2015 Yılında Türkiye Ekonomisi
2015 yılı sona ererken, Türkiye ekonomisinin nasıl bir süreçten geçtiğini bu yazımızda ele alacağız. Konunun genişliğini de dikkate alırsak, resme bakıldığında göze ilk çarpan değişkenleri ve önemli gördüğümüz noktaları ön plana çıkartmak, ortaya daha anlamlı sonuçlar çıkartacaktır
Seçimlerin ardından, belirsizliğin ortadan kalktığı görüşü hakim oldu. Koalisyon hükümetlerini sonuna kadar fiyatlayan “yatırımcılar” tek parti iktidarını doğrudan satın aldı. Diğer yandan, ekonomi cephesinde, AKP iktidarının yıllar boyunca elini rahatlatan uluslararası ekonomik gelişmeler, önümüzdeki dönem iktidarın istediği patikalarda ilerleyecek gibi durmuyor. 2008 krizi, cari düzlemde farklı bir boyut kazandı. Bu farklı boyutun özellikleri ve bunların ülke ekonomisine yansımaları önümüzdeki dönemde, gündelik hayatta da hissedilir olacak.
Büyüme ve bileşenleri
Son 4 çeyrek büyüme verilerine baktığımızda, görülen ilk nokta iç talebin büyüme üzerindeki pozitif baskısı oluyor. Özellikle son çeyrekteki %3,8’lik büyüme hızının yakalanmasında, %3,61’lik hanehalkı tüketimini görebiliyoruz. Bu kalemin, alt kalemlerinde ise otomobil satışları, cep telefonu ve iletişim hizmetleri ve giyim mallarındaki tüketimin olduğu söylenebilir. Özellikle, otomobil satışları ilgili çeyrekte yüksek oranda artış göstermiş olması ile beraber, hanehalkı tüketimindeki bu artışın hanehalkının hangi katmanından geldiğini tahmin edebiliyoruz. Diğer yandan, stoklardaki %2’ye yakın azalma da, talep yönünden gelen bir atağın büyüme hızındaki şiddetini gözler önüne seriyor. Bunlar olurken, dış talepte (ihracat-ithalat) aynı şeyleri söylememiz mümkün görünmüyor.
Kaynak: TİM
Türkiye İhracatçılar Meclisi’nin (TİM) verilerinden yola çıkılarak oluşturulan yukarıdaki grafikte, ihracatın 2015 yılının Ekim ayına kadar olan kısmında sürekli düşüş gösterdiği görülüyor. Özellikle Avrupa Birliği (AB) ekonomileri, Rusya ve Ortadoğu, Türkiye’nin önemli ihracat pazarlarını oluşturuyor. Şunu da biliyoruz ki, ihracat dediğimiz olgu yurt dışı ülkelerinin büyümesinin bir fonksiyonudur. Yani, yurt dışı ülkeler sağlıklı büyüme performanslarına sahipseler, dış alemden mal ve hizmet talep etmeye devam edebilirler. AB ekonomisi hala içinde bulunduğu krizi aşabilmiş değil.
TİM’in açıkladığı Eylül ayı verilerinde göre ihracat, 2015 yılının ilk 9 ayında aralıksız olarak geriliyor. Daha öncesinde, küresel kriz döneminde aralıksız 12 ay gerileyen ihracat, 2015 Eylül ayında %19.8 geriledi. Bu gerileme Eylül 2009’dan bu yana en büyük gerileme oldu.
Diğer bir veri olan, TCMB’nin yayımladığı Reel Efektif Döviz Kuru ise, bu verinin hesaplanmaya ve açıklanmaya başlandığı Ocak 2003’ten bu yana en düşük seviyesini gördü. REDK, Eylül 2015’te 90.95 seviyesine geriledi. Endeks, Türkiye’de üretilen malların fiyat düzeyinin dış ticaret yaptığı ülkelerin fiyat düzeylerine oranlanması ile hesaplanıyor. Yani bu endeksteki düşüş, TL’nin değer kaybettiğini ve Türkiye’de üretilen malların diğer ülkelerdeki mallara göre ucuzladığını gösteriyor. Tarihin en düşük seviyesini gördüğü dönemde, ihracat rakamlarının da gerilemesi, dış talebin de ve Avrupa ekonomilerinin de yeterince toparlanamadığını gösteriyor.
