2015 Biterken Sol’da Yeni Ne Var?

Teoride, ideolojik tartışmalarda, stratejilerde, öleni bir kez daha öldürmek gerekir. Yoksa sonuçta ortalığı ne zaman, nereden fışkırdığı belli olmayan, aşılmış stratejilerin, aşılmış tezlerin türevi arsız otlar kaplıyor. 1 

2015 yılında sol içinde yaşanan tartışmalara bakınca, 27 yıl önce söylenmiş bu sözün hakkını vermemek elde değil. Bir başka genellemeyi ise başlarken kenara kaydetmekte fayda var. O da şu: ne zaman ki birileri sol adına tartışmaya “yeni” diyerek başlıyorsa bilelim ki muhakkak eskimiş bir sonuca varacaktır. Sol için yeni, aslında hep eskidir.

Gelenek’in yola çıkarken yaptığı bir tanım o zaman çok tartışılmıştı. Yeni Sol ve Geleneksel Sol ayrımından söz ediyoruz.

Yeni sol başka ülkelerde olduğu gibi ülkemizde de küskün aydınları, özel küskünlük alanlarına ilişkin teorik söylemlerle rahatlatan, belki de hafifleten eklektik ve apolitik konumuna yerleşiyor. Bu yerleşmeyle birlikte Yeni solun eskime süreci de başlamış oluyor. İkiyüz yılı aşkın bir mücadele geleneğinin tek mirasçıcı olması gereken geleneksel sol ise ekonomist ve dar pratikçi zorlamaların yol açtığı hantallığından bir türlü kurtulamıyor. 2 

Bu ‘86 yılındaki tasnifti ve yola çıkış için çok doğru bir zemine işaret ediyordu. Darbe sonrası yenilmiş ve umutsuz Türkiye soluna liberalizm, geleneksel teorinin insana eğilmediğini söyleyerek birey tartışması üzerinden güçlü bir şekilde girebildi. 3  Bu yoldan devam edenlerin örgütlü mücadeleyi inkara ulaşması çok uzun sürmedi ve aslına bir vadede kendilerini soldan tasfiye etmeyi başardılar. Örgüt diye önerdikleri ise geleneksel solda tasfiye ve Birikimcilik’in devrimci demokrasiyi fethinin buluştuğu ÖDP idi. 4 

Her zaman teorik yetersizlikle malul Türkiye solu, ‘80 sonrasında sokak hareketi de elinden alınınca oturup düşünmek için fırsat bulmuş, bir bakıma kendi yetersizliği ile yüzleşmiştir. Ama sonucun pek de sağlıklı olduğunu söylemek mümkün değil. Bu sefer de kendini sonsuz bir başarısızlıkla mahkum ederek, o güne kadarki pratiğine öfke kusmayı hesaplaşma sanıp, önüne konan “yeni sol” –liberal-  tezleri ikiletmeden mideye indirmiştir. Sonuç, yolu ve yöntemi eleştiriye açık olmakla birlikte devrim mücadelesinde samimi olan kadroların liberalizme teslim olmaları ve onu Türkiye’de yeniden üretecek olanları kendi bağırlarından çıkarmaları olmuştur.

30 sene önceye dönmek, bitmiş tartışmaları açmak değil amacımız, hele anımız bu kadar doluyken…

Fakat, bitti mi gerçekten. Yukarıda hızlı bir şekilde özet geçtiğimiz sürecin, Haziran’dan beri Türkiye solunca yapılan tartışmaları anımsatmadığını kim söyleyebilir. Üstelik geçtiğimiz yıl bir kez daha gördüğümüz üzere özellikle kriz dönemlerinde sermayenin solu nasıl da kendisine yedekleyebildiğini, Türkiye solundaki bu zayıflığın nereden kaynaklandığını anlamak için, biraz geçmişe gitmek gerekiyor.

* * *

Teori eksikliğinin önemli bir sakatlığı da tartışmaların bütünsellikten uzak keyfi odaklanmalar üzerinden yapılmasına kapı açmasıdır. Bu keyfilik ise kişisel hassasiyetlerden, bütünsel sonuçlara ulaşma gibi bir arızaya neden olur ki, bahsettiğimiz yeni sol tezlerin sol içinden devşirdiği kadro kaynaklarında bunun örneğini sıkça görmek mümkün.

