“2. Cumhuriyet ve Gençlik” Üzerine

“Benimle ne istediğini bilmeyen fakat,  neyi istemediğini bilenlerin nesli tükeniyor.  Benden sonra bir adam gelecek  ve ne istediğini bilecek”1  
 
Türkiye siyasetine dışarıdan baktığımızda ilginç bir görüntü ile karşılaşıyoruz. Toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan toplumsal sınıflar-gruplar hakkında ve onlar adına öyle çok konuşuluyor ki, doğrudan içeriden gelen seslere, söylediklerine, söyleyeceklerine yer kalmıyor! İlk akla gelecek örnekler olarak işçi sınıfını, gençleri ve kadınları sayabiliriz. Hemen her gün birileri onlar adına bir şeyler yapıyor veya söylüyor. Sıra onlara geldiğinde ise  kendilerini gösterebilmek, sözlerini söylemek için olağanüstü çaba harcamak durumunda kalıyorlar. Buna rağmen gerçekten seslerini duyurabildiklerini söylemek çok zor. 

Bu çalışmada değindiğimiz alanlardan birisini konu edineceğiz. 2. Cumhuriyet denilen yeni gerici rejimin kuruluş yıllarında gençliğin yeri üzerine bir tartışma yapmaya, önemli gördüğümüz kimi noktalara dikkat çekmeye çalışacağız.  

Türkiye siyasetinde en küçük bir iddia taşıyan herhangi bir öznenin ilk yapması gereken işlerden birisi gençlik üzerine söz söylemek. Bu nedenle olsa gerek, her açıdan bizlerden çok uzak bir yerde konumlanan gerici burjuva partileri bile sık sık gençler, gençlerimiz diye başlayan sözler ediyor, raporlar yayınlıyor, vaatler sıralıyorlar. Siyaset, ekonomi, kültür ve özellikle Avrupa Birliği gibi başlıklarda ne zaman bir tartışma yapılsa konunun bir biçimde Türkiye’nin  genç nüfusuna bağlanması ve gençliğin “geleceğimiz” olduğunun ilan edilmesi artık bir gelenek oldu. 
Geçerken ilk itirazımızı not edelim, gençlik geleceğimiz olduğu kadar bugünümüzdür. Esas olan, geleceğin kurulduğu zaman diliminde, yani bugün, gençliğin siyasetin etkin bir gücü olarak sözünü söylemesini sağlamaktır. Bu gerçeği görmeden gençlik üzerine söylenen tüm sözler boştur, ciddiye alınmamalıdır. 

TÜİK (Türkiye İstatistik Kurumu) 2011 verilerine göre ülkemizde nüfusun yarısı 29 yaşın altında.Yaş grupları skalasında en geniş grup ise 15-24 yaş aralığı ve yuvarlayarak söyleyecek olursak 13 milyon kişinin bu yaş aralığında olduğu hesaplanıyor. 2010 itibariyle Birleşmiş Milletler ve Dünya Bankası raporlarına göre Türkiye, Dünya’nın 15-25 yaş grubu nüfusu en yoğun olan ülkesi. Sadece rakamlara bakarak bile Türkiye’de gençliğin (en azından demografik olarak) ne kadar önemli bir ağırlığı sahip olduğunu kolayca görebiliriz.  

Yeri gelmişken Türkiye için büyük şans olarak gösterilen “demografik fırsat penceresi” başlığına değinelim. UNDP (Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı) Türkiye’de Gençlik konulu 2008 Ulusal İnsani Gelişme Raporu konuyu şöyle açıklıyor; “Nüfus artış hızı düşerken, çalışma çağındaki nüfusun artmaya devam etmesi durumunda oluşan demografik dönüşüme “demografik fırsat penceresi” deniyor.  

Ülkemizin ekonomik ve siyasal yaşamına bakınca “fırsat”ın başta iktidar partisi olmak üzere düzen güçlerince bayağı önemsediğini görüyoruz. Okumaya başladığınız çalışmanın dikkat çekmek istediği en önemli başlıklardan birisi, bu durumun, 2. Cumhuriyetçiler tarafından çok önemli kozlarından birisi olarak görülmesine karşın, yeni rejimin geniş toplumsal kesimler içinde meşruiyet yaratmasının önündeki en büyük engellerden birisine dönüşme olasılığıdır. Sözlerimiz, yeni gerici rejime karşı mücadele edecek güçlerin bu olasılığı bir olanak olarak değerlendirmesi gerektiğine, bir başarı için bunun zorunluluk olarak kavranması gerektiğine dair bir vurgu olarak okunabilir.  

Egemen sınıf ve siyasetçileri açısından fırsat olarak görülen demografik tablonun gençliğe yansıması, bir bütün olarak ülkemiz gençliğinin değersizleşmesi olacak. Bu söylenenin kulak tırmaladığını kabul ediyorum, ancak kapitalizm için her şey gibi gençler de piyasanın bir parçasıdır; ve kapitalizmin yapısı gereği piyasada bol bulunan her şey değersizleşir. İçinden geçtiğimiz süreçte artık kalıcı bir nitelik kazanan, eğitimli potansiyel işgücü içindeki yüksek işsizlik oranlarını gösteren rakamlar, tezimizin ilk önemli sonuçlarından birisidir. Türkiye bu başlıkta dünya birinciliğini ele geçirdi! 

Kapitalizm yine doğası gereği planlı işleyebilecek bir düzen değildir. Bu nedenle bir dönem önce başka sorunlarını çözmek için geliştirdiği bir yöntemin bir dönem sonra başına ne kadar büyük belalar açacağını hesapla(ya)mamaktadır. Bunun en kolay görülebilecek örneklerinden birisi, büyük bir şaşa ile yürütülen “her kente üniversite” projesidir.Söz konusu projeyle amaçlananın gerçekten ülkemiz gençlerinin nitelikli ve mümkün olduğunca yüksek eğitim alması olmadığı açık. Öte taraftan milyonlarca insan, bir umut diyerek, iktidarın saçma sapan uygulaması sonucunda hayatta hiçbir karşılığı olmayan diplomalar alıyor. Ve maalesef gerçekle gecikmiş olarak yüzleşiyor. 

Ne Türkiye’de ne de başka bir kapitalist ülkede, gençlerin yıllarca verdikleri emek sonucunda haklı olarak talep ettikleri, iş ve yaşam standartlarını, güvenceli gelecek beklentisini çözecek alternatifler yaratılamamakta. Yapılabilecek tek şey rekabeti körüklemek ve oluşan rekabet ortamından olabildiğince kısa süre içerisinde maksimum verim almak,  maksimum kar elde etmektir. Arada, olan gençlere olacak ama varsın olsun, kapitalizm yoluna devam ettikçe her şey mübahtır. 

Bu tablonun toplamında gençler, önce ucuz ve yoğun sömürülebillir nitelikli bir işgücü anlamına gelecek, eş zamanlı olarak potansiyel bir tehdit olarak kabul edileceklerdir. Bir tehdit olarak görüldüğü ölçüde kontrol edilmesi gereken, bir adım ötesinde baskı altına alınması gereken bir toplumsal güç. 

Tablonun basit sonucu  gençler cephesinden bir karşı duruşun, bir tepkinin ortaya çıkmasını gerektiriyor, bunu yaşayarak göreceğiz. Kapitalizmin krizleri çözmek konusunda olmasa bile krizlerle birikte  yaşamak ve krizleri yönetebilmek konusunda bir gelişkinliğe sahip olduğuna işaret etmeliyiz. Ortaya çıkacak tepkilerin, örgütlü ve derli toplu bir karşı duruş olarak kendisini ifade edemediği koşullarda sermaye iktidarları tarafından farklı kanallara yönlendirilebileceğini akıldan çıkarmamak gerek. Kabul etmek gerekir ki, kapitalizm büyük “beceriksizlik”lerinin yanında, çağımızda kendi yarattığı sorunları kullanma konusunda özel bir beceri geliştirmiştir. 