Dahası, Avrupa krizi ve dahi deflasyon-resesyon riski veya düşük büyüme trendi kırılabilmiş değil. Bu ekonomilerden gelen tüketici fiyatlarındaki artış ve güven parametreleri, bırakın Türkiye’nin ihracatını kımıldatacak düzeyi, kendi ürettikleri mal ve hizmetlere olan talebi dahi ılımlı seviyelerde tutmaya yetmiyor. Bu nedenle, ihracat son 4 çeyrekte toparlanmaya çalışsa da, büyüme açısından olumlu bir tablo vaat etmiyor ve bahsi geçen ülke ve bölgelerin içinde bulunduğu iktisadi ve siyasi kriz de göz önüne alındığında vaat edecek gibi de durmuyor. İthalat ise, yurt içi büyümemizin bir fonksiyonu olarak düşünülebilir. Hele de, Türkiye gibi sanayisi önemli ölçüde ithalata bağımlı olan bir ülkenin, büyüme hızında belli bir ivmeyi yakalaması için ithalat yapması, yurt dışından hammadde ve yatırım ara mallarını ithal ediyor olması gerekir. İhracatın gerilemesi ve ithalatın ondan daha hızlı gerilemesi bir anlamda, büyümeyi yavaşlatıyor.1
Kaynak: TCMB
Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB), Türkiye ekonomisi için kapasite kullanım oranlarını düzenli olarak açıklıyor. Biz de, geçen seneye göre, kapasite kullanımı açısından nasıl bir gelişme var diye bakarsak, yukarıdaki grafikten görülebileceği üzere, yukarı yönlü bir trendi tespit ederiz. İmalat sanayi büyüme hızı ile, GSYİH büyüme hızı arasında güçlü bir korelasyon var. Ama rakamlar bizi yanıltmasın. Yüzdesel olarak, oldukça düşük seviyelerde ivmeye sahip olan bir kapasite kullanımı ile karşı karşıyayız. Türkiye ekonomisinin sağlıklı olarak, istihdam yaratarak büyüyebilmesi için bu kapasite kullanım hacmi yeterli olmuyor. Büyüme iç talepten ve temel olarak da lüks tüketimden gelebiliyor. Bu sektörlerdeki istihdam yapısı ile asıl üretken olan ve büyümenin sürükleyicisi olması gereken sektörlerdeki istihdamı karşılaştırırsak, sanayi sektörlerdeki istihdamın daha nitelikli ve nitelikli sonuçlar doğurması daha olası olduğunu söyleyebiliriz. Bu açıdan bakıldığında, tüketim artış hızının değdiği sektörlerde istihdam daha konjonktürel ve daha yapay oluyor. Örneğin, inşaat sektöründeki istihdamın sürekli artış içinde olması belli kısıtlara haizdir.2 Mevsimsel olarak faal olması ve kredi sistemi, rant ekonomisinin o anki momenti gibi birçok parametreye bağlıdır. Sonuç olarak, %3 civarında büyüyen bir Türkiye istihdam yaratamaz ve işsizlik artış eğiliminde olur.
Kaynak: TÜİK
Reel kesim, sanayi kesimi; yani ülke ekonomisinin aslında dayanması gereken kesim birçok açıdan zor durumda görünüyor. Öncelikle TCMB’nin açıkladığı açık pozisyon verisine bakabiliriz. Bu veri, finans dışı kesimin döviz cinsinden varlıkları ile yine döviz cinsinden yükümlülükleri (borçları) arasındaki farkı gösteriyor. Buna göre, finans dışı kesimin Ağustos ayı itibariyle, 177 milyar dolara yakın. Buna karşılık getirilen, “Evet, döviz borçlusu olan bir reel kesim var; ama aynı zamanda bu reel kesimin gelirleri de döviz cinsinden ” savı da bir anlamda yersiz oluyor. Çünkü, varlıklar ortada, yükümlülükler de ortada. Özellikle de, döviz kurunda%20’lere varan gerileme ile, bu denli borca sahip olan reel kesimin bilançolarının pasif tarafları sürekli şişme eğilimde oluyor. Bu borçlarını çeviremeyen, ve dolayısıyla borçlarını ödeyemeyen reel kesim daha az üretiyor ve dolayısıyla daha az istihdam ediyor. Bu tehlike, ancak bir koşulda boşa çıkabilir. O da, bu döviz borçlarının önemli bir kısmı sermaye kesiminin yurt dışı yatırım bankalarındaki hesapları üzerinden kendi şirketlerine kredi kullandırması olarak tarif edilebilir. Ama bu durumda da, parasını sürekli değerlendirme ve kurtarma peşinde olan kesime değil, emekçi kesim istihdam yönünden bir ceza çıkmış olur. Tabi ki, bu şekilde kullanılan krediler veya borçlar ne kadar bilinemez. O nedenle de, yapılan analiz ulaşılabilen en güvenilir veri üzerinden devam etmek zorunda.
