31 Mart sonrasında Türkiye kapitalizmi
31 Mart seçimlerinden sonra hemen herkes öyle ya da böyle ekonominin bu sonuçlar üzerinde bir etkisi olduğu konusunda mutabıktı. Ekonominin etkisinin şiddeti hakkında ise rivayet doğal olarak muhtelifti.
Ekonomi ile siyasetin arasındaki ilişki söz konusu olduğunda marksistlerin bu ikiliden ilkine verdiği ağırlık hemen gündeme gelir. İnsanlığın geride bıraktığı onca olaydan sonra iktisat ile siyaset arasında bir ilişki olmadığını söylemek için ya deli ya da kör cahil olmak gerekir. Ancak zaten iddia marksizmin kurduğu ilişkide iktisadın belirleyiciliğine yaptığı vurgunun sorunlu olmasıdır.
Bu bir iddia elbette… Üstelik de yanlış bir iddia. Neden? Çünkü iktisat ile siyaset arasında kurulan ilişkide Marx’ın kullandığı yöntemin doğru anlaşılmadığına dair çok sayıda işaret var. Mesele yalnızca tartışmanın dönüp dolaşıp ekonominin siyaseti belirleyip belirlemediğine gelmesi değil. Marx’ın basitçe bunu söylemediği, iktisat ile siyaset arasında böylesine doğrusal ve her durumda çalışan bir belirlenim ilişkisi kurmadığı sıklıkla hatırlatılır zaten.
Ama Marx bir ilişki kurmuştur… Üstelik bu ilişki hem çok açık bir biçimde iktisadi temelin açıklayıcı önceliğine dayanır, hem de bu ilişki marksist yöntemin vazgeçilmez yapı taşlarından birisidir.
Asıl meseleyse Marx’ın bu ilişkiyi nasıl kurduğudur. Bu ikili arasındaki ilişki “üretim tarzı” kavramının insanlık tarihi için bir anahtar olarak görülmesinden kaynaklanır. Üretim ve üretimin etrafında örgütlenen geniş iktisadi yapı tarihin gelişimi için açıklayıcı bir önem taşır. Marx, üretim tarzına yüklediği bu açıklayıcı görevden ve yönteminde ona ayırdığı merkezi konumdan asla geri adım atmaz.
İktisat ile siyaset, daha genel ve doğru bir ifadeyle, iktisadi temel ile diğer üstyapısal unsurlar arasındaki ayrım bu açıklayıcılığın yöntem ve mekanizmasına dair bir soyutlamadır. Bu soyutlama vesilesiyle iktisadi biçimin tüm toplumsal yapı içinde nerede ve nasıl konumlandığı çözümlenirken, bu biçimin toplumsal yapının siyaset gibi diğer bileşenleriyle arasındaki ilişki de deşifre edilir.
Kapitalist üretim tarzından söz ediliyorsa mesela, kapitalizm içinde oluşan siyasi ve hukuki yapıların bu üretim tarzıyla bir noktada uyumlu bir bütün oluşturmaları beklenir.
Bu ayrımın tarihin çok daha uzun vadeli ve genellenebilir yönelimlerine dair oluşturulduğu açık olmalı… Kapitalizmin en genel yasalarından, yine en genel yasalarıyla uyumlu bir siyasi yapıdan söz ediyoruz aslında.
Bu genellik düzeyinden de temel ve kaçınılmaz devrimci bir sonuç çıkar: Kapitalist üretim tarzını değiştirmeye dönük kökten bir müdahale olmadığı sürece kapitalizmle uyumlu bir biçimde varolan siyasi yapıyı değiştirmek imkansızdır. İktisadi temelin açıklayıcı önceliğinin ve bu bağlamda belirleyiciliğinin devrimci bir çıktısı vardır.
Ama açık ki bu oldukça genel ve tarihsel bir değerlendirme…
Bu genel ve tarihsel değerlendirmenin günlük düzeyde ifadesi ya da başka bir ifadeyle güncel siyaset söz konusu olduğunda iktisadi gelişmelerin nerede durduğunun çözümlenmesi ise doğal ki başka bir iş.