İlerleyen bölümlerde tartışacağımız “dindar gençlik” hedefine, genel olarak toplumu kuşatan gericiliğe ve özelde gençliği kuşatan tarikat-cemaat örgütlenmesine bir de bu açıdan bakılmasını öneririm.  Kapitalizm geleceksizleştirdiği gençliği düzen sınırları içinde tutmak, hem oluşabilecek tepkileri minimize etmek hem de gerektiğinde “biz de karşılarına on bin genç çıkarırız” diyebilecek bir gücü elinde tutmak için dindar ve kindar bir nesil yetiştirmek zorundadır. Tabii becerebilirse…  

Toparlayacak olursak giriş için özetle şu iddayı yazabiliriz; yaşamsal derecede önemli genç nüfusa sahip bir ülke olarak Türkiye’de sermaye iktidarının, gericiliği, emperyalizme daha köklü bağlanmayı ve bunun sonucunda daha güçlü bir sermaye diktatörlüğnü inşa etmeyi başarması, hele bunu sorunsuz bir biçimde hayata geçirmesi kolay olmayacaktır. 

Türkiye gençliği, sermaye iktidarının canını sıkacak gelişmelerin odağına yerleşme potansiyeli taşıyan önemli bir güçtür.  

 

Gençlik nedir? Ne değildir? 

Gençlik nedir, nasıl tanımlanır, sol siyaset açısından gençlerin önemi nedir? Gençlik ile ilgili yazılarda bunlara benzer sorulara kestirme yanıtlar verme çok sık görülen bir eğilim. Konu daha önce hem Gelenek’te hem hareketimizin başka yayınlarında yeterince ele alındığı için, özellikle sol literatürde gençlik kavramının yanına hemen kısa yoldan eklenen bir dizi özelliğe dair burada yeniden uzun uzun açıklamalar yapma ihtiyacı duymuyoruz. Ancak yeni bir rejimin inşaası sürecinde gençliğin rolüne ilişkin tartışmayı sağlıklı yürütebilmek için kimi kısa notları yazmak bir zorunluluk, bazı kısa hatırlatmalar yapacağız.  

Gençlik, çocukluk ve yetişkinlik arasındaki belirli bir yaş dönemini kapsayan bir geçiş dönemi olarak tanımlanabilir. Özellikle ilkel topluluklarda bu geçişin günümüze göre çok daha hızlı yaşandığını biliyoruz. Yapılan araştırmalar, kapitalizm öncesi toplumlarda “geçiş sürecinin” esas olarak çok kısa sürdüğünü, daha ziyade olgunluğa hazırlanma ve büyüklere benzemeye çalışma evresi olarak yaşandığını gösteriyor. 

Bu anlamıyla gençliğin daha tanımlı bir sosyal kategori olarak ortaya çıkışının miladı olarak sanayi toplumunun doğuşunu işaret eden değerlendirmelere katılıyorum. Değerlendirmeyi doğrulayan bir diğer neden, tarım toplumlarının tüm aile bireylerinin ortak çalışması üzerine kurulu olmasıdır. Tarım toplumlarında çocuklar da ailenin iş gücünün bir parçası sayılır ve doğrudan aile ekonomisine katkıları alınırdı.  

“Nisbeten basit bir toplumsal yapıya sahip ilkel topluluklarda, birey, yetişkin hale gelmesi için gerekli olan toplumsal yükümlülükleri ve alışkanlıkları kazanmada çok az güçlük çekiyordu. Ayrıca bu toplumların tipik özelliği olan kısa yaşam süreleri ve yüksek ölüm oranları, “hazırlık dönemi”nin önemli ölçüde uzatılmasını olanaksız kılıyordu. İlkel topluluklarda çoçukluk çok erken biter; eğitim-öğretim yetiştirme de doğal bir pratik nitelik taşırdı. Çocuklar yetenekleri elverdiği ölçüde ana babalarınkinden farklı olmayan bir faaliyet biçimi öğrenirler”  

Sanayileşmenin çeşitli evrelerinde farklılık göstermekle birlikte endüstrileşmenin yaygınlaşması aynı zamanda uzmanlaşma ihtiyacını da doğurmuştur. Buna bağlı olarak, kapitalizmin ilk dönemlerinde çok daha yaygın olan çocuk işçiliği gözlemlenirken, ilerleyen zamanlarda eğitimin yaygınlaşması (örgün eğitim) ile beraber çocukların işgücüne katılımı gecikir. Gençlik kategorisi daha belirgin bir hal alması bu sürecin ürünüdür. Eğitimin yaygınlaşmasından belli bir süre sonra yüksek öğretimin yaygınlaşması, gençlik içerisinde özel bir bölme olarak öğrenci gençlik kategorisinin belirginleşmesine neden olduğunu eklemiş olalım. Son olarak, gençliğin ayrı bir evre olarak tanımlanması sürecinin önemli nedenlerinden birisinin de ortalama yaşam süresinin uzaması olduğunu yazalım.  

Gençlik döneminin sonlandığı nokta olarak genelde iki kritik eşikten söz edilmektedir, birinci evlenme (aile sorumluluğu) ikincisi tam zamanlı çalışmaya başlamak (iş sorumluluğu). Her iki sorumluluğun da üstlenilme yaşının çeşitli nedenlerle gün geçtikçe yükselmesi, sabit bir yaş aralığını gençlik kategorisi olarak kabul etmeyi zorlaştırmaktadır. Konuyla ilgili akademik çalışmalarda da üzerinde ortaklaşılmış bir dönemlendirme yapılamamaktadır.  Kimi çalışmalar, 12-24 yaş grubunu, kimileri 15-24 veya 15-30 yaş grubunu genç olarak kabul etmekte. Birleşmiş Milletler (BM), Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu (UNESCO) ve Dünya Bankası (WB), gibi uluslararası kurumların ortaklaştığı kategori 15-24 yaş aralığı olsa da örneğin Avrupa Birliği’nin kimi raporlarında 15- 29 yaş aralığının genç olarak tanımlandığını görüyoruz.  

Bu hatırlatmalardan sonra sosyolojik ve biyolojik tanımlardan daha politik bir eksene doğru geçebiliriz.  

Gençliğin siyasal ve toplumsal açıdan önemli bir kategori olarak görülmeye başlamasını Aydınlanma’nın bir ürünü olarak değerlendirebiliriz. Toplumun değişmesinin çalışkan, yetenekli, gelişkin insanların ortaya çıkmasına paralel olacağını düşünmek, geleceğin yurttaşları olan gençlere dönük özel bir ilginin ortaya çıkmasının başlıca nedeni olarak kabul ediliyor.  

Herhangi bir ciddi siyasal hareket için talip olunan şey sadece güncel olarak bir güç elde etmek ya da bunun gelişkin bir ifadesi olarak iktidarı ele geçirmek olamaz. Her ciddi siyasal özne esas olarak geleceği kazanmak için mücadele eder. Bunun doğal sonucu gelecekteki toplumun görece etkin unsurları olacak bugünün gençlerini ciddiye almaktır. 

Siyasal açıdan henüz gençlik diye bir kategoriden söz edemeyeceğimiz dönemlerden beri, dünyanın önemli değişim süreçlerine imza atan kollektiflerin yaş ortalamasına veya onların önderlerinin yaşlarına baktığımızda bugün genç olarak adlandırdığımız kesimin bir parçası olduğunu görüyoruz.  “Fransız Devrimi başlarken Robespierre ve Danton sırasıyla 31 ve 30 yaşlarındaydı. (…) Lenin Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi başlıklı kitabını yazmaya başladığında 26 yaşındaydı ve tutukluydu. Yakın çevresine bakalım; Kollantai Lenin’den 2 yaş, Stalin 8,

Troçki 9, Kamanev ve Znovyev 13, Radek 15, Bukharin 18 yaş gençtiler. Che Küba devrimine katıldığında 28 yaşındaydı. Castro Che’den 2 yaş büyüktü.”   