Bu davranış kalıbını genelleştirebilir miyiz? En azından “hayır” demek pek mümkün görünmüyor. Henüz bir yıl önce “acıyla dolu” örgütsel tecrübelerinden yola çıkıp, “yeni devrimci kuşak” tahlillerine varanları görünce…

Burası tamam da sürekliliği olan başka şeyler de var. Şu yeni  tartışmasını hızlı geçmemekte fayda olduğunu düşünüyorum. Malum son 2 yıldır sol adına işlenen tüm günahlar, bu ne idüğü belirsiz “yeninin” arkasına gizlendi. Hem bakalım bu tartışmalar gerçekten 30 yıl geride mi kalmış yoksa girişte alıntıladığımız gibi, sol için yeni, aslında hep eski miymiş!

* * *

7 Haziran’a giden süreçte işçi sınıfı siyasetinde ısrar edenler, sosyalizm diyenler “gerçek siyasetten kaçmakla” suçlanıp, günün getirdiği fırsatı görmemekle, kabuğuna çekilmekle itham edildi.

Hayır, çok parlak bir planları yoktu bu suçlamaları yapanların, HDP’ye oy vereceklerdi işte. Koparılan bütün fırtınanın arkasında bu “yaratıcı” fikir yatıyordu. Verildi de, ilkinde utangaç, ikincisinde tereddütleri olmadığını, yaptıklarından ne kadar emin olduklarını ispat etmek için abartılı bir bağırış çağırışla.

Kimden mi söz ediyoruz? Bir tane olsa isim verebilirdik; ama değil. Türkiye›de sol olduğunu iddia eden örgütlerin çoğunluğundan bahse-diyoruz.

Birbiriyle çelişen çok sayıda tez büyük bir gürültüyle boşaltıldı.

Solun önünde büyük fırsatlar açıldığı söyleniyordu ama ne tuhaf ki sosyalizm Kaf Dağı’nın arkasına saklanıyor, örgüt önemsizleştiriliyor, ideoloji seyreltiliyor ve sonunda sol ile göbek bağını çoktan kesen HDP’nin peşine takınılarak iş “oy verme kampanyalarında” son buluyordu.

Bir yandan altı boş bir retorik olarak sokak vurgusuna devam ediliyor, diğer taraftan Türkiye tarihinin yaşadığı en büyük siyasi krizlerden birisinde tam da düzenin istediği şey yapılıp düzen aktörlerleri için oy isteniyordu.

Hem hiçbir teorik dayanak gösterilmeden faşizm tahlilleri yapılarak herkesin hizaya geçmesi isteniyor, buna itiraz edenler sorumsuzlukla suçlanıyor; hem de tescilli faşist partimiz MHP’ye koalisyondan kaçıp oyun bozanlık yaptığı, AKP’ye tekrar iktidar olma fırsatı verdiği için gönül koyuluyordu. Öyle ki, Devlet Bahçeli bile tartışmanın tuhaflığına dayanamayıp “%60’lık blok boş laf” demek zorunda kaldı. 

Enteresan olan Haziran Direnişi’nin ardından herşeyin değiştiğini, yeni bir dönemin açıldığını iddia edenlerin söyledikleri ile ‘80 darbesinin ardından, “Yeni solun” membaı durumundaki Birikimciler’in yayınladığı Yeni Gündem’de her sayfada birkaç kez yinelenen bir aforizmanın örtüşmesi: Belirsiz bir gelecek için bugün feda edilmemeli ya da aynı kapıya çıkmak üzere “bu işler sosyalizm diyerek olmaz.”

Süslü püslü lafların altının biraz kazınması, yapılacak küçük bir arkeolojik kazı bakın bizi nereye çıkardı!  Dedik ya, ortada pek de yeni bir şey yok. Ama görülen o ki ölmüşü bir kez daha öldürmek yine bize düşüyor. Gerçek siyaset diye pazarlanan ilkesiz hamlelerin, dev bir apolitizmi gizlemeye yaradığını görüyoruz.