Evet, iktisat ile siyaset arasındaki bu uyumun bozulması, en genel anlamda iktisadi temelin açıklayıcı önceliğini yitirmesi sınıflı toplumlarda imkansız. Ama kısa vadeli ekonomik gelişmelerle siyaset arasındaki ilişkileri çözümlerken daha özenli davranmak zorunlu. Çok daha genel düzlemde ve tarihsel bağlamda işleyen bir mekanizmayı güncel gelişmeleri doğrudan çözümleyecek bir büyülü anahtar gibi görmenin sayısız tehlikesi var.
Fakat kaçınılmaz, ihmal edilemez bir ilişki bu ve hep orada aslında… En genel düzeyde ve tarihsel olarak varolduğu için her özel konjonktürde sayısız farklı ampirik durumda sayısız farklı sonuca yol açsa, bu ilişki sayısız farklı şekilde kurulabilse dahi hep orada… Hep orada olduğu için de güncel siyaseti anlamak için vazgeçilmez bir anahtar, önemli bir referans noktası, hep güvenilecek ve neredeyse istisnasız çalışan bir doğrulama testi…
Kriz değişimi tetikliyor
Doğası gereği genelleştirdikçe, uzun vadeye yaydıkça daha somut sonuçlar vererek çalışacak bir test bu. Güncel siyaset bağlamında bu olguya verilecek en güzel örnek sermaye birikim mekanizmalarıyla siyasi yapıların arasındaki ilişki olsa gerek. Türkiye tarihinde sermaye birikim modelindeki her değişikliğin siyasi yapıda köklü bir dönüşümü tetiklemesi güncel siyasetin bir adım ötesinde dahi ilişkinin daha net kurulabileceğinin somut bir göstergesi.
Mesela 27 Mayıs’ta yaşanan değişiklik, ya da 24 Ocak ve bu kararlarla birlikte ele alınması gereken 12 Eylül… Türkiye yakın tarihinin önemli siyasi dönemeçleri, sermaye birikim rejimindeki değişikliklerle çakışıyor. Bu iyi bilinen, çokça tekrarlanan bir olgu zaten.
Peki ama siyasi yapıda bir değişikliği dayatan bu iktisadi dönüşümler neden yapılıyor? Buradaki asıl tetikleyicinin ne olduğunun tespiti siyasetle iktisat arasındaki güncel denilebilecek bir zeminde kurulan bağlantıyı sağlayan asıl mekanizmayı ortaya çıkarıyor.
İktisadi bir dönüşüm zorunlu hale geliyor çünkü sermaye birikim mekanizmaları tıkanıyor. Sermaye birikim mekanizmasının tıkanmasının literatürde bir ismi daha var: Kriz…
Öyleyse, iktisadi temel ile siyaset arasındaki ilişkinin daha güncel bağlamda takip edilmesini sağlayabilecek olgu bizzat krizin kendisi. Tarihsel olarak genelleştirilmiş şekliyle zaten işleyen temel-üstyapı ilişkisi, kapitalizmin güncel krizlerinde varlığını hissettiriyor. Deyim yerindeyse kriz zamanlarında tarihe bir düzeltme geliyor.
Bu düzeltme kapitalizmin güncel krizlerinin genel krizinden farklı olmasıyla da doğrudan bağlantılı. En temel haliyle üretici güçlerin gelişmesi eğilimiyle, kapitalist üretim ilişkileri arasındaki çözülemez çelişkiden kaynaklı genel krizin dinamikleri sürekli işlemeye devam ediyor ama güncel kriz bu yapısal sorunla bağlantılı olmasına rağmen farklı bir seyir izliyor.
Güncel olanla yapısal olan arasında iki boyutlu bir ilişki var ve bu iki farklı boyut kapitalizmin iki ayrı özelliğine işaret ediyor.