Kaynak: TCMB
İkinci olarak dikkat çeken nokta, ticaret kesiminin ağırlıklı kullandığı çekler üzerindeki kara bulutlar… Türkiye Bankalar Birliği (TBB) Risk Merkezi her ay karşılıksız çeklerle ilgili verileri açıklıyor. Bu veri de, reel kesim ile bankacılık sektörü arasındaki ilişkideki toksit miktarını gösterir. TBB Risk Merkezi tarafından açıklanan Ağustos ayı verilerine göre, Ocak-Ağustos 2015 arasında bankalar ibraz edilen çeklerin tutarı %16.0 artarak 429 milyar TL’ye yükseldi. Bunun yanı sıra, aynı dönemde yapılan karşılıksız çek işlemi tutarı itibariyle %49.0 artarak 17,6 milyar TL oldu. Bu tutar, güven endekslerindeki gerileme ile beraber düşünüldüğünde de, alacak tahsillerinde sorunların büyüdüğünü gösteriyor. Bu da nihayetinde, bankacılık sektörünü olumsuz olarak etkiliyor.3
Diğer bir tehlike sinyali veren konu ise KOBİ’ler. Kredi borçlarını ödeyemeyen KOBİ’lerin 2014 sonu itibariyle takibe düşen kredileri %25.0 arttı. Yavaşlayan büyüme ve daralan yatırım finansmanı konjonktüründe, yılbaşından bu yana 7 ayda kredi kullanan KOBİ sayısı 170 bin arttı. Kullanılan kredi oranı %11.0 artarken, takibe düşen kredi oranının %25.0 artması ise istihdamın önemli bir kısmını yaratan KOBİ’lerin üretim ve yatırım konusunda daha da zorlanması beklenebilir.
Merkez Bankası
Peki bu çerçevede bankacılık sektörü nasıl bir tabloya sahip, bir de ona bakalım.
Amerikan Merkez Bankası (FED), belki de bu satırlar okunurken, uzun zamandır planladığı faiz artımını gerçekleştirmiş olacak. Toplantı 16-17 Aralık tarihlerinde olacağı için, bu satırlar yazılırken faiz artırımının gerçekleşip gerçekleşmediğinin bilgisine sahip değiliz.
FED, 2008 krizinden sonra, çıkış için sıfır faiz politikasına dönmüştü. Hatta, azımsanmayacak miktarlarda, tahvil ve menkul kıymet piyasalarından uzun süre alım yapmıştı. Bu süreçte, ABD ekonomisi, kriz seviyesine nazaran büyüme ve enflasyon açısından daha ılımlı seviyelere sahip. FED, daha önce de yaptığı açıklamalarda, aylık olarak yaptıkları menkul kıymet alımları bittikten önemli bir süre sonra faizi artıracağını duyurmuştu. Daha sonraları da, tutanaklarında farklı kelimeler kullandı. Faiz artışı için gerekli ve yeterli koşulların yakalandığı, çok sayıda ekonomist tarafından gündeme getiriliyor, daha fazla düşük faiz politikasının sürmesinin yaratacağı “balon” tehlikesine işaret ediyorlardı.
Son toplantıda ve ardından yaptığı açıklamalarda, FED Başkanı Janet Yellen, 2015 yılı içerisinde bir faiz artışının mümkün olduğunu ve asıl önemli olanın faiz artışının zamanlaması değil hızı olduğunu söyledi. Bir anlamda, özellikle gelişmekte olan ekonomilerin de yakından takip ettiği bu faiz artışı için, 2015 yılını olanaklı kılan açıklamalar yapıyordu.
Peki bu karar Türkiye’yi nasıl etkileyecek? TCMB, FED’in yapacağı bu faiz artışına ne derece hazırlıklı?