Buraya kadar söylenenlere rağmen günümüz gençlik tartışmalarına kapitalizmin ve burjuva sınıfının deneyim faktörünü ekleyerek ve daha dikkatli bakmayı öneriyoruz. Veriler, hızlı ve kaba sonuçlara taşınıp, maymuncuk işlevi yüklenmemeli, işlenmeli. Kişinin toplumsal gelişiminde ve bunun bir uzantısı olarak politikleşmesinde, belirli bir yaş grubuna dâhil olmasının, bu yaş grubunun ortak özelliklerinin elbette önemli etkisi olur. Bunun kadar önemli olan yaşadığı toplumsal çevre, eğitim, maddi durum gibi özellikleri ise yok sayamayız. Bu nedenle gençlerin kendilerine özgü politik özelliklerinin konjoktürel ve esas olarak bağlamsal olduğunun altını kalınca çizmek gerekir. Bunu göz ardı eden yaklaşımlar, örneğin genç işçilerin sınıfsal konumlarını da göz ardı ederler.  Kapitalist toplumda bu hataya düştüğünüz anda doğru bir sonuca ulaşma şansınız sıfırdır. İşçi sınıfının parçası olan gençler de kendilerinden yaşça büyük sınıf kardeşlerinden elbette farklı kimi özellikler taşırlar, fakat onları üretim faaliyetinden bağımsız ayrı bir politik kategoriye yerleştirmek adlı adınca sınıfı bölmek olur. 

Diğer taraftan öğrenci gençlik ise, üretim sürecinin doğrudan içinde yer almaması, en azından artı-değer sömürüsüne doğrudan maruz kalmaması sebebiyle öncelikle ideolojik, politik ve kültürel koşullardan etkilenir. Kapitalist toplumlarda hala önemli ideolojik misyonlar üstlenen eğitim kurumlarının bir parçası olması, lise ve üniversitede aldığı eğitiminin etkisi ile öğrenci gençliğin, siyasal-ideolojik tartışmalara daha açık olduğunu söyleyebiliriz. 

Ülkemiz devrimci hareketinin bir diğer sık karşılaşılan yanlış değerlendirmesi, gençlerin “kendi sorunları”ndan yola çıkarak bir politikleşme süreci içerisine gireceği tezidir; ve bu tez tarihsel olarak yanlışlanmıştır. Ülkemiz gençliğinin bugüne kadar ki tüm politikleşme süreçlerinin, altını çizmek için istisnasız hepsi diye tekrar ediyorum, doğrudan ülke ve dünya meseleleri ile ilgili yaşanan tartışmalar ve taraflaşmalar ekseninde olduğunu akıldan çıkarmamak gerek. Örneğin Türkiye’de gençlik hareketlerinin doruğu sayılan 68’de gençliğin “akademik-demokratik” zeminde bir takım taleplerle eylemler, boykotlar ve işgaller yaptığı doğrudur, fakat aynı gençlerin kemalizm-sosyalizm tartışmalarından, MDD-SD tartışmalarına memleket nasıl kalkınır sorularına kadar başka pek çok politik tartışmaya da dahil olduklarını hatırlamalıyız. Benzer biçimde 96’da “eşit-parasız eğitim” talebi ile ülkenin merkezi gündemlerinden birisi olan özelleştirmelerin birlikte ele alındığını, 2000’lerin başıdaki “türban” tartışmasının ise esas olarak Türkiye gündemi olduğu gerçeğini göz ardı edemeyiz. 

Buraya kadar ki vurgularımızın kimi sık tekrarlanan yanlışlara karşı uyarı olarak okunması daha doğru olur.Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca ülkenin siyasal,toplumsal dönüşümler yaşadığı her dönemde gençliğin bu dönüşümde belli bir yeri olmuştur. Buradan yola çıkarak modern Türkiye tarihini neredeyse “gençlik hareketleri tarihi” olarak yazmaya varacak eğilimler ortaya çıktığını biliyoruz. Burada dikkat edilecek nokta, bu yaklaşıma mesafeli durmanın gençliğin siyasal tarihimizdeki yerini küçümsemek anlamına gelmemesidir.  Açıkcası yakın tarihinin ilk ciddi siyasal örgütlerinden birisinin “Genç Türkler” adıyla anıldığı  bir ülkede bunu yapmak mümkün de değil ama biz yine de vurgulamış olalım. Savaşla kurulmuş bir ülkede, her savaşın asli savaşkan gücünün doğal olarak gençler olduğunu düşünecek olursanız bunu yapmak daha da zorlaşacaktır. Kurtuluş’un hemen ardından kuruluş için çok çalışması gerektiği sürükli vurgulanmış, ardından yeni kuralan rejimi ebediyete kadar korumakla görevlendirilmiş gençlik algısını buna ekleyebiliriz.  Cumhuriyet tarihi boyunca önemli her siyasal eylemin arkasında mutlaka bir genç renk kendisini göstermiştir. Denilebilir ki gençlik hareketleri siyasetin barometresi işlevi görmüştür; bu bir veri, ancak gençliğe olur olmaz misyonlar atfetmek başka bir şey. (Sanıyorum bir genç rengin kendisini en az hissettirdiği ciddi değişim dönemi, AKP eliyle inşa edilen 2. Cumhuriyet’e geçiş süreci oldu. Bunu bir sonraki bölümde biraz daha ayrıntılı olarak ele alacağız.) 

Türkiye’ye ilişkin bu ara notu düştükten sonra daha genel olarak “gençlik” alanına dair kısa bir not ile bu ara bölümü kapatalım.  

Gençliğe kolayca bir takım üstün vasıflar atayanların bir kısmının kolayca kenara atma yöntemine varmaları da çok kolay oluyor. Yakın dönem gençlik tartışmalarının önemli başlıklarından birisi de “şimdiki gençlerde iş yok” diye kahvehanelerde sıkça dile getirilen bir tezin süslü-püslü biçimde temcit pilavı gibi tekrarından ibaret. 1980 sonrası etkinlik kazanmaya başlayan, 90lı yıllar ile birlikte neredeyse tartışılmaz biçimde kabul gören bu değerlendirmeye göre günümüz gençlerinin “toplumsal sorunlarla hiç ilgilenmeyen, vurdum duymaz, bencil bir kuşak” olduğu iddia edilmekte.  

Bu değerlendirme, doğruluğu yanlışlığı bir yana, bir mantık hatası içeriyor. Üstelik bu değerlendirmenin siyasal özneleri ve onların sorumluluklarını bir kenara bırakarak sorunu sadece günümüz gençliğine havale eden bir yanı olduğunu da eklemeliyiz. Hem iş yok diyeceksiniz, hem de iş çıkartamayacağını düşündüğünüz topluluğa bir sorun tarif edip çözmesini bekleyeceksiniz.  

Açıkcası günümüz gençlerinin tümden ve  olağanın ötesinde siyaset dışı veya siyaset düşmanı olduğu tezini de doğru bulmuyorum. Bugünün gençleri de yaşadıkları sorunların farkında olan, sorunlardan rahatsızlık duyan hatta acı çeken insanlardır. Hakim sınıfların siyasal alandaki egemenliği ve siyasetin hakim sınıflar tarafından şekillendirilmesi nedeniyle siyasete olan olumsuz bakışlarından dolayı kendilerine yer bulamadıklarını söyleyebiliriz.  

Bu değerlendirme bunun dışına çıkabilecek, akılcı, umut veren ve geleceği işaret eden bir siyasal etkinliğin pek ala geniş toplumsal kesimleri ve özel olarak gençliği de siyasetin merkezinde konumlandırabileceğini görmemizi sağlar. Güncel veriler gençlerin siyasete ve daha özel olarak siyasal tartışmalara katılım konusunda isteksizliğine dair pek çok örnek sunmasına rağmen bu eksende ısrarcı olunması gerekmektedir.  
 