Güncel olan yapısal olanla bağlantılı ve bu bağlantı nedeniyle, hep arkada çözülemez halde varolan çelişkiler nedeniyle kendisini tekrarlıyor…
Güncel olan yapısal olandan farklı ve her güncel kriz bir sonraki krize kadar geçici bir şekilde çözülürken kapitalizme bir yeniden yapılanma fırsatı veriyor…
Kapitalizmin güncel işleyişine dair yeniden yapılanma fırsatı veren kriz, bu yeniden yapılanma da genel işleyişi değiştirmeden gerçekleşeceği için aslında sorunları çözmüyor ama sorunları yeniden üreterek onları erteliyor. Her erteleme düzenin yaşam süresinin de uzaması anlamına geliyor. Ama zaten esas amaç bu değil mi? Sermayenin kapitalizmin problemlerini çözmekle ilgilendiğini düşünen, bunu varsayan her yaklaşım külliyen yanlış ve sermaye her zaman sorunları çözmekle değil kendi iktidarının süresini uzatmakla ilgileniyor.
Kapitalizme kendini düzeltmek ve yeniden üretmek için fırsat veren güncel krizler yapısal krizle ikili ilişkisi nedeniyle aynı momentte iktisadi temelle siyasi üstyapı arasındaki ilişkinin yeniden üretilmesini sağlıyor. Genelleştirilmiş bir ilişkinin kendisini göstermesi ve varlığını hissettirmesi işte böylece tarihsel bir düzeltme anlamına geliyor…
Ama bu tarihsel ilişkinin kendisinin devrimci bir özü olduğu sakın unutulmasın. Temel ile üstyapı arasındaki ayrım devrimci bir ayrım ve bu nedenle iktisat ile siyaset arasındaki ilişkinin varoluşunu daha güçlü hissettirdiği her dönem daha devrimci bir dönem aslında. Güncel krizler devrimci bir sonla nihayete erdirilinceye kadar tekrarlanmaya devam ediyor, ama bu devrimci son için de en uygun koşullar kriz zamanlarında oluşuyor.
Türkiye tarihi de böyle krizlerin tarihi işte. Bir kriz ve yeniden yapılanma döngüsü içinde yaşıyor, bu yeniden yapılanma sırasında iktisat ile siyasetin birbirine yaklaşmasına tanıklık ediyoruz.
Hikayeyi en baştan anlatmaya gerek yok. Ancak Türkiye kapitalizminin bugününe damga vuran krizin öyküsünü 24 Ocak – 12 Eylül dönemeçlerinden itibaren anlatmak mümkün.
1980 yılı aslında bir krizin tepe noktasıydı. 1960’la açılan dönem sona eriyordu. Türkiye kapitalizmi hem siyasi hem de iktisadi olarak tamamen tıkanmıştı. Emekçi sınıflarda 1960’larda başlayan büyük uyanışı durdurmak için ülkeyi bir iç savaşın eşiğine getiren patronlar ikili bir darbeyi vurmaya hazırlanıyordu. Önce Türkiye ekonomisinde köklü bir değişiklik yapıldı ve ihracata dayalı bir büyüme modeli benimsendi, sonra bu değişikliği desteklemek ve siyasi krizi sona erdirmek için 12 Eylül’de askerler iktidara el koydu.
Büyük krizin maliyeti her açıdan işçi sınıfına ödetilirken, yeni birikim modelin gerektirdiği düzenlemeler hem ekonomik hem de siyasi düzlemde hayata geçirilecekti. Ücretler baskılanacak veya düşürülecek, çalışma koşulları ağırlaştırılacak, sömürü oranları arttırılacak, emek piyasası sermaye piyasalarına paralel bir şekilde serbestleştirilecek, patronların kaynak ihtiyaçlarının bir kısmı kamu mal ve teşekküllerinin satışıyla sağlanacaktı. İşçi sınıfına dönük bu vahşi saldırıya korkunç bir siyasi, ideolojik ve fiziksel zor eşlik edecekti. Kapatılan partiler, dağıtılan örgütler, hapse atılan, gözaltına alınan, işkenceden geçirilen milyonlar…
Ama Türkiye sermaye sınıfına bu büyük saldırı ve yaşanan köklü dönüşüm de yetmeyecekti. Mutlulukları yine fazla sürmedi. Türkiye bu defa 90’lı yıllarda başka bir krizin içine yuvarlandı. Kapitalizmin genel kriziyle güncel krizleri arasındaki bağlantı çok geçmeden kendisini hatırlattı. Güncel kriz bir yeniden yapılanma için fırsat sunmuş, bu yeniden yapılanma hayata geçmiş, sermaye birikim modeli değişmiş, buna uygun bir siyasi yapı kurulmuştu. Ancak atılan tüm bu adımlar zaman içinde başka bir krizin zeminini hazırlamıştı.