Türkiye ekonomisi, büyüme sağlayabilmesi için, ithalat yapması gereken bir yapıya sahiptir dedik. Bu da, döviz ihtiyacının ve dolayısıyla sermaye girişlerinin ne derece önemli olduğunu gösterir. Sermaye girişlerinin, yoğun olduğu hemen kriz sonrası dönemde, Türkiye ekonomisi kendi skalasına göre biraz daha yüksek bir büyüme oranı yakalayabilmişti. Ama, FED etkisi ile beraber (FED’in o dönemki Başkanı olan Ben Bernanke’nin Mayıs 2013’te varlık alımlarını kademeli olarak bitireceklerini duyurmasından sonra) Türkiye gibi gelişmekte olan piyasa ekonomilerinden sermaye çıkışları başladı. Bu noktada, zaten siyasi ve jeopolitik olarak oldukça sarsıntılı bir süreçten geçen Türkiye, bu gelişmelerden yine kendi düzeyinde olan ekonomilere göre daha fazla etkilendi. Buna mukabil olarak, büyüme hızı “ani duruş” (sudden stop) diye tanımlanan, olguya denk düştü.
Şimdi ise, düşük (ama yine dünya ekonomisine göre yukarıda kalan bir) büyüme ve bu düşük büyümeye eşlik eden cari açık ve devamında, TCMB’nin gerekli önlemleri alamamasından kaynaklı olarak rezerv yitirimi yaşanıyor.
Kaynak: TCMB
TCMB’nin kullanılabilir rezervleri, 30 milyar doların altına indi. Dünya ekonomisinde, düşük faiz politikası sayesinde, ülke ekonomisine akan paranın musluğu kesildi. Milyarca dolar, çok uzun sayılmayacak bir süre zarfında ülkeden çıktı. TCMB, yukarıdaki tabloya karşın olarak, faiz artımına gidemiyor. Piyasa faizleri, TCMB’nin fonladığı faiz oranından önde gidiyor.
Kaynak: TCMB
Yukarıdaki tabloda, TCMB’nin ağırlıklı ortalama fonlama oranı (piyasa fonlama oranı) ile 2 yıllık devlet tahvilinin faizini görebiliyoruz. Bu tablo, piyasa faizinin (devlet tahvilinin faizi)4, TCMB’nin piyasayı fonladığı faizden önde gittiğini gösteriyor. Arada yaklaşık 2 puanlık fark var. Piyasada, elindeki menkul kıymeti satıp, dövize geçen yabancı yatırımcıyı ve elindeki TL varlıkları satıp dövize geçen (dolarizasyon) yatırımcıları kararından vazgeçirecek bir adım gerçekleşmiyor. Yani, faiz tartışmalarının yoğun olduğu günlerde de, ülkeden diğer nedenlerle sermayenin çıkmaya meyilli olduğu günlerde de, piyasada oluşan faiz, TCMB’nin piyasaya para verdiği oranı solluyor. Yani, piyasa TL’yi bulma maliyeti düşük kaldıkça, dövize geçiş hız kazanıyor. İşte TCMB’nin müdahale etmesi gereken değişkenin bu olduğu söyleniyor. Tabi burada şunu da belirtmek gerekir, bu tablonun iki tarafı da Türkiye açısından maliyetli oluyor. Çünkü, piyasa oluşan diğer faizler de (mevduat, kredi vs) TCMB’nin fonladığı oranın etrafında oluşuyor. AKP’nin faiz tartışmasında ısrarcı olmasının nedeni bu.
Genel olarak bankacılık sektörü ve yeni trendler
Bankacılık sektörü, bu tip sermaye akımlarına en duyarlı ve en çabuk reaksiyon gösteren sektör olarak bilinir. Bu noktada, bankacılık sektörü, döviz açısından taşıdıkları riskleri, çeşitli araçlarla by-pass edebilme yeteneğine sahip. Diğer yandan, “verimlilik” açısından bakıldığında da, artan maliyetlerine karşın, işten çıkarmaların direk yaşandığı bir sektör. Mesela, ülkenin en büyük bankalarından bir tanesi, 2008 krizinin hemen ardından 3000 çalışanının işine son vermişti; öyle ki sabah işe gelen ve turnikelerden geçmeye çalışan kişilerin kartlarının geçiş izni iptal edilmişti. Bir anda, 3000 kişi işsiz kalmıştı. Ama her koşulda, bankacılık sektörü, düşük faiz ikliminden, ve konjonktürel de olsa “ işlerin iyi gittiği” dönemin kaymağını yemişti.