 

2.Cumhuriyet: Gelecek hırsızı bir rejim  

Değerlendirmelere başlarken ülkemiz gençliğinin artık tamamının bilinçli yaşamlarının çok önemli bir bölümünü AKP’nin tek başına iktidar olduğu bir ülkede geçirdiklerini tekrar hatırlatalım.  
Türkiye’de gençliğin düzen taraftarı bir politik tutum içerisinde olduğunu, hele bunun düzenin gençlik politikalarının bir ürünü olduğunu iddia etmek hayalcilik olur. Tam tersine gençlerin önemli bir çoğunluğu, iktidarın doğrudan sorumlusu olduğu siyasal-ekonomik adımlar nedeniyle geleceksizliğe mahkum edilmektedirler.  

Önce bir kaç istatistiki bilgiyi paylaşarak başlayalım: 

“2011 Aralık itibariyle, TÜİK Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi verilerine göre, Türkiye’de toplam nüfusun yarısı 29,7 yaşta. (TÜİK, 2011). Bir başka ifadeyle, Türkiye’de ortanca yaş 29,7’dir. Ortanca yaş erkeklerde 29,1 iken, kadınlarda 30,3’tür.”  

TÜİK verilerine göre ülkemizde 15-24 yaş arasında yaklaşık 13 milyon genç yaşıyor. Bu da, genel nüfusun aşağı yukarı %18’ine tekabül ediyor. Bu büyük nüfusun %30’u okula gidiyor,%30’u çalışıyor. Bu gençlerin bir kısmı eğitim kurumları içinde yüksek kaliteli öğrenime erişme imkanı bulurken ve çalışanların bir kısmı yüksek nitelikli işlerde istihdam edilirken, çok daha büyük bir kısmı bu olanaklardan yoksun. Dahası, gençlerin yaklaşık %40’ı, yani 5 milyon kişi “atıl” durumda, ne çalışıyor ne okula gidiyor, önemli bir bölümü iş aramaktan bile umudunu kesmiş. 

Buna ek olarak Türkiye’de “görünmeyen veya az görünen gençlik” kategorisine giren milyonlarca genç birey olduğunu görüyoruz. Konuyla ilgili daha eski bir araştırmanın sunduğu veriler çok çarpıcı.  

“Türkiye’de “görünmeyen gençlik” kategorisine giren milyonlarca kişi var. Bunlar: 

•Ne öğrenim, ne de iş hayatında olan kadınlar –2,2 milyon civarında, 

•Fiziksel engelliler –yaklaşık 650.000 kişi, 

• Tüm ümitlerini kaybetmiş ve iş aramaktan vazgeçmiş gençler – 300.000 dolayında, 

•Çocuk ve genç hükümlüler –22.000 kişi civarında, 

•Sokak çocukları ve sokakta yaşayan gençler, ülke içinde yerinden olmuşlar, insan ticareti kurbanları ve bilimsel araştırmalar ile medya organlarında kendilerinden nadiren söz edilen diğer bireyler.”  

Bu çarpıcı rakamlar biraz da Türkiye’deki siyasal iktidarı uyarmak için ortaya konulmuş veriler. Devlet kaynaklı oldukları düşünüldüğünde durumu olduğundan daha iyimser görme ve gösterme yaklaşımı içinde olacağını da hesaba katarak düşünmek gerekir ki bu haliyle bile durumun içler acısı olduğunu gösteriyor. 

AKP’nin başındaki bela ile ilgili bir fikir sahibi olduğu ise çok açık. Başbakan Erdoğan’ın her üniversite mezunu iş bulacak diye bir kaide yok sözlerinin tartışılmasının ardından yaptığı bir konuşmadaki şu değerlendirme bunun en açık kanıtı. 

“Bizde ne yazık ki üniversite sınavını kazanan, bir bölüme yerleşen öğrenci, o andan itibaren her şeyin bittiğine ve hayatının artık garanti altına alındığına inanıyor. Mezun olup iş başvurusu yaptığında ise okuldaki 4-5 yılını iyi değerlendiremediğini anlıyor, fakat ne yazık ki geç kalmış oluyor. Evet, diploma var ama dil biliyor mu? Hayır. Bilgisayar kullanıyor mu? Hayır. Türkiye’nin meselelerine, küresel meselelere vakıf mı? Hayır. Mezun olduğu bölümle ilgili tecrübe edinmiş mi? Hayır… Ben, ’Her üniversite mezunu iş bulacak diye bir şey yok’ dediğim zaman eleştirildim. Böyle bir garanti dünyanın hiçbir yerinde yok”  

Eklemek gerekir ki, Başbakan bu sözleriyle aynı zamanda konunun sorumluluğunu kendi sırtından atarak, işsizlik sorunun doğrudan gençlerin beceriksizliği ile ilişkilendiren ek bir hamle daha yapmaktadır. Böylesi bir tabloda gençliğe düşen doğal olarak “devletten bir şey beklememek”, üniversite bitirmiş olmakla yetinmeyip yüksek lisans, ikinci yabancı dil gibi ek alanlara yönelerek rakipleri arasında öne çıkmaktır. Bunları başarırsa üzerine bir de “30 yaşını aşmamış, alanında en az master derecesine sahip, askerlik sorunu olmayan ve asgari 5 yıl deneyimli” elaman arayan büyük şirketlerde kendisine iş bulabilecek, geleceğini “garanti” altına alacaktır.  

Üniversite mezunları arasında yaygınlaşan işsizlik günümüzün en önemli sıkıntılarından birisi olarak öne çıkıyor. Aşağıda yer verdiğimiz istatistikte, kendi mesleği dışında çalışmak zorunda olanların hesap dışı tutulduğunu ve ulaşabildiğimiz verilerin 3 yıl öncesine ait olduğunu ekleyelim. 

Veriler kapitalizmin ahmaklığını ortaya koyuyor. Çok yaygın bir örnek olduğu için “ataması yapılmayan öğretmenler” sorununu ele alabiliriz. Sayılarının yaklaşık 400bin olduğu hesaplanan ataması yapılmayan öğretmenler (Başbakan’ın deyimiyle “öğretmen olamayanlar”!) tamamen devletin sorumsuzluğu ile bu durumdalar. Günümüzde örneğin 5 yıl sonra ülkemizde kaç matematik öğretmenine ihtiyaç olacağının hesaplanması çok ama çok basit bir çalışma ile mümkün. Bu hesaplamın ardından bu yıl üniversitelerdeki matematik öğretmenliği toplam kontenjanları buna göre belirlendiğinde 4 yıl sonra mezun olan matematik öğretmenlerinin tamamının ataması yapılabilir. Bu bir. İki, Türkiye’de zaten onbinlerce öğretmen açığı vardır, ancak buna kaynak aktarmak tercih edilmemektedir. Üç, bunun yerine sözleşmeli vb. kategorilerde güvencesiz ve düşük ücretli öğretmen çalıştırma tercih edilmektedir. Böylece çalışan öğretmenler üzerinde de baskı kurulabilmekte, daha ağır şartlarda çalıştırma uygulamalarına karşı ses çıkarmalarının engellenmesi amaçlanmaktadır. Uzatmayalım, mesele sermaye diktatörlüğünün konuyu çözmek istememesinden başka bir şey değildir.   

Üniversite mezunlarının durumu böyleyken, daha az veya hiç eğitim almamış gençler arasındaki durumun görece bile iyi olduğunu söylemek mümkün değil. İş bulabilen şanslı azınlığın içindeki genç nufusun önemli bir bölümü gayrı resmi olarak, sendikasız, sigortasız ve dolayısıyla güvencesiz çalışmaya mahkum edilmiş durumda. Aslında 2. Cumhuriyet’in nasıl bir emek piyasası inşa etmek istediğinin en yalın örneğini genç işçilerin durumunda gördüğümüzü söyleyebiliriz. Bir önceki dönemin, sosyalist ülkelerin yarattığı etkinin, işçi sınıfı mücadelelerinin elde ettiği kazanımların da ağırlığını hissettirdiği çalışma yaşamından, işçi sınıfının en küçük kazanımlarının bile geri alındığı yeni evreye geçişin ilk örneğini gençler yaşıyorlar. Bugün ülkemizde 10-15 yıldır bilfiil çalışmasına rağmen bırakalım sendikayı sigortalanmamış milyonlarca işçi var. Eğer bu gerici rejimi yıkmayı başaramazsak, ilerleyen yıllarda sözlüklerimizde bile emeklilik diye bir sözcük olmayacak.   

