2015’te Türk Dış Politikası: Mayın Eşeği Ülke

Türkiye kapitalizminin “muz cumhuriyeti” olmadığını; iç ve dış dinamikler arasında çift yönlü belirlenim ilişkisi olduğunu defalarca yazdık. Ancak 2015 yılını geride bırakmaya hazırlandığımız şu günlerde, işçi sınıfının bağımsız siyaseti Türkiye sınıflar mücadelesinde etkin bir konum elde edemediği durumda, ülkemizde nazar-ı itibara alınması gerekecek bir “iç” dinamikten bahsetmenin mümkün ol(a)mayacağı görülüyor. 13 yıldır çeşitli “dönüşüm” kurgularını zorlayan Türkiye Cumhuriyeti, özellikle son birkaç yılda aldığı darbelerin sonucu olarak tam hız bir “failed state” (aciz devlet) olmaya doğru ilerliyor çünkü.

Kartların yeniden karılıp -olmadı bir kez daha- dağıtıldığı iki seçimli 2015 yılında, AKP yönetiminin dış politikada bir türlü dikiş tutturamadığını, Suriye’de müvekkiline defalarca vaatlerde bulunup bir türlü davayı kazanamadığını, yılın başında girdiği ittifak ilişkilerinin yıl içinde birkaç kez değişerek en son yine 180 derece aksi yönde yeniden kurulduğunu söyleyebiliyoruz.

2015’teki dış politikanın bundan önceki yıllarda birikenlerle birlikte şekillendiğini ve bu yılın TC için artık bir “dönüm/bitiş noktasını” içinde barındırdığını da mutlaka belirtmek gerek.

Öncelikle, bu ülkede “failed state” olmayı kabullenmeyeceklerin bunu engellemeye de muktedir olacağı iddasını bir kenara yazalım. Ancak 2015’in Türkiyesi’nin AKP yönetimi elinde bir “mayın eşeği ülke” 1  haline getirildiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Türkiye’nin “mayın eşeği ülke” haline getirilmesi, AKP yönetiminin bir zorunluluğu ve aynı zamanda kurtuluş planıdır.

24 Kasım günü, AKP yönetiminin Rus uçağını düşürerek attığı adım, bundan sonraki kaderini ve uluslararası güç ilişkilerindeki konumunu belirleyecek bir adımdır. “Egemen bir ülke” olmaktan çıkarak “mayın eşeği ülke” olunduğunun ilanıdır. Emperyalizmin mayın eşeği!

Nedir mayın eşeği ülke?

Uluslararası güç ilişkilerindeki konumu somutlaştıracak olursak, Türkiye önümüzdeki bir iki yıllık vadede ABD/NATO ile Rusya arasındaki aşk-nefret ilişkisindeki dönemeçlerde hep öne çıkacak, bir çeşit tetikçilik yapacak, çoğu zaman da ofsayt konumuna düşerek geri basacak koordinatlara demir atmıştır. Böylesi ABD/NATO tarafı için vekil savaşının çok ötesinde işlevli olacağı gibi, Rusya açısından da -24 Kasım itibariyle- kullanışlıdır. 2 Türkiye’nin dünya dengelerindeki kritik dönemeçlerde hep öne çıkacağı/atılacağı ve yeni dönemin ihtiyaçları doğrultusunda bir dengeye varılana dek iki taraftan da tokatlanacağı anlaşılıyor. İşte bu ülkeye “mayın eşeği ülke” diyebiliyoruz; sistemin yeni güç dengeleri arayışının çok kullanışlı bir aktörü! Dünyanın “dengeler” arayışı yerini tamboy savaşa bıraktığındaysa eşeğin hazin sonu üzerine kurgular yapabiliriz.

Artık iç-dış dinamik ilişkisini bu rol üzerinden yeniden tarif etmek ve içeride AKP yönetiminin dış politikasıyla kıyasıya hesaplaşacak bir siyasi özne olmadıkça (mesela “uçağı düşürmek haklı” sayıldıkça), iç dinamik “ihmal edilebilir”dir.