Ama artık, banka sektörü ile reel sektör arasındaki ilişki bu durumu bankacılık sektörü lehine geliştirebildiği gibi, aleyhine de geliştirebiliyor. Yukarıda daha önce bahsetmiştik. Karşılıksız çeklerdeki gelişmeler ve KOBİ kredilerinin tahsilinde yaşanan sıkıntılar bunlardan ikisiydi. Bunlara ek olarak ise, yeni bir gelişme ortaya çıktı.
Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu (BDDK), Basel III uygulamaları ile uyumlu hale gelebilmek için, bankaların risk ağırlıklı varlıklarına yeni bir düzenleme getirdi. 23 Ekim 2015 tarihinde resmi gazetede yayımlanan tebliğe göre, bankaların TCMB’de tuttukları yabancı para cinsinden zorunlu karşılıkların %50’si “riskli varlıklar” kategorisinde sayılacak. 31 Mart 2016’da yürürlüğe girmesi beklenen bu uygulama ile bankacılık sektörünün sahip olduğu sermaye yeterlilik oranının 1 puana yakın düşmesi bekleniyor. Bu karar ile beraber bankaların TCMB’de döviz yerine TL cinsinden zorunluk karşılık bulundurmaları ve bunun da TCMB’nin döviz rezervlerini olumsuz etkilemesi beklenebilir. Karar hiçbir değişiklik yapılmadan uygulamaya girer ise, ilave sermaye eklenmediği durumda kredi sistemini de olumsuz etkileyeceği açık görünüyor. 5
Kaynak: BDDK
Görüldüğü üzere, bankacılık kesiminin sermaye yeterlilik oranı %14,5’in biraz üzerinde. Yapılan hesaplamalar ise, bu yeni düzenleme ile beraber sermaye yeterlilik rasyolarının 1 puanın üzerinde düşüş yaşayacağını ön görüyor. Bu halde de, zaten kırmızı sinyaller vermeye başlayan kredi sisteminin daha da kötüleşeceğini söyleyebiliriz.
Bankacılık kesimi-reel kesim arasındaki ilişkinin griftliği düşünüldüğünde, reel kesimde yaşanan her bir resesyonel gelişmenin, kredi sistemi ve ödemeler sistemi kanalıyla bankacılık kesimine sirayet edeceğini söyleyebiliriz. Önümüzdeki süreç, bu başlıklar beraber düşünüldüğünde, oldukça inişli-çıkışlı olacağa benziyor.
Sonuç
Önümüzdeki dönemde Türkiye ekonomisi daha fazla uluslararası ekonominin belirlediği düzleme girecek. Uluslararası parasal otoritelerin aldığı kararlarla, Türkiye ekonomisi, yukarıda açımlanmaya çalışılan başlıklarda daha fazla sıkışacak. Bu çerçevede, çıkış adına, ekonomi cephesinde bir ışık görünmüyor. Siyaset cephesinden de burayı destekleyecek ve basıncı dağıtacak bir hamle gelmesi mümkün değil.
Hem nesnel olarak, hem de bilindiği gibi ekonomi sadece ekonomi değildir.
Rusya Krizi
Rusya’nın uçağının düşürülmesi siyasi açıdan bir dizi sonucu beraberinde getirecek. Diğer yandan, ekonomik sonuçları arasında etkisinin ilk elden görülebileceği yer ödemeler dengesi…
Türkiye açısından Rusya hem ithalatçı hem de ihracatçı durumda. Türkiye’nin ihracat yaptığı ülkeler arasında Rusya önemli bir yere sahip. 2014 yılında Türkiye, Rusya’ya 6 milyar dolarlık ihracat yaptı. Öte yandan, ithalat açısından bakıldığında, Rusya ilk sırada yer alıyor. 2014 yılında Türkiye, Rusya’dan 25 milyar dolara yakın ithalat gerçekleştirmiş. Rusya karşısında net ithalatçı konumdayız.
EPDK verilerine göre, Türkiye’nin enerji ithalatının %60’a yakını (Almanya’dan sonra Rusya’nın en fazla enerji ihraç ettiği ülke) Rusya’dan yapılıyor. Enerji ithalatı bağlamında, Rusya’nın atabileceği adımların sayısı sınırlı olsa da, maliyet yönlü Türkiye’yi zora sokabilir.
Bavul ticareti (Türkiye’ye yurtdışından gelenlerin, yanında belli sınırlar içerisinde getirip burada sattıkları mallar) açısından bakıldığında, 2014 yılında 9 milyar dolara yakın olan bu ticarette Rusya’nın ağırlığı da devam ediyor.