* * *

Bu kadar şey aynı anda nasıl söyleniyor ve kimse neden buradaki garipliği görmek istemiyordu?  AKP’ye verdikleri destekten sonra itibarları kalmadığı söylenen liberaller nasıl oluyor da tekrar akıl hocalığı yapabilme cüretini elde ediyorlardı? Peki, sol içinden tasfiye edilen DSİP gibi meczup örgütlerle nasıl oluyor da bir kez daha aynı platformda buluşulabiliyor, bu ne için içe “sindirilebiliyordu”?

Yanıtı, Türkiye solunun ezici çoğunluğunu oluşturan devrimci demokrasinin gerek ulusalcı gerek liberal-Kürt belirlenimli varyantlarının politik zaafiyetinde aramakta fayda var. 

* * *

2000’li yılların başında Cemal Hekimoğlu soL dergisinde sola dair yeni bir sınıflandırma yaparak liberal, ulusal ve sosyalist soldan bahsetmişti. Bu tarif solu stratejik yaklaşımları itibariyle bölümlere ayırdığı için hem olabildiğince geniş bir kümeyi dışarıda bırakmadan kapsayabiliyor, hem de farklı öznelerin yaşanan gelişmeler karşısında, ortak stratejik çıkış noktalarına sahip oldukları için, benzer refleksler vermelerini açıklıyor, bir şemsiye altına toplayabiliyordu.

Nitekim bu ayrım uzun yıllar işlevli de oldu. Fakat bugünkü gelinen noktada tablonun değiştiğini söylememiz lazım. 2015’in bir başka açıdan yeni bir durumu ortaya çıkardığı görülüyor.

İddiamız odur ki, 2015 yılı itibariyle Türkiye solundaki aşamacı teoriler tamamen iflas etmiş, üzerinde yükseltikleri politik zemini kaybetmişlerdir. Ulusalcı varyant sağa eklemlenirken, devrimci demokrasi zaten ideolojik belirleniminde olduğu liberalizmin Kürt hareketinin merkeze çekilmesiyle ilk defa örgütsel bir gövdeye de kavuşması sayesinde burada erimiştir.

Neticede bir bakıma “hayırlı” bir sadeleşme yaşanmıştır.

Sosyalist devrimci bir hattı titizlikle sahiplenen, işçi sınıfı siyasetinde ısrar edenler bir tarafa düşerken, tüm yerlilik iddialarına, radikal söylemlerine karşın sermayesini seçim sandığına yatırıp, dünyada SYRİZA, PODEMOS gibi örneklerle yükselişe geçen yeni sosyal demokrasi rüzgarının peşinden sürüklenenler diğer taraftaki yerini almıştır.

Bir yenilikten söz edilecekse bizce buradadır.

* * *

Bir kere ulusal sol 1. Cumhuriyet’in engellenemeyen, engellenmesi de mümkün olmayan bir karşı devrimle çözülmesi üzerine politik zeminini tamamen kaybetmiştir. Sol ile ilgileri zaten kalmamıştı, bunu  “sağ sol yok, vatan var” gibi veciz formülasyonlarla kendileri de uzun süredir ifade ediyorlar. Ancak hem çözülüş sürecinin mağduru olmaları hem de sahipsiz kalan burjuva aydınlanmacılığını sahiplenebilecek bir politik zemine yerleşme çabaları, bu kesimin sol ile dirsek temasının sürmesine neden oldu.

Ancak 1. Cumhuriyet’in çözülmesiyle ittifak kurabileceği bir devlet içi klik kalmaması, 1923 referanslı bir aydınlanmacılığın ise gün geçtikçe arkaik hale gelmesi üzerine (Bu arkaizm TSK’nın bu referanslara şeklen sahip çıktığı zamanlarda gizlenebiliyordu) elde kala kala milliyetçilik kalmış, sonunda süreç AKP ile ittifaka kadar gitmiştir.

Bu ittifakın ne kadar süreceği, sürüp sürmeyeceği önemli değil. Küçümsenmemeli, bu hamle yalnızca Doğu Perinçek’in her türlü ilkeyi reddeden pragmatizmiyle açıklanmamalıdır. Gittikçe meczuplaşan bir ideolojik varyantın, altındaki politik zemini tamamen kaybetmesi üzerine hayatta kalma çabası olarak okunmalı ama diğer taraftan iflasın ilanıdır. Erdoğan ile aynı cephede vatan savaşı verdiğini iddia edebilmek, bir oksimoron bile değildir. Burası sol ile son bağı olan ilericiliğini de yitirmiş, sosyalist solun gündemi olmaktan tamamen çıkmıştır.