İç-dış dinamik ilişkisinde ayrıca, Türkiye ölçeğindeki kapitalist ülkeler için “son tahlilde” sistemin çıkarlarının belirleyici olduğunu hatırlayalım. Geride bıraktığımız malum dönem için bu belirlenim ilişkisinin özel bir anlamı var. Erdoğan yönetiminin dış politika başlığında ayırt edici yönü bu noktada açığa çıkıyor: Dış dinamiğin “son tahlilde” falan değil, baştan sona iç dinamiği “baskılaması”.

Erdoğan yönetimi, 2013 Baharında Suriye’de yenilgiyi tadana kadar, Türkiye’nin dönüşüm planını, emperyalizmin sıkı desteğiyle yürüttü.

Başta Türkiye’ye biçilen “ılımlı islam köprüsü” olma rolü olmak üzere, cihatçı paralı askerler örgütünün “usta”lığını yapma ve Suriye’deki terör saldırılarında operasyon üssü olma gibi görevler bu ülkeyi yöneten siyasetçilerin yıllardır hayalini kurduğu, ama Erdoğan yönetimine “kısmet olan” emperyalist desteği beraberinde getirdi.

AKPnin gizli gündemi değil, NATOnun örtülü görevleri

AKP yönetiminin “vekil” olarak üstlendiği bu misyonun dış politikada “örtülü dış politika” uygulamalarının daha baskın hale gelmesini beraberinde getirdiğini saptayabiliriz. Türkiye’nin NATO’nun bir üyesi olarak “örtülü” uygulamalarla AKP yönetimi döneminde tanışmadığını biliyoruz. 3 Ancak “derin devlet” eleştirisiyle prim yapan bir yönetimin, dış politikada “en örtülü” operasyonları yürütmesi ve bunların açığa çıktığı durumlarda da “vatana ihanet” söylemiyle sırları ortaya koyanları suçlaması AKP yönetiminin bir özelliğidir.

Dünyada da “örtülü operasyonların” bitmediğini, NATO’nun Gladio örgütlenmesinin paralı cihatçı çetelere paralel şekilde yeniden yürürlüğe sokulduğunu, kapitalizmin bu geleneksel yönetsel aygıtlarından vazgeçmediğini ama yanına yenilerini eklediğini söyleyebiliyoruz.

NATO’nun Gizli Orduları’nın yazarı Daniele Ganser, hâlâ “gizli savaşları” izlediğini; bunu 11 Eylül tartışmalarında, Ukrayna tartışmalarında, Suriye’ye, Libya’ya baktığında gördüğünü söylüyor. 4 Ganser’e göre vekalet savaşları, hedef şaşırtan terör, suikastler, ekonomik savaş, renkli devrimler, seçimlere yönelik müdahaleler, ABD’nin ikinci dünya savaşından bu yana devam eden, “gerilim stratejisi”ni kullanarak yaptığı manipülasyonların yenilenmiş ya da farklı biçimleri…

Evet 60’lardan itibaren Kıbrıs’ta yürütülen “örtülü operasyonlar”, 70’lerde Türkiye solunun yükselişini, ‘90’larda Kürt ulusal hareketinin mücadelesini hedef alan “içerideki operasyonlar” 90’lardan itibaren yerini “örtülü dış politika” hamlelerine bıraktı. Türkiye kapitalizmi “örtülü” işlerden hiçbir zaman vazgeçmedi. Ama 2000’lerdeki biraz daha değişik ve bunun köşe taşlarına biraz daha yakından bakmakta yarar var.