İnşaat sektörü açısından bakıldığında, 2014 yılında Türk müteahhitler, Türkmenistan’dan sonra en fazla, 4 milyar dolar ile Rusya’da yatırım yapmış. Dahası, Akkuyu nükleer projesi de Rusya tarafından üstlenilmiş bulunuyor.
Rusya’nın, Türkiye açısından döviz kazandırıcı olduğu bir diğer sektör ise turizm. Rusya, yaşanan uçak düşürme olayının hemen ardından ilk adım olarak, vatandaşlarına Türkiye’ye gitmemeleri yönünde telkinde bulundu ve Türkiye’ye tur düzenleyen belli şirketler tur planlarını iptal etti. Çarpıcı olması açısından birkaç rakam verebiliriz. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, 2014 yılında, Rusya’dan 3,5 milyon turist geliyor. Yine TÜİK verilerine göre, turist başına ortalama yapılan harcama 828 dolar olarak saptanmış. Basit bir hesapla, turizm yönünden Rusya’nın Türkiye’ye yaptırımının maliyeti 2,8 milyar dolara kadar çıkabiliyor.
Yaklaşık 30 milyar dolarlık ticaret hacmine sahip olduğumuz Rusya’nın deklare ettiği yaptırımların hayata geçmesi ile beraber, Türkiye’nin ödemeler dengesinin hissedilir biçimde sarsılması beklenebilir. 2015 yılı için tahmin edilen cari açık yaklaşık 35 milyar dolar civarındaydı. Bu yaptırımlar ile beraber, Türkiye kapitalizminin hassas noktası olan cari açığın 10 milyar dolar yukarı yönlü hareket etmesi beklenebilir.*
*Burada kullanılan veriler, TÜİK’ten temin edilmiştir.
Dipnotlar
- Cari açıktaki son dönemdeki olumlu gelişmeler de bu anlamda, Türkiye ekonomisi için hayra alamet değil. Verili yapıda Türkiye ekonomisi cari açık vermeden büyüyemez, üretemez durumdadır. Bu noktada, şunu belirtmek gerekiyor ki, Türkiye’de cari açığın finansmanı konusunda da ciddi sorunlar var. Sermaye girişlerinin tıkandığı dönemde, “kaynağı belirsiz para” olarak bilinen net hata ve noksan kalemi artış gösteriyor. Eylül 2015 itibariyle, net hata ve noksan kalemi 13,5 milyar dolar olarak belirlendi ki; bu tutar aynı dönem cari açığın %50’sinden fazlasını kapatır durumda.
- Burada faiz tartışmalarına da değinmek gerekiyor. AKP iktidarı, faiz gelişmelerine oldukça duyarlı olan inşaat sektörüne zeval gelmemesi için, gerekli yasal düzenlemeleri yapıyor. Ama diğer yandan, faizlerin artmaması yönündeki baskısı da, inşaat sektörüne olan talebi canlı tutmayı hedefliyor. Ama bu sanıldığı kadar kolay değil, ileride de değineceğiz. Faizler Türkiye ekonomisinde daima artış eğiliminde. Bu başlık, AKP için korkulu bir rüya olarak beliriyor.
- http://www.haberturk.com/ekonomi/para/haber/1128338-karsiliksiz-cek-tutarinda-artis-yuzde-50ye-yaklasti
- Hemen burada tahvil faizlerindeki mantığa da değinmek gerekiyor. Devlet tahvilinin faizi ile fiyatı ters orantılı. Yani, devlet tahvillerine olan talebin canlı olduğu dönemlerde (ki bu işlerin iyi gittiği dönemlerdir) devlet tahvilinin faizi düşüyor; veya risk algısının arttığı dönemlerde ellerindeki devlet tahvillerini satan yerli ve yabancı yatırımcılar devlet tahvillerine talebi düşürdüğü için faizler de yükseliyor. Yabancı yatırımcılar, ellerindeki tahvilleri satıp, dövize geçince de döviz fiyatları artıyor. Bu sarmal defalarca tekrar edebilme yeteneğine sahip.
- Konuyu köşesine ilk olarak Hürriyet Gazetesi Yazarı Uğur Gürses taşımıştı: http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ugur-gurses/bankalar-ve-merkez-bankasi-koseye-sikisti-1462283/