Ülke 90’ların ortasında ağır bir krize girdi. Türkiye ekonomik olarak ’94, ’99 ve 2001 yıllarında küçüldü, siyaset de tıkandı.
Yalnız Türkiye sermaye sınıfı 12 Eylül’den azami ölçülerde faydalanmıştı. Darbe boşuna yapılmamış, faşizmin solu ve emekçileri ezmesi Türkiyeli patronlara lig atlatmıştı. Türkiye’de artık başka bir kapitalizm vardı. Daha güçlü ve bu gücüyle uyumlu bir biçimde daha saldırgan ve atak bir burjuvazi yeni karşılaştığı krize karşı köklü bir adım atmaya hazırlanıyordu.
Yıllardır altı oyulan 1923 Cumhuriyeti’nden tamamen kurtulma vakti gelmişti. 12 Eylül’le başlayan siyasi, iktisadi ve ideolojik süreç mantıksal sonucuna götürülecekti. Sermayenin her alanda sınırsız bir hareket özgürlüğüne sahip olduğu, uluslararası güçlere daha bağımlı ve siyaset ve toplumsal yaşantının gericileştirildiği bir ülke… Akıllardaki yeni Türkiye buydu ve bu hedef doğrultusunda krizin zincirleme darbelerin sonunda ulaştığı tepe noktada, 2000’li yılların başında en ağırlaştığı anda ülke AKP’ye teslim edildi.
Kriz bir kez daha tarihe düzeltme yapmak için bir fırsat olarak kullanıldı, ekonomi ile siyaset arasındaki açı kapandı.
AKP üstüne düşen görevi en iyi şekilde yerine getirdi. Sermayenin önündeki tüm engellerin kaldırılması ve emekçi sınıfların dinci gericiliğin sayesinde hem ideolojik hem de siyasi olarak kontrol ve baskı altına alınması nedeniyle Türkiye dışardan kaynak bulmakta da zorlanmadı. Uluslararası düzeyde koşullar gerçekten uygundu, ama yabancı sermaye de emekçileri yıllar içinde örgütsüzleştirilmiş, solu güçsüz, dinci gericiliğin ideolojik olarak etkili olduğu bir ülkeyi güvenli bir liman olarak görüyordu. Bu nedenle Türkiye bu dönemde hızlıca borçlandı, ülkeye yoğun bir şekilde sıcak para girdi, ekonominin çarkları bu parayla döndürüldü. Aynı süreçte kamunun elindeki tüm servetin talan edilmesi ve büyük özelleştirmelerle devasa bir kaynak transferi de gerçekleşti.
Dış borç ve yoğun kaynak transferiyle gerçekleştirilen ekonomik büyüme esas olarak sermaye sınıfının büyümesi ve güçlenmesi için kullanıldı. Ancak bu modelin de tıkanması kaçınılmazdı. En genel haliyle kapitalizmin bilindik yapısal kuralları işlemeye devam ediyordu. Daha güçlü, 1923 Cumhuriyeti’nin çizdiği sınırlamalara bağlı kalamayacak bir sınıf olarak Türkiye burjuvazisi cumhuriyeti tasfiye etmişti ama sermaye için hazırlanmış çok uygun koşullarda dahi birikimin kesintisiz sürdürülmesi zordu.