Türkiye’nin 90’larda Yugoslavya savaşında ülke gündemine hiç girmeyen bir şekilde NATO kapsamında görev aldığını biliyoruz. O günlerde Bosna’daki “özgürlük savaşçıları”nın NATO tarafındaki eşlikçilerinden olduğu anlaşılan Hakan Fidan’ın, daha sonra TİKA ve benzeri “görevlerle” bu çetelerle ilişkilerini süreklileştirdiğini; Mavi Marmara ve benzeri girişimler dahil özellikle Arap Baharı döneminde çeşitli biçimlerde paravan olarak kullanılan İHH ile MİT ilişkisinin de bu çerçevede geliştirildiğini; Recep Tayyip Erdoğan’ın Müslüman Kardeşler’le kader birliğinin bu misyonun bir parçası olarak şekillendiğini de…

Arap Baharı çerçevesinde gündeme gelen ve TSK’nın da NATO kapsamında rol üstlendiği Libya’daki “örtülü dış politika” hamlesi, Türkiye-Fransa ortaklığının “başarılı” bir hamlesi oldu. Ancak aynı “başarı” Suriye’de sağlanamadı ve bugün “örtülü dış politika”nın iflasına tanık oluyoruz.

AKP Suriyede
yenilgiye doyamadı

Aslında AKP yönetimi 2011’den bu yana Suriye’de defalarca yenildi.

Arap Baharı’nın ilk gününden itibaren Tunus’ta Raşid Gannuşi, Libya’da Mahmud Cibril ve Mısır’da Muhammed Mursi’yi destekleyen Erdoğan, 2011 Eylülü’nde bu ittifakın bir işareti olarak Suriye Ulusal Konseyi’nin İstanbul’da kurulmasına yardım etti. Müslüman Kardeşler’in kontrolünde sürgünde Suriye hükümeti olması planlanan bu oluşum beklenen rolü üstlenemedi. NATO’nun Libya’da savaşan paralı cihatçıları da Türkiye’ye üslenerek Özgür Suriye Ordusu’nu oluşturmuştu ancak Suriye’de Libya’daki gibi bir “hızlı zafer”in mümkün olamayacağı netlik kazanınca 2012’de “diplomasi” konusunda adımlar atılmaya başlandı.

AKP yönetimi Mısır’da Mursi’nin iktidara gelmesinin ardından ABD’deki Hillary Clinton, General David Petraus gibi isimlerle ve Fransa’da Hollande yönetimiyle işbirliği halinde “savaşa devam” çizgisinin sözcülüğünü yaptı. Bu süreçte Katar ve Suudi Arabistan da “savaşa devam” yanlısıydı ve “vekalet” bir kez daha bu ülkelere verilmiş oldu. Savaşın şiddetinin arttırılması (Nikaragua modeli) gündemdeydi ve Türkiye’nin “örtülü dış politika” tercihleri burada kritikti.

2013 Baharında sahada alınan yenilgiyle, bu şiddette bir saldırganlığın da sonuç vermeyeceği görüldü. Artık ABD’nin Müslüman Kardeşler’e verdiği krediler sona ermiş ve Washington yönetimi politikalarını gözden geçirmeye başlamıştı. Yaz aylarında yaşanan Mısır’daki darbe, Katar’da iktidar değişikliği gibi gelişmeler bunun sonuçlarıydı. AKP yönetiminin ısrarıysa sürüyordu ve bu ısrar artık “kirli, daha kirli” operasyonları gerektiriyordu. 2013 Haziranı’nda başka bir sınavla da karşı karşıya kalan AKP yönetimi için artık dış politikadaki “zafer” arayışı alternatifi olmayan bir arayış haline gelmişti.

AKP yönetiminin büyük risk ve inisiyatif aldığı Suriye’deki kimyasal silahlarla yapılan katliam bu arayışın sonucu oldu. Ağustos 2013’te, kadim müttefik Fransa’nın yanısıra ABD’de ve diğer ülkelerdeki “savaş yanlıları” bir kez daha harekete geçti. Burada ilk kez Rusya’nın sahne alışıyla tablo tersine döndü ve Türkiye 2015’te kendisini “mayın eşeği” konumuna getiren adımlardan  birini daha attı.