Bu verilerin Türkiye ile sınırlı olmadığını unutmamak gerekiyor. Esas olan Türkiye’yi de yeniden kuruluşa zorlayan, dünya emperyalist-kapitalist sisteminin sosyalizm sonrası dünyayı şekillendirmesidir. İşsizlik, özellikle nitelikli işgücü olarak kabul edilen eğitimli gençlik kitleleri arasında yaygınlaşan işsizik dünya kapitalizminin içine girdiği yönelimin bir ürünüdür. Türkiye kendisini buna uyumlulaştırdıkça benzer sıkıntıları, yapısı gereği daha ağır biçimde, yaşamaya mahkumdur.  

Kurallı emek döneminin sonu olarak da tanımlanan bu evrenin, dünyanın çeşitli ülkelerinde (hatta kapitalizmin merkez ülkelerinde) yoksullar cephesinde, henüz net olarak bir sınıf bilinçli bir tepki olarak tanınmasa da yavaş yavaş kimi isyan işaretleri verdiğini görüyoruz. Konuyla ilgili olarak Ergin Yıldızoğlu’nun kapitalizmin buna karşı önlem alma çabalarının çaresiz kalacağına ilişkin vurgusu, aynı zamanda sürece ilişkin anlamlı bir değerlendirmesi var. 

Gençlikten kapitalizmin krizini hafiletecek yeni bir pazar yaratmanın, böylece gençleri tüketime özellikle de hazlara dayalı tüketim kültürünün içine çekerek geride kalan 25 yıl boyunca olduğu gibi düzene bağlamanın krizin bu aşamasında hiç kolay olmadığına, hatta olanaksızlığına işaret eden Yıldızoğlu, şöyle devam ediyor; 

“(…) önce bu gençlerin cebine para koymak gerekiyor. Bunun için de gençleri istihdam edebilecek yeni iş olanakları yaratmak gerekiyor. Hem merkezde hem çevrede bugünün isyanlar coğrafyasında egemen sınıfların bu yeni işleri yaratabilecek kapasitesi yok. Hem gelişmiş kapitalizmin aşırı üretim yükünün, devletin mali iflası olasılığı karşısında çare olarak kapasite imha etmek, borcunun yükünü halkların sırtına yıkmak yoluna gitmeyi seçtiği görülüyor. Bu yol yeni iş olanakları yaratmak bir yana var olanların da imha edilmesini beraberinde getiriyor”   

Yıldızoğlu’nun aynı makalesinden bir miktar uzunca bir alıntıyla daha devam edelim. 

 “Batı’nın periferisinde, özellikle Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki gençliğin durumu da “gelişmiş” ülkelerdeki gençlikten farklı değil. Bu coğrafyalarda gençlik, ülke içi tüketimi ve üretimi ikinci plana atan, gelişmiş ülkelerin gereksinimlerini karşılamaya odaklanmış bir enerji ve kaynak dağılımı modelinin pençesinde kıvranıyor. Bu gençlik, bir taraftan toplam nufus içindeki ağırlığı artmaya devam ederken, eğitimli olanları da olmak üzere kronik bir işsizlik sorunu karşısında kendini değersizleştirilmiş adeta “fazla nufus”, adeta “istenmeyen çocuk” gibi hissederek yaşıyor. Diğer taraftan yaşadığı ülkelerin egemen sınıflarının emperyalizmin kuklaları haline gelmiş olduğunu düşünerek her gün yeniden yaşamak zorunda kaldığını düşündüğü bir aşağılanmaya artık katlanmak istemiyor.”  

Yıldızoğlu’nun yazdıklarının Türkiye’de yaşadıklarımıza benzerliği sanıyorum hiç kimseyi şaşırtmamıştır. Belki aradaki tek fark ülkemizdeki sermaye iktidarının benzer bir süreci yaşatmasına rağmen Türkiye’nin çağ atlayan, büyüyen bir ülke olduğu yalanını daha geniş kesimlere kabul ettirmekteki başarısıdır. Bizim ülkemizdeki ortalama psikoloji örneğin Türkiye’nin büyüdüğünü, ekonominin düzeldiği gerçeği henüz bizim cüzdanlara yansımadı biçiminde.   

Henüz böyle… 

 

2. Cumhuriyet’e uyumlu gençlik 

Tayyip Erdoğan geçtiğimiz ay, ikinci ameliyatı sonrasında henüz dinlenme evresinde,  AKP İstanbul İl Gençlik kongresine tele-konferans yoluyla katılarak bir konuşma yaptı. Hastahaneye yatmadan hemen önce “dindar gençlik yetiştirmek istiyoruz” sözleriyle başlattığı tartışmalara cevap yetiştirmek için olduğu kadar, gençlere verdiği önemin bir göstergesi olması için şartlar zorlanarak yaptığı konuşmanın basına en çok yansıyan bölümünü hatırlatalım.  

“Bu ülkede geçmişte yapılan hatalar milletimize de ülkemize de çok ağır bedeller ödetti. Bunların tekrar tekrar ödenmesine millete yeniden ağır faturalar ödetilmesine biz razı olamayız. İşte onun için biz gençlik diyoruz. İşte onun için en büyük yatırımı yeni nesillere gençlere yapıyoruz. İyi eğitim almış, en modern altyapıya kavuşmuş, bilgi ve hikmetle donanmış bir gençlik için, tüm imkanları seferber ediyoruz. 
Dünya ile rekabet edebilen, dünyayı yakından takip eden, meselelere sahip çıkan, bir ayağı bu topraklarda, diğer ayağı ile alemleri gezen bir gençlik tahayyül ediyoruz. En önemlisi de milli

manevi değerlerine sahip çıkan, onları yaşatan geleceğini geçmişinden aldığı güç gurur ve ilhamla şekillendiren bir gençlik tasavvur ediyoruz. Altını çiziyorum; modern, dindar bir gençlikten bahsediyorum. Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, kalbinin davacısı bir gençlikten bahsediyorum. Kökü ezelde bir sistemin aşkına, vecdine diyalektiğine, estetiğine, irfanına, idrakine sahip bir gençlikten bahsediyorum. Ben şu anda Abdi İpekçi Kapalı Spor Salonu'ndaki gençliği böyle bir gençlik olarak karşımda görüyorum.” 

Başbakan’ın bu konuşması üzerine pek çok değerlendirme yapıldı. Başbakan her ne kadar aktardığımız bölümünün sonunda “karşımda görüyorum” dese de bunun iki nedenle esas olarak bir temenni veya hedef olduğunu söyleyebiliriz.  Bu iki noktanın altını çizerek başlayalım. 

Birincisi AKP pek çok alanda elde ettiği mevzilerle kıyaslandığında gençlik alanında henüz hedeflerinin uzağındadır. Açıkcası durumun Türkiye tarihi açısından bile çarpık olduğunu söyleyebiliriz. Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana, AKP çapında iddialı siyasal dönüşümlere imza atan güçler daha ciddi bir gençlik desteğini arkasına almayı başarmıştı. Türkiye siyasal tarihine vakıf ve yakın dönem Türkiye siyasal gelişmelerine uzak kalmış birisi bugünün Türkiye’sine gelip son 10 yılı okusa AKP’nin çok önemli bir gençlik gücü olduğunu sanır. AKP’nin mevcut gücünü ve etkisini küçümsememekle beraber toplumsal ağırlığı ile gençlik içindeki ağırlığı arasındaki farka dikkat çekmek isterim.  Bu nedenle konuşmanın da esas olarak bu boşluğu doldurmaya dönük bir hedef beyanı olarak okunması gerekir.  

İkincisi, AKP tarafından inşa edilen 2. Cumhuriyet, her alanda daha gerici, aklı ve bilimi kuşatan; farklı olanı dışlayan, piyasa tanrısına daha fazla tapan,  bireyci olana yönelten, gerici toplumsallığı genişleten ve toplamda “yaşam tarzına” müdahale eden yanlar taşıyor. Bunun ülkemiz gençliğinin önemli bölümü ile AKP arasında bir genetik uyuşmazlık sorunu ortaya çıkardığını saptamamız lazım.  