Üstelik, bu büyümeyle uyumlu bir şekilde, emperyalist güçlerin onay ve teşvikiyle girişilen dış politika maceraları da istenildiği gibi gitmemiş, Suriye ve başka coğrafyalarda çarpılan duvarlar Türkiye’ye dert olmaya başlamıştı. Çanlar tekrar çalıyor, Türkiye yeniden bir krize doğru sürükleniyordu.
Bu kriz herkesi tekrar pozisyon almaya zorladı ve Türkiye’de krizle birlikte değişim yeniden başladı.
31 Mart sonuçları değişim süreciyle uyumlu
Türkiye’de kur 2018 yılında zıplamış olabilir ama Türkiye ekonomisi krize 2018 yılında girmedi. Tam tersine kur sürdürülemeyen dengeler nedeniyle hızla artışa geçti. Ardından kaçınılmaz olan gerçekleşti ve Türkiye iktisadi açıdan küçülmeye başladı. Ancak sermaye birikim mekanizmalarındaki aksaklıklar çok önceden görülmeye başlanmıştı ve aslında Türkiye sermaye sınıfı da buna dair önlemler almaya uğraşıyordu.
Türkiye kapitalizminin krize karşı ilk somut önlemi yürütme mekanizmasının yeniden yapılanmasıydı. Parlamenter demokrasinin tasfiyesi ve cumhurbaşkanlığı sistemine geçişle önemli bir adım atıldı. Olağanüstü yetkilerle donatılmış bir başkan krizdeki bir sınıf için elbette işlevliydi, ancak aynı başkanın siyasi ve kişisel nitelikleri de yine gücü nedeniyle dezavantaj yaratabilirdi.
Bir yandan Erdoğan başkanlığı Türkiye’ye getirebilecek ve bu sistemi ilk anda çalıştırabilecek en uygun isimdi, ama öte yandan Erdoğan böylesine güçlü bir makam için aynı özellikleriyle riskli bir karakterdi.
AKP lideri, emekçilere karşı olağanüstü önlemleri hayata geçirirken ya da bir gecede sınıfa karşı tüm yasal düzenlemeleri yaparken ve hatta bazen kişisel inisiyatifiyle yasal düzenlemelere dahi ihtiyaç duymadan patronların işlerini yaparken sermayedarlar açısından kullanışlı bir aktördü. Ama karakteri nedeniyle zaman zaman attığı öngörülemez adımlar işleyişi bozabiliyordu. Erdoğan aslında tüm bu nitelikleriyle, genel bağlamda Türkiye’de siyasi alanda sermaye için mükemmel bir çözüm olmayacağının, burjuvazinin sorunlarını kesin bir biçimde çözemeyeceğinin somut bir kanıtıydı.
AKP’li cumhurbaşkanı hem bir kriz çözücü hem de bir kriz dinamiğiydi. Daha genel bir ifadeyle kapitalizmin kriz çözerken kriz yaratmasının kişiselleşmiş bir haliydi.
Erdoğan’ın krizle birlikte yalnızlaşması, liberal koalisyonun dağılması ve Fethullahçı çeteyle olan ittifakın bozulması AKP liderinin gücünü azaltmıştı ama tüm yetkileri elinde tutan cumhurbaşkanı partisinin tabanı sayesinde de hâlâ fazlasıyla etkiliydi.
Üstelik Erdoğan’ın kutuplaştırıcı tarzı ve toplumun yarısı tarafından kabullenilmeyişi krizin maliyeti geniş emekçi kesimlerin sırtına yüklenirken ihtiyaç duyulan mutabakata da yardımcı olmuyordu. Kriz koşullarının kendisi zaten kutuplaştırıcıydı. Böyle dönemlerde insanların toplu olarak aynı gemide olduklarına ikna olmaları gerekiyor, farklı gemilerin varlığının dahi duyulması istenmiyordu.
Kriz zamanlarında güçlü lider, devletin sarayın etrafında yeniden kurularak hızlı karar alma yetisi edinmesi iyiydi ama bu denli gücün dengesizliğe yol açma ihtimali de korkutucuydu.
