutarak memnuniyetsizliklerini ve öfkelerini düzene yönlendirmelerini engellemek olduğu gerçeğini göz ardı etmektedir. Komünistlere düzenlenen en kirli saldırıları düzenleyenlerin ve gizli servisle beraber onlarca yıl komünistleri fişleyenlerin Sosyal Demokratlar olması tesadüf değildir. Komünistlerin bu konudaki görevi Sosyal Demokratların işçiler üzerindeki etkisini kırarak Sosyal Demokrasinin kapitalist sistemin devamı için oynadığı rolü ifşa etmektir.

Dipnotlar

  1. https://www.marxists.org/reference/archive/dimitrov/works/1935/08_02.htm#s20
  2. Hermansson, Jörgen, Kommunism på svenska, Uppsala Universitet: 1984, p. 45.
  3. ç.n. Alman Erfurt Programı Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin 1891 yılında yayınlanan programına verilen isimdir.
  4. Hilding Hagberg, alıntılayan Hermansson 1984, p. 46.
  5. Lindkvist, Kent, Program och parti, Arkiv: 1982, p. 51.
  6. Nils Holmberg, alıntılayan Lindkvist 1982, p. 51.
  7. Hirdman, Yvonne, Sverges Kommunistiska Parti 1939-1945, Allmänna Förlaget: 1974, p. 229.
  8. Hirdman 1974, p. 229.
  9. Hermansson 1984, p. 49.
  10. Lindkvist 1982, p. 52.
  11. Sparring, Åke, Från Höglund till Hermansson, Albert Bonniers Förlag, 1967, p. 52.
  12. Sparring 1967, p. 52.
  13. Set Persson, alıntılayan Hirdman 1974, p. 242.
  14. Sven Linderot, alıntılayan Hermansson 1984, p. 63.
  15. Hermansson 1984, p. 63.
  16. Olsson, Tom, ”SKPs politiska utveckling 1943-1950”, in Från SKP till VPK, Zenit: 1976, p. 184-85.
  17. Hirdman 1974, p. 237.
  18. Sparring 1967, p. 49.
  19. Hirdman 1974, p. 240.
  20. Hermansson 1984, p. 65.
  21. Carl-Henrik Hermansson, alıntılayan Hermansson 1984, p. 69.
  22. Olsson 1976, p. 192.
  23. Hermansson 1984, p. 66.
  24. Holmberg, Håkan, Folkmakt, folkfront, folkdemokrati, Uppsala Universitet 1982, p. 33.
  25. Nils Holmberg, alıntılayan Lindkvist 1982, p. 51.
  26. Sven Linderot, alıntılayan Sparring 1967, p. 59.
  27. Olsson 1976, p. 188.
  28. Hermansson 1984, p. 74.
  29. Olsson 1976, p. 188.
  30. Gunnar Öhman, alıntılayan Hirdman 1974, p. 251.
  31. Hirdman 1974, p. 251.
  32. Hirdman 1974, p. 247.
  33. Sven Linderot, alıntılayan Olsson 1976, p. 188.
  34. Hilding Hagberg, alıntılayan Olsson 1976, p. 193; Sven Linderot, alıntılayan Hermansson 1984, p. 80-81.
  35. Olsson 1976, p. 192.
  36. Carl-Henrik Hermansson, alıntılayan Hermansson 1984, p. 69
  37. Carl-Henrik Hermansson, alıntılayan Hermansson 1984, p. 69.
  38. Holmberg 1982, p. 39.
  39. Nils Holmberg, alıntılayan Lindkvist 1982, p. 51.
  40. Olsson 1976, p. 189.
  41. Sven Linderot, alıntılayan Olsson 1976, p. 189.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×