AKP’yi diğer burjuva öznelerden ayıran en temel farklardan birisi Türkiye toplumunun yapısına, en genel olarak insan hayatına köklü müdahale yeteneği geliştirmiş olmasıdır. Devlet örgütlenmesi içinde elde ettiği mevzilerle toplumsal alanda hakimiyet arasında hala önemli bir fark olmasına rağmen, iktidar olmanın olanaklarıyla bu yönde de hızla mesafe kat ettiği açık. Yeteneğini gençlik içinde de kullanmak isteyen AKP’nin temel gençlik politikaları hep ideolojik şekil verme üzerine kurulu.  

Bu açıklamanın hemen ardından eğitimde reform adıyla gündeme gelen “4+4+4” sisteminin de açıklamanın pratik bir adımı olarak düşünülmesi gerekir notunu ekleyelim.  

Türkiye’de toplumsal yaşamın tüm hızıyla dinselleştirilmeye çalışıldığı bir dönemden geçiyoruz. AKP’nin bu doğrultuda gençlik içerisinde mevziler kazanmaya dönük atacağı adımlar daha büyük önem taşıyacaktır. Kız ve erkek öğrencilerin ayrılarak haremlikselamlık eğitim anlayışının uygulanmaya başlanması, türbana hoşgörü gösterirken etek boylarına karşı valilere kadar savaş açılması, son olarak sözde seçmeli Kuran dersleri, tüm toplumu dinsel açıdan dönüştürme başlığının önemli örnekleri. İmam-Hatip okullarının sayıları ve kontenjanları her geçen gün artırılırken bu okullardan mezun olanların iş olanakları çoğaltılmakta ve böylece birçok alanda imamların etkinliği kendisini zaten  hissettirmekteydi, şimdi yeni düzenlemelerle tüm ortaöğretim kurumlarının imam hatip benzeri bir nitelik kazanması amaçlanıyor. 

Tümünün kesinlikle siyasal hedeflere bağlı olarak şekillenen tercihler olduğunu tekrar vurgulayalım. Ülkemizdeki eğitim çağındaki nüfus yoğunluğu ile beraber düşünüldüğünde şu rakamlar daha ciddi bir anlam kazanıyor. Ülkemizde  1435 kütüphane varken, bilinen Kur’ân kursu sayısının 3852, okul sayısı 67.000,  hastane sayısı 1220,  aile sağlığı merkezi  6.330 iken cami sayısının 2011 itibariyle 110.000 olduğu hesaplanmış.  Bu duruma göre ortalama  60.000 kişiye bir hastane düşerken, namaz kılsın veya kılmasın 350 kişiye bir cami düşmektedir! 35.000 cami inşa etme ve yaşatma derneği olduğunu da unutmayalım.   

Tüm bunların toplamında AKP’nin gençlik alanına doğru yoğunlaşmış, siyasal-ideolojikkültürel bir müdahale kararı aldığını ve temel meselenin gençlerin dinci-gerici bir yapılanmaya hapsedilmesi olduğunu söyleyebiliriz. 

AKP iktidara itaat eden bir gençlik tipolojisi ile dindar ve kindar nesillerin bir ve aynı şey olduğu gerçeğinden hareket ediyor. Okumayan, sorgulamayan ve hakkını aramayan bir genç kuşak yaratmak istiyor. Hakkını arayan gençlerin polisiye yöntemlerle baskı altına alması da bu stratejinin bir diğer parçası. Türkiye’nin AKP döneminde ede ettiği önemli başarılardan birisi, cezaevlerindeki öğrencilerin sayısındaki muazzam artışla bu alanda da dünya birinciliğini yakalamış olmasıdır.  

AKP’nin işbirlikçi ve halk düşmanı politikalarını görmeyip gücüne tapınacak yeni bir toplum yaratılması hedefleniyor. Bu projenin Fettulah Gülen’in “altın nesil” yaratma hedefi ile paralel  olduğunu da unutmamak gerekiyor. Ülkemizde dindar gençlik üzerine yapılmış az sayıdaki bilimsel araştırmalardan birisinde işaret edilen önemli bir gerçek var. “Dindar gençlik kent yaşamında daha çok cemaat ve tarikat çevresinde toplanmakta ve dini konularda bu gruplardan beslenmektedir. Özellikle bir cemaat ya da tarikat bağlılığının kökenleri, lise hatta ilköğretim yıllarına kadar dayanmaktadır.”  

Bu kısa değerlendirmeden çıkarabileceğimiz önemli sonuçlar var. Birincisi AKP (veya Fettulah Gülen cemaati) arzuladığı gençliği bütün müdahalelerine rağmen üniversitede bulamamaktadır. Üniversitelerdeki örgütlülükleri üniversite öncesi, çok daha erken yaşları hedef alan bir örgütlenme çalışmasının ürünüdür. Açıkçası üniversite hazırlık dershanelerinin ve hatta üniversite sınav soruları hırsızlığının bunun bir ürünü olduğunu söyleyebiliriz.  İki; bunu gerçekleştirebilmek için genel olarak toplumsal alanda dini referansı kuvvetlendiren bir yapı oluşturulması gerekmektedir. Üç: Üniversite veya üniversite yaşında gençlik içerisinde gericiliğin mevzi kazanması için orta öğretim kademesinde din ağırlıklı bir eğitim zorunludur! 

Yeniden “altın nesil” tartışmasına dönelim, bu önemli. Tayyip Erdoğan’ın bugün ilan ettiği hedefle ilgili çok uzun yıllardır çalışan “Gülen Cemaati” nüansları olsa da Erdoğan’ın hedefinin gözle görülür örneği kabul edilebilir. İşin siyasi boyutu, yıllardır süren kadrolaşma çalışmaları, ülke içi olduğu kadar uluslararası siyasal gelişmeler açısından üstlendikleri karanlık misyonlar zaten görülüyor. İnsani,  ahlaki açıdan ise, sadece son yıllarda onlarca örneğini gördüğümüz adi komploları ile nasıl bir kimliğe sahip olduklarını hepimizin görmesini sağladılar. Amaçlarına ulaşmak için her türlü komployu, sahte delil üretimini, röntgenciliği, işbirlikçiliği, akla gelmeyecek şeytanlıkları yapmaktan çekinmeyen bir nesil olarak özetleyebiliriz mesela… 

12 Eylül generallerinin desteğini arkasına alan dinci örgütlenmeler, kamuoyunda bir algı yarattılar. Buna göre Türkiye’deki sorunların kaynağı başta devlet kadroları olmak üzere insanların dinden uzaklaşmasıydı. “Alnı secde gören insanların sayısının artması ile toplumsal sorunların hepsi çözülür”  tezinin geniş kesimlere kabul ettirildiğini, en azından böyle insanların kimseye zarar vermeyeceği çok sık tekrar edilen bir tezdi. Özellikle 12 Eylül öncesi toplumsal hareketlenmeyi, beyni yıkanmış insanların kardeş kanı dökmesi olarak tanımlayan Kenan Evren fikrinin uzantısı olan bu bakış,  pek çok açıdan sorumludur ama en temel yanılgılarından birisi 80 öncesi toplumsal hareketleri ve gençlerin bu hareketlere katılmasını bireysel bir tutum olarak göstermesidir. Dün de bugün de insanların iktidara karşı başkaldırısının arkasında, ekonomik, sosyal, kültürel talepler ve özetle insanca yaşama talebi vardır. Bu sorunları çözmeyip ahrete havale etmeyi başarmak tabi mümkündür. Bunun tek bir sonucu olur, iktidarlar açısından gençliği bir sorun olmaktan çıkarır, eşitsizliği, adaletsizliği daha rahat süreklileştirebilirsiniz.  