Kriz, Türkiyeyi güçlü bir yürütme erkinin inşasına doğru iterken, bu gücün nasıl dengeleneceği ve kontrol altına alınacağı bir soru işaretiydi.
Bu soru hâlâ ortada duruyor…
Ama yanıt tamamen belirsiz değil. Başka bir ifadeyle, soru net bir biçimde yanıtlanmamış olsa da, cevaba dair ipuçları var. Üstelik, bu eğilimler sermaye sınıfı açısından bu sorun için yeterli de olabilir, Türkiye net bir yanıta hiçbir zaman kavuşmayabilir de…
31 Mart günü yapılan yerel seçimlerle güçlü siyasi erkin kontrol edilmesi sorununun çözümünün ittifaklar sistemiyle ilişkili olabileceği görüldü.
Türkiye’de cumhurbaşkanlığı sistemi, düzen partilerinin ittifak yapmaya doğru ittiriyor ve partiler de, muhalefet de dahil olmak üzere bundan hiç şikayetçi değiller. 31 Mart’ta yıllar sonra bir başarı elde eden muhalifler bunu ittifaka borçlu olduklarını biliyorlar. Keza, AKP de bugün iktidarı aslında aynı nedenle elinde tutuyor.
Sermayedarlar, kriz koşullarında, güçlü ve hızlı hareket eden bir siyasi yapıyı koruyarak muhalefeti de bu işleyişin bir parçası haline getirmenin yolunu bulmuş olabilirler. Fiilen iki partili bir işleyişe indirgenmiş bu sistemin patronlara sağladığı olanaklar küçümsenemez. Kriz zamanları ihtiyaç duyulan geniş toplumsal mutabakatın sağlanması için mesela büyük şehirleri elinde tutan muhalefetin bu şekilde işlevlendirilmesi de artık ihtimal dahilinde.
Muhalefet düzen içinde siyaset yapan ve AKP’nin karşısında yer alan hemen herkesi kapsayan çok geniş bir ittifakla başarı kazandı. Muhalefetin tüm renklerinin yan yana gelmesi ve asla birlikte hareket etmez diyen unsurların dahi bir arada olması başarısını da kimsenin değil ama Türkiye burjuvazisinin hanesine yazmak gerekiyor.
31 Mart seçimleri uzun zamandır hayali kurulan bir işin başarıldığını gösteriyor. Kürtlerden ulusalcılığın bir kanadına, kemalistlerden islamcılığın muhalif bir versiyonuna kadar çok geniş bir yelpaze artık omuz omuza yürüyebiliyor.
Yalnızca muhalefet mi? Eski ortaklarıyla yolları ayrılan AKP’nin MHP ile yürüttüğü zorunlu işbirliğinin pek çok açıdan düzen için işlevli olduğu inkar edilebilir mi?
Kriz Türkiye’yi değiştiriyor ve bu değişiklik dün başlamadı. 31 Mart’ta da bu değişim sürecine ters bir sonuç çıkmadı. 31 Mart sonuçları sermayenin yeniden yapılanma programıyla uyumlu ve bu sonuçlara en çok patronlar sevinmiş olmalı.
Düzen muhalefeti çok uzun zamandır 2002’den sonra AKP’nin siyasi öncülüğünde adım adım inşa edilen yeni Türkiye’yi kabul ettiğini her adımda gösteriyordu. İktidar ve muhalefetiyle yeni zeminin işte bu ülke olduğu 31 Mart’ın öncesi ve sonrasında tekrar tescillendi.
Türkiye kapitalizminin eskiye dönmesi mümkün değil ve sermayedarların yön verdiği değişim de bu doğrultuda ilerleyecek…
Laiklik ve bağımsızlık gibi 1923 Cumhuriyeti’nin kazanımları olarak görülmesi gereken ilkeler o halleriyle dahi bir daha gündeme gelmeyecek ve her türden gericilik değişmez bir siyasi referans olacak mesela. Ya da Türkiye burjuvazisi bir daha sınırların içine kapanmayacak ve yer ve zaman uygun olduğunda bölgesel iddiaları için tekrar harekete geçmeyi deneyecek. Yine piyasanın kutsallığı ve dokunulmazlığı sabit bir çıpa olarak siyaset ve ekonomiyi belirlemeye devam edecek.