Dışarıda Barzanici,
içeride APOcu açılım

Suriye operasyonu sürecinde Barzani topraklarında ve Suriye’nin çeşitli bölgelerinde üslenen “örtülü operasyon birimleri” ile hareket serbestisi kazanan, ülkenin güney coğrafyasını paralı cihatçılara açan, bu arada içeride bir “açılım sürecini” yürüten AKP yönetimi, bundan sonraki dönemde “başarısız” olduğu oranda ABD/NATO desteğini yitiriyordu.

Bu süreçte 200 binden fazla paralı asker Türkiye üzerinden Suriye’ye geçti. MİT, CIA’nin danışmanlığında ve Katar’ın finansmanıyla savaşı destekleyen silah ve para akışı için bir düzenek kurdu. AKP yönetimi Şanlıurfa, Osmaniye ve Karaman’da üç “El Kaide kampı” kurdu. Bunlar Latin Amerika’daki darbe operasyonları için eğitimlerin verildiği “School of the Americas”takine benzer eğitimler veren “terör akademileri”ydi.

AKP yönetiminin her seferinde daha “örtülü” operasyonları zorlaması, NATO’nun ve ABD’nin başarılı olduğu durumda sessizce onaylayacağı ama sonuç getirmediği hallerde sorumluluğu paylaşmayı istemeyeceği adımlardı. Nitekim AKP yönetimine ayar verecek sızdırmalar ilk kez 2013’te emperyalist medyada yer tutmaya başladı.

İçeride 2013 kırılması

İç dinamikler sözkonusu olduğunda, Türkiye kapitalizminin geleneksel devlet yapısının “çözüldüğünü” daha önce tespit etmiştik. 2013’te “yeni gömleği giymeyeceğini” ilan edenler Erdoğan Türkiyesi’nin yeni cepheleşmesinin bir tarafına yerleşti. 2013 Haziran direnişi öncesinde de, mağdur-elit; zulme uğrayanlar-zulmedenler gibi sahte ikilemlerle “böl ve yönet” taktiği kullanan Recep Tayyip Erdoğan, bu tarihten sonra keskin bir “cepheleşme” ve gerilim politikasını tercih etti ve bugüne dek de bunu başarılı bir biçimde uyguladığını saptayabiliyoruz. Bu cepheleşmede ve tam da 2013 kırılmasında Kürt siyaseti kendine özgü bir kırılma yaşadı; 2009’dan beri “örtülü dış politikanın bir ayağına paralel” şekilde yürütülen Kürt açılımı da zorlu bir sürece girmiş oldu.

Erdoğan’ın aynı zamanda bir “çıkış stratejisi” olarak gördüğü cepheleştirme politikasının sonucunda öznel/tarihsel nedenlerle “karşı tarafta” yer alması gereken Kürt siyaseti, açılım süreci yüzünden tereddütlü bir yaklaşım sergiledi. Yeni tablodan yola çıkarak pazarlık kozunu arttırmayı gözeten Kürt siyaseti, aksine pazarlık zemininin dinamitlenmesi tavrıyla karşılaştı. O gün bugündür de, “örtülü dış politika” hesaplarında yer tutma arayışıyla, içerdeki açılımda pazarlık gücünü arttırma çabası arasında salınımı sürüyor. Haziran’ın sonucu olarak belirginleşen iktidar karşıtı cephede yer tutma ve buradan bağımsız bir çıkış yapma zemini de, Halkların Demokratik Partisi’ne (HDP) havale edilmiş olmasına karşın Kürt siyasetinin sonuç alıcı hamleleri daha çok diğer temaslarında araması genel kabul görmüş bir tercih haline geldi.

IŞİD: Şiddette sınır yoktur

2014’te “örtülü dış politika faaliyetleri”, Suudi Arabistan ve Fransa’nın ABD’nin İran ve Rusya ile “detant” girişimlerine paralel ve karşıt bir eksen oluşturacak şekilde sürdürüldü. Adım adım yoğunlaştırılan “şiddet politikası” son biçim olarak Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) formuna kavuştu. 2014 baharında Suudi Arabistan ve Türkiye’nin desteğiyle göze çarpan bir biçimde gücünü katlayan oluşum, yaz aylarında Irak ve Suriye’de kritik coğrafyaları işgal etti. O dönemde sardece bir kaç yüz savaşçısı olan İslam Devleti on binlerle ifade edilen bir orduya dönüştü ve dehşet saçmaya başladı.