* * *

Kendisi örgütsel olarak hiç önemli olmağı halde sosyalist sol üzerinde ideolojik etkisi her zaman güçlü olan liberalizm, dünyada estirilen yeni sosyal demokrasi dalgasının Türkiye kıyılarına HDP ile vurmasıyla birlikte beklediği örgütsel forma da kavuşma imkanı buldu. 

Türkiye solunda ciddi bir yekünü olan devrimci demokrasi, emperyalizmin Türkiye devletini restore etme kararı, buna bağlı olarak Kürt dinamiğinin merkeze doğru çekilmesiyle ulusal solun yaşadığına benzer bir zemin kaybını  yaşamıştı. Elinde bir stratejisi bulunmayan devrimci demokrasi son kertede liberalizmin belirlenimine mahkum oldu.

AKP’nin 1. Cumhuriyet’i çözme operasyonlarında AKP’ye destek için Silivri önlerine kadar gidenler, “operasyon Fırat’ın doğusuna da uzansın” diyenler,  aradan henüz birkaç yıl geçtikten sonra bu kez “AKP faşizmine karşı” direneceklerdi! Haydi liberaller “aldatıldık” falan dediler, ama Ergenekon, Balyoz gibi siyasi davaları devletin demokratikleşmesi olarak alkışlayan solcularımızdan bir özeleştiri duyamadık.

* * *

Türkiye solu bir dönüm noktasını yaşadı 2015’te. İşçi sınıfını merkeze koymadan, sosyalizm hedefinin güncelliğini kabul etmeden devrimci ön ve arka ekleriyle siyaset yapanlar için deniz bitmiştir.

Düzenin restorasyonu sürecinde oluşan anafor doğru değerlendirilmeden düzen siyasetçileri gibi pragmatik hesaplarla yol alınmaya çalışılmış, strateji-taktik sıralamasında devrimci bir öznenin nasıl hareket edeceği önemsenmemiş, günlük pazarlıklara bel bağlanmıştır. Neticede:

Siyasette sınıfı göremezseniz varacağınız nokta bir satranç tahtasında “kim kimin piyonu, şimdi sıra hangi hamlede” hesabını yapmak olur. Sonra Davutoğlu gibi stratejik derinliklerde boğulursunuz. İnsanın siyaset algısı bir kere böyle sakatlanmaya görsün, artık atacağınız her adımı, yol haritanızı, stratejinizi, çerçevesi ilkelerle belirlenmiş siyasetinize, hangi sınıfa dayandığınıza göre değil, her türlü kaypaklığa kapı aralayan günlük taktiklere göre belirler hale gelirsiniz… İşte bu, sınıf siyasetinin ölümü demektir. 5 

 

İLKESİZLİĞİ İLKE EDİNMEK

 

AKP iktidarının ülkeye verdiği zararı ortadan kaldırmak çok kolay olmayacak. Yalnızca fiziki bir durumdan söz etmiyoruz. İnsana dair ne varsa ağır tahribata uğrattılar. Siyaset de bu saldırıdan azade kalamadı. Türkiye tarihinde, bir kurum olarak siyasetin böylesine ilkesizleştiği bir dönemi bulmak kolay değil.

Şu aralar çok sorulan sorular var; Türkiye’de faşizm mi var, 90’lara mı dönüyoruz… Oysa ortada çok daha vahim bir durum var. Türkiye’de olan şey faşizm falan değil, bir bütün olarak Türkiye’nin “kuralsızlaşması”. Faşizm sanılan “yönetimin keyfileşmesi” durumu bunun sadece bir uzantısı. Bu keyfileşme halinin sadece AKP’yi tarif etmediğini, düzenin tüm unsurlarını belirleyen bir davranış kalıbı haline geldiğini, içinden geçtiğimiz dönemi karakterize ettiğini söylemek gerekiyor. Düzene sağından soluna, ülkedeki egemen siyaset biçimine, köşe yazarlarından akademisyenlere kadar sirayet etmiş bir “rahatlık” daha çok da “ciddiyetsizlik” söz konusu.

Fiziki baskının üstesinden gelinir, daha vahim olansa AKP’nin Türkiye siyasetinin genetik kodlarını ciddi oranda tahrip etmeyi başarmasıdır.