İktidar da muhalefet de bunları kabul etmiş durumda ve bu verilerle krizden bir çıkış yolu aranacak.
Ama Türkiye kapitalizminin işinin kolay olmadığı ortada.
31 Mart’ta ortaya çıkan tablo değişim süreciyle uyumlu olabilir, ama bu tablo tek başına krizden çıkış için de bir işaret değil. Erdoğan gücünden kaybetmiş, muhalefet büyükşehir belediyeleriyle yönetimin bir parçası haline getirilmiş olsa bile asıl sorun ortada duruyor. Tüm bunlar krizin çözümü değil, krizin çözümünü sermaye sınıfı adına kolaylaştırmak için atılan adımlar.
Türkiye kapitalizmi krizi çözmek için geniş bir mutabakata ve toplumsal kesimlerin desteğine ihtiyaç duyduğunu bilse de, bu krizden çıkış için atılacak somut adımlara dair belirsizlik sürüyor. Maliyetin emekçilere ödetileceği ve düzenin bu doğrultuda yeniden yapılandırılacağı kesin olsa da bunun nasıl yapılacağını somut düzlemde henüz kimse bilmiyor.
Dahası her gelişme Türkiye’de hızla kriz dinamiklerini tetikleyebiliyor. 31 Mart’ta oluşan tablo büyükşehirleri elinde tutan muhalefetin yönetime dahil olmasıyla kriz için uzun vadede işlevli olabilecekken kısa vadede başka siyasi gerilimleri yükselterek krizi derinleştirebiliyor.
Erdoğan’ın merkezde iktidarın, yerelde muhalefetin bir parçası olması, aynı şekilde muhalefetin Türkiye’nin en büyük şehirlerinde iktidarın bir unsuru haline gelmesi toplumsal açıdan daha kapsayıcı bir tablo oluşturdu elbette. Ama iktidar ile muhalefetin arasındaki gerilimin kendiliğinden düşeceği bir yapı değil bu. Farklı karşılaşma yüzeyleri farklı gerilimleri tetikleyecek. Türkiye derin bir krizin içinde debelenirken gerilimlerin sıfırlanacağını kimse beklemesin.
2000’li yılların başında en derin noktasına ulaşan kriz AKP iktidarının ve Türkiye’de yaşanacak bir büyük dönüşümün önünü açmıştı. Tarihsel gelişim kapitalizm koşullarında hızlanmış, ekonomi ile siyasetin arasındaki genelleştirilmiş ilişki kendisini güncel siyasette daha fazla hissettirmişti.
Şimdi Türkiye kapitalizminin krizi yeniden ağırlaşmışken ülke tekrar değişmeye başladı. Bu kriz siyasette ve ekonomide eşzamanlı olmasa dahi uyumlu bir şekilde yaşanacak bir yeniden yapılanmanın önünü açtı. Siyaset ve iktisat bir kez daha her kriz zamanında olduğu gibi birbirine yaklaştı ve kapitalizmin genel dinamiklerinin güncel gelişmelerin üzerindeki etkisi bugünlerde daha fazla hissediliyor.
Genel dinamiklerin etkisinin hissedilmesi, güncel krizin ağırlaşması, siyaset ve ekonomideki gelişmelerin hızlanması… Bunların hepsi işçi sınıfı adına siyaset yapan bir öznenin alanını genişleten, ona fırsatlar sunan olgular. Şimdi yalnızca krizin dinamikleri üzerine düşünmenin değil, krizle devrimci olanakları birlikte ele almanın, bu fırsatların üzerine kafa yormanın, somut olarak bunları değerlendirmek için işe girişmenin vakti…