2014’te giderek yalnızlaşan AKP yönetiminin bu tehlikeli oyununun sınırlandırılması için çeşitli müdahaleler gündeme geldi. 2013 sonlarında patlak veren Cemaat-AKP kapışması 2014’te ses kaydı savaşlarıyla devam etti. AKP yönetiminin “örtülü dış politika” uygulamaları da bu dönemde teşhir olmaya başladı. 18 Mart 2014’te Youtube’da yayımlanan bir kayıt, Nijerya’daki Boko Haram örgütüne silah transferi işine THY müdürlerinden Mehmet Karataş’ın dahil olduğunu, yine mart ayında yayımlanan bir başka ses kaydı Suriye ile ilgili provokasyon planlarının dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, MİT Müsteşarı Hakan Fidan, Dışişleri Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu ve Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Yaşar Gürel arasında konuşulduğunu gösteriyordu. AKP hükümetinin (İHH paravanı altında) Suriye’ye silah transferine dönük hukuki ve medyatik müdahaleler de, sarsıcı bir biçimde ülke gündemine girdi.

2014’ün son aylarında ise uluslararası ittifaklarda önemli kaymaların ilk işaretleri alınmaya başlandı ve Kobane’yi hedef alan IŞİD saldırısıyla birlikte tüm aktörler yeni bir kamplaşmanın tarafı olmaya zorlandı. AKP yönetimi özellikle bu dönemeçte yaptığı tercihlerle (Kürt siyasetiyle “uzlaşmazlık” ve IŞİD konusunda da “örtülü desteği sürdürme”  ısrarı) daha fazla yalnızlaşarak daha cesur olmaya mecbur hale geldi.

İşte Ankara’nın 2014 Aralık başında, NATO’yu çok kızdırmayı göze alarak Rusya ile yaptığı kritik ekonomik anlaşma, böyle bir mecburiyetin de ürünüydü. Üstelik daha bir yıl geçmeden gelinen noktaya bakılırsa, cesaretin bir çeşit “atılım ve açılım” siyasetine değil, “çıkışsızlık ve mahkumiyet” siyasetine eşlik ettiği görülecektir.

Örtülü dış politika
ve vatana ihanet

Haklarında yargı süreci devam eden ve MİT tırlarını durduran Adanalı beş savcıdan ikisi olan Özcan Şişman ve Aziz Takçı’nın avukatlarından Alp Değer Tanrıverdi, REUTERS’a yaptığı açıklamada “Tamamen bir hukuk katliamı haline gelmiş olan bu süreci açıklamak mümkün değil. Suç olan bir şey ‘devlet sırrı’ olamaz” ifadesini kullanıyor. 5Bu ikinci cümle bir süredir tartışma gündeminde. Son olarak Cumhuriyet gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ve Ankara Temsilcisi Erdem Gül’ün tutuklanması da bu tartışmaya yeni bir boyut kazandırdı. Dündar ve Gül, “devletin güvenliği veya iç veya dış siyasal yararları bakımından, niteliği itibarıyla gizli kalması gereken bilgileri, siyasal veya askeri casusluk maksadıyla temin etmek/açıklamak”la suçlanıyor. Suçlananlarsa, kamuoyunun devletin işlediği suçlarla ilgili bilgi alma özgürlüğü olduğunu vurgulayarak kendilerini ve “basın özgürlüğünü” savunuyor.