Bu durumun arka planında 1. Cumhuriyet’in yıkılmasına rağmen, yenisinin tam olarak kurulamaması, bir araf döneminin yaşanması var. Kartlar yeniden karılır, dengeler değişirken, herkes, köpeksiz köyde değneksiz gezmektedir.

2. Cumhuriyet’in üstyapısal kurumsallaşması henüz sağlanamadığından ve toplumsal dönüşüm, AKP’liler tarafından cahilce umulan hızla gerçekleştirilemediğinden, dışına taşınca zorla hizaya getirilecek standartları belirlemekle mükellef meşru bir siyasi odak henüz oluşmuş değil. Ülke bu anlamda sahipsiz görünüyor. Dolayısıyla, kimsenin sırtında yumurta küfesi olmadığı gibi, her anlamda atıp tutmak kolay hale gelmiş durumda. İsteyen, istediği zaman, istediğine küfür de edebilir, övebilir de. Bir gün el üstünde tutulanlar, diğer gün en ağır hakaretlere, baskılara, küfürlere maruz kalabilir. Bir gün demokrat olanlar, ertesi gün faşist ilan edilebilir. Sadece 7 Haziran öncesi ve sonrasına bakmak bile bu konuda yeterince çarpıcı bir manzara sunuyor.

Şimdiki “popüler kullanımıyla faşizmin” bir dönem AKP’nin sadık müttefikleri, destekçileri tarafından ve işlerine geldiği için sonradan icat edilmiş bir şey olduğu ortada. Ergenekon, Balyoz, OdaTV, KCK operasyonlarını yürütürken, siyasi terör ile muhalif unsurlar sindirilirken “demokrasi savaşçısı” olarak Erdoğan’ı övenler, şimdi, üstelik bir özeleştiri bile vermeden faşizmi keşfetmiş görünüyor. İşte keyfiyet derken bunu kastediyoruz; kimseden hesap soran yok, niye özeleştiri versin! Hatta o dönem haklı olduklarını, AKP’nin sonradan bozduğunu iddia edecek, bu saçmalığa ikna olmayıp ilkeli siyasette ısrar edenlere saldıracak kadar da pervasız olacaklar ki, yavuz hırsız ev sahibini bastırsın, akıl hocalığı pozisyonuna zeval gelmesin…

Ancak gericilik ve piyasa egemenliği konularında böyle bir keyfiyetten söz etmek mümkün değil. Bu başlıklarda düzen partileri açısından tam bir mutabakat söz konusu. Zaten sermaye açısından en acil çözülmesi gereken şey piyasa egemenliğinin istikrarı ve siyasetteki bu sorumsuz keyfiyetin oluşturduğu çelişki.

Türkiye “dün dündür, bugün bugündür” siyasetine hapsolmuş görünüyor. Fransız Devrimi’nin en enteresan figürlerinden olan, Stefan Zweig’in deyişiyle “karaktersizliği karakter haline getirmiş” Joseph Fouché’nin bile hayretle izleyeceği bir sahtekârlar sahnesine dönen Türkiye siyasetinde ilkeli duruş hiç olmadığı kadar önem kazanmış durumda. Düzenin tüm unsurları sistemin selameti için farklılıklarını budayıp birçok açıdan giderek bir “tek parti” haline gelirken, işçi sınıfı kendi siyasetini belirginleştirmek ve saflarını genişletmek zorunda.

Boyun Eğme dergisinin 2. sayısında yayımlanmıştır.

Dipnotlar

  1.  Cengiz Uygur, “Demokratik Devrim: Bir Perspektifsizlik Mirası – I”, Gelenek, sayı 27 (Ekim 1989).
  2.  Gelenek, “Çıkarken”, Gelenek, sayı 1 (Kasım 1986).
  3. Aydın Giritli, “Eşitsiz Gelişim ve Siyaset”, Gelenek, sayı 1 (Kasım 1986).
  4.  Aydın Giritli, “Solun Stratejisi Var mı?”, Gelenek, sayı 58 (Ekim 1998).
  5.   Volkan Algan, “Siyaset ama nasıl?”, soL Haber Portalı, 5 Aralık 2015, http://goo.gl/9FGei9.