Öte taraftan bu eşitsizlik ve adaletsizliğin yaratığı toplumsal sorunların yaygınlaşan “altın nesli”, “dindar gençliği” de sözde ideallerin dışında bir yere taşıyacağından kuşkunuz olmasın.  Özellikle AKP ve Fettulah Gülen örgütlenmesinin kapitalizmle tam uyumu esas alan ideolojik çizgileri bu açıdan ahlaki hedeflerini çok çabuk kaybetmektedir. Bugün çokça dile getirilen ve toplumsal hayatta bolca örneğini gördüğümüz “geçmişin mücahitleri, bugünün müteahhitleri” bunun en basit örneğidir. Günümüzde ilgili tarikatcemaat örgütlenmelerinde genç yaşlarda inancı gereği yer almış, süreç içerisinde “azgın  kapitalist” kimliği kazanmış insanların sayısı her geçen gün artmaktadır.  Diğer taraftan attığı her siyasal adımın dünyada emperyalist katillerin işgal ve sömürü politikalarına, ülkemizde ise sadece zenginlere hizmet ettiğini elbette gören ama bunu meşrulaştıran bir kafa yapısının sağlıklı kalabilmesi mümkün değil. Bu akıl yürütme ile bir süre sonra söz konusu çamurun bir parçası haline gelmek kaçınılmaz olur. 

AKP’nin ve cemaat örgütlenmesinin önemli sıkıntılarından birisi de kendi tipolojisini, toplumsal alanda kabul edilebilir kılmaktır. Bunun için ciddi bir çaba içerisine girdiklerine, geçmişin dışavurumcu, tepki çeken, “radikal görünümlü” dinci gençlik görüntüsünde de çeşitli düzenlemeler yaptıklarına dikkat çekmek gerekir. Bugün modern görünümlü, günlük hayatta tepki çekmek bir yana örnek gösterilmesi amaçlanan, sözde entelektüel, donanımlı ve hayatın her alanında “başarılı” bir dış görünüm için imaj çalışmaları yapıldığını görüyoruz. Zengin olmak, lüks bir yaşam sürmek geleneksel İslami algıda ayıp sayılırken, bugün başarının en önemli göstergelerinden birisi haline gelmiş durumda.  Üniversitelerde ve liselerdeki sağcı gençliğin tipolojisinin artık bilindik; saldırgan, “cahil”, irite edici bir yapıdan, kapsayıcı olmaya çalışan, “modern” bir görüntüye geçmek için büyük bir çaba harcadığını görüyoruz.   

Kapitalizmin imaj devrine uygun şekillenen bu tipoloji, bütün çabalarına rağmen ideolojik olarak geri referanslara sahip olduğu için esas olarak komik bir görüntünün ortaya çıkmasına neden olmakta, tüm kritik siyasal süreçlerde makyaj akmaktadır.  

Bu kadar ciddi tartışmalardan sonra bir miktar şaka katarak bir sonraki bölüme geçelim. Nihayetinde eğitim ve imaj çalışmaları görüntüyü düzeltebilir, cehaleti kısmen ortadan kaldırabilir ancak özgür düşünce olmadıkça ayıptır söylemesi eşeklik baki kalıyor.  Kapitalizmin en büyük değerlerinden birisi olarak kabul edilen “altın” ile tanımlanan neslin tartışıldığı bir toplantıda TKP’li öğrenciler tarafından hatırlatılan bir atasözüyle  bitirelim, “eşşeğe altın semerde taksan eşşek yine eşşek”…. 
 

 

Gençliğin 2. Cumhuriyete karşı mücadelesi 

Gençlik asıl anlamını, İkinci Cumhuriyete karşı mücadelede ve sosyalizm alternatifinin toplumsal tabanı olması açısından bulmaktadır.  

Geçtiğimiz dönemde üniversiteli ve liseli gençliğin gösterdiği direnç, bu dinamiklerin bir bölümü partili mücadele standartlarına uzak dışavurumlara sahip olsa da, ciddiye alınmalı, bu direncin maddi temellerinin güçlü olduğu gözden kaçmamalıdır.  

Gençliğin üzerindeki geleceksizlik baskısı ve nüfusun diğer kesimlerinden farklı diri karakteri, bu maddi temellerin en kısa özetidir.”   

2. Cumhuriyet’in bir gençlik sorunu olduğu açık. Bu sorunu çözmek için, gençlerin midesine hitap etmesinin, gençliği midesinden düzene bağlamasının da bir sınırı var. Bunu gerçekleştiremeyecek olmakla beraber “bir umut” olarak canlı kalmasını sağlayabildiği ölçüde bile kendisini başarılı kabul edeceğini bilmeliyiz. 

Diğer taraftan gericiliğin toplumsal alanda kazandığı mevziileri kullanarak daha önemlisi bunları kalıcı kılabilmek için önümüzdeki dönem gençliğe dönük çok daha sistematik ve bütünlüklü hamleler yapılacağını söylemek bile gereksiz, bunlar yapılmaya başlandı.  

Önümüzdeki kısa dönemde AKP’nin en fazla üzerine düşeceği başlıklardan bir tanesi gençler içerisindeki etkinliğini artırmak olacak. Bu ülkemiz devrimci gençleri için doğrudan doğruya bir hesaplaşma döneminin, dişe diş kavga döneminin açılacağı anlamına gelir. Ülkemizin bir bütün olarak geleceksizleşmesi anlamına gelebilecek bir dizi hamle yapılacak. Gençliğin cemaatlerin, tarikatların, faşist çetelerin, bir bütün olarak sermaye düzeninin insafına ve çürümeye terk edilmemesi için son derece dikkatli adımların atılması gereken bir evreye giriyoruz. 

Özetle ve kabaca, sosyalist hareket bir taraftan gençliğe dönük müdahalelerindeki eksiklerini kapatmaya, diğer taraftan AKP ve cemaat eliyle atılacak adımları boşa düşürmeye odaklanmak, en önemlisi ikisi aynı anda başarmak zorunda. 

Örneğin her tür sağcı, gerici akımın gençlerle esas olarak ortaokul ve lise yıllarında politik ilişki tesis ettiği gerçeği ortada dururken ilerici, sol güçlerin kendilerini üniversitelerdeki küçük alanlara sıkıştırmaları kabul edilemez. Bugüne kadar ağırlıkla üniversitelerde, üniversiteli gençlik içinde mevzii tutan sosyalist hareket, bununla yetinmenin intihar anlamına geldiğini görmeli. 

Yazımızın son bölümüne dair bu notları düştükten sonra fazla uzatmadan, bunun bir giriş yazısı olduğunu hatırlatarak ve tartışılıp geliştirilmesi dileğiyle son sözlerimizi yazalım. 

Türkiye’de bir gerici rejimin inşasını yaşıyoruz. Böylesi dönemlerde, tamı tamına her şey mutlaka bu eksen ile ilişkilenir. Düzen güçleri tüm yatırımlarını bu hattı güçlendirmeye, sağlamlaştırmaya yaparken, yeniden kuruluşa karşı konumlanan güçler de tüm enerjilerini bunu zayıflatmaya odaklamak durumunda. Bu mücadeleyi ancak bütün alanlarda devam eden muharebeleri bu zemine taşıyarak anlamlı bir noktaya taşıyabiliriz. Dolayısıyla önümüzdeki dönem gençlik alanında da temel gündem maddesi 2. Cumhuriyet ile bütünlüklü bir hesaplaşma, topyekun bir karşı duruştur. 

“Karşı duruş” önemlidir. Toplumun geniş kesimlerinin teslim alınmış bir görüntü verdiği, umutsuzluğun, yenilgi psikolojisinin hakim hale geldiği bir tabloda bunu kabul etmiyoruz diyen bir iradenin ortaya çıkması bu atmosferin değiştirilmesi sürecinin başlangıç adımıdır. Öte yandan ülkemiz gençlik hareketi tarihine baktığımızda “alanın özgünlüğü” nedeniyle fazlasıyla hareket belirlenimli olduğunu görüyoruz. İktidarın ipleri fazlasıyla elinde tuttuğu bir kuruluş döneminde sadece tepki eylemleri ve karşıtlık üzerine tanımlanan bir tutum alış, sürekli daralan güçlerle hareket eden ancak en küçük bir sonuç alamayan bir “gençlik hareketi” anlamına gelecektir. 

Karşı duruşun önüne konulan topyekun vurgusunun anlamı budur. Bu aynı zamanda alternatifin, sosyalizm seçeneğinin güçlendirilmesini eş zamanlı bir görev olarak görmeye dair bir vurgudur. Gerici olduğu kadar gayrı meşru bir rejim olan 2. Cumhuriyet karşısında savunma pozisyonunda kalmayan ileriyi hedefleyen bir mücadele örülebilmesi için 3. Cumhuriyet’in adlı adınca bir Sosyalist Cumhuriyet hedefinin her daim görünür kılınması ve tüm mücadele başlıklarının bu eksende tanımlanması gerekir. 

2. Cumhuriyet’in baskıcı karakteri sadece cezaevlerine doldurulan yüzlerce üniversite öğrencisi ile de sınırlı değildir. Özellikle üniversitelerde muhalif öğrencilerin yalnızlaştırılmasını amaçlayan, devrimci öğrencileri ve eylemlerini polisiye vaka olarak algılatmak isteyen sistematik bir süreç işletilmektedir. Özel güvenlik terörü halini alan uygulamalar, her yıl binlerce üniversiteliyi çeşitli cezalara çarptırarak “uslandırmayı” deneyen disiplin soruşturmaları da bunun bir uzantısıdır.   

Bu baskıcı uygulamalar karşısında ülkemiz gençlik hareketinin tartışılmaz biçimde bir adalet ve özgürlük hareketi niteliği taşıması gerekmektedir.  

Burada özellikle “Hopa Davası” olarak adlandırılan davanın son yıllarda gençlik hareketinin en kitlesel olduğu kadar, en coşkulu, en nitelikli eylem ve etkinliklerine konu olan bir kampanya ile yanıtlanmış olmasını ve tüm sanıkların tahliyesinin sağlanmasını not etmek gerekir. 

Hopa Davası iyi bir örnek oradan devam edelim. Tüm sanıkların tahliyesi ile sonuçlanan süreç son yıllarda toplumsal muhalefetin önemli başarılarından birisidir. Bu başarının ardında “tutuklu öğrenciler” sorununun üniversite duvarlarının dışına taşırılmasının çok önemli bir yeri olmuştur. Ayağını üniversite kampüslerine basan devrimci gençler, meselenin öğrencilerin tutuklanmasından ibaret olmayıp, ülkemizdeki özgürlükler sorununun bir parçası olduğunu oldukça yaygın olarak kabul ettirmişler ve ciddi bir kamuoyu desteğinin alınmasını sağlamışlardır. Kendi sorunlarının memleket sorunu olduğunu, memleketin sorunlarının da kendi sorunları olduğu bu dava özelinde net bir biçimde ortaya konmuştur. Adalet ve özgürlük çizgisi kadar, “okumuş insanlar emekçi halka karşı sorumludur” fikrinin de üniversite gençliği içerisinde en yaygın biçimde kabul görmesi için emek vermek gerekiyor. Kuşkusuz bu sorumluluğun farkında olanların buna uygun bir duruş sergilemesi… 

Gericiliğin toplumsal hayatın he alanında yeni mevziler kazandığı, gündelik yaşamın her geçen gün daha fazla dinsel referanslı tanımlanmaya başlandığı bir ülkede gericilik karşıtı mücadelenin de benzer bir özellik taşıması gerekir. Yaygınlaşan gericiliğin karşısında süngüsü düşmüş bir mücadelenin kazanma şansı yoktur. Her şart altında aklın, bilimin, insanlığın tarihsel mirasının geldiği aşamanın savunulması görevi ile karşı karşıyayız. 

Biraz iddialı bir tanımlama olabilir ancak ülkenin geleceğinde söz sahibi olmak isteyen bir siyasi hareketin bütün kadrolarının aynı zamanda “aydınlanma misyoneri” olarak rol üstlenmeleri gerekir. Kuşkusuz mücadeleyi bireylerin savaşımına indirgeyemeyiz ancak örgütlü bir biçimde gericiliğe karşı aydınlanma mücadelesi yürütülürken bu ayağın boş kalması durumunda kavganın bir cephesi eksik kalacaktır. Eklemek gerekir ki, bugün “aydınlanma” kavgası sadece dinsel gericilikle hesaplaşma olarak görülemez. Gericiliğin büyüyüp güçlenmesini sağlayan özellikle kendisini liberal olarak tanımlayan bozucu ideoloji ile hesaplaşma önemli gündem maddelerinden birisidir. Birey’den tarihe, sanatın tüm alanlarından bilim ve özellikle sosyal bilimler alanını gericiliğin üreyebileceği bir zemin olarak yeniden tanımlama girişimlerine karşı aynı eksende bir kavga kaçınılmaz bir görev olarak belirginleşmektedir. Gençlik içerisinde son derece etkisiz kalan “sahte sol” girişimlerin siyasal ideolojik açıdan bir adım dahi atamamaları amaçlanmalıdır. 

Tüm bunların sonucunda kaderini emekçi halkın kaderi ile birleştirmiş, eşitlik, özgürlük, adalet mücadelesini sosyalizm hedefinden, kendi sorunlarını memleket sorunlarından ayırmayan, insanlığın bilimsel, kültürel mirasını geleceğe taşıma konusunda kararlı bir gençlik mücadelesine ihtiyacımız olduğunu söyleyebiliriz.  

Bu mücadelenin Türkiye devrimci hareketinin mirasını en gelişkin biçimde temsil edeceğinden hiç kuşkumuz yok.  

Türkiye’de kuşaklar çok tartışıldı. “Kuşaklar var mıdır yok mudur?”, “hangi kuşağın temel özelliği nedir?” gibi sorularla süren tartışmalar, pek çok başka tartışma gibi son noktada hayat ve tarih tarafından yanıtlanıyor. Bugün Türkiye sosyalist hareketinin yeni bir kuşağa fazlasıyla gereksinimi var. Bu kuşağın en önemli özelliğinin ise şimdiye kadarki tüm kuşakların deneyim ve birikimlerinden faydalanmayı başarmış, tüm sosyal mücadeleler tarihimizi içerip aşabilecek bir çıkışa imza atması,olmalı. Bu geçmişten bütünüyle farklı, ayrıksı olmasından çok daha önemli gibi görünüyor.  

Bunun nesnel zemini olduğuna ilişkin iki temel tezimiz var, birincisi Türkiye tarihinde ilk defa içinde buluduğumuz dönemde işçi sınıfının devrimci partisi aynı zamanda gençlik içerisinde de en etkili siyasal güçlerden birisi ve en etkili devrimci özne. İkincisi belki bunun devamı veya bunun bir yansıması olarak kabul edilebilir. Artık “sadece ne istemediğini değil ne istediğini de bütün ayrıntısıyla bilen” bir gençlik örgütlenmesi var. 

Başka bir biçimde ifade etmek gerekirse, Türkiye tarihini emekçi sınıflarla birlikte yeniden yazacak gençler; 20’lerdeki kadar iddialı, 30’lardaki kadar hülyalı, 40’lardaki kadar inatçı, 50’lerdeki kadar sabırlı, 60’lardaki kadar çoşkulu, 70’lerdeki kadar umutlu, 80’lerdeki kadar kararlı, 90’lardaki kadar militan, 2000’lerdeki kadar cürretli olacak. 

Mustafa Suphi kadar iktidarcı, Nazım Hikmet kadar yaratıcı, Behice Boran kadar bilimci, Dr. Hikmet Kıvılcımlı kadar inatçı, Deniz Gezmiş kadar atak, Mahir Çayan kadar cesur olacak. 

Ne istediğini bilen, hedefe ulaşacak yolu açmasını da bilir. 

Dipnotlar

  1. Atilla İlhan, Sokaktaki Adam.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×