Erdoğan yönetiminin dış politikasındaki “ayırt edici” bir başka yön de burada açığa çıkıyor. “Örtülü dış politika” olarak adlandırabileceğimiz dış politika tercihleri, özellikle aysberg’in su altında kalan kısmı gerçekte çok fazla “sır” içeriyor. Ve bunlar sadece “devlet sırrı” değil, “NATO sırları”… ve tabii CIA/ABD sırları. (ABD bu konudaki kısıtları Aralık 1947’de Ulusal GÜvenlik Konseyi’nin (NSC) 4-A Talimatnamesi ile gideriyordu. Buna göre 4-A Talimatnamesi, “CIA’i bu resmi olarak var olmayan programları yürütmesi ve idare etmesi için gizlice yetkilendirir”…)

Burada, dış dinamiğin rahatlatıcı etkisini ihmal etmemek gerekiyor. Erdoğan’ın yapıştığı koltuktan sökülüp atılamamasını sağlayan da bu etki ve pazarlık gücüdür. Çünkü açık bir suç ortaklığı var ve henüz kimse bundan kendini temize çıkartma imkanına kavuşmuş durumda değil.

Aslında burada bir süredir “Erdoğan ailesinin kirli işleri” olarak sunulan “IŞİD petrolünü çalmak/satmak”, “Urfa’da teröristleri tedavi eden hastane sahibi olmak” vs. gibi başlıkların gerçekten Müslüman Kardeşler’in uluslararası hamiliğini NATO görevi olarak üstlenmiş olan Erdoğan yönetimine dönük bir “çarpıtma” olduğunu söyleyebiliriz. Erdoğan’ın son dönem yanıt verme ihtiyacı duyduğu (daha önce bir dizi yerde çıkan, ABD yönetiminin örtülü olarak bir yıl öncesinden bu gündeme getirmeye başladığı) IŞİD petrolünü “çalma ve satma işi”ni dünyaya mal etmek Rusya’ya düştü. Ve Erdoğan’ın buna verdiği yanıtlarda hissettirdiği “hepimiz oradaydık” mesajı da yukarıdaki saptamayı doğruladı.

2013’ten sonraki Suriye savaşı bir Erdoğan yönetimi projesi ve zorlaması olmasına karşın ABD/NATO tarafından başka bir seçenek olmadığı ve başarılı olma olasılığına yatırım yapıldığı için desteklenmiştir.

Mayın eşeği mertebesine
adım adım

2014’ü Rusya flörtüyle kapatarak pazarlık gücünü arttırmaya çalışan AKP yönetimi, ABD’nin doğrudan Rojava’da PYD ile teması ve PKK ile silah bırakma başlığının esnemesi de gündemde olacak şekilde temas girişimleri karşısında bir kez daha kozsuz kaldı. Türkiye 2015’te, Kürt meselesinde sıkışıklığını ABD ile üs ve eğit-donat anlaşmaları yaparak çözme yoluna gitti. Bu dönemde yaşanan eğit-donat skandalları ABD’ye rağmen ama yine de verdiği onayla yürütülen “örtülü operasyonların” bir uzantısı oldu. Eğit-donat anlaşmalarını Washington ve Ankara’nın farklı biçimlerde kavradığı ve bu hedef farklılığı nedeniyle programların başarısız olduğu üzerinde anlaşmaya varılan değerlendirmeler oldu.

2015 yaz ayları AKP yönetiminin bir kez daha içeride elini güçlendirmek için ABD yönelimleriyle tam uyuşmayan bir dış politika çizgisinde ısrar ettiği dönem oldu. Kürt siyasetindeki gerilimi arttırma ve paralı cihatçıların desteklenmesinde ısrar tercihleri Haziran ayında kaybedilen iç desteği, Kasım’da geri getirdi.

AKP yönetiminin bir kez daha sıkışmasıysa, Eylül ayı sonunda Rusya’nın ABD ile anlaşarak Suriye’deki savaş açmazına müdahalesiyle gündeme geldi.

Viyana zirvesinde ortaya çıkan anlaşmazlığın, G20 sürecine taşınmasının ardından 24 Kasım’da Rus uçağının düşürülmesi, çaresiz ve çıkışsız dış politikanın cesur adımlarından biri olmuştur. Ve AKP yönetiminin Türkiye’yi “mine donkey state” haline getirmesinin de önemli bir aşaması…

ABD’nin bir süre daha böyle devam edeceği anlaşılan “ne şiş yansın ne kebap” politikasının karşımıza çıkaracağı garipliklereyse alışmak gerekecek. Obama’nı yakın dönemde yaptığı  “Suriye’de rejim değişikliği istemiyoruz, ama Esad’ın gitmesini istiyoruz” şeklindeki açıklaması bunun tipik bir örneğidir. Yine uçak krizinin ardından Rusya’ya güvence ve AKP yönetimine de destek veren benzer açıklamalara da bolca tanık olduk.

Dipnotlar

  1. “Mine donkey state” kavramlaştırması İngilizce’de bulunmuyor, böyle bir ihtiyaç ortaya çıkmamış. Ancak biz “mayın eşeği ülke”yi bu şekilde İngilizceleştirebiliriz.
  2.  Rusya’nın 24 Kasım’dan sonraki adımlarının hızı, Türkiye’nin, Putin’in “sırtımızdan bıçaklandık” demesine neden olan hamlesini beklediği şeklinde yorumlanabiliyor. Ancak, yakın dönem Rusya tercihlerine baktığımızda bu yöndeki bir dönüşümün Moskova tarafından “tercih edilebileceğini” söylemek güç görünüyor. Rusya’nın Türkiye’ye yeni dünya düzeninin diplomasi dilinde yeri olmadığından çok da alışık olunmayan bir sertlikte yanıt vermesi şaşırtıcı değil. Öte yandan, Türkiye’nin 2014 sonlarında Rusya ile, Washington’u ve NATO’yu kızdıracak anlaşmalara imza atması ve 2015 sonlarına gelirken buradan 180 derece sapan bir rotaya girmiş olması, Türkiye dış politikasının 2015’te izlediği yolun tuhaflık göstergelerinden biri olarak değerlendirilebilir.
  3. NATO’nun “gizli ordusu”nun temelleri Türkiye’de 27 Eylül 1952’de Taktik Seferberlik Birimi’nin kuruluşuyla atıldı. Bu birimin Türkçe’de Seferberlik Tetkik Kurulu (STK) olarak adlandırılması basit bir çeviri hatası olmaktan ziyade, CIA/NATO ilişkisini perdelemeye yönelik başka bir tercih olsa gerek. Bilindiği gibi, TSK’nın özel operasyonlar dairesi STK, 1965’te Özel Harp Dairesi, 1992’de Özel Kuvvetler Komutanlığı adını aldı. Kontgerilla adlandırması da popüler bir diğer adlandırmaydı.
  4.  “SOTT Talk Radio #91: NATO’s Secret Armies in Europe – Interview with Daniele Ganser -”, SOTT.net, erişim 8 Aralık 2015, http://goo.gl/aT5e7N. Dikkat çekici bir noktaysa, NATO’nun Gizli Orduları’nın yazarının, söyleşide, insanlara “umut vermek” için bu “gizli savaşları” yürütenlerin dünya nüfusunun yalnızca yüzde 10’unu oluşturduğunu söylemesi. Ganser, bunların sayısının 70 milyon kadar olduğunu, evet yarattıkları tahribatın büyük olabileceğini ama “yalnızca (!) 70 milyon kişinin ellerinde silahlarıyla çevreye deşhet saçarak insanları öldürdüğünü ve tecavüzler gerçekleştirdiğini” söylüyor. Dünya nüfusunun diğer yüzde 90’lık bölümü bu durumda değil diyor. Kapitalizme değil, sonuçlarına karşı olanların bu “yüzdeli umut ve mücadele azminin” nasıl bu kadar irrasyonel hale gelebildiğini anlamak güç.
  5.  Humeyra Pamuk ve Nick Tattersall, “Exclusive – Turkish intelligence helped ship arms to Syrian Islamist rebel areas”, Reuters UK, 21 Mayıs 2015, http://goo.gl/t3